Вы находитесь на странице: 1из 8

Türk Modernleşmesi

Bağlamında Sivil Toplum,Ali Gevgili


Selahaddin Güven
SİVİL TOPLUM DERGİSİ
YIL : 1 SAYI : 1 / OCAK -ŞUBAT - MART 2003
Türkiye’de Yenileşme Düşüncesi,
Sivil Toplum, Basın ve Atatürk
Ali Gevgilili
Bağlam Yayınları
(1990, 191 s.)

Türk modernleşmesi yakın dönemde en fazla tartışılan olgulardan biridir. III. Selim
döneminden günümüze kadarki zamanı kapsayan modernleşme tarihimiz, kimileri için
yabancılaşmanın tarihi iken kimileri için de muasır medeniyete ulaşma çabasının tarihi
olarak okunmuştur. Türkiye tarihinin bu önemli olgusunu anlamak amacıyla sayısız eser
yayınlanmıştır ve daha da yayınlanacaktır. Ali Gevgilili’nin çalışması bu tartışmaya bir
katkıdır.

Ali Gevgilili, bu çalışmasında, Türk modernleşmesinin 200 yıllık öyküsünü


Türkiye’de kitle iletişim araçlarının gelişimini, sivil toplum-devletin dönüşümü ekseninde ele
almıştır. Modernleşme ile ortaya çıkan bunalımlar, Türkiye’de dinamik bir entelektüel zemin
oluşturmuştur. Gevgilili de bu kitabında bu dinamik yapıyı anlamaya çalışmakta.

Gevgilili, Türk modernleşmesinin üç önemli tarihi olan 1908-1918, 1920-30 ve


1980’li yılları incelerken toplumsal ve ekonomik taleplere dayanmayan ve üsten gelen
yeniliklerin kalıcı olamayacağını tarihi tanık göstererek ortaya koymuştur. Bu bağlamda
Gevgilili, özgürleşmenin yegane yolunun toplumsal ve ekonomik taleplerin göz önünde
bulundurularak, siyasal ve sivil toplumun yeniden örgütlenmesi olduğunu ileri sürer. Yazara
göre 1980’li yıllarda yenileşme şekil değiştirmiştir. 1980 öncesi dönemde, aydınlar
yukarıdan bilinç taşıyarak halkı aydınlatmayı görev edinirken, 1980’ler ise modernleşme,
aydınlardan bağımsız, kendiliğinden işleyen bir sürece dönüşmüştür.

Gevgilili’nin çalışmasının en önemli bölümü basının Türk modernleşmesindeki


rolünü tartıştığı bölümdür. “Türkiye’de medyanın görevi/işlevi nedir?” sorusunun hala
güncelliğini koruduğunu göz önüne aldığımızda, Gevgilili’nin bu çalışması tartışmalara
önemli bir katkı sağlayabilir.

Türk modernleşmesini İdris Küçükömer gibi aydının ve düzenin yabancılaşması


olarak okuyan Gevgilili’ye göre, Türkiye’de modernleşme ile birlikte yerli kültürle çatışan
ikinci bir kültür türemiştir. Bu kültürlerin karşılaşmasından doğan gerilimi verimli kılmak,
kültürler arasındaki ilişkinin pratik diyalogunun Türkiye’de düşünsel üretkenliğin kaynağı
olması durumunda, Türkiye’de sivil toplum örgütlenmesinin önündeki pratik sorunları
aşmamızı kolaylaştıracağı aşikârdır.

Bu kitap bize sunduğu imkanlarla birlikte sınırlılıkları da açık olan bir çalışma.
Yazar, ele aldığı alan geniş olduğu için, başlıkları genişçe tanımlayamamış ve kullandığı
kavramları etraflıca açıklayamamış olmasına rağmen alanında önemli ve vazgeçilmez bir
çalışma ortaya koymuş bulunuyor.
Türkiye’de Sivil Toplum ve
Milliyetçilik, Derleme
Yılmaz Yaman
SİVİL TOPLUM DERGİSİ
YIL : 1 SAYI : 4 / EKİM - KASIM - ARALIK 2003
Türkiye'de Sivil Toplum ve Milliyetçilik
Edisyon İletişim Yayınları (İstanbul, 2001, 616 s.)

Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü bünyesinde Avrupa Birliği’nin MEDA


programı desteğiyle yapılan bir dizi araştırmadan oluşan kitap Türkiye’de sivil toplumu farklı
noktalardan incelemeye ve ortaya koymaya çalışmaktadır. İçerisinde merkez sağ
partilerden, meslek örgütlenmelerine, Alevilerden Kürt sorununa, iş adamı
örgütlenmelerinden göçmen derneklerine kadar geniş bir alana dair yazılar bulunmaktadır.
On iki bölümden oluşan kitapta bazı bölümlerin sonunda “katkı-yorum” başlığı altında
konuyla ilgili farklı bir yazarın yazısına da yer verilmektedir. Çoğunluğu yabancı yazarların
yazılarından oluşan kitapta, genel olarak Türkiye’nin lâik anti-lâik şeklinde iki kampının
olduğu ve sivil örgütlenmelerin de bu kamlaşmayı yansıttığı, körüklediği hatta bazen bu
kamplaşmanın bir ürünü olduğu vurgusuna rastlanmaktadır.
“Kalpaksız Kuvvacılar: Kemalist Sivil Toplum Kuruluşları” adlı makalede Necmi
Erdoğan, Mustafa Kemal’i keşfetmiş gençlerin cumhuriyetin temel ilkelerine sahip çıkmaları
için kurulan ÇYDD ile kurulduğunda bürosu bile olmayan fakat daha sonra dört yüz elli
şubelik bir ağa erişen ADD’yi anlattığı yazısında bu tür STK’ların Kemalizmi
hegemonikleştirmeye çalıştığını belirtmektedir.
Tanıl Bora’nın “Türkiye’de Meslek Kuruluşları: ‘Kamu’, ‘Sivil’ ve ‘Millî’nin Muğlak
Kesişimi” adlı çalışması, Türkiye’de hem ilişkide olduğu çoğunluk hem de devletle ilişkileri
açısından en kilit örgütlenmelerden olan meslek örgütlerine yönelik analizleri içermektedir.
TOBB, TMMOB ve TÜRMOB gibi meslek örgütlenmelerini değerlendiren Bora, aslında
Türkiye’de “sağ” ve “sol” içeriklerde iki ayrı meslek örgütlenme biçiminin vücut bulduğunu
ve bunların da birbirleriyle ilişkiye girmediğini vurgulamaktadır. Bora’nın kitaptaki bir başka
makalesi olan “Türkiye’de Futbol ve Milliyetçilik” de hem başlık hem de içerik açısından
dikkat çeken bir makale.
Karin Vorhoff, “Türkiye’de İşadamı Dernekleri: İşlevsel dayanışma, Kültürel
Farklılık Ve devlet Arasında” başlıklı çalışmasında temel olarak TÜSİAD’ı ve MÜSİAD’ı
incelemektedir. TÜSİAD’ı Türk burjivazisi bağlamında MÜSİAD’ı da kâr-ahlâk-kardeşlik
üçleminde inceleyen Vorhoff, TÜSİAD ve MÜSİAD arasındaki ilişkiyi kısaca, “Birbirlerini
görmezlikten gelmektedirler” şeklinde açıklamaktadır.
“Milliyetçi Söylemlerin Sivil Toplum Üzerindeki Etkisi” başlıklı makalede Günter
Seufert, Ford Vakfı sponsorluğunda yapılan ve 1996’da kitaplaştırılan Orta Doğu’da Sivil
Toplum adlı çalışmaya atıfta bulunarak araştırma projesine ve kitaptaki yazılara yönelik
değerlendirmelerde bulunmaktadır. Seufert, Türk toplumunda lâik ve İslâmcı kesimlerin
birbirlerine karşı derin kuşkular beslediklerini belirterek her iki kutbun da kendini, Türk
milliyetçiliğinin rakip yorumlarına sarılarak meşrulaştırmaya çalıştığına işaret etmekte ve şu
soruyu sormaktadır: STK’lar, nereye kadar Türk toplumunu bölen çatışmaları derinleştiren
kültürel mücadelelerin piyonları olmaktadırlar?
Gottfied Plageman’ın “Türkiye’de İnsan Hakları Örgütleri: Farklı Kültürel Çevreler, farklı
Örgütler” adlı makalesi kitabın sekizinci bölümünün çerçevesini çizmektedir. Türkiye’de
insan hakları faaliyetlerinin gelişimini anlatarak başlayan makalesinde Plageman, TAYAD,
TİHAV ve TOHAV örneklerinden sonra konuyu İHD ve MAZLUMDER özelinde anlatmayı
sürdürmüş. İHD ve MAZLUMDER’in yan yana var olmalarının Türk toplumundaki
kamplaşmanın bir ifadesi olduğunu belirten Plageman, öte yandan bu örgütlerin
çalışmalarıyla insan hakları alanında daha ziyade kampları aşan, yatay kesen bir düşünceyi
teşvik ettiğini vurgulamıştır.
Osmanlı Vakıf Medeniyeti,
Prof. Dr. Ziya Kazıcı
SİVİL TOPLUM DERGİSİ
YIL: 4 SAYI:15 TEMMUZ-EYLÜL 2006
Prof. Dr. Ziya Kazıcı Bilge Yayınları
(2003). s. 267 ISBN: 975-8364-69-3

İslam’ın, yardımlaşma ile ilgili emir ve prensiplerinden doğmuş olan vakıf,


asırlarca insanlığa hizmet etmiş dinî, hukuki ve sosyal bir müessesedir. Bu müesseseler
sadece geçmişte topluma yararı dokunmuş, toplumsal hayatta önemli roller üstlenmiş bir
yapı değildir. Aynı zamanda bir medeniyetin yapı taşlarından biridir. Osmanlı medeniyetinin
yeryüzünün aydınlık tarafı olmasında vakıf sistemin yeri şüphesiz tartışılmazdır. Bu
bağlamda vakıf medeniyeti tarihimizde araştırılmaya değer en önemli konuların başında
gelmektedir. Vakıf konusundaki bilgi birikimiyle bu alandaki birkaç uzmandan biri olan Prof.
Dr. Ziya Kazıcı, Osmanlı Vakıf Medeniyeti adlı çalışmasıyla bu alanda önemli bir boşluğu
doldurmaktadır. Bir giriş ve üç bölümden oluşan eserin giriş kısmında vakıflar hakkında
genel bilgiler verilmektedir. Vakıfla ilgili terimler (ıstılahlar), vakıfların kuruluş şekilleri ve
tarihçesine yer verilen ilk bölümün ardından yazar ikinci bölümde, vakıfların çeşitleri ve
bunların yönetim şekillerini ele almaktadır. Tarih boyunca İslam ve özellikle Osmanlı dünyası
insanının ayrılmaz bir parçası hâline gelen bir müesseseyi, yeniden gün yüzüne çıkaran
eserin son bölümünde ise vakıf eserlerden ayrıntılı olarak bahsedilmektedir.
Vakıf Müessesesi, Ord. Prof.
Dr. M. Fuad Köprülü
SİVİL TOPLUM DERGİSİ
YIL: 4 SAYI:15 TEMMUZ-EYLÜL 2006
Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü Akçağ
Yayınları (2005). s. 368 ISBN: 975-338-724-5

M. Fuad Köprülü’nün çeşitli yerlerde yayımlanmış ve dağınık hâlde bulunan İslam


ve Türk hukuk tarihi içerikli makalelerinin bir araya getirilmesiyle ortaya çıkan eser, hukuk
tarihimizi ve vakıf müessesesinin tarihi gelişimini anlamak ve bir hukuk alanı olarak vakfı
tanımak için önemli bir çalışma olma özelliğini taşıyor. Eserde üç bölüme yer veriliyor. İlk
bölümde “İslam ve Türk Hukuk Tarihine Ait Umumi Meseleler”, ikinci bölümde “İslam ve Türk
hukuk Tarihine Ait Unvan ve Istılahlar” ve son bölümde “Vakıf Müessesine Dair Araştırmalar”
yer alıyor. Üçüncü bölümde yer alan makaleler Köprülü’nün daha önce Vakıflar Dergisi’ne
yazdığı makalelerden meydana geliyor. Bu külliyattaki son makalede, sahte vakfiyelerin
tarih ilminin kullandığı metotlarla nasıl açıkça anlaşılabileceğinin müşahhas bir misali gözler
önüne seriliyor. Köprülü, diğer kitap ve makalelerinde olduğu gibi, bu eserde yer alan
makalelerinde de genç araştırıcılara hangi mevzular hakkında, hangi esaslara riayet ederek
çalışmaları gerektiğini gayet açık bir biçimde gösteriyor. Kitabın sonuna eklenen geniş
indeks hem yazar, naşir ve mütercimleri, hem de istifade edilen kitap, makale ve
mecmuaları içine alıyor. Bazı Arapça ve Farsça kitapların orijinal adlarının yanı sıra, aynı
zamanda yabancı dillerde de yayınlandığı cihetle, yabancı dillerdeki yazılışlarına da indekste
yer veriliyor. Hukuk tarihi ve vakıf müessessi hakkında kapsayıcı bilgilerin yer aldığı eser,
vakıf araştırmalarına önemli katkılar sağlıyor.
Aşkın Devletten Sivil
Topluma, Ömer Çaha
Mücahit Yaman
SİVİL TOPLUM DERGİSİ
YIL: 2 SAYI:6-7 / NİSAN-EYLÜL 2004
Gendaş Yayınları, 2003, İstanbul

AŞKIN DEVLETTEN SİVİL TOPLUMA


Ömer Çaha
Gendaş Yayınları, 2003, İstanbul
Türkiye’de sivil toplum, pratik alan ve teori olarak giderek gündemde kendine daha fazla yer
edinmeye başladı. 28 Şubat’ı görmezden gelmemekle birlikte göreli olarak darbeler
döneminin kapanmasıyla birlikte bireylerin ve devletin demokrasiyi içselleştirmeye
başlaması sivil toplum anlayışının yerleşmeye başlamasını sağladı. Ancak Türkiye kendi
içinde ürettiği birtakım ideolojik, sosyal ve ekonomik sorunlardan dolayı anlamlandırma
sorunuyla karşı karşıya bulunmaktadır. Bu sorun, sivil toplum ve devlet kavramının yanı sıra
birçok kavramın teori ve pratik olarak yanlış anlaşılmasına ve ciddî uygulama problemlerine
yol açmaktadır. Örneğin, devlet, siyasal ve sosyal tarih açısından en önemli kavramlardan
biridir. İnsanlarımız devlete her zaman övünç duyulacak bir kavram olarak bakmış ve daha
da ötesi devleti uğruna feda olunacak temel bir varlık olarak görmüştür. Yüzyıllar boyunca
akla gelebilecek her türlü düşünce ve uygulama biçiminin merkezine devleti yerleştirmiştir.
Sivil toplumun öngördüğü farklı, özgün, özgür ve kendi başına bir varlık olma gibi
temayüllerin izini bulmak devlet düşüncesini bu kadar özümsemiş bir toplumda oldukça güç
olsa gerek. Kökleşmiş bir devlet düşüncesine sahip olmamız sivil toplumun Türkiye’de –
Batı’dan farklı olarak- devletle birlikte zikredilmesine neden olmuştur. Nitekim, Batı’da sivil
toplum devlete bağımlı olmayan sosyal sınıfların ve grupların öncülüğünde gelişmiş, bizde
ise devlete en uzak olması gereken sosyal sınıflar devletin çatısı altında toplanmış ve
devletten beslenegelmiştir. Bugün devlet-sivil toplum dayanışması eskisinden farklı bir
görüntü çizmemektedir; hatta daha fazla tartışılır duruma gelmiştir. Çünkü işçisi, memuru,
öğretmeni, akademisyeniyle herkes devleti varoluş kaynağı olarak görmektedir. Sağlıklı bir
toplumun (özgür, özgün ve kendi başına bir şeyler üretebilen) var olabilmesi ve
yaşayabilmesi için devlet-sivil toplum ayrışması zorunlu görünmektedir. Buradan hareketle,
devlet ve sivil toplumu geniş bir yelpazede incelediği Aşkın Devletten Sivil Topluma adlı
eserinde Ömer Çaha, bu iki kavramın tarihsel bağlamından başlayarak ideolojilerde devlet-
sivil toplum, sivil toplumun Batı’daki gelişimi, Türk tarihi içinde sivil toplumun yeri ve yakın
Türkiye tarihindeki algısı konularını irdeliyor.
Yazar alışılagelmiş üslûbun ve değerlendirmelerin dışına çıkarak vermiş olduğu
örneklerle teoriyi başarılı bir şekilde birleştirdiği kitabına sivil toplum temel kavramları ile
başlıyor. Kitabın, “Sivil Toplum, Temel Yaklaşımlar ve Kavramlar” adlı ilk bölümü, sivil
toplumun devlet algısı içinde nasıl şekillendiğini ve yorumlandığını gözler önüne sermekte.
Örneğin Hegelci bir anlayışın ürünü olan transandantal (aşkın) devlet yapısı devleti yegâne
hegemonya olarak kabul etmekte, hiçbir şeyi onun üzerinde görmemektedir. Devlet,
Hegel’de temel bir kaynak olarak yer bulmamaktadır. Bu açıdan bakıldığında sivil toplumun
gelişmesi bu tür bir yapıda mümkün değildir. Transandantal devletçi anlayışta devlet,
gerçekten aşkın bir otorite olarak formüle edilirken, sivil toplum bu devletin ancak bir
taşıyıcısı ve aracısı olmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Diğer taraftan Marksist devlet
anlayışında sivil toplumu devletten ayıran ve devleti kapitalist toplumda kamusal yararın
tümünün belirleyicisi olarak gören bir yaklaşımı görmekteyiz. Marks’a göre toplumsal
yaşamın tüm alanlarını belirleyici olan, devlet değil, sivil toplumdur. Ancak Marksist devlet
yaklaşımı, sivil toplum kavramını Hegel’in aksine formüle etmiş olmasına rağmen, siyasal
yaşamın sözleşmeye değil güce dayalı olarak geliştiğini kabul etti ve sınıfsız topluma
geçişte devlete kurucu bir rol biçtiği için Hegel’in devletini aşamadı. Bugün sosyalist
ülkelere baktığımızda da sivil toplumun hemen hiç gelişemediğini söylemek yanlış olmaz.
Nitekim Demirperde ülkeleri olarak tabir edilen Doğu Avrupa ülkeleri ve Sovyetler rejim
değişikliğine kadar tamamen baskıcı bir devlet anlayışıyla yönetilmişlerdir. Bu bakımdan
Marksizm’i transandantal devlet anlayışının içinde yer alan bir doktrin olarak tanımlamak
hiç de yanlış olmayacaktır. Marksist literatürün diğer düşünürlerinden Gramsci, devleti ve
sivil toplumu Marks’tan farklı olarak daha liberal düşünmüştür. Gramsci devletin, tarihin
nihaî amacı olan kuşatıcı, soyut bir son değil, aksine bir araç olduğunu kabul etmektedir.
Onun sivil toplum algısı da Marks’ın aksine alt yapısal bir alan değil, üst yapısal bir alanı
oluşturmaktadır. Bu anlamda Gramsci, sivil toplum kavramına ilişkin anlayışını Marks’tan
değil Hegel’den almıştır. Kısaca, Gramsci kapitalist toplum içinde bir sınıfın yaygın
hegemonyasını tüm topluma mal etmeye çalışmaktadır. Bir bakıma hegemonyanın el
değiştirmesi söz konusu olmakta, buna bağlı olarak da devletsiz sivil toplumun mutlak
hâkimiyeti ön görülmektedir. Enstrümantal (araçsal) devlet anlayışı sivil toplumu tamamen
liberal bakış açısıyla ele almaktadır. Ömer Çaha’nın da kitabın ilerleyen bölümlerinde
savunduğu liberal düşünce, devleti tamamen bir araç olarak görmekte ve sivil toplumun
gelişmesine en uygun zeminin de liberal anlayış içinde olduğunu savunmaktadır. John Locke
bu anlayışın en önemli düşünce insanıdır. Onun siyaset felsefesinde sivil toplum, kamusal
alanda gerçekleşen bir sözleşmeyi takip etmektedir. Bu kavramın karşıtı politik toplum
değildir; hatta sivil toplum, politik toplumla aynı anlama gelmektedir. Buna ek olarak Locke
bireyle devlet arasındaki ilişkiyi belirleyen ana kavramın rıza olduğunu söylemektedir. Birey
ancak kendi isteğiyle politik toplumun veya sivil toplumun üyesi olabilir. Locke’da sivil
toplum, bireylerin rasyonel tercihlerinin bir uzantısı olarak gelişir. Diğer bir deyişle sivil
toplum, bireylerin etik tercihlerinin bir sonucu olarak kamusal alanda politik bir boyut
kazanır. Kamusal alanda devlete kadar uzanan politik çizgi, bireylerin tercihlerinin bir
uzantısıdır. Kısaca liberalizmde temel ayrımın birey ile toplumsal yaşam arasında olduğu
söylenebilir. Sivil toplumun realize edildiği toplumsal yaşamın temel hedefi, bireysel
mutluluğu sağlamaktır. Sivil toplumun temel hedefi budur. Sonuç olarak ister klâsik ister
modern liberal teoriye baktığımızda diyebiliriz ki, sivil toplum ile liberalizm, hem teorik
argümanlar hem de tarihsel pratikler itibarıyla birbirini tamamlayan iki kavram olarak
değerlendirilebilir. Her ne kadar sivil toplum kavramı devlet müdahalesini ve aşkın bir devlet
düşüncesini öngören merkeziyetçi-devletçi düşünürlerin elinde kapsamlı biçimde
tartışılmışsa da bu kavramın tekabül ettiği farklı ve otonom kamusal alan, en çok liberal
temalara karşılık verebilir.
Kitabın belki de en önemli bölümlerinden biri “Sivil Toplum İçin Zorunlu Olan Ön
Koşullar” başlığı altında sıralanan, sağlıklı bir sivil toplumun gelişmesi için gerekli
özelliklerdir. Bu bölüm âdeta açık bir reçete veya rehber olarak sunulmuştur. Aynı zamanda
teori ve uygulama arasında bu bölüme yer verilmesi de dikkat çekicidir. Nitekim bu
bölümden sonra liberal ve sosyalist ülkelerdeki sivil toplum hareketleriyle Türkiye’deki sivil
toplum hareketleri incelenmektedir. Zorunlu ön koşullara döndüğümüzde yazar, Batı’daki
şekliyle bir sivil toplum projesinin hayata geçirilmesi için iki önemli özellik sıralamıştır: (i)
hukuk devleti, (ii) sınırlı devlet. Başta da belirttiğimiz gibi Ömer Çaha’nın temel yaklaşımı
liberal düşünceye yakın olduğu için bu iki özellik, onun bu düşüncesinin yansıması olarak
değerlendirilebilir. Hukuk devleti özelliği, devletin tüm vatandaşları eşit statüde kabul
etmesini, suç işlemedikçe tüm vatandaşların masum olduklarını, temel hakların hiçbir
şekilde kısıtlanamayacağını ve yöneticilerin keyfî tutumlardan sakınmalarını gerektirir.
Toplumsal yaşam alanında kültürel, siyasal ve iktisadî alanda sivil toplum örgütleri arasında
gelişecek olan rekabette devletin taraf olmaması, devletin ancak bir hukuk devleti olmasıyla
mümkündür. İkinci olarak devletin faaliyetleri itibarıyla sınırlı olması gerekir. Devletin
faaliyet alanının geniş olması o oranda sivil toplumun daralması anlamına gelmektedir.
Bununla birlikte sivil toplumun gelişmesi için devletin yanı sıra toplumsal yaşamın da bazı
özelliklere sahip olması gerekir. Beş temel konuyu kapsayan toplumsal ön koşullar;
toplumsal farklılaşma, toplumsal örgütlenme, gönüllü birliktelik, toplumsal düzeyde
otonomileşme ve baskı mekanizması oluşturma olarak sıralanabilir.
Liberal ve sosyalist toplumlardaki sivil toplum hareketleri, kavramlarla birlikte
belirttiğimiz gibi sahip oldukları düşünceler yönünden değerlendirilebilir. Dolayısıyla bu iki
farklı siyasî ve düşünsel yapı hâkim oldukları toplumlarda sivil toplumu farklı
anlamlandırmış ve yorumlamışlardır. Örneğin Batı Avrupa’ya baktığımızda on ikinci yüzyıla
kadar dayanan sivil toplum-devlet algısı iki önemli model üzerinde bina edilmiştir. Bunlar
Fransız ve İngiliz modelleridir. Buna karşılık Doğu Avrupa, imparatorluklar ve sosyalist
devletler tarafından uzun süre yönetildiği için daha devletçi bir yapı içerisinde
yorumlanmaktadır. Osmanlı ve Türkiye’ye geldiğimiz zaman sivil toplum-devlet algısı
yukarıda değindiğimiz temel kavramların harmanlanmış şeklini gözlerimiz önüne serer.
Türkler için yeryüzündeki temel varlık kaynağı devlettir. Osmanlı’da sivil toplumun
Avrupa’dan ayrılış noktası da budur. İslâm’ın kabulüyle birlikte Türkler gücü artan bir
devletçi yapı izlemişler ve bunun en kuvvetli yansıması olan Osmanlı Devleti de siyasal
kültür olarak bunu benimsemiştir. Nitekim Osmanlı’da duraklama dönemine kadar sultan
merkezli bir devlet yapısına sahip olunmuş, duraklama dönemiyle birlikte sultanın etkisi
azaldığı hâlde merkeziyetçi yapı yine de bürokrasi ve askerî yapıyla korunarak devam
etmiştir. Sivil toplum unsurları da bu merkezî yapının sonucu olarak bağımlı unsurlar hâlinde
yaşamaya çalışmışlardır. Bu unsurlara en iyi örnek loncalardır. On dokuzuncu yüzyıla
geldiğimizde Osmanlı-sivil toplum canlanması göze çarpmaktadır. Bunun en önemli nedeni
Osmanlı modernleşmesinin başlamasıdır. Buna rağmen son dönem Osmanlı-sivil toplum
algısı Anglo-Sakson geleneğe karşı Alman/Fransız devletçi yapıyı benimsemiştir.
Cumhuriyet dönemi sivil toplum açısından hayal kırıklıklarıyla doludur.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Takrir-i Sükun’la birlikte başlayan yasaklar zincirine birçok sivil
toplum örgütünün kapatılması eklenir. Bununla birlikte bürokratik ve ağır devletçi düşünce
sivil toplum anlayışını 1950’lilere kadar rafa kaldırmıştır. Tek parti dönemi dediğimiz bu
dönem Ömer Çaha’ya göre kendi içinde iki kısımda incelenmelidir: (i) Atatürk’ün ölümüne
kadar olan dönem, (ii) Millî Şef dönemi (1950’ye kadar). Atatürk daha liberal bir görüşe
sahip olmasıyla demokrasiye ve katılımcılığa daha açık bir liderdir. Ancak Millî Şef dönemi
devleti tamamen devletçi ve bürokratik bir yapıya dönüştürmüş, sosyal ve ekonomik hayata
müdahalelerle 1950’lere gelinmiştir. Türkiye tarihinin önemli dönüm noktalarından biri de
1980’lerdir. 80 darbesinin ardından ordunun siyasal alandan çekilmesiyle birlikte liberal bir
yapıya dönüşün kapısı açılmıştır. Devlet-sivil toplum ayrışması da bu yıllardan sonra daha
belirgin hissedilmeye başlanmış aynı zamanda birçok sivil toplum örgütü yıllardır kısılmış
oldukları yerlerden çıkmaya başlamışlardır. 1990’lar daha organize ve geniş halk katılımının
olduğu bir sivil yapıya başlangıç yıllarıdır. Bu dönem iktidara karşı muhalefetin güç
kazandığı yıllardır. Türkiye’de İslâm’ın yükselişi ve İslâmcı muhalefetin iktidar konumuna
gelmesi yine bu yıllara rastlar. 28 Şubat post-modern darbeyle Refah Partisinin iktidardan
bazı sivil toplum örgütlerinin de desteğiyle uzaklaştırılması bu yılların sorgulanması
gereken noktalarından sadece biridir.
Sivil toplum düşünce ve eylem olarak kendini devamlı yenileyen ve sorgulayan
bir yapıya sahip olmalıdır. Bugün Türkiye’nin hâlâ bu kavrama ne kadar uzak ve yabancı
olduğunu görmek hiç de güç değildir. Nitekim kısa Cumhuriyet tarihimiz boyunca belirli
dönemlerde ortaya çıkan sorunlar bunun en belirgin kanıtını oluşturmaktadır. Teori ve
uygulamanın bir arada anlatıldığı Aşkın Devletten Sivil Topluma isimli kitap, başta sivil
toplum kavramının doğru bir şekilde yeniden okunması ve anlaşılmasını sağlamaktadır. Sivil
toplumun tarihî serüvenini anlatan Ömer Çaha akıcı bir dille bu serüvenin önemli işaret
noktalarını bizlere göstermektedir.

Вам также может понравиться