Вы находитесь на странице: 1из 288

http://genclikcephesi.blogspot.

com
ANNA SEGHERS

ÖLÜLER GENÇ KALIR


(Die Toten bleiben Jung)

ALTIN KĐTAPLAR
Çeviren : Burhan Arpad
Baskı Yılı : 1968

639 sayfa

Scanned By hlecter 28 Kasım 2009 Cumartesi Saat 13:32

ROMANIN BAŞLICA KĐŞĐLERĐ :

Ölü :
ERWĐN : Birinci dünya savaşının genç bir eri
Martin : Onun en yakın dostu
Marie : Erwin'in sevgilisi
Hans : Envin'le Marie'nin çocuğu
Franz ve Helene : Geschke'nin ilk evlilikten çocukları
Emîlie : Marie'nin halası
Otto von Lieven : yeğeni
Elisabet : yeğeni
WILHELM NADLER : köylü, Birinci dünya savaşında asker , sonraları gönüllü alayında .
Đkinci dünya savaşında yine asker .
Liese : karısı
Christian : erkek kardeşi.

ERWĐN'in ÖLDÜRÜLMESĐNE KATILANLAR

VON KLEMM : Ren bölgesi endüstricilerinden bir aileden, Birinci dünya savaşında subay
Leonore : karısı Helmut : oğlu
Klemm (von unvanı yok) : yeğeni
Castricus : iş hayatından bir tanışı, ikinci nişanlısının babası
Schlütebock : Î.G. Farben fabrikaları direktörlerinden, iş ve
parti hayatında yakın bir tanışı
RECKER : Klemm'in şoförü
VON WENZLOW : muvazzaf subay, Klemm'in eniştesi
Amalie von WenzIow : halası
Đlse : karısı
Von Malzahn : binbaşı, Wenzlöw'un kayın babası
Annaliese : Wenzlow'un en büyük kızı
Von Stachvvitz : von Wenzlow'un yakın tanışı
Adli müşavir Spranger : Wenzlow'un baba dostlarından .
VON LĐEVEN : Baltık mültecilerinden, subay, sonraları çeşitli meslekler, daha sonra SS.
subayı.

http://genclikcephesi.blogspot.com
BĐRĐNCĐ BÖLÜM

«işini bitirin!»
Yüzbaşı homurdanır gibi söylemişti bunları amma, Ervvin anlamıştı.
Sonunun yaklaştığını kavramıştı. Dün beyaz birlikler saray ahırlarını aldıklarında kendi
ölümünü aklına bile getirmiş değildi. Daha 1914'de, biraz da gönüllü olarak askere gideli-
beri ölümü aklına getirmeğe alışmıştı gerçi. O tarihlerde ordu onun gözünde kendi yoksul
ve öksüz gençliğinden daha değerliydi. Üniformayla dolaşmak Berlin çöpçülerinin kılıksız
gömleğinden daha iyiydi. Onu daha fazla beslemek ve öğrenimi için para vermek
istemiyen amcası bu acınacak işi bulmuştu.
Yüzbaşmın sözleri ağzının içinden, ya da dişlerinin arasından iki kez daha duyuldu :
«Bitirin işini! Bitirin!»
O tarihlerde ordu onun gözünde her şey demekti: ana, yurt ve barınak. Onur ve yurd
sözlerini silâha sarılır gibi büyük bir istekle benimsemişti. O güne kadar sadece itilip
kakılan, şöylesine katlanılan, ya da kimsenin hatırlamadığı bacaksızı şimdi büyük görevler
bekliyordu birden. Ük buhranlardan sonra ölüm korkusuna alışmıştı; günün birinde
öleceklerini bildik-

leri halde bundan ötürü hiç de keyifleri kaçmıyan bütün dünya insanları gibi. Fakat onun
gerçekten yaşamağa başlaması, tam tarihiyle söylemek gerekirse, aralık 1916'ya
rastlıyordu. Zira ilk beyanname o tarihte ve siperlerde eline geçmişti. Yüzbaşının: «Bitirin
işini!» buyruğu gerçekten ömrünün sonu anlamını taşıyorsa, o günlerden bu yana üç
yıldan çok geçmiş değil-di. Otomobil frenlerinin gıcırtısıyla kafasını dolduruveren hepsi
birbirinden saçma bir sürü umut köpüğünü bir türlü uzaklaştı-ramıyordu. Beyanname
eline geçtiği gündenberi ölmekten da- ^ ha çok yaşamakla ilgiliymiş gibi, ölümün anlamı
değişmişti. Daha önceleri hayatı bir yük saymıştı, bazı pazar akşamları da bir eğlence.
Beyanname, insanlardan ona yöneltilen yüreklendirici ilk seslenişti. Onu şiddetle ariyan,
onsuz yaşıyamıyacak ve ona şiddetle hem de hemen muhtaç birisinin bulunduğunu ilk
defa hissetmişti. Ben vatana ille de gerekliyim diye hayaller kurardı eskiden. Özlemini
çektiği bir şeyle baştan çıkmamak için, utanç verici hareketlerden şiddetle kaçınmıştı.
Yüreğinin yarısı bu görüşe uzun süre karşı çıkmıştı, vatan ve anayla ordunun hiç bir
benzerliği olmadığını sezdiği halde. Ondan kurtulunca sevinen halası kadar ilgisizdi.
Vatan, ordu ve ana. Başkalarının göklere çıkardığı vatan, onun hayâl ettiği barınağa hiç
benzemiyordu.
Beyannameyi üniformasına gizlediğinde, bilmeden ve tedirginlikle arandığını sonunda
bulmuş olduğunu anlamıştı. Kafasının içinde gölgelerin gölgeleri gibi uçuşup durmuş olan
soruların cevapları ak kâğıtta kara kara harflerle yazılıydı. Hayat savaştan önce neden
öyleydi de daha başka değildi? Savaş nedendi? Savaşın bitmesi neden gerekiyordu?
Az önce : «Bitirin işini!» diye homurdanmış olan yüzbaşı daha yüksek sesle : «Elinizi
çabuk tutun!» diye söylendi. Yola çıkalıberi Ervvin'e göz açtırmıyan nöbetçi er, daha da
sertleşti. Kaç dakika daha sürebilirdi bu durum? Her dakika bir yıl kadar ağır geçiyordu.
Son iki yıl, hayatının gerçekten yaşanmış son iki yılı ise dakikalar gibi çabucak geçip
gitmişti. O tarihte beyannameyi vermiş olan adamın adı Martin'di. Beyanname ba-
sıhncaya kadar nelerin ve nelerin geçtiğinin Erwin farkında bile değildi. Sahte pasaportlar,
tehlikeli yurd dışı yolculukları, isveç'te ve isviçre'de toplantılar, sert çatışmalar ve gizli

http://genclikcephesi.blogspot.com
bası-mevleri, sınırda ve yurdda tutuklanmalar, ceza evi ve sıkıyönetim komutanlığı
gerekmişti, şu basılı birkaç satırın Ervvin'e ulaşabilmesi için. Beyannamede : «Oku ve
başkalarına ver!» diye yazılı olduğundan o da çabucak ve büyük bir uysallıkla başkalarına
vermişti. Çok geçmeden daha başka beyannameler de dağıtmıştı. Konuşmalara katılmış,
sonraları müzâkerelere de çağırılmıştı, iki çarpışma arasında siperlerde bir çeşit eğitim
görmüştü. Doğudan esen rüzgâr, dördüncü savaş kışını bek-liyen yorgun ve aç
Almanya'da yağmurlu bir ekim gecesi ihtilâlin yapraklarını savuruyordu, ihtilâl de Erwin
kadar gençti.
Erwin, dostum beni bugün boşuna beklemiştir buluşma yerimizde, diye aklından geçirdi.
Martin'i düşündü. Pek çok eski zamanlarda birlikte yaşamışlar gibi geliyordu şu anda.
Kararlaştırdıkları buluşma yerinde şu anda belki hâlâ bekliyordu!
Ancak üç ay önce Berlin'e birlikte gelmişlerdi, ikisinin de kimi kimsesi yoktu. Ne anaları,
ne kız kardeşleri, ne sevgüileri vardı bekliyen. ihtilâlden gayrı bekliyen yoktu, onları,
ihtilâl sözünden anladıkları sadece bir hükümet devrilmesi ve «bütün gücün Şuralar
yönetimine geçmesi» değildi. Onların bu söze verdikleri anlam, arkada kalan dünya ile hiç
bir benzerliği olmı-yan, bu dünyayla öteki dünya kadar birbirinden apayrı yepyeni bir
hayattı. Toprakların bölüşülmesini bekledikleri kadar iç dünyalarında bambaşka duygular
da ummuşlardı.
Erwin, bundan böyle bir makine ustası, hattâ bu yeni hayatta belki de bir makine
desinatörü olabileceğini ummuştu. Yeni dünyayı sonsuz bir gücün özgürlük ve haktanırlık
içinde yöneteceğini de ummuştu. Berlin sokaklarında bu uğurda çarpışmışlardı haftalarca.
Son olarak da şu Noske'nin yardımına

Ölüler Genç kalır — F : 2


çağırdığı beyaz birliklere karşı. Alman Cumhuriyeti ekim ayında doğduğunda masallarda
akpak dünyaya gelmiş çocuğa benziyordu; eski dünyanın yükleri ve kötü alışkanlıkları
altında kımıldıyamaz olmuştu. Şimdi ölmesi yine gerekiyorsa, o olsa da olmasa da
yolunda bir fırtına hızıyla ilerliyecek ortaklaşa yeni hayatta, sadece küçük bir serüvendi
bu.
Beyaz birlikler saray ahırlarına saldırarak bazı sokakları ele geçirip bütün tutsakları
sayınca, durmaksızın ilerliyen ortaklaşa hayatta kendisinin sadece küçük bir lokma
olduğunu, o hayatta yaşamak ve ölmek payının sınırlılığını iyice kavramıştı. Karargâhta
sorguya çekilmek için Nowawes'e götürülmek üzere otomobile bindirilirken, başına
gelecekleri kavramış her insan gibi, bir sürü umuda kapılmıştı,. Otomobil Wannsee
gölünün arkasındaki ormandan geçerken, bizimkiler yine bir toparlanıp Saray ahırlarını
geri almışlarsa diye aşırı umutlara»»— kapılmıştı. Onu götürdükleri karargâh yapısı
çevrilmiş olabilirdi, mahkeme yarıda kalabilirdi, hattâ mahkemeye götüren yol
kesilmiş olabilirdi.
Wannsee ile Nowawes arasında yüzbaşı Von Klemm'le karşılaştılar. Otomobilinin bir lâstiği
patlamıştı. Klemm, Marst-lall'ı zapteden birliktendi. Onun sağında ve solunda oturan iki
teğmen de öyle.
Klemm, tutuklunun bulunduğu otomobilin gideceği yeri sormuştu. Sonra da şoföre
otomobilini kendi bindiğiyle değişmesini emretmişti. Erwin, emirlere heyecanla kulak
vermişti. Yüzbaşının arabasının lâstikleri şişirilecekti. Daha sonra da otomobil
«Fürstenberger Hof» oteline bırakılacaktı. Klemm'in kendi şoförü de bu arada tutuklunun
otomobilini alacaktı. Aslında şimdi hepsinin Nowäwe'se, karargâha gitmesi gerekiyordu.
Erwin, yüzbaşı Klemm'in sağında ve solunda oturan ve kendisinin arkasında kalan o iki
teğmeni görmeği pek isterdi. Başını arkasına çeviremezdi, yasaktı. Başı kurşun gibi
ağırdı. Yeni şoförün saçları kazınmış yusyuvarlak kafasına yandan bir baktı kaçamak.
Çenesi burnundan daha ileriye çıkmıştı. Er-win'in hayatta gördüğü en son yabancı çene
bu oldu. Klemm'in sözlerini pek anlıyamıyordu, sadece sözlerin uyumunu duyuyordu.
Bütün bu zahmetler gerçekten hiç de gerekli değildi; burada hemen işini bitiriversinlerdi.
Erwin, otomobilde beynime kurşun sıkmıyacaklar her halde, diye düşündü. Bir kaç dakika
sonra rastgele bir yerde indireceklerdi. Otomobilden biraz uzaklaştırdıktan sonra işini
bitireceklerdi, tatsız sonuçlardan korunmak için.
Erwin, bütün ömrünün en güçlü çabasını gösterdi ve hiç bir şeye yaramıyan anıların,
sersemce umutların saçma yükünü atıverdi. Dünyada dostu ve kardeşi büdiği Martin şu
anda belki de onu düşünüyor, işe yaramıyan bir yüktü diye. Bundan sonra gerekmez. Son
haftalarda pazar akşamlarını birlikte geçirdiği o iyi kızcağız, bütün bir ömür için iyi yürekli
kız da gereksiz bir yüktü şimdi. Bundan sonra gerekmezdi. Şimdi hiç bir yük kalmamıştı
üstünde. Dimdik durabilirdi orada; milletin önünde dururmuş gibi durabilirdi şimdi onların
karşısında. Erwin için şimdi herşeyin sonu gelmişti. Hayatta, hiç birşeyi kalmamıştı.
Hayatın da ondan istiyeceği bir şey kalmış değildi.
Şu kayın ağaçları, çamlar ve bulutlar vardı daha. Ormanın arkasında şu büyük şehir de
vardı. Onu öteki dünyaya gönderecek şu beş erkek de vardı daha. Kendi yerine onlar
sürdürüyordu yolculuğu. Kendi yerine onlar dönüyordu şehre. Martin'le buluşacağı yerin
önünden onlar geçip gidecekti. Er-win'in ölüm haberini götürecektiler.
Erwin, fren sesini duydu. Şoför : «înseniz daha iyi olacak!» diye homurdandı. Kolunun
altından sımsıkı yapışan nöbetçi er, Erwin'in diz kapağına diziyle öyle bir vurdu ki, az
kalsın ikisi birden yuvarlanacaktı. Sonra er yolun karşı tarafındaki çam ormanının açıklık
bir yerine götürdü iterek. Erwin'in beyninin içinde : «Bitirin işini» sözleri son bir yankı
bıraktı. Arkasından gelen iki subay yeri örten çam iğnelerine basarken düşmemek için
kayak yapar gibi yürüyorlardı. Buna kendileri de

gülüyorlardı. Erwin, şimdi bakabüirim onlara, diye aklından geçirdi. Birden öyle bir durdu
ki, nöbetçi er az kalsın kayıp düşecekti. Erwin üçünü de iyice görecek gibi yüzünü
çevirdi,. Fakat onları yine de pek seçemedi. Bu dünyanın ışığı onu yeterince aydınlatmaz
olmuştu artık. Haykırdı, ya da haykırdığını sandı, zira sesi iyice zayıf düşmüştü :
«Şimdi siz benim işimi bitirirsiniz amma sizlere de sıra gelecek !»
Yere kapaklandı, kurşun kafasına rastlamıştı. Yüzbaşının bir işaretiyle teğmenlerin genç
olanı ateş etmişti. Nöbetçi er : «Az kalsın elimden kaçacaktı,» dedi. Yüzbaşı da :
«Yerleştiri-verin bir yere!» dedi. Onun bu sözlerini duyan şoför tekbaşma kaldığı
otomobilden atladı. Ölüyü iki kum tepesi arasında bir yere taşıdılar. Biraz eşeledikten
sonra çukuru kumla ve çam iğneleriyle doldurdular. Çevrede toprak pek yoktu. Şoför yola
koştu ve bir kaç taşla döndü, çukurun üstünde ağırlık yapsınlar diye.
Üç subay eski yerlerine oturdular. Klemm önce olduğu gibi, Wenzlow'la Lieven'in arasında
oturuyordu,, Ervvin'e ateş eden Wenzlow, yanak kemiklerini oynatıyordu hafiften. Subay
aday okulundan cepheye gideli pek çok defa ateş etmişti, hem çoğu öldürücü olarak.
Fakat burada, yurdunda ve yurdundan birine buyruk gereği tek bir insana ateş
etmesinde olağanüstü bir yanı bulunması gerektiğini hiç akıl etmiyordu; kafasını da
yormuyordu bu konuda. Dümdüz ve gergin yüzünün incecik derisi altından göze çarpan
elmacık kemikleri biraz daha kımıl-*««_ dadı. Von Klemm'in sağında oturan Lieven,
arkada bıraktıkları mezardan yana bakıyordu. Sakin bir sesle : «Çamların arasındaki şu
bir kaç kayın ağacına bakın, dostum,» dedi. «Güneş ışığında kar parçalarını andırıyorlar.
Bizim oralarda, Baltık denizi kıyılarında pek çok kayın ağacı ormanı vardır.»
Klemm, şoförüne : «Becker, on bire on kala orada olmalıyız,» dedi. «Toplantıya geç
kalmamış oluruz.»
Yolun iki yanında tek tük evler göze çarpmağa başlamıştı;
kış mevsimi gereği çıplak, fakat bakımlı bahçelerin ortasında sevimli ve güzeldiler.
Klemm, yolun sonuna doğru, yalanda belki de evime dönerim, diye düşündü. Kısa bir
süre önce doğmuş oğlunu da görürdü. Dostu Lieven'i, ya da eniştesi Wenz-low'u yanına
alabilirdi. Hattâ belki ikisini de. Yahut en iyisi hiç birini almazdı. Becker onu götürürdü.
Önce uşaklığını yapmıştı, sonra da şoförü olmuştu ve savaş başlıyalıberi hiç ayrılmamıştı
yanından.

Scanned By hlecter

Marie, yatak takımlarını çekip aldı. Lavabonun önünde saçlarını düzelten Luise, aynadan
görünce : «Daha bir hafta olmadı değiştireli,» dedi. Marie hiç cevap vermedi, kirli
çamaşırları toparladı ve karyolanın ayak ucunda asılı bir torbaya tıktı. Luise, saçlarını ve
süslenmesini aynada iki yandan süzerken : «Erwin'in hayatında böyle şey görmedi sanki!
Bir kaç damlacık genç kız kanı. Böylesine lükse düşkünsen çamaşırı bu kez yalnız başına
yıkarsın!»
Marie, daracık etekliği, çıplak ve zayıf kolları, arkaya attığı ve pek gür olmıyan örgülü
saçlarıyla bir öğrenci kızı andırıyordu. Cevabı da bir öğrenci kız gibi oldu :
«Yarm sabah işe gitmezden önce kendi sabunumla hepsini yıkarım.»
Luise, kadife kurdelalı fötr şapkasını düzeltti ve kapıya doğru kırıtarak yürüdü :
«Bak ben ne iyi kızım, sizi yine yalnız bırakıyorum. Senin oğlan bir defa olsun dışarıya
götürüp kesenin ağzını açmağa hiç hevesli değil.»
«Ne diye? Burası öyle rahat ki! Böylesini hiç bir yerde bulamayız.»
«Ük sevgilide hep böyle söylenir, bizim pek hoşumuza gidiyor diye. Erkeğine benden
selâmlar. Haydi allaha ısmarladık, küçüğüm!»
Marie hemen elini yüzünü yıkamağa başladı. Pazar günlerine sakladığı çizgili elbisesini
giydi. Yazlık elbiseydi ve bu havada ince geliyordu. Saçlarını taradı ve ördü. Saç
örgüsünün ucunu düğümler gibi sardı. Aynaya hiç bakmıyordu. Đyi ütülenen ve fırçalanan
herşeyin kendiliğinden düzgün duracağını sanardı. Oda güzeldi, iyi toplanmıştı. Küçük
dökme sobaya biraz odun koymuştu tutuşturmak için. Erwin gelince kendi eliy-le
tutuşturur ve briket kömürlerini de atardı. Luise ortaklaşa kullandıkları basma örtüyü
yatağa yaydı. Her ikisi de aynı yerde, «Anker» de çalışıyorlardı.
Düzeltecek fazla birşey kalmamıştı odada. Đğne yastığı, sabunluk gibi öteberinin hepsi de
Luise'nindi. Fotoğraflar ve* manzara kartları da. Marie'nin kart gönderecek kimsesi
olmamıştı şimdiye kadar. Luise iki yıl öncesindenberi burada, Marie'nin bir teyze
aracılığıyla yanında iş bulduğu gazinocu kadının odasmda oturuyordu. Marie aşağıda iş
bitince her gece yukarı odaya ölü gibi yorgun çıkardı. Aylığını ve ufak bahşişleri, Pellworm
adasında oturan anasına gönderirdi hep. Kavgalara döğüşlere de, Luise'nin sevgililerine
ve gazinocu kadının gönül işlerine de hiç şaşmamıştı. Karmakarışık rüyalara şa-şılmadığı
gibi.
Marie pencereden sarktı. Oysa, sokağın görünmediğini bilirdi. Damlara ve ağaç tepelerine
baktı. Berlin'den koparılı-vermiş bir kenar semte benziyordu bu küçük şehir. Berlin'e çok
yakındı.
Ova, biteviye ve çıplak tarlaları, başı bulutlara değen orman karaltıları, akşam loşluğu
çöken gökyüzünden düşüvermişe benziyen pırıltılı gölleriye, dümdüz ve sakin bir deniz
gibiydi. Marie, gözleri iyi seçmediğinden kendi adacığını göremediğini sandı. Yoksa,
vapuru, bütün büyük baş hayvan sürülerini, bendi, tuğlaları, komşuların ve okula giden
çocukların yüzlerini de teker teker seçebilirdi. Dipteki yan sokaklardan' birinde bir ışık
yanmıştı. Marie, gözlerini yumdu. Ancak ışıklar yandığınca saatin kaç olduğunu bilirdi.
Saat Luise'de vardı.
Pencereyi kapattı. Fakat oda bundan ötürü daha ısın-
madı. Evin içine kulak verdi, sevgilisi hemen gelirdi. Hem se-
vinçliydi, hem de yüreği sıkışıyordu. Gökyüzü daha epiyce ay-
dınlıktı. Fakat aşağıda bir sürü ışık yanmıştı. Sevgilisinin her '
an gelmesini bekliyordu. Yine geleceğine sıkı sıkı söz vermişti. Şimdiye kadar üç kez söz
vermiş ve üç kez gelmişti. Akşam loşluğu çöken gökyüzü ışıl ısıldı. Marie'nin saçları ve
yüzü de. Dış kapının gürültüyle açıldığını ve birisinin merdivenleri tırmandığını duydu.
Fakat ikinci katta kaldı gelen. Sonra bir baş- S kası geldi ama o da yukarı katlara çıktı.
Marie biraz sararmıştı, adımlar yaklaşmıştı ama, sadece yandaki kapıya kadar.
Gülüşmeler ve el çırpmalar duyuldu. Odanın içi loşlaşmış-tı. Aşağılarda bütün ışıklar
yanmıştı. Yukarıda da yıldızlar çıkmıştı. Marie sevgilisinin gecikmiş olabileceğini ilk defa
düşündü. Tek başına beklediği odada ilk defa bakındı çevresine. Oda-'" ' çıplaktı. Bir
kaç parça öteberi ne olayları çabuklaştırırdı, ne de hiç birşeyi olduğundan daha güzel
gösterirdi. Duvar kâğıdının bir iki çiçek çizgisi çayır yerine geçmezdi. Sevgilisini düşündü.
Herşeye rağmen çıkagelirse onu ne gözle görürüm diye değil. Eskiden her zaman
gördüğü gözle.
Marie bir gün «Anker» gazinosunda Luise üe birlikte bira ve et servisinde çalışıyordu.
Biçimsiz ve parıltılı bir noel ağacı köşeye yerleştirilmişti. Đki erkek girmişti içeri. Biri genç,
sağlam yapılı ve aydınlık yüzlüydü. Öteki de gençti ama, bitişik gibi duran kaşları
çarpmıştı Marie'nin gözüne, genç oluşu değil. Boylu boslu değildi. Uzun boylu ve sağlam
yapılı da değildi. Ufak tefekti. Kasketini alınca saçları dipten tıraşlı ve yusyuvarlak kafası
ortaya çıkmıştı.
Yeni gelenler noel ağacının yanında bir masaya oturduklarında, Marie, çamdan dökülmüş
iğneleri süpürüyordu. Delikanlı kolundan tutmuştu. Az sonra, Marie'nin bu soruyu
beklediğini sezmiş gibi, burada mı oturduğunu sormuştu. Öteki

müşteriler ve Luise gittikten sonra da, Marie'nin bu gizli isteğiyle çivilenmiş gibi,
arkadaşıyla oturmuştu yine. Sonunda arkadaşından ayrılmıştı, «Anker» kapanırken.
Yağmura çevirmiş kar altında Marie ve delikanlı uzun süre tekbaşlarma kalmışlardı.
Onunla ilk olarak bugün karşılaşıyormuş değil de uzun bir ayrılıktan sonra birbirlerini yine
görüyormuş gibi geliyordu, Marie'ye. Delikanlı onunla birlikte tırmanmıştı yukarı katın
merdivenini. Luise daha uyumamıştı. Marie'nin rica etmesi ge-rekmemişti. Luise hemen
dostluğunu göstermişti. Marie de ona karşı çoğu böyle davranmıştı. Luise yatağı
boşaltmış ve ertesi sabaha kadar kalmak üzere, Serberstrase de oturan tramvaycı
dostunun yanma, savuşmuştu. Ertesi sabah iş kılığını giymek için odaya dönünce:
«Yolunda gitti mi?» diye sormuştu. Marie anlamamıştı, yolunda gitmekle, Luise'nin ne
demek istediğini. Fakat Luise arada bir süslenerek pembe bulûzunu giydiği o şey için
bunu sormuşsa, pek sersemdi. Genç kızların evde gevezeliğini yapıp gülüşerek
tartıştıkları o şeyle Marie'nin başından geçen arasında en ufak bir benzerlik yoktu. Marie :
«Çar-^-sambaya yine gelecek,» cevabını vermişti. Luise de : «Đnşallah unutmaz!»
karşılığını vermişti, ama kötülüğünden, ya da alaycılığından değil, kuşbeyinliliğinden.
Delikanlı çarşamba günü ve tam kararlaştırılan saatte yine gelmişti. Luise yine büyük bir
iyi yüreklilikle odayı ve yatağı onlara bırakmıştı. Ertesi pazar, kararlaştırdıkları gibi, yine
gelmişti delikanlı. Bütün pazar odada oturup beklemişti, Marie'nin işi bitip de odaya
çıkıncaya kadar. Geçen hafta da üçüncü olarak ve yine dakikası dakikasına gelmişti.
Gazinoya değil, bu odaya yine.
Marie, bugün henüz gelmediğinden, eskiden nasıl oluyordu geldiğinde, diye aklından
geçirdi. Ağzı gülmezdi ama, gözlerindeki gülümseyiş, zayıf yüzünü de, odayı ve
pencereden görülen akşam loşluğu içinde gökyüzünü de aydınlatmağa yeterdi.
Bakışlarında uçuşan kıvılcımlar Marie'yi, yatağı ve komodini aşıp ötelere giderdi.
Marie, pencereden yana döndü. Pencereyi örtmeğe başlıyan donmuş kar taneleri sık bir
fundalıkmış gibi, hemen uzaklaştı yine! Aşağıdaki gazinoda durmamacasına çalınan
gramofon şimdi susmuştu. Gecenin sessizliği gürültüden daha çok acı veriyordu.
Yüreğinde şimdiden bir çoraklık başlamasına rağmen yine de bazı şeyler düşünebiliyordu.
Belki bu arada pek önemli bir işi çıkmıştı, belki de aradığı işe girmişti. Onun kollarını
omu-zunda hissettiği an dünyalar Marie'nin olacaktı.
Dünyanın ne denli parçalanmış ve karışmış olduğunu şimdi farkediyordu. Birlikte oldukları
süre hep barış içindeydi. Nasıl bir düzensizlik ve kargaşalıkta yapyalnız kaldığını şimdi
farkediyordu ancak.
Pencerenin arkasından görülen gökyüzü öylesine soluklaş-mıştı ki, yıldızların pırıltısı
seçilmez olmuştu. Bahçede ilk horoz öttü. Banliyö treninin düdüğü duyuldu. Marie bir
defa yolculuk etmişti bu trenle. Emilie teyze getirip bu odaya kiracı bıraktığında. Günün
birinde yine trenle geri dönebilirdi. Ailesi öfkelenirdi buna. Yolculuğa verecek kadar çok
paraları yoktu. Şurada, ya da burada bulunmanın hiç önemi yoktu. Tren yolculuğu,
yüreğe bir taş gibi çökmüş tasayı hafifletmez.^
Sabah serin ve ıslak ıslaktı. Marie'nin dişleri birbirine çarpıyordu. Pazarlık giysisini iş
elbisesiyle değiştirdi. Luise basamakları ikişer ikişer tırmanarak geldi. Şapkası da, pembe
bulûzü de buruşmuştu. Yorgunluğu her halinden belliydi. «Gitti mi?» «Gelmedi.»
Luise : «Tasalanma!» dedi ve soyunmağa başladı. : «Büyük anamın bir sözü vardır :
sadece pantalonlar değişir, pan-talonun içindeki hep birdir.»

III

Martin, düşündü uzun uzun, Ervvin'in başına gelenleri genç kıza anlatsam mı, diye,
Ervvin'le bir siperde bulunmuşlardı. Sonradan kendi ağzıyla söylediği üzere, beyannameyi
veren de oydu. Bir gece önce omuz omuza çarpışmışlardı. Ne var ki, kaçıp kurtulmağı
sadece kendisi başarabilmişti.
Martin, karşısına çıkıveren o genç kıza polisten gizlenecek güvenilir bir yerden çok daha
önem verdiğini gözden kaçırmı-yacak kadar tanırdı arkadaşını. Ervvin'in tek dostunun
yanında inatla susmağa başlaması da o kızdan hoşlandığını gösteriyordu. Martin arada bir
başka bir kadından lâf açsa, Erwin başını iki yana sallıyor ve : «Bana göre değil
böyleleri,» diyordu. Neyi istediğini bu sözlerinden anlamıştı. Buluşma yerine gelmediğini
görünce yine o kıza takılıp kaldı sanmıştı önce. Martin, boşuna bekledikten ve ona buna
soruşturduktan sonra, Erwin'i alıp götürdükleri söylentisiyle karşılaşmıştı. Bir akşam
«Huzur lokantası» nda, gerçeği azbuçuk öğrenebildi. «Hu-zur»un yürekli bir kadın olan
temizleyicisi, bir tanısıyla gevezelik eden bir şoförün sözlerine kulak vermişti. Tutukluyu
taşırken kimliği anlaşılmış olan şoförle bir ilinti kurmağı daha önce denemişlerdi.
Temizlikçi kadın, yeğeni olan gazinocu kadının aracılığıyla azbuçuk birşeyler
öğrenebilmişti bereket. Şoför, Nowawes'e kadar gitmiş değildi. Bir subay otomobilini
geçmişti. Otomobilde bulunanlar, onun otomobilini tutuklu ve nöbetçiyle birlikte elinden
almışlardı. O da bu arada subayın otomobilinin lâstiklerini şişirmişti. Subaylarla uzaklaşan
otomobilin bir ara durduğunu ve bir el ateş edildikten sonra yoluna devamettiğini çok iyi
duymuştu. Martin bu haberi dinlerken vücudunun bir yerinin sızladığını hissetmişti. Ne
inlemiş, ne de sövmüştü. Hattâ tasalanmadı da, kalbinin nerede olduğunu iyice hissetti
sadece; kalbi kaburgalarının arasında bir yerdeydi. Günün o saatlerinde kalabalık ve
renkli olan alana dikti bakışa larmı. Dünya nasıl da boşaltılmıştı! Erwin onu böylesine
yapyalnız nasıl bırakabilmişti! Sonra, Erwin'in sevgilisi olan kıza da haber vermeği
düşündü. Ne var ki, Erwin ona bunu hiç açmış değildi. Martin, bana her şeyini açmıyordu,
diye acı acı düşündü. Oysa ben! Hem sonunda, kız tasalansa da, Erwin bütün
kaygulardan kurtulmuştu. Bu dünyanın karmaşıklığından, •canlıların yakasını bırakmıyan
kaygulardan, sıyrılmıştı. Kafası ■çalışmağa başlıyalıberi uğrunda çarpıştığı kişiler için
canını vermişti. Kimse bundan fazlasını yapamazdı. Martin de daha fazlasını başaramazdı,
yüz yıl daha yaşasa. Erwin ulaşılmazlığa kavuşmuştu, f

IV

«Bitirin işini!» sözleriyle Erwin'i kaçınılmaz sona inandırmış olan yüzbaşı von Klemm, eve
dönmesi için Opel arabayı getirmesini şoför Becker'e emretti. Küçük mavi Opel, lâstikleri
şişirilmiş olarak otele bırakılmıştı. Getiren şoför olayı bildirmiş ve kendi gözlenimlerini
anlatmağa başlamıştı ki, üstü eliyle bir işaret yaptı, biliyorum yeter, gibilerden. O sırada
şunun bunun izlenimlerini dinliyecek durumda değildi.
Klemm sivil giyinmişti. Đnanılmaz bir çabuklukla iki elbise diktirtmişti. Yerinin işinin başı
olduğuna, bütün karşı gelmelerine rağmen, onu inandırmışlardı. Miras olarak kalan
fabrikanın başına geçmek bir görevdi,/ Onun gibilerin yeri şu sıra Ren bölgesindeydi.
Oraya girme izni alması da kolaydı. Zira «vi, karısı, çocuğu ve üzerine alacağı işyeri orada
bulunmaktaydı. Kendisi buradaki birlikte kalacak diye iş yerinde onu yeğeninin temsil
etmesini arkadaşları saçma buluyordu. Vatan onun gibilerinin bir fabrikanın başında
olmasını daha çok isterdi. Zira binlerce kişi üzerinde ağır basan ve sözü geçen, bir sürü
de para getiren böyle bir makam, tanrı bilir, kimlerin eline kalırdı!
Klemm, Becker'in otel bahçesinde işletmeğe başladığı Üpel'e bindi. Becker'in sırtında
uydurma bir tulum vardı, asker pantolonuyla sivil ceketin birbirine dikilmesinden
meydana gelmiş. Klemm, Wiesbaden'e gidince şimdi bütün şoförlerin giydiği o zarif ve
beyaz tulumlardan hemen alacağını söyliyerek gönlünü aldı. Becker bundan yana epiyce
kuşkuluydu ama,

sustu. Efendisi yeni işinin anlamını bir kaç defa açıklamış bulunuyordu; niteliğini kendisi
de pek bilmiyen birisinin bir şeyi / anlatması gibi. Dostlukları ne kadar derin de olsa, işgal
altında bir bölgede Herr von Klemm'le şoför arasında bir mesafe varmış gibi davranmaları
gerekirdi.
Önceleri Becker bunu tuhaf buldu. Efendisiyle bütün Avrupa'yı dolaşmıştı. Batı
cephesinden Galiçya'ya, doğu Prusya'dan Balkanlara kadar. Argonne cephesinde bir
mitralyoz mevziinin korunmasından yalnız ikisi sağ kaldığı için birinci dereceden demir
haç nişanı almışlardı. Sonra Becker yaralı Klemm'i taşıyıp kurtarmıştı. Bir başka defa da
Flandr cephesinde düşman hatlarını yarıp kurtulmuşlardı. Klemm, Sofia'da ona şoförlük
öğrettirmişti. Klemm o tarihte Balkan komisyonu üyesiydi. Hem emir eri, hem şoför
kullanmağa hakkı vardı. Đki görevi de bir süre için Becker'in birlikte yürütmesinde
anlaşmışlardı. Daha sonra Đstanbul'a gönderildiler. Mütareke olunca Becker efendisini
Berlin'e getirmişti. Balkanların çeteci yatağı yerlerinden, sefahat ve yoksulluk alanı
Macaristan ve Avusturya'dan geçerek. Eski devletler parçalanmıştı, onlar geçmezden
önce. Bir defasında kızıl bir Macarı otomobillerine almışlardı; Macar, Çek topraklarına
götürüleceğini sanmıştı/ Oysa onlar adamı beyaz Macarlara teslim için eğlenceli bir
yolculuk yapmışlardı. Bütün askerler memleketlerine koşup da ordu dağılınca, çözülmüş
ordudan beyaz birlikler toparlanmıştı. Becker o kış efendisini taşıdığı bütün mesafeleri
birleştirip hesaplarsa, bütün Avrupa'yı baştan başa dolaşmışlar kadar yol tutardı. Geçen
haftanın o çok sert çekişmeli gecesinde efendisini savaş bölgesinden karargâha dört kez
taşıması gerekince, kızılların tanıdığı kendi otomobilini bırakıp güney Amerika
konsolosluklarından birinden otomobil kiralamak gibi bir kurnazlık düşünmüştü.
Berlin'in dışına çıkarken, izlenimlerini anlatmışlardı birbirlerine. Şehir şimdi iyice sessizdi,.
Đnsanların bir sel gibi aktığı caddelerden eser kalmamıştı. Tek bir ses duyulmuyordu ve
çileden çıkmış suratlar görünmüyordu ortalıkta. Duvarlara yapıştırılmış ve şurası burası
yırtılmış afişlerin önünde durup okuyan da yoktu. Klemm: «En önemli işin üstesinden
geldik,» dedi. Becker de: «Liebknecht'in ve Rosa Luxenburg denilen o karının da!» diye
ekledi. Yüzbaşı dizini biraz yukarı kaldırdı. Becker uyuduğunu sanmıştı ama, sigarasının
yandığını ve dumanlarının savrulduğunu sonra aynada gördü. Uykuyla uyanıklık arasında
babasını hatırlıyan von Klemm, şimdi hayatta olsaydı benim dönmeme ne sevinirdi, diye
aklından geçirdi. Ölüler nasıl da haklı çıkıyorlardı, dolayısıyla da olsa!
Klemm çocukluğunda ille de muvazzaf asker olmak istemişti. Subay namzet okuluna
gönderilmesi için pek yalvarmıştı ama, babası kararından hiç caymamıştı. Baba onun da
Hen-kel'lerin, Opel'lerin, yakındaki çiftlik sahiplerinin oğulları gibi Mainz, ya da
Wiesbaden'de lâtincesiz bir lisede sağlam bir orta öğrenim yapmasını istiyordu. Lâtince
öğrenimli liseyi gerekli bulmuyordu. Kendi sınıfından ailelerin oğullarının verdiği bir devlet
sınavı yeterliydi onca. Babası ona şu sıra bir «von» unvanı sağlamış bulunuyorsa, bunun
bir savaş alanının barut dumanları arasında mı, yoksa Amöneburg'daki fabrika bacasının
dumanlarından mı elde edildiğini ilerde kimse sormazdı ondan. Savaş patlayınca baba ile
oğul anlaştılar ve genç Klemm vaktinden önce kısa bir devlet sınavı verip gönüllü olarak
orduya katıldı. Cephede bir çok yerinden yaralanıp da parayla elde edilen ynvanı
gerçekten hak kazanan gencin içi rahatlamıştı. Babasıyla yeniden çatıştılar. Baba
Klemm'e göre oğlunun Leo-nore von Wenzlo\v'la evlenmek istemesi, gezgin hastanede
kendisine bakmış olan kıza karşı beslediği yapmacık bir onur duygusundan ötürüydü.
Oysa buralarda pek güzel kızlar vardı, banker Scröder'in yeğeni, ya da Class'ın kızı gibi.
Ne var ki ihtiyar, oğlu için pek çıt kırıldım ve sıkıcı bulduğu geline alı-şıverdi. Ölürken
hepsiyle yüzde yüz barışmıştı. Balı cephesinden Balkan komutanlığına nakli sırasında izinli
gelen oğlunun armağanı torununu da görmüştü dünya gözüyle.

Scanned By hlecter

^ Klemm, çocuğunu göreceğine, karısına kavuşacağından daha çok seviniyordu.


Babasının ölümüyle bütün çatışmalardan kurtulmuş olduğundan şimdi başım dinç olacak
diye düşünüyordu. Evliydi de. Savaşta nasıl bir karı seçmişti kendisine, bir görecekti
şimdi.
Becker büyük bir dikkatle sürüyordu otomobili, yüzbaşısı uykuda olunca hep böyle
davranırdı. Bölge sınırına sabah erken varabilmek için gece yolculuk ediyorlardı. Klemm
bir istasyon büfesi önünde otomobili durdurttu. Bir masaya oturup birlikte birşeyler içtiler.
Becker için bu ortaklaşa ara vermeler, savaşta olsun barışta olsun, böylesine zorlu araba
kullanmasının bir karşılığı, yerine geçerdi. Von Klemm'in büyük bir açıkyürekli-// likle
söylediklerine şoförün inanamıyacağı geliyordu. Von Klemm kendi kendisiyle konuşur gibi
: «Cephe hastanesinde iki ameliyat arasındaydı..» diye başlamıştı. «Evet, sayın
yüzbaşım!», «Bütün salon bulanık görünüyordu. Kocaman ve beyaz başlığının altında
onun yüzünü seçemiyordum; Fakat yine de biliyordum, gelenin Leonore olduğunu. Kutsal
sevgi böylesine derler. Ona elimi bile dokunduracak durumda değildim, öylesine
güçsüzdüm.»/'«Evet, sayın yüzbaşım!» «Yüzbaşı demekten vazgeçmelisin. Az sonra
Fransız bölgesinde olacağız.»
Otomobil yolculuğu devam ederken, Klemm : «Şuraya bir makineli yerleştirilse bütün
buralara hâkim olunur!» diye düşünmekten kendini alamadı. /
Berlin ile Frankfurt arasında topraklar, Leuna tesisleri ateşinin cehennem sıcağıyla yanar
gibiydi.. Becker suni azot üzerine yapılan açıklamayı pek anlamamıştı ama, efendisinin
ses uyumu ve Alman ruhunun buluş gücünden hoşlanmıştı. Klemm yine bir görüş ileri
sürerek: «Memlekete dönmemiz yine de iyi oldu,» dedi. Becker : «Evet, sayın Herr von
Klemm!» diye doğruladı. Her cümlenin biz sözünden yüzbaşıyla kendisini anlıyordu.
Leuna yangınının sönmesi ve aysız karanlığın külleşmiş bir renk alması için bir saatten
aşkın bir süre geçti. Klemm, baba-

sının düşüncelerini hatırlamıştı yarı uyuklar gibi : Böyle bir tesis sahibine yararlı olur, tıpkı
askerlik gibi. /
Klemin, yolun daha yarısmdayken, insanlara' ve topraklara askerce bir, düzen vermişti
kafasında. Aşağı yukarı Mersburg'-tan başlıyar^k da, yollara ve köylere buralara
yerleşmek isti-yen bir insanın gözüyle baktıJ Sonra, Giessen'e kadar deliksiz uyudu. Ocak
ayının sertliğine rağmen benek benek yeşil ve aydınlık görünen Frankfurt şehrini sabahın
erken saatlerinde arkada bıraktılar. Hoechst'e doğru yol almazdan önce, Klemm şoförüne
bazı talimat verdi. Fransız işgali altındaki bölgeye geliyorlardı. Gevezelik istemezdi. Hiç
birj suretle göze çarpmama-lıydılar, işgal makamlarının kontrol etmek aklına gelmesin
diye. Bütün bir yıl ne yaptıklarını suratlarına bakmakla anlıya-mazlardı. Gidecekleri yere
bir an önce varmaları gerekiyordu. Belki de Senegal askerleri nöbet bekliyordu sınırda.
Kara suratlılardan biri pasaportu isteyince, zenci sahici değil de çikola/ ta askermiş gibi
soğukkanlı davranmalıydılar.
Höchst - Griessheim'e gelince, önceden kararlaştırdıkları lokantanın önünde otomobili
durdurdular. Burundan takma/ gözlüklü ufak tefek Erbenbeck onları beklemekteydi;
firmanın imzaya yetkili temsilcisiydi. Klemm, şoför ve arabanın sınırı geçebilmesi için
gerekli kâğıtları getirmişti. Klemm: «Bir Alman şehrinden ötekine geçebilmek için böyle
izin kâğıtları gerek\ sin, olur şey değil!» diye homurdandı.
«Azizim Herr von Klemm, savaşı kaybetmiş bulunuyoruz.»
«Biz bunu pek farketmedik, değil mi, Becker? Argonne or-manmdayken...»
Becker : «Hayır!» dedi. «Buraya yerleşen Fransızların orada tavşan gibi kaçıştıklarını
görmüştük sadece.»
Erbenbeck, küçük bıyığını burarken, demek bunlar hâlâ bu havada, diye düşündü. Buna
da peki. Hemen uyarız.
Sınır geçiş yerinde zenci falan yoktu, çelimsiz ve kumral bir Fransız duruyordu, imzaya
yetkili memur Erbenbeck, büyük bir çabuklukla tercümanlık yaptı. Ren'in sağ kıyısı
boyunca.

arabayı sürdüler ve bir köyü arkada bıraktılar. Taumis, yağ-


murlu havada daha yakınlaşmış görünüyordu, iyi belirtilmiş
tepeleriyle. Becker, hemen bütün damlardan ve kulelerden sal-
landırılmış üç renkli Fransız bayraklarını, icra rhemurunun
haciz konulmuş yerlere| yapıştırdığı ilâmlara benzetmişti. O ve
yüzbaşısı kan dökmüşlerdi. Kendi memleketlileri oían dolandırı-
cı herifler de, başka memleketten dolandırıcılara korkakça bu-
yur etmişlerdi. Fakat von Klemm'injaz önce verdiği buyruğa
uyarak sustu. /
Ren'in sol kıyısında, Mainz'da, eskiden büyük dukalık sarayı olan yapıda da Fransız
bayrağı dalgalanıyordu. Klemm bu şehirde okula gitmişti. Arkadaşlarıyla şu köprünün
altında oynamıştı. Söğüt dalı keserken az kalsın bir parmağım uçuruyordu. Babasıyla tam
da buradan geçerken bir kaç kestane dalı çatırdamıştı yine. Şoför, yol dönemecinde duran
iki nöbetçiyi görmüştü. Yüzkarası, sahici zencilere sonunda rastlamışlardı.
Ufak tefek memur, alçıdan cüceleri, küçük kuleleriyle mini mini bir şövalye şatosuna
benziyen evceğizinin önüne gelince, yarı yolda indi otomobilden. Erbenbeck, eve girince,
karısının soru yağmurunu cevaplıyarak: «Tıpkı babası,» dedi. «Aşırı milliyetçiye
benziyor.» Kadın: «Şu halde Fransız tanışılarma karşı dikkatli davran!» diye karşılık verdi
Erbenbeck de ona hak vererek hemen: «Elbette,» cevabını verdi. «Sadece iş için,
Klemm'in de Armont firmasının vernik siparişini keseceğini hiç sanmam!»
Becker, otomobil Eltville'e girerken, yeşeren fundalıklar ve uyuklar gibi duran eski kır
evlerini sakin ve meraklı bakışlarla, süzdü.| Klemm, memleketine dönenlerde olduğu gibi,
gördüklerini yeniden tanıyan o değilmiş de kırlar ona tanış çıkı- «r yormuş gibiydi.
Klemm, demek memleketime döndüm ben deyinceye kadar kayıkhane onu tanımış, yüzer
bir çalılıktan pek farklı olmıyan adacık, bahçe kapısının yarım ay biçimi kanatları da tanış
çıkmıştılar. Kapıdaki armanın Klemm ailesiyle ilgisi yoktu. Şimdi adı sanı unutulmuş eski
sahipleri tarafından-bundan çok eski tarihlerde konulmuştu. Klemm'ler burayı satın
aldıktan sonra herşeye*bir çeki düzen vermişlerdi.
Klemm, çıngırağın ipim çekti. Çıngırak, eskiden de olduğu gibi, bir kaç defa çektikten
sonra çaldı.
Evin genç hanımı hemen, göründü. Hizmetçi kız da önü sıra koşuyordu. Karısı bütün
vücuduyla atıldı. Klemm, şaşakal-mıştı ama, belli etmedi. Heyecanlı bir çocuğu yatıştırır
gibi saçlarını okşadı karısının. Kadranda yatışıverdi ve kocasının yanında durup kaldı.
Klemm ne kadar olmuştu karısıyla tanı^J şalı! Savaşta zaman nasıl da hızlı geçiyor, hele
pek dikkat edilmezse! Klemm'i loş bir hastane köşesinde öpücüklere boğmuştu. Tatlı bir
ışığın birden gözleri kamaştınrcasma ^sertleşmesi gibi, hiç beklenmiyen bir davranışla.
Klemm onun böylesine ateşliliğini bir daha görmüş değildi. Zira) başka zamanlarda
karısının ateşlendiğini, kimi zaman mavileşen, kimi de siyahlaşan gözlerinin birden
aydınlanması, ya da karanlıklaşmasıyla anlardı. •/*
Şoför, otomobilden valizleri boşaltan hizmetçi kızın kestane rengi ve yusyuvarlak
gözlerinden daha çok hoşlanmıştı. Klemm, Becker için güzel bir oda hazırlanmasını ve
siyah bira getirmeleriniremretti. Becker buna pek sevindi; efendisinin ona karşı nasıl
davrandığını bu sözlerle^ bütün ev hemen öğrenirdi.
Çocuk odasına girince, karısı : «Ya eski şoförü şimdi ne yapacaksın?» diye kocasına
sordu. Đhtiyar şoför Alfons evin önce arabacılığını, sonra da şoförlüğünü yapmıştı.
Đhtiyarla-yıncaya kadar çalışan iki ata da, kullanmasını bin güçlükle öğrendiği Opel
otomobile de çok iyi bakmıştı. Son zamanlarda otomobille en çok Frau Klemm'i
dolaştırmaktan hoşlanıyordu; zira onun bu olağanüstü otomobil gezintilerini pek sevdiğini
far-ketmişti. Frau Klemm bazı bazı kendiliğinden ona açılır, şimjH

Scanned By hlecter

Potsdam'da oturan ve hiç evlenmemiş olan Amalie halasmı da — kendisine ve erkek


kardeşine analık etmişti kızcağız; — bu araba gezintilerine almağı pek isterdim, derdi.
Halanın Pots-dam'dan Ren'e kadar yolculuğa yetecek kadar bile parası yoktu. Yeğeninden
yol parası istemeğe gelince: «Bizim Amalie halayı hiç tanımıyorsunuz!» derdi, Frau
Klemm. Đhtiyar şoför pek çok şeyi gözünde canlandırabilirdi, hele onuruna düşkün ve
yaşlı bir halayı.
Karısı Leonore'nin az önceki sorusunu cevaplıyan Klemm: «O da emeklilik parası alacak!»
derken, Alfons'u düşündüğünü belirtmek istemişti; atlara gelince, onlar çoktan ölmüştü.
Karısı, acaba burada yine kalabilir mi, diye de sormuştu.
«Yok canım, hem gerekmez. Yeni işçi mahallemizdeki sıra-evlerden birini veririz ona.»
Leonore, uğradığı hayâl kırıklığının nedenini söyliyemedi. Vıyaklıyan çocuğu kocasından
alıp beşiğe koydu. Beyazlar içindeki çocuk odasında tek yabancı eşya, bu eski zaman işi
oymalı beşikti. Frau Klemm, bu odada hemşire önlüğü ve başlığı giymekten pek
hoşlanıyordu ama, kocasına biraz tuhaf geldi.
Von Klemm, Becker'e olan borçluluklarını, Argonne'larda hayatını kurtardığını,
Balkanlardan memlekete kadar bir sürü sınır aşılarak yapılan tehlikeli yolculukları, son
zamanlarda Berlin'i bir bir anlattı ve beşikteki küçüğe bakarak: «Çenesi pek tuhaf!» dedi.
Karısı, dedesine benzediğini, büyük baba Wenzlövv'a ceviz kıran denildiğini söylemedi.
Fakat az sonra von Klemm'in aklına geldi, eniştesinin çenesinin de böyle olduğu. Karısı:
«Frirz neden gelmedi seninle?» diye sordu. Onun şu sıra Berlin'den ayrılabileceğini mi
sanıyordu? Gerçi sözüm ona bir cumhuriyet kurulmuştu güçlükle ama Spartakistleri
sokaklarda yere sermek hele halk şuralarında bu gibilere katlanmak hiç kolay değildi. Bu
durumda, daha dün apuletleri sökülen askerler gerekliydi. Şimdi yine askerler gerekli
olmuştu. Zira ötekilerde yürek yoktu. Şimdi kendi kıçlarıyla tahtı ısıtan sosyal demokrat
nazırlar, tekbaşlarına onlarla asla başa çıkamazdı. Bağımsızın karşısına bir sosyalist
çıkarmak, kurt köpe-ğiyle kurt avına çıkmak* kadar başarısızlıktı. Kızıl çeteler şehirde
güven diye bir şey bırakmıyacaktı. Kışladakilerin hiç biri ayaklanmışlara ateşi göze
alamamıştı; sonunda kendi tabancasını çeken bir teğmenin başına gelmedik kalmamıştı.
Marstall'ı kısa bir süre önce zaptedebilmişler ve herifleri nihayet kıstı-rabilmişlerdi.
Kodamanlardan biri de kalkmış duruşmalar, yüzleştirmeler, sorgular ve daha bir sürü şey
yapılsın istiyordu. Yolda gelirken bir tanesini yakalamışlar ve ele geçmişken hemen işini
bitirmişlerdi. Genç kadın sessizce dinliyor, gözlerinin rengi arada sırada değişiyordu,
gölgesi vuran sert sözlerle konuşurcasına.
Becker de aşağı katta, mutfakta benzeri haberleri anlatıyordu. Onun dinleyicileri:
hizmetçi kız, kalın örgü saçlı küçük yamak hizmetçi, aşçı kadın ve bahçıvandı. Şoföre
jambon ve yumurta çıkarmışlardı. Bu evde cimrilik yoktu, ona değer veriyorlardı.
Westfalia'da kendi ailesinin yanında onu hiç bir zaman önemsemezlerdi. O bir şey
anlatırken heyecanlı sesler çıkarırlardı. Oysa burada çıt çıkmıyordu o konuşurken.
Ufak tefek ve muşmula gibi biri girmişti mutfağa. Tabağı geri verdi ve yumurtaları gazete
kâğıdına sararken, Becker'e: «Yeni şoför siz olmalısınız!» dedi. «Ben de eski şoförüm.»
Sonra, Bingen'e gidip kız kardeşinin yanında oturacağını anlattı. Cep harçlığı gibi bir
emeklilik alacaktı her halde. Bu paranın kızkardeşine de bir yardımı dokunurdu. Hepsine
birden iyi geceler diledi. Bir anda kayboluvermişti. Yirmi yıl burada çalışmış bir kimsenin
böylesine sessizce ayrılıvermesine şaşıp kaldılar. Eski efendiyle yeni efendilerini
kıyasladılar. Becker, ihtiyar bay von Klemm'i tanımak onuruna ulaşamamış bulunduğunu
söyledi. Fakat kendi efendisinin eline su dökecek biri bulunsun pek sanmıyordu.
Đşine son verilmiş olan yaşlı şoför yan kapılardan birinden sokağa çıkıp Ren nehrine doğru
yürüdü. Evin genç hanımı bu

saatlerde kışları da bir sıraya oturup gemileri ve mavnaları seyrederdi. Bu akşam birkaç
dakikacık yalnız kalabilmek için evden uzaklaşmıştı. Şu anda gözleri sular kadar griydi.
Al-fons, kendince büyük bir saygıyla kasketini eline alıp da ömrünün bundan sonrası için
mutluluklar dileyince, biraz sarardı. Boynunda asılı ve anasından kalma Süleyman
taşından bir istavrozu alıp uzattı; Bingen'deki kız kardeşe verilmesini istiyordu. Alfons'a
kendisinden birşeyler vermek istemişti. Ufak tefek ihtiyarcağız, eve ayak basarken bir
hediye götürebileceği için pek sevinmişti. Feribota doğru yürüdü, ayaklarını sürükliye-rek.
Öteki kıyıda trenle yola çıkacaktı. Genç kadın, yaslanması için umulmadık bir olay
geçmişcesine hüzünle baktı arkasından.

Ervvin'i sorguya götüreceğine kurşuna dizilmeğe götürmüş, sonra da gömülmesine


yardım etmiş olan asker, Chaus-sestrasse'deki kışlasının çıkış kapılarından birinde nöbet
bekliyordu. Eski topçu kışlası şimdi Berlin'de konaklamış beyaz birliklerin bir kısmına
verilmişti.
Sıkıcı pazar sabahlarından biriydi. Oyun oynıyan birkaç çocuk ve kapısı çıngıraklı sütçü
dükkânıyla alışılagelinen pazarlardan biri. Nadler, koku almağa çalışıyordu. Şehrin
havasında bugün kargaşalığa benzer birşeyler yoktu. Protesto ve bağlılık gösterileri, ya
da kışkırtıcı bir gömü töreni gibi hiç bir kışkırtıcı yanı bulunmıyan uyuşuk bir hava
esiyordu şehirde. Liebknecht'in gömü törenine bile korkulduğu kadar çok kızıl koşmuş
değildi geçenlerde. Nadler, herifler üç buçuk atmağa başladı sonunda, diye düşündü;
bizleri buradan uzaklaştırmakla Kari Liebknecht'in ölümünü daha da acıklı yapamıyacakla-
rını düşünmüşlerdir her halde! Rosa'yı da henüz bulamadılar. Söylendiğine göre, onu suya
atmışlar. Şişko karının dibi boyla-dığma hiç kuşku yok.
Pisliğin en kötüsü ortadan kaldırılmıştı. Nadler evdeki durumu da böyle düzeltebilseydi!
Karısı çok kızgın bir mektup yazmıştı. Hâlâ eve dönmemiş bulunduğu için atıp tutuyordu.
Oysa Nadier'in evi buradan üç saatten de yakında Scwielow gölü'ndeydi. Karısı, çiftliğinin
mahvolduğunu yazmaktaydı. Aylardır bütün köylüler dönmüştü, fakat kocası aklını
oynatmış olacaktı ki, hâlâ askerlik oynuyordu; tüfeğinden bir türlü ay-rılamıyordu her
halde! Kadının içi müthiş bir öfkeyle dolmuş olmalıydı ki, bütün asker mektuplarının
tümünden daha uzununu çiziktir misti. Kadın, toprağın bir parçasını daha yarıcıya vermek
zorunda kalmıştı. Erkek kardeşim Christian yokluğumu belli etmez diye hayâl etmesin!
Zira tahta bacaklı bazı komşu erkekleri, kalçasının tam oynak yerinden sakatlandığı için
her adımda bacağını havada döndüren Christian'dan daha çok işe yarıyordu. Yarıcıdan
gelen para ancak vergiye yetiyordu. Gerekli iki ineği satın alabilirse yarıcıya verdiği
toprakları da yonca ekmek için kullanmak zorundaydı.
Nöbet beklemenin en kötü yanı, bir sürü şeyle kafa yormağa vakit kalmasıydı.
Memlekette bulunması gerektiği doğruydu. Fakat bunu hiç istemiyordu. Pek çirkin
sayılmıyan karısını da canı çekmiyordu, küçük çocuklarını da; hele tarlayı hiç mi hiç!
Savaştan önce sürdüğü köylü hayatını düşündükçe fenala-şıyordu. Nadler - Wilhelm
burada gerekli olduğu süre, çiftliğinde, sakat kardeşi Christian çabalasın dursundu. Dün,
o sersemce mektubun ilk gaşkmlığıyla terhis isteğini yazınca, yüzbaşısı Degenhardt şöyle
demişti :
«Devletin, bütün patates tarlalarından çok daha önemli olduğunu karma açıklamalısın,
Nadler! Sen burada yiğitliğini gösterdin. Tepeden buyruk barışla, herkes yanımızdan
savuşurken senin gibiler çok daha gerekli oluyor. Zira bizim alay, koskoca bir iskeletin en
son sağlam kemiği. Kendi gözlerinle gördün, biz olmasak işlerin nereye vardığını!»
Nadler, bölük önünde ağır ağır yürüdükten sonra sapana koşulmuş bir ata benzetiyordu
kendini. Bir süre sapanı çekecekti belki, fakat sonra boru sesini duyunca
çekingenleşecekti.
Nadler, esas vaziyeti aldı. Yüzbaşı iki teğmenin arasında •çıkıyordu. Şu sağdaki teğmeni
daha önce nerede görmüştü? Yaylanarak yürüyen enerjik, üniformasını yakıştırmış kibar
bir adamdı! Gerçi onun gözünde şu yüzbaşı Degenhardt'ın eline-ne su dökecek adam
yoktu yeryüzünde. Büyük boğuşmayı izli-yen gece bir tutukluyu Nowawes'e götürmeleri
gerektiğini hatırlamıştı. Yolda bozulmuş o otomobilden inen üç subaydan biriydi. Nadler,
tutuklusunu neden ötürü teslim edemediğini üstüne rapor etmişti. O günlerde bir şeyler
yapılıyordu ne de olsa! Şu sıra ise bomboş duruyor ve o sersemce kan mektubu
yüzünden düşünüyor. Savaşa katılanlara uygulanan vergi muaflığını olsun koparırsa,
karıyı biraz yola getirebilirdi. Böyle olursa kadın devlete vergi ödemek için toprağını
yarıcıya vermekten kurtulurdu. Đki öküzlük daha yonca tarlasına yetecek toprağı olurdu.
Yüzbaşı Degenhardt'ın pek çok tanıdığı vardı elbette. Yüzbaşı adamlarının isteklerini hep
dinlerdi. Böyle bir vergi kararı verecek adamı o bilirdi yüzde yüz. Karısı yakınışındı, sakat
kardeşinden. Evi düşündükçe tüyleri diken diken «oluyordu.

VI

Klemm'in işareti üzerine o tutukluyu bir kurşunda öldürmüş olan Wenzlow, Lieven'le
birlikte, Amalie halayı görmeğe gidiyordu; Amalie hala, bu savaşta cephede ölen
babacığının hiç evlenmemiş kız kardeşiydi. Hala, ona ve şimdi von Klemm'in karısı olan
Leonore'ye genç ölen analarının yokluğunu belli etmemişti. Pek az olan emeklilik parası
çocukların yetiştirilmesine yetsin diye, evi ve bahçeyi de tek başına yönetmişti. Babası,
kendi dediğine bakılırsa, bir sürü dalavere yüzünden genç yaşta emekliye çıkarılmıştı.
Çocukların gençlik çağını kendi kuruntularıyla zehir etmişti. Baba kumanda etmek
içgüdüsünü onlara boşaltmıştı. Amalie hala da, temizliğe aşırı düşkünlüğü ve
intizamseverliğiyle burunlarından getirmişti. Ailenin seviyesini korumak için boyanmamış
her pabuca, kırılan her tabağa ve kayıp her mendile halanın neden bir ahlâk bozukluğu,
aslında tehlikede olan aile durumuna bir saldırı gözüyle baktığını, şimdi anlıyor.
Teğmen Wenzlöw, barış andlaşması gerçekleşir de bizleri bırakırlarsa ben ve halam ne
olurum, diye düşündü. Halamın bana sağladığı meslek, üç yüz yıldır bizim ailenin yaptığı
iş. Kadıncağız evimizi de korudu. Teğmen Wenzlow, saati saatine uymıyan savaş
günlerinden sonra, Scharnhortstrasse'deki o tek katlı eve pek bağlılık duyuyordu;
yüzyıldan aşkın bir süre önce yapılmış ev, klâsik ve barock buluşların güç anlaşılır bir
karışımıydı. Küçük bahçeye ve yapının önyüzüne bir yoksulluk ve hüzün havası veren
çöküntü belirtilerini önlemeğe Amalie halanın sonsuz çabaları yetmemişti. Wenzlow
kapının önüne gelince, Lieven'i pazarı birlikte geçirsin diye Postsdam'a neden çağırdığını
sordu kendine. Ortaklaşa izlenimler onları pek dost etmemişti gerçi ama, epeyce
yakmlaştırmıştı. Bunun nedeni vardı. Wenzlow, teğmen von Lieven'in eniştesiyle
dostluğunu bilirdi, Lieven de onun dostu Klemm'in eniştesi olduğunu. Wenzlow'm bilinç
altında, her yerde göz kamaştıran ve-herkesi kendisine çekip hep kendisiyle meşgul eden
von Klemm'e karşı bir kıskançlık duygusu vardı! Lieven'le birlikte bulunmağa daha önem
verdiğini de bilirdi.
Wenzlow, kafasının bir köşesinde 'Eniştem von Klemm'in bir dostu' diye yer verdiği bu
adam ve herhangi bir özelliği üzerine hiç düşünmüş değildi şimdiye kadar. Ancak şimdi
Amalie halanın iç merdivenlerde ayak seslerini duyunca, Lieven'in yerinin burası
olmadığını farketti. Lieven evin kapısının sağma ve soluna konulmuş, zamanla aşınmış ve
bozulmuş kadın heykellerini gözden geçiriyordu. Sonra, bu arada tanıştırılan Amalie
halanın elini öperken onu yağmurla şişmiş alçıdan kız heykeliyle kıyasladı, kafasının
içinde. Halanın göğsünün tam üzeri dümdüz ütülüydü. Alçıdan heykel kızların çıplak
memele-rinden gayrisi yoktu göreceği şu anda. Amalie halanın uzun boynunu saran
kalkık bir fiyong kulak uçlarına değiyordu.
Wenzlow, halanın örgülü saçlarının çocukluğundanberi alıştığı kumrallığını yitirmiş ve
beyazlamış olduğunu gördü. Kendi çocuğuymuş gibi onurlandığı yeğenini gizlice ve doya
doya seyreden halanın bakışlarıyla da, karşılaştı.
Gördüklerine gülmemek için ziyaretçi nezaketine sığınan von Lieven halanın nazik
sorularına nazik cevaplar veriyordu. Evet, Riga'nın ötesinde büyük toprakları olan
Lieven'ler-dendi. O toprakların mirasçısı onun yeğeniydi. Yani eskiden mirasçısıydı. Zira
Bolşevikler ne buldularsa yürütmüşlerdi. Sonra Almanların bunları geri alması gerekmişti.
Düzensizliğin büsbütün artması için, eskiden adı sanı duyulmamış önemsiz kişileri şimdi
oralarda söz sahibi yaptılar. Zira çok sayın Fraeulein, bir yerde bir şeye karışırken,
kimden yana davra-nıldığı bilinmeli hiç değilse. Đngiliz efendiler Bolşeviklerden yana
değiller elbette. Biz Almanlarsa onların düşmanıyız. Bu durumda mini mini bir devletçik
ortaya çıkarıldı ve adını da Letonya koydular.
Wenzlow, salatasına tuz serpti. Hala, bundan hoşlanmamıştı. Konuk teğmenin
gözlerinden de hoşlanmamıştı. Maviydi gözler ama, çarpık bir bakışları vardı. Üstelik tuhaf
bir konuşması vardı, yumuşakla kısık arası! Kuru köftesini karıştırmaktaydı. Lieven, aç
adamın halinden anlarım hiç kızmadan, diye aklından geçirdi. Şölenlerin en çılgıncasına
katlanırım. Fakat şu zıkkıma zor katlanılır. Az sonra Amalie halanın onunla yıldızı barıştı;
Lieven oturduğu ev kadar eski olan porselen takımlarını öğmüş ve divanın işlemelerini
farketmişti..
Lieven : bu sıkıcı ikindi hiç bitmiyecek mi, diye aklından geçirdi. Yemekten sonra yandaki
komşuya gittiklerinde, başkalarından daha çok kendini neşelendirmek için, pek konuşkan
oldu ve keyiflendi. Kış bahçesi olarak hazırlanmış balkonda, evin yaralı efendisi von
Malzahn'ın çevresinde oturuyorlardı.
Binbaşının eşi, uzun örgü saçlı kızı, küçük oğlan, Wenzlow„ Amalie hala, hepsi onun
sözlerini dinliyorlardı; Wenzlow bile onun böylesine renkli anlatışını hiç duymamıştı
şimdiye kadar. Bu evde savaş gerçi yeterince anlatılmıştı ama, Lieven'in esir kampından
kaçışı — savaşın başında Petersburg'ta enterne edilmişti—, Baltık denizi boyunca kaçıp
Finlandiya'ya geçmesi — hem de Bolşeviklerin arasından — bütün bunlar burada pek
bilinmiyen bir cephe kesimiydi. Şimdi kendi evlerinin balkonunda oturmuş, gazete
kupürlerinde inanılmaz saydıkları şeyleri, bir milletin nasıl zıvanadan çıkabileceğini can
kulağıyla dinliyorlardı. Villalar ateşe verilmiş ve ciftik sahipleri ipe çekilmişti.
Lieven, yarın memleketime dönerim yüzde yüz, diye düşündü Bir de akşam çayına
katlandıktan sonra gece yatağına uzanınca pek sevindi. Boş ve anlamsız günden hiç bir iz
kalmamıştı; sadece pencerenin arkasında karanlığa gömülmüş çıplak dalların gölgeleri.
Leonore'nin genç kızlık odasında yattığı halde, yatak sertti. Kızcağızın bu yatakta yüzü
gülmemiştir her halde. Kendisi şu anda ondan çok daha rahattaydı, hiç kuşkusuz.
Lieven, kızcağız acaba nasıl bir şeydi, diye hayale dalarken, kapıya vuruldu hızlı hızlı.
Đçeriye giren Wenzlow hemen yatağın kenarına oturdu. Đçli dışlı olmanın böylesinden hiç
hoşlanmıyan Lieven kızmıştı. Wenzlow heyecanlıydı : «Az önce okudum,» diye başladı.
«Burada yazıyor. Ölüyü topraktan çıkarmışlar. Novvavves'den az önce bir yol yapımı
sırasında.»
«Eee, sonra? Şu halde ya mezarlığa, ya da yakma fırınına götürürler.»
«Fakat bizi öğrenir de sorguya çekerlerse?»
«Đlle bize sormak birisinin aklına gelirse, kaçtığı için ateş. etmek zorunda kalındı, denir.
Fakat bunu kimsenin düşünebileceğini sanmıyorum.»
Lieven, şu adam yatağımdan bir kalksa, diye aklından geçirdi. Bir kadının bile yatağıma
oturmasından hoşlanmam...
Wenzlow : «O adamın arkadan vurulmadığı hemen anlaşılır,» dedi. «Tam yüzden ateş
edildi kafasına.»
«Şu halde o tam başını çevirdiği an biz daha önceden davrandık.»
«Biz mi? Ne diye biz? Öldürücü kurşunu kimin sıktığını ortaya çıkarmak için her çabayı
göstereceklerdir. Bir dâvada uygulanacak usul de budur, sanırım.»
Lieven, ne de çabuk düşünmüş bunları, diye içinden alay etti. Hem ateş eden hangimiz?
Orada bir kaç kişi vardı. Şoför mü? Nöbetçi mi? Klemm mi? Ben kendim mi? Sanırım
doğrusu Wenzlow'du ateş eden. Bu şimdi onun da aklına geldi. Bu yüzden kafa yoruyor
sersem oğlan.
Elini koydu Wenzlow'un omuzuna :
«Hepimiz oradaydık ve hepimiz aynı anda ateş ettik, deriz. Hiç birimiz de ayrıntıları
hatırlamayız. Sözgelişi ben kendi payıma daha bugünden herşeyi unutmuş durumdayım.»
«Fakat ölünün alnında tek bir kurşun yarası var. Bu durumda sizin kurşunların yerini de
ararlar.»
«Bunları öyle pek çabuk bulamazlar. Heyecanlanmayın. Heyecanlandırıcı olaylar
dağarcığınız yeterli değil gibime geliyor...»
«Fakat şimdi her işde yeni kodamanlardan var. Milletvekilleri her işe burunlarını
sokuyorlar. Bağımsızlar bir yerde bir bit yeniği bulunca pek seviniyorlar.»
«Şimdi biraz durun, lütfen! Adamlar kendi kurdukları cumhuriyeti ayakta tutamayınca bizi
yardıma çağırdılar. Başşehri onlara tertemiz yaptık. Şimdi de onların hatırına ortamdan
kaldırdığımız çamur için sızlanmağa başlıyorlar. Haydi camm siz de, bütün bunları siz
büyültüyorsunuz. Şimdi çabuk gidip yatın bakalım!»
Lieven, tanrıya şükürler, odamdan çıkarabildim onu, diye düşündü. Uyumadan önceki
alışkanlığıyla, bir sigara yaktı. Fenerin solgun ışığında ağaç dalları kımıldıyordu. Şu
Wenzel de neler düşünmüş? Böyle bir duruşma asla yapılmıyacak...
Son yıllarda acaba kaç yatak değiştirmişti ? Sigaranın ufacık noktayı andıran ışığından
daha başka hiç bir aydınlatıcısı yoktu.

ĐKĐNCĐ BÖLÜM

Lieven, tedirgin dalların gölge oyunu arkasına rastlıyan —Wenzlo'w'un pencere perdesi
arkasındaki— solgun ışıktan uyanmış değildi. Rüyasında Amalie hala yatağına öyle bir
oturmuştu ki, hafif bir umutsuzlukla, şu çirkin karı yatağıma otur-masaydı hiç değilse,
diye düşündü! Önemsiz bir gazete haberi yüzünden uykusu kaçmış olan zavallı
Wenzlow'da kapıda tereddüt etmekteydi. Lieven, yatağında doğruldu; Wenzlöw benimle
ne diye Rusça konuşuyor, diye şaşmıştı. Sonra da, kendisini uyandıranın yüzbaşı
Kaşevnikof'un hizmet eri olduğunu anladı. Hattâ belki o da değildi de, Lieven'in yüzünü
aydınlatan dolunaydı, uyandıran. Tanrıya şükürler olsun ki, Potsdam'da
Scharnhoststrasse'de yatmıyordu şu anda; Riga'ya bir kaç saatlik yolda bir köy evindeydi.
Karargâh olarak kullanılan bu evde Kaşevnikof Rusların ve Lieven de Almanların irtibat
subayıydı.
Yaz gecesi öylesine sessiz, ay ışığı öylesine yüzer gibiydi ki, yaşantıların anılarıyla
rüyaların anıları uyandıktan sonra da birbirine karışıyordu. Köy evindeki titrek ışığın ayın
bel-libelirsiz gölgesine karışması gibi. Lieven şu anda, böyle bir gecede olabileceği kadar,
uyanıktı. Hayat bütün ayrıntılarıyla akıyordu içerisine: sert yanlarıyla ve önemsiz
olaylarıyla; sabah kahvesinde gazetede barış şartlarını okuyan erkek profilli Amalie
halanın : «Böylesi de bay Clemenceu'ye uygun düşer. Biz altmış milyon Alman.. Bizim
millet kaç milyondur, Lieven? On yıl süreyle pişmanlık göz yaşları dökerek onun için mi
canımızı çıkarırcasına çalıştık, savaşı kaybetmediğimizden ötürü mü?» demesi ne kadar
bütün ayrıntılarıyla. Bir yandan da Serj, Kaşevnikof'un hizmet eri, hattâ Amaüe halanın
rüyadaki sesinden daha az keskin ve hiç de anlaşılmıyan bir sesle Rusça olarak :
«Yüzbaşım sizi rica ediyor, bay teğmen geldi..» diyordu.
Lieven, ışığın fener değil ay olduğunu, anlamıştı şimdi. Ben ne diye buradayım sanki? Ha
anladım, Baltıklılann Sovyetleri kovmasına yardım ediyoruz da ondan. Şu ay ışığı zayıf
ama nasıl da rahatsız ediyor! Şimdi general von der Goltz saldırıya geçti Riga'ya.
Belmondt'la birlikte. Letonya'lılarda ne bizim için ne de Ruslar için birşey kalmamıştı.
Noske bizleri memlekete geri çağırdı. O da Đngilizlerin dümen suyunda. Bilmem bütün
bunların sonu nereye varacak! Bilmek istediğim de yok aslında. Önemli olan aralıksız bir
şeyler geçmesi hep.
Hizmet eri : «Komutanlarım sizi rica ediyorlar!» diye tekrarladı. Otto Lieven gelmişti,
demek! Ernst Lieven, çıplak ayaklarını karyoladan sallandırdı. Ay ışığı ne serinletir, ne de
sıcak tutar. Bütün ayak parmaklarına yayılıverdi, Hizmet eri, büyük bir beceriklikle uzattı
giyecek şeylerini. Kaşevnikof onu iyi yetiştirmişti.
Yandaki oda duman içindeydi, iki subayın sigaralarından. Kaşevnikof'un çok kısa kesilmiş
bir sakalı vardı. Tıknaz ama, çevikti. Ernst Lieven'in yanında, haçlı bir süvarinin yanındaki
seyise benziyordu. Đki Lieven, sadece yeğen oldukları halde, iki kardeş kadar birbirlerine
benziyorlardı. Yaşça büyük olanı, sigarasını atıp: «Elimizi çabuk tutarsak saat sekizde
dönebiliriz,» dedi.

Atlara bindiler. Hizmet eri arkadan sürüyordu atım. Sona eren gece pek sessizdi, Ay ışığı
bütün yıkıntıları düzlüyor ve parlatıyordu. Ay sulara vurduğundan göllerin arkasındaki
ormanlar gökyüzünde bulut dizilerini andırıyordu. Bütün gece hiç bir tüfek patlamadı.
Atların tırıs gidişinin yankısı, nallara bir şey sarılı gibi, ürperticiydi. Sokaklarında at
sürdükleri bir köy, yoksuldan çok korkunç görünüyordu. Mermilerin yıktığı kilisede uçuşan
ışık çizgileri ve gölgeler hayaletleri hatırlatıyordu.
Otto Lieven : «Burada başlar!» dedi. Durdular. Elindeki dalla bir dönemeç çizdi havaya:
«Şu aşağıdaki söğütlükte başlıyor. Ormanla kıyı arasındaki şu bir kaç ev bizim balıkçı
köyüdür. Göl de.»
Bütün bunları bakışlarıyla yutmak istercesine gözlerini aşağılara dikti. Yanındakilere,
hattâ belki de kendisine söyler gibi : «Şu küçük ve ter temiz evler, anaç tavuğun
çevresindeki civcivler gibi, çiftlik evine sokulmuşlar. Aşağılarda Litvanya'-daki bakımsız ve
terkedilmiş o pis evlere benzemezler...»
Yer yer ormanlık, şurası burası göllerle bölünmüş ve ayı-şığı altında parıldıyan bu
topraklar, altı yüz yıldır Lievenler'in topraklarıydı. Yeni kurulmuş Sovyet iktidarı onları iki
yıl önce kovmuştu buralardan. Sonra da beyaz Ruslar kızılları kovmuştu. Bu işde
kendilerine yardıma gelen Baltıklılara söz vermişlerdi oraları. Yeni Alman Cumhuriyetine
sırt çeviren general von der Goltz kendine dilediği biçimde yeni birlikler kurdu. Barış
andlaşmasıyla yerlerinden olmuş bir çok Alman gencini çevresinde topladı. Bunların kimi
yeni sınırlar yüzünden memleketini yitirmişti, kimi de savaşı asıl memleketi bilmişti
kendisine. Bu doğuda asker gerekliydi henüz. Buralarda kesin sonuç daha alınmamıştı.
Avrupa'nın bu parçasındakiler, oldum olası çekici saydıkları o biçim hayatı elde etmek için
herşeyi gözden çıkarmak gerektiğine inanıyorlardı.
Otto Lieven: «Bizim yeldeğirmeni orada duruyor hâlâ!» dedi. «Bir yerine birşey
olmamış!»
Scanned By hlecter

Rus : «Ben de bizim baba evini size göstermek isterdim,» dedi. «Volga kıyısında Kazan'a
varmak epiyce yoldur.»
Ernst Lieven, bütün dünyayı at sırtında dolaşsak ben yine de gösteremem baba evimi,
diye düşündü. Otto'nm gözlerini hiç ayırmadan baktığı o evi, çocukluğunda tatil
ziyaretlerinden bilirdi sadece. O böyle bir eve hiç bir zaman özlem beslememişti -de.
Gerektiğinde başını sokacak ve canı çektikçe başını dinli-yecek bir yeri, bir ailesi, sağlam
bir yer bulunduğu düşüncesi ona yetmişti. Fakat böyle bir isteği asla duymuş değildi.
Babası da tıpkı onun gibi dolaşmıştı oradan oraya. Yetersiz bir durumdan mutlu olmasını
her zaman başarmıştı. Berlin'den Riga'ya, Riga'dan Stockholm'a, Stockholm'dan
Petersburg'a, sözün kısası hangi konsoloslukta bir iş bulmuşsa, şehir şehir dolaşmıştı.
Pek başı sıkışırsa hiç bir sorumluluk taşımadan sığınabileceği bir köşeciğin şu yeryüzünde
bulunduğunu bilmek, onu da yatıştırmağa yetmişti. Kaşevnikov : «Đçimizden biri
memleketine dönebildiği gün şu Sovyetler hortlağı da bir daha geri gelmemek üzere
ortadan kalkmış olur,» dedi.
Ernst Lieven, atmı dönüşe mahmuzladı. Bir köyün yakınında atladılar atlarından.
Yakındaki bir evin balkonunda oturmuş bir kaç oğlan, yabancılar köy çeşmesinden su
almağa değil de kanlarını dökmeğe gelmişler gibi, ters ters bakıyordu. Masaya oturmuş
iki kadından, 'yaşlısı' bir çocuğa birşeyler ye-diriyordu. Kadınların genç olanı bir çığlık
koparıp Otto Lieven'e doğru koştu ve elini yakalayıp öptü. Balkonda oturan oğlanlar
homurdandılar. Bir tanesi genç kadını tuttu. Kadm bir şeyler karşılık verdi ama, yerine de
oturdu. Kadın, yakınlarının sövmelerine kulak asmadan Lieven'in arkasından bakıyordu
gözleri parlıyarak. Otto Lieven, yanındakilere : «Bizde çalışırdı,» diye açıkladı. «Bizim
çiftlikte doğmuştu.»

Ernst Lieven gece o köyden yine geçti. Yaralıları taşımak için güçlükle bulabildiği bir alay
köylü arabasının başındaydı. Bindiği at vurulup ölmüştü yollarda. Ağır yaralı yeğeni, bir
saat ötede bir tren bekçisinin evinde yatmaktaydı. Dün gece-

nin sessizliği, hiç beklenmedik bir saldırıyla bitmişti. Saldırı, baş şehirden gelmişti onların
bulunduğu topraklara. Lieven-lerin çiftliğinin bulunduğu topraklar, demiryoluna kadar
elden gitmişti. Köy yanmış, insanlarının kimi ölmüş, kimi kaçmıştı. Tek tük sağ
kalmışların taşlaşmış ve dönüvermiş yüzlerinde, yaralı arabalarını görünce, kinli ve öfkeli
bir anlatım Deliriyordu sadece. Lieven dört nala sürdü atını. Demiryoluna sağ varabilmiş
olmaları bir mucizeydi. Yani, kendi devletinin verdiği yurda dönüş buyruğunu dinlemiyen
Almanlardan kurtulabilmek için Đngilizler Litvanyalıları desteklemişti. Almanlar ve Ruslar,
kızıllar ve beyazlar sözün kısası bütün yabancılar memleketten uzaklaşsm diye Đngilizler
halka silâh vermiş, mahalli hükümete de paraca yardım etmişti.
Ernst Lieven, Otto ağır yaralıysa, en büyük olarak ailenin basma geçmek bana düşer, diye
aklından geçirdi; aslında varolmaktan çıkmış bir ailenin ve varlığını yitirmiş miras
toprakların. Düşüncelere daldı. Şöyle bir bakmak, arazinin haritasını görmek kadar
yetiyordu. Tarlalar hafif yokuş bir yamaçtaydı. Yel değirmeni, balıkçı köyü ve göl, karşı
orman hep yerli yerindeydi. Sabahın erken saatlerinde genç bir kadının yeğenini çılgınca
selâmladığı aynı balkonun önünden yine geçtiler. Balkonun damı yıkılmıştı. Yapının duvarı
delik deşik olduğundan parçalanmış insanlar ve mobilyalar ortaya çıkmıştı. Lieven,
yüzünde alaycı bir anlatımla, durakladı; kökünden yakıp yıkmaları her görüşünde böyle
olurdu. Đnsanlara ömürleri boyunca kapalı kalan en büyük ve en gizli sırrı ancak savaşın
ve hedefi bulan bir yaylım ateşin koparıp almasına, hep şaşardı..
Öğleden önce kinle bakan iki erkek, mutfaklarında ocak ve duvar yıkıntısı arasında boylu
boyunca uzanmıştı. Bir tanesi silâhını bağrına basmıştı memede çocuğu gibi. Ölürken
namluyu dişlemişti. Öteki, kalçasında sallanan bacağına sımsıkı yapışmıştı; kalçanın üst
kısmı parçalanmıştı. Göğsü parça parça biri yola uzanıvermişti ölürken; hastaları taşıyan
arabalar aceleden üstünden geçtiler gacırtıyla. Đnsanoğlu ölünce bir zaferin ona ne yararı
dokunur sorusuna bundan canlı bir tanık olmazdı. Büyük ana balkonda, masa başındaki
eski yerinde çok saygı değer haliyle oturmaktaydı. Sağlam kalmış tek mobilya o masaydı.
Fakat yaşlı kadın da bir kurşun yemiş olmalı ki, tuhaf bir biçimde yana kaymıştı. Canlı
kalmış tek yaratık, kadının sabahleyin birşeyler yedirdiği çocuktu. Yenilecek ne bulursa
ağzına tıkıyordu. Zira bundan önce herşey hesapla dağıtılıyordu. Çocuk, arabaların yanma
koştu ve ağzını büzerek güldü, Li-even'e doğru. Lieven eğilip aldı çocuğu ve ayaklarının
üstüne bastırdı. Tüy gibi hafifti.
Lieven, gözleri nasıl da buz gibi ve kehribar sarısı, küçücük yüzü ne ince ve sevimli, diye
düşündü! Tanrı lütuflarım yeryüzündeki kızlarına dağıtırken ne asın eliaçık davranıyor!

11

Wenzlow, Anhalter istasyonundan bindi gece trenine. Đznini Klemmler'in evinde


geçirmeğe karar vermişti. Kız kardeşini göreceği gelmişten çok, eniştesiyle başbaşa
görüşme isteği duyuyordu. Grunewald ormanında bulunan cesetten sonra biraz tedirgindi
hâlâ. O kısa gazete haberinden sonra başka bir şey çıkmamasına rağmen. Olsa olsa,
tutukluyu Nöwawes'e götürecek o şoförün sorguya çekilebileceğini duymuştu bir kez.
Şimdiye kadar celp gönderilmemesi, o adamm epiydir sınır savunma göreviyle uzak bir
yerlerde olmasmdandı. Bulunan cesedin kendi öldürdükleriyle belki de en küçük bir ilgisi
yoktu, Lieven'in tahmini gibi. Lieven celp kâğıdı neye yarayacak sanki, diye de sormuştu.
Ne var ki, Lieven ve tugayı Baltık'taydı epiydir. Wenzlow ise memlekette kalmıştı
görevinden ötürü. Weimar cumhuriye-

Scanned By hlecter

tinde her neden ötürü olursa olsun görev almaktan çekinmiyen kişilere karşı dostlarının
duyduğu nefreti paylaşıyordu. Baba dostu Nalzahn, Versaille andlaşmasmın hasta bir cüce
gibi ufaltıverdiği orduya elden geldiğince bol ve sağlıklı kan vermenin gerekliliğini ona
anlatmağa çalışıyordu. Görevi bırakmak sersemliğin en büyüğüydü; güvenebilecekleri bir
kaç adamlarını yeni devlette bir yerlere yerleştirmeliydiler.
Sabahın erken saatlerinde tren Frankfurt'ta durunca, daha peronda tanış bir yüzle
karşılaştı; eniştesinin şoförü bekliyordu. Wenzlow onu şöylesine selâmladı. Birbirlerini sivil
giyinmiş görmeğe ikisi de alışkın değildi. Becker, bu da kız kardeşi kadar kaba, diye
düşündü, işten çıkarılan eski şoförünü hâlâ özliyen bayan, kendisine sert bazı emirler
vermekle yetiniyordu. Becker, genel geçiş izni yanımda dedi; bunun anlamı, kendisi ve
efendisi, demekti. Höchst'te bir sürü işleri vardı. Đşgal altında olmıyan bölgede muvazzaf
hizmet gören bay teğmenin bugün zorlukla karşılaşmaması için şu sıra toplantıda olan
sayın yeğeninin izin kâğıdını yanma almıştı; belgeyi sonra geri verecekti geciktirmeden.
Şoför, teğmenle bir bira içmeği pek isterdi — efendisi bunu hiç unutmazdı — fakat
Wenzlow'un aklına bile gelmedi böyle bir şey. Yüzü buz gibiydi. Savaş sırasında Ren
köprüsünün karşı kıyısına sadece bir defa geçmişti. O gün vagon penceresinden ve
arkadaşlarının omuzu üzerinden şöyle bir bakmıştı, okul kitaplarından ve türkülerden
tanışı nehre; sandığı gibi mavi değildi rengi, çağıltılı da akmıyordu, kirli gri ve sessizdi.
Şu anda bahçelerden güçlü ve tatlı yasemin kokuları geliyordu. Wenzlow gözlerini kapadı.
Sabahın serin havası alnını okşuyordu. Az sonra, fabrika dumanlan bahçelerin mis gibi
kokularını yoketti. Şoför onu Amönburg'da otomobilden indirdi.
Wenzlow firma tabelâsında Klemm adı'nın yanında «Reçine ve vernik» sözlerini görünce
tedirginleşiverdi. Biricik kız kardeşinin kocası dolayısıyla böyle bir bağlantıya katılıvermiş
gibi bir tuhaf olmuştu. Kapıcı onu alıp deri kaplı odaya götürdü; ziyaretler ve toplantılar
bu odada yapılırdı. Divanın arkasında asılı yağlı boya tablodaki yaşlı adam kim acaba,
diye Wenzlow'un düşünmesine vakit kalmadan, Klemm girdi odaya ve eşi Leonore erkek
kardeşini pek kuşkulu bir halde beklediğinden kıskançlık duyduğunu gülerek açıkladı.
Eniştesine sivil giysi daha yakışmıştı. Wenzlow, yolculukta buruş buruş olmuş ucuz
giysisini düşünüp canı sıkıldı. Eniştesinin elbisesinin Đngiliz işgalindeki Köln'den bir
memurunun aracılığıyla sağlanmış Đngiliz kumaşı olduğunu bilmiyordu elbette. Buraya
gelirken von Klemm'i sivil olarak gözünde canlandıramadığı gibi şimdi de daha başka
biçimde düşünemiyordu.
Von Klemm, asık suratlı konuğuyla lâfa nereden başlıyaca-ğım pek bilmiyordu, Wenzlow'a
yan gözle bir daha baküktan sonra, yağlı boya tabloyu seçti, ne olursa olsun gibilerden :
«Babamın resmi. Firmaya bugünkü durumunu o sağlamışım. Büyük babam zenaatçıydı.
Babamda iş adamı ruhu denilen o büyük eğilim vardı, hem de halkına bağlılık duygusuyla
birlikte.»
Wenzlow yine bir tedirginlik duydu ve belli etmedi. Von Klemm buraya ilk gelişinde
kendisinin de buna benzer bir tedirginlik duymuş olduğunu unutmuştu çoktan. Geçmiş
yıla öylesine ayak uydurabilmişti ki, eniştesine hemen hemen onurlanarak anlattı :
«Büyük babam bir zenaatçi çırağı olarak bütün Almanya'yı baştan başa dolaşırdı. Rus
sınırına kadar gitmişti. Lituvan-ya'ya kadar. Sanırım şimdi Polonya. Kayın ağaçlanndan öz
çıkarmağı orada öğrendi. Sonra da memleketinde bunu tekrarladı. Kendi adına bir atölye
kurdu. Ağaç kabuklarından, köklerden ve çam iğnelerinden elde edilen özü kunduracılara
ve ta-bağlara sattı. Sonraları büyük deri fabrikalan aynı özü babama büyük partiler olarak
ısmarladılar. Đşi büyültmesini babam başardı. Zira neyin nerede eksik olduğunu hemen
farkederdi. Kimyagerler özün en aranılanını ona bulur yaparlardı, o da kimyagerlerin en
ustasını bulmasını bilirdi.»
Biraz bekledi, Wenzlow herhangi bir cümle için bir şey söyler mi diye; zira belirli aralarla
söylenilen cümleler güzel bir görüşmeye yol açabilirdi. Fakat Wenzlow'un hiç bir şey
söylemediğini görünce, tek başına konuşmasını sürdürdü :
«îşte böyle, babam sonunda öyle bir madde ortaya çıkarttı, ki Devlet'in bütün telgraf
direklerine ve traverslerine sürüyorlar, odun çürümesin diye! Anlıyorsun, değil mi?»
Wenzlovv'un tek kelime anladığı yoktu. Fakat telgraf direklerini bozulmaktan koruyan bir
macun için Klemm gibi birinin bu kadar çok konuşması pek tuhafına gitmişti.
«Demiryolcular sonunda bize travers yağı da ısmarladılar. Çocukluğumuzda bütün bunlar
hakkında ne bilirdik? Bana can sıkıcı gelirdi böyle şeyler, hem de müthiş sıkıcı. Bizim
gençliğimizde bütün bunlar hiç önemli görünmezdi. Biz gençken böyle olağan ve sıradan
şeylere hiç değer veremezdik.»
Wenzlöw, bizim gençliğimizde, diye düşündü; ne zamandı acaba onların gençliği? Gençlik
ne zaman geçiverir? Klemm'in gençliği ne zaman geçti? Üç yıl önce mi, iki yıl önce mi,
yoksa geçen yıl mı ? Gençlik denilen şey bir tren gibi mi geçip gider? Şu, ya da bu
istasyonda saat onu yirmi geçe bir durak daha yapar mı? Daha önceleri can sıkıcı ve
sevimsiz gözüyle bakılan şu «Reçine ve vernik» ve benzeri şeylerin gerçek değeri bundan
sonra mı anlaşılır ancak?
Klemm, Wenzlow'un kafasından geçenleri okumuş gibi büyük bir çabayla : «Bütün
bunların önemi sonradan kavranıyor,» dedi. «Bütün Almanya'da tek bir travers
bulamazsınız, firmamızla ilgisi olmasın. Bunun anlamı sadece para değil, bunun bütün
anlamı sadece bir kaç bin işçi değil. Bunun asıl anlamı, güçlendirmesi. Bunun anlamı
Alman milletinin buluş fikri. Bizlerin Alman iş gücünün pek göze çarpmıyan bir sonucu.
Fakat bu fikrin ruhunda çalışkanlık, dikkatli çalışmak, sorumluluk duygusu vardır.
Formülüne kafa yoran kimyagerden baş-hyarak verilen talimatı olduğu gibi yerine getiren
en son işçiye kadar. Ordumuzu hatırlatır, bütün bunlar, diyebiliriz. Daha şimdiden, savaş
pek de sona ermediği halde, düşmanlar bizim mamullerimiz için müthiş istek
gösteriyorlar. Masamızın üstünde ingiliz ve Fransız firmalarının istek mektupları yığılı
duruyor, bak! Bizimkinin yarısı kadar iyisini kendi memleketlerinde yapamıyorlar. Bizim
bunca yıllık tecrübemizin sırrını ele geçirmek için bin türlü hileye baş vuruyorlar.
Höchst'ci-ler en yeni tesislerini orta Almanya'ya taşıdılar. Fabrika casusları oralara pek
kolay sokulamıyor da. Bu yollardan bir sonuca varamaymca, patentlerimizi yürütmek için
pazarlığa girişiyorlar.»
Wenzlo\v iyice kulak veriyordu. Zira konuşma kendi alanında bir konuya girmişti. Bu
fabrika casusluğu konusunda bir soru sormasını pek istiyordu.
Fakat söyliyeceği sözleri pek uzun arandığından, Klemm de ara vermenin bir başka
yolunu buldu. Kahvaltı ısmarladı, bardak ve şişeleri getirmelerini söyledi.
Bu arada, şundan bundan söz açmakta da, sözler dilinin ucuna kolayca geliveren bir insan
olarak, hiç sakınca görmedi. Fransızlardan hoşlanmayan, fakat şaraplarını seve seve içen
gerçek Alman erkeğini söz konusu etti. Gerçi bardaklara şarap değil, konyak koymuştu.
Kendisinin tam vaktinde buraya gelmiş bulunması büyük bir mutluluktu. Yeğeni Fransız
buyrultularının altından kalkamıyacaktı — bunu derken bisküvi-tini ufalıyordu — oysa
kendisi işgal zorlukları arasında bir kolayını bulmaktan pek keyifleniyordu.
Wenzlow, herşeyden keyif duyan bir hali var gibime geliyor, diye düşündü. Wenzlow,
Klemm'in yanında kendisini biraz beceriksiz, biraz tutuk hissediyordu; fakat Klemm'le
birlikte insan kendini aşırı güvende hissederdi. Toplantı odasmda, ya da savaş yerinde.
Klemm : «Memur ve mühendislerimin en iyilerini bulup seçtim,» diye konuşmasını
sürdürdü, «işçiler arasından da. Bir dernek kurduk. Spor çalışmaları düzenliyoruz, savaşa
katılmamış gençler için daha çok. tşgâl kuvvetlerinin bumu ucunda böyle şeyler
yapmaktan çılgınca keyifleniyorlar.»
Klemm, konuşmayı yeterinden daha da uzun sürdürmüş olduğunu farketti. Eniştesini
şimdi başka bir konuya sürükle-meliydi ve bunu yapabilirdi. Kararlı bir davranışla,
Berlin'den haberler sordu. Wenzlow, bilgili olduğu bir konunun sonunda ele alınmasına
sevinmişti. Kızıllar biraz yatıştı, diye anlattı. Büyük grevler korkunçlaşmadan şöyle bir
baskıyla yatıştırıl-mıştı. Sonra, buraya yolculuğunun asıl nedenini şöylesine bir açtı. Bir
yol yapımında bulmuşlardı, öldürdükleri o herifin cesedini. Klemm hatırlar mıydı acaba?
Otomobilin lâstiği patlamıştı, başka bir otomobille götürülen o tutukluyu gördüklerinde.
Otomobillerini değiştirmişlerdi; von Klemm herifin oracıkta öldürülmesinde pek
direnmişti; bulunan cesedin o herifin olduğu bilinmiyordu gerçi. Fakat bir sorgu olursa
nasıl davranması gerektiğini şoförü Becker'e şimdiden anlatması iyi olurdu. Klemm :
«Haydi canım,» dedi. «Kimsenin sorguya çekildiği yok. Hele burada, işgal bölgesinde.
Fakat Eltville'e gitsen artık. Leonore bu sabah kahvaltısında vişneli pastaya elimi
sürmeme izin vermedi. Hiç dokunulmamış ve yusyuvarlak olarak sana saklıyor.»
Düşüncesini açıklamış olan Wenzlow, kız kardeşinin adını duyunca sevindi. Klemm de, o
sıra Lieven'in yaptığı kadar önemsemezlikten gelmişti. Fakat Wenzlow, tedirginliği
saçmay-mış ve bir gece yolculuğunu sadece eniştesini dinlemek için yapmış gibi, iyice
yatışmış ve keyiflenmişti. Herhangi bir kovuşturmayı akla getirmenin de, olayı
düşünmenin de pek çocukça olduğuna Klemm onu iyice inandırmıştı. Wenzlow, bahçenin
giriş yoluna sapıp, çiçekliklere dökülen püskürtme suların pırıltısını, ılık ve sıcak çimenleri
görünce rahatladı ve güçlendi. Leonore boynuna atılmıştı. Wenzlow, nesi var bunun diye,
düşündü. Memleket özlemi mi?
Kızkardeşi, Becker'e seslendi, valizleri konuğun odasına taşısm, diye. Vişneli pastayı
keserken, erkek kaidesine gülümsedi. Mutfakta oturan Becker ve hizmetçi kız, erkek
kardeşin de kız kardeşi kadar ters ve dar görüşlü olduğunda ve efendilerine hiç
benzemediğinde anlaştılar.
Leonore bir sigara yaktı. Kız kardeşinde yadırgadığı bir davranışda bu oldu, Wenzlow'un.
Boynuna atılmasını yadırga-mıştı az önce. Şimdi de sigara içmesini. Bunun dışında bir
değişikliği yoktu. Wenzlow, kız kardeşinin sırtındaki mavi çizgili genç kızlık entarisini
hatırladı.
Kız kardeşinin saçlarını okşamak geldi içinden. Fakat duygularım açığa vurmamağa
alışmıştı. Alışılmış sorular sormakla yetindi. Leonore, Wenzlow'a göre, eskisinden daha
çabuk ve gülümsemeyle cevap vererek: «Sonra çocuğumu da göstereyim sana!» dedi.
«Beyaz önlüğümü takınca, ağır yaralı Otuz hastanın sargısını yapacağıma çocuğun kıçına
merhem sürmek tuhafıma gidiyor. Bu koskoca evi de pek gülünç buluyorum. Evin
heryerine kafamda bir başka kullanma olanağı veriyorum. Yemek salonu ameliyathane
olmağa pek uygun düşerdi. Kapının yan kısımları bulaşıcı hastalıkları ötekilerden ayırmak
için kullanılabilirdi. Şu sıra bir Kızılhaç kursu yönetiyorum, yeni bir çatışma patlak verirse
kadınlarımız hastaya bakmasını şimdiden öğrensinler diye. Klemm işinin başına geceli
yükselttiği gençlerin kızkardeşleri ve nişanlılarına. Böylece biraz işe yaradığımı
sanıyorum.»
Ren vadisinde bir yerlerde bir borazan sesi yükseldi. Borazanın «Silahlara selâm» ı,
sabahın pembe altın renklerinde titreşti. Leonore, erkek kardeşinin saçlarını karıştırarak
güldü, ve : «Önceleri ben de senin gibi şaşırmıştım, şimdi alıştım. Zira Fransızlar bundan
gayrı pek hissettirmiyorlar kendilerini. Bizim burayı kullanmaktan vazgeçtiler. Sadece
bazısı geliyor, yarı resmi olarak. Onlar gidince, parfüm kokusu çıksın diye, esaslı temizlik
gerekiyor. Eceye hiç inmiyorum, zira orada herkes bir başka türlü kasılıyor.»
Erkek kardeşine bakarken yüzü gülüyordu: «Hoşuna gittiyse daha ye pastadan,» dedi.
«Çocukluğunda, kocaman bir
pasta olsa da tek başıma yerdim, dediğini hatırladım. Evimizi anlatsana. Amalie halayı
anlat! Onu pek özledim. Đster inan ister inanma, Amalie halayı günün birinde böylesine
özliyeceğimi hiç sanmazdım.»
Piyano çalıyormuş gibi parmaklarını masada dolaştırdı. Parmakları çocukluğundaki gibiydi
hâlâ; uzun, ince ve yüzük-süzdüler. «Şimdi ana oldum. Ev kadını oldum. Savaşta
hastaba-kıcılık yapıyordum, orada burada. Birden evleniverdim. Güzel bü" evim oldu.
Amalie halanın da bir zamanlar genç kız olduğunu hiç düşünmezdim eskiden. Günün
birinde yaşlanacağını da.»
«Mütarekedenberi yaşlandı. Saçları ak-pak oldu.»
Kız kardeşi gözlerini açarak baktı :
«Babasının ve erkek kardeşinin bir zamanlar hizmet ettiği alayın dağıtılması ona pek ağır
geldi, sanırım..! Şimdi senin durumun ne olacak?»
«Benim durumum mu? Sanırım bu sorunun önemini Amalie hala pek kavramaz. Muvazzaf
kalabilmek için bir şansım var sanıyorum. Böyle bir devlette görev almağa bir şans de-
nilebilirse! Sanırım ki bizim Malzahn, ihtiyar Spranger'le bir-şeyler yapmak istiyor.. Başka
bir şey elimden gelir mi? Bir bankada mı çalışayım? Kocandan iş mi dileyim? Gelecek ay
ordudan on bin kişi daha çıkaracaklar.»
Leonore : «Benim oğlan da sizin alaya girerdi diye düşünmüştüm,» dedi.
VVenzlovv, soğukça bir edayla : «Senin oğlanın pek sağlam bir dayanağı var, hiç değil,»
cevabını verdi. Babası da muvazzaf kalıp firmayı yeğenine bırakmağı bir axa düşünmüştü.
Gerçi her neyse, küçüğün için hiç tasalanman gerekmez. Oğlan örnek mal satıcılığı
yapmıyacak günün birinde. Bir banka veznesinde oturur.»
Leonore, sessiz sessiz : «Oğlanın yarını için öyle pek tasalanmıyorum, sandığın gibi.
Hattâ onu seni düşündüğüm kadar bile düşünmüyorum. Aşırı hayâl gücüm yoktur.
Gelecek beni pek az heyecanlandırır. Günümüz daha çok ışık tutar.»
Sonra bahçede dolaştılar bir süre. Leonore, ümonluğu ve çardakları gösterdi. Amalie
halanın bahçe dedikleri o minicik dörtkende frenk üzümü toplayışı gözlerinin önünde
canlandı. Bahçıvana budama işinde yardım eden bir delikanlı döndü onlardan yana; kısa
kollu bir gömlek ve asker yeleği giymişti. Bahçıvan, günaydın diye seslenirken delikanlı
da ağzının içinden '..aydın' gibilerden birşeyler mırıldandı. Wenzlow, oğlanın bakışlarını
hiç beğenmemişti. Leonore: «Anasını babasını görmeğe geldi. Babası bahçıvan, anası da
aşçı kadm. Haklısın, bakışları benim de hoşuma gitmiyor.» «Tanrı bilir, bir halt
karıştırmıştır.. Đşgal altındaki bölgeye neden savuşmuş!» Kızkardeşi: «Burada hiç
anlaşılmıyor kimin ne olduğu,» dedi. «Bölge sınırını gizlice geçip bir sürü insan geliyor,
ötede başları derde girince.» Wenzlo\v : «Oğlan hiç hoşuma gitmedi,» demekle yetindi.
«Klemm'den rica ettim onu bir an önce geriye göndermesini. Babam bahçıvan burada
diye yerleşmeğe kalkışmasın. Sorgulardan ve kovuşturmalardan güvende hisseder burada
kendini.»
VVenzlovv, aşağı yukarı dolaşırlarken bahçıvanın, oğlunun bakışlarını üzerlerinden
ayırmadığını hissetti. Kız kardeşini kolundan tuttu, büyük tedirginlikle ve, ne diye
gözlerini diker bana, diye düşündü. Kim olduğumun kokusunu almağa çalışıyor. Rezil
kızılların hepsi de birlik. Rahat geçen izin sabahının, şu it yüzünden tadı kaçtı, diye kızdı.
Bahçıvanın oğlu da, ne diye bir daha baktı bana, diye aklmdan geçirdi; bütün bu
aşağılıkların hepsi de bir. Yürüyüş gösterileri, birlikleri, vatan cephesi sürüleriyle hepsi bir
hamurdan bu rezillerin.
Delikanlının «Vatan cephesi» ni kinli söyleyişiyle, Wenz-low'un «Kızıl serseri» diye
düşünmesi arasında hiç fark yoktu. Đkisini ayıran çizgi, Wenzlow'un en üst basamaktan
seyrettiği Ren nehri kadar derindi; yaz günlerinin aydınlık gökyüzü altındaydı ve sabahtan
daha mavi bir iz gibiydi. Ne var ki, saban kadar sessizdi, hem de hiç aydınlık vermiyordu;
mavilik derinlerden gelirmişcesine.

III

Gedikli Wilhelm Nadler, izinli olarak evine dönüyordu. Karısı mektuplarıyla dırdırlarmı
kessin, diye. Karısı, savaşırı âleti olmağı artık bırak, toprağmı artık bir düzene koy, diye
yazıp duruyordu. Mektupla yazmağı göze alamadıklarını karışma şimdi iyice açıklıyacaktı.
Söylenti olmaktan azbuçuk çıkmış yarın tasarılarını anlatacaktı. Sapanın arkasına
geçmenin, ya da büyük baş hayvan satın almanın, yeni ineğe yonca sağlamak için toprağı
yarıcıya vermemenin, ya da yine yarıcıya vermenin şu sıra hiç bir yaran dokunmıyacağmı
karısına iyice anlatacaktı. Çökmüş bir devlet yönetiminde bunlann hiç bir yararı
dokunmaz — bunu şu anda aklından geçirip ona anlatıyordu — eğer daha başka şeyler de
yapmazsam, diye anlatacaktı karısına. Böyle bir yönetimde yoksulluktan kurtulamazlardı.
Kendi durumunda olanların borçlannı bağışlıyacak yeni bir devlet, kansmm mektuplarında
durmadan sözünü ettiği yeni bir sundurmadan çok daha önemliydi.
Nadler en son istasyonda trenden indi. Scluwielow'e gölü kıyısındaki köyüne varabilmek
için bir saat kadar ormandan ve fundalık yerlerden yaya gitmesi gerekiyordu. Asker
çizmelerini ve yakasmda bölüğünün işaretiyle göğsünde demir haç nişanı sallanan eski bir
ceket giymişti. Arka çantasında, pazarları giymek üzere eve getirdiği pıhpırtıyı taşıyordu.
Cephe hastanesinde yatarken topallığı geçinceye kadar kullanmak için kesip yaptığı
sağlam sopası da yanındaydı. Dağda kullanılan baston lara, gezilen yerleri işaretledikleri
gibi o da başlıca savaşlar için birer çentik açmıştı sopasına.
Yaşlı ve ufak tefek biri karşıcı geldi. Selâm verdi ve yeniden karşılaşmalanndan duyduğu
büyük sevinci belirtti. Nadler, Meşe gazinosu'nu işleten Zeibel olduğunu yavaş yavaş
hatırladı; yaşı belli olmıyan ve boğum boğum kökleri gazinoya zorla girmiş bulunan yaşlı
meşeyle Zeibel -— köylü müşterileriyle birlikte — pek öğünürdü.
Nadler'in bu kadar zamandır köyünde görünmemesine ve şimdi bile bütün komşuları gibi
köye temelli dönmemesine şaşmıştı. Nadler, bu sözlerine, onu büsbütün bırakmadıklanm
ve başşehirde işlerin hâlâ karışık olduğu yollu bir cevap verdi. Onun gibilere hâlâ ihtiyaç
vardı. Berlin'de işler yolunda gitmezse bütün memleket çökerdi. Gazinocu, geçen kış silâh
seslerinin buralardan duyulduğunu anlattı. Kendi oğulları savaştan usan-mışlardı. Banş
andlaşması kötülerin kötüsüydü. Fakat sonu gelmiyen bir dehşetten, dehşet yanı ağır
basan bir son yine de iyidir. Nadler, bu deyimin yerinde kullanılmadığını söyledi hemen
atılıp. Kızıp köpekler ulur ve hırlarken cephe gerisindeki-ler kulaklarmı tıkamamış olsaydı
böylesine kötü bir banş and-laşmasma kimsecikler yanaşmazdı:
«Bizler memleketi düşmandan koruduk. Bizim üç yıl süreyle püskürttüğümüz Fransızlara
şimdi üç beş rezil buyur ediyor. Üstelik buna para ödememiz de gerekiyor. Yahudiler bu
para ödeme işinde yok. Oysa Rothchild tekbaşma bütün paraları kesesinden ödeyebilecek
güçtedir. Sadece biz, Zeibel sen ve oğulların gibiler, benim gibiler ve bütün kemikleri
kınlmış kardeşim Christian gibiler ödiyeceğiz bu parayı.»
Yaşlı ve ufak tefek adam, havadan sudan konuşmanın yerini kendisinin iyi bildiği bir
konuya bırakmasına sevindi. Gülmesini güç tutarak : «Herkesin kemikleri kınldı,» dedi.
«Bir erkek için çok önemli olan şey kaldı Christian'da, bereket.» Wilhelm Nadler, bu
Christian durumuna gelmiş bir delikanlıdan hangi kadın hoşlanır, diye korkusunu belirtti,
ihtiyar, böyle birisine bakmak için kafayı çevirmeğe değmez gibilerden, yan gözle bir
baktı. En çok ilgi duyması gereken bir insanın bütün köyün bildiğinin farkında
bulunmadığım, ihtiyar bir kez daha gördü. Zeibel böylesine bilgisiz birine yardım etmek
resmi gö-reviymişcesine, Nadler'in bütün savaş boyunca orduda kalmakla yetinmeyip
barıştan sonra da hemen memlekete dönmekten

yararlanmadığına yemden yakındı. Buna karşılık Nadler de, kendisi gibi erkeklerin şu sıra
ille de Berlin'de bulunmalarının gerekli olduğunu yeniden açıkladı.
«Böyle şeylere vakit bulanların çocuğu ve karısı yok. Böyle-lerinin kaybedecek hiç
birşeyleri yok, olayların içyüzünü öğreninceye kadar.»
Bunun üzerine Nadler yine cevap verdi, karısının güç durumda bulunduğunu bildiğini,
fakat erkek kardeşinin de ona yardımcı olabileceğini söyledi. Konuşma, ihtiyarın varmak
istediği yere gelmişti; ormandan çıkıp da fundalığa varınca, ailenin ve tarlanın her işini
erkek kardeşine yüklemekle komşusunun hiç de iyi etmediğini bir daha anlatmak istedi.
Wilhelm : «Evet, Christian yara aldı, gücü yerinde değil eskisi gibi,» dedi. «Yok, yok!
Orak için gücü yerinde değil. Oğulların da henüz pek küçük. Bu durumda karm Liese'nin
çok yorulması gerekiyor.. Fakat Christian daha başka bazı işler için güçlü. O işlerde de
kadının fazla yorulması gerekmez.»
Köyün ilk evleri arasında göl parıldıyordu. Nadler'i bir düşünce aldı. Köye varışlarını,
ihtiyarın yanından ayrılışını, evine giderken omuzuna vuranları, bakanları ve selâm
verenleri pek farketmedi.
Evin kapısı açılınca şerefine hazırlanmış yemeklerin kokusu çarptı burnuna. Karışma
bildirmişti geleceğini. Kadın temiz bir önlük bağlamıştı. Başının çevresine doladığı örgülü
saçları, pek uzun süre açık havada kalmış başakları andırıyordu; kimi yerlerin rengi
açılmış, kimi yerlerin de kararmıştı. Nadler, vücudunun biçimi biraz bozulmuş, diye
düşündü. Çilli yüz değişmemişti. Neşeli açık mavi gözler fıldır fıldırdı. Erkek kardeşi
Christiana süzdü. Tek bacağıyla sekerek geldi. Ya acele etmişti, ya da sakat bacağını her
adımda kalçası çevresinde sallamağa üşenmişti. Christian kardeşinin yüzüne hemen
bakmadı, yandan ve bir kaç defada baktı; bakışlarından kaçınmak ister gibi. Wilhelm son
beş altı yılda her çeşit karıya alıştığı ve kendi kadınına yabancılaştığı halde, gazinocunun
yolda gelirken sonunda kafasına sokmağı başardığı, pırıl pırıl beyaz ve tombul Liese şu
insan enkazı Christian'la işi pişirebilir düşüncesi, aklına gelince pek kızdı. Liese, baba
mütarekeden sonra memlekete gelişte yaptığı en küçük çocuğu sofrada emzirdi. Şimdiye
kadar çocuklarına hiç vakit ayırmamış olan Nadler, en küçüğünü inceden inceye süzdü;
öyle sapsarı, hattâ beyaz saçları vardı ki, bu yanıyla babadan çok amcasına benziyordu.
Christian piposu ağzında yere çömelmişti. Liese kocasına hemen saldırıya geçti. Nadler'in
mektuplardan ezbere bildiği herşeyi bir daha ortaya döktü: yeni bir inek, büyük baş
hayvan satıcısı Levi, yonca, yarıcıya verilen toprak. Sonra yeni bir şey dana açıkladı :
kocası köyde kalırsa Christian da bir kunduracı dükkânı açabilirdi, zenaati öğrenmiş
olduğundan; fakat o hemen şimdi gelmezse, Christian hep yanlarında kalmak zorunda
olacaktı, zira kunduracılığı Josef Vinkler de öğrenmişti ve bu küçük yer iki dükkânı
geçindirmezdi. Bu lâfların Christian'a aşın benzeyişle hiç uygun düşmediğini farketti.
Gelecek yır eve dönmeğe söz verdi. Sonbahara kadar bağlanmıştı. «Nasıl olur, herkes
yerine dönmedi mi?», «Seçkinleri alıkoyuyorlar. Zira işler altüst hâlâ.» Kadın: «Burada da
işler altüst,» dedi... «Evet, bizler düzeni getireceğiz. Şimdi bırak da önce milleti düzene
sokalım, memleketten yabani otları ayıklıyalım ki, senin tarlanda düzene kavuşsun!»
Zihninde kendi kendine bir çok defa tekrarladıklanm anlattı ama, sözleri düşündüklerinin
yarısı kadar bile güzel değildi. Susması gereken şeyleri biraz fazlaca açıklamasına
rağmen.
«Doğrular hele bir başa geçsinler, bak o zaman nasıl başka kanunlara kavuşacağız. O
zaman durumlarımız düzelecek, işlerimiz yoluna, girecek.»
Liese : «Millet için demek!» dedi. «Ben de Çinü değilim ya! Memlekete gelince, bizim
tarla da bu memlekette!»
Liese, pipo tütünü torbasını kanştıran Christian'ın tabakasını doldurmak için, ayağa kalktı.
Christian tütünü tazelenmiş piposunu alıp topallıyarak çıkınca, Wilhelm patladı : •
«Bir daha yardım edersen Christian'a, kemiklerini kırarım.»
Kadın korkmamıştı. Kocasına alaylı alaylı bakıp: «Bana bak, bir sakata böyle davranılmaz,
hele kendi erkek kardeşin olursa!» dedi. Yüzünün çilleri kıpırdıyor, kaygan mavi
gözlerinden sular fışkırıyor gibiydi. Wilhelm kestiremedi, kadının eiddi mi söylediğini,
yoksa şakalaşdığım mı? Böyle anlarda düşünüp karara varmayı pek beceremezdi. Büyük
bir şaşkınlıkla, yaman şırfıntı olmuş, diye düşündü. Liese, yarıcıdan toprağı geri almak
için Wilhelm köye sahiden döndüğünde, Christian'ın da dükkân açacağını büyük bir
sakinlikle söyledi.
Kadm, Wilhelm kırılmış bir yemliği çivilemek için ahıra gidince, Christian'ın yattığı odanın
kapısını açtı ve : «Wilhelm evde olduğu süre, rica ederim ortalıkta gözükme, elden
geldiğince. Ya kendisi bir koku aldı, ya da birisi kulağına birşeyler fısıldamış! Zamanla ben
konuşa konuşa onu inandırırım. Bu sürede aramızda hiç bir şey olmıyacak. Ne
mırıldanıyorsun öyle? Gidip çiftlik işlerine bakayım, yoksa çocuklar el açarlar. Evin
efendisi Wilhelm, kafasının içini karıştırmayım adamın.»
Christian, kadının yüzüne baktı; yandan değil, gözlerinin içine. Aklından, bu sözlere karşı
ne diyebilirim, diye geçirdi. Kadm haklı. Ona verecek hiç birşeyim yok. Avlularda org çalıp
dilenmek için Berlin'e gidemem tek bacağımla. Ne var ki, kurnazca bir kadm. Hayatı çok
iyi tanıyordu. Bir anda öyle şeyler düşünebiliyordu ki, benim gecelerimi alıyordu en
azından.
Wilhelm, karısıyla umduğundan daha çok keyiflendi. Ne var ki, tarlada çalışması için,
kışladakinden daha erken uyandırılıyordu. Kalktığında gökyüzünde yıldızlar henüz
duruyordu. Fakat daha önce uyanmış olan karısı hayvanları sağmış, kümes hayvanlarına
yem vermiş, kahveyi hazırlamış ve öğle yemeğini pişirmiş bulunuyordu, ineği
koşuyorlardı arabaya. Christian evde kalıyordu, sütleri teslim için. Çocuklar bindiriliyordu
arabaya. Büyükler yardım, küçük oğlan da, emzirilmek için. Kadın, elinde sopa ineği
yanında yürüyor ve arada bir dürtüklüyordu.
Wilhelm karısının arkasında yürüyordu. Tarlaya gitmeğe, çocuklara ve ineklere bakmağa
eski alışkanlığını yitirmişti. Tek tük komşularının seslenmesine, eski günlerinde gibi, tıpkı
hepsi gibi, ayaklarım sürükliyerek karısının ve arabanın arkasında yürüdüğünü
görmelerine de canı sıkılıyordu. Onun gerçekte kim olduğunu hiç biri göremiyordu. Oysa o
hâlâ silâhlı bir erkek, hayat ve ölüme sözü geçen bir insandı.
Kadın, en küçük çocuğunu, tarladaki sapan izlerinden birine koydu. Kocasından çok daha
çevikti, iki kısrağa bedeldi; alnında biriken terleri eliyle silip, çocuğun yattığı yere çabucak
bir göz attı; yavrucak, uçsuz bucaksız gökyüzünün altında ana kucağmdaymışcasına
rahat, uyuyordu. Elma ağaçlarının arasından gölün parıltısı göze çarpıyordu. Liese, orak
sallamağa önceleri pek alışık görünmiyen kocasından hiç de geri kalmıyordu. Kadm,
çocuğu emzirirken ara vermesini kapatmak ister gibi onu geçti az sonra. Bir vapur
düdüğü duyulmuştu. Wilhelm, bir başka dünyadan çağırılırmış gibi, kızdı. Kadının
çocuğunu bastırdığı iri ve beyaz göğsüne de kızıyordu. Orağını elma ağacına astı. Gidip
karısının önünde durdu ve : «Şu ak yün yığını Christian'a müthiş benziyor!» dedi. Liese,
cevabı düşünüp taşınmağa vakit kazanmak için, çocuğun emdiği memeyi değiştirdi. Sonra
: «Her ailede olur böylesi!» dedi. «Babana benzemiş.» Koca, orağını çekip aldı ağaçtan.
Evde bugünkü yemek, dünküne hiç benzemiyordu. Kışla karavanasından pek parlak
değildi. Sonra geceye kadar toprak eşelemek yine. Wilhelm, ömrüm son günüme kadar
hep böyle sürüp gidecek, diye aklından geçirdi öfkeyle. Sevgili tanrı onun için böylesini
uygun görmüş olmalıydı! Sen hesabını bizim ustayı düşünmeden yapmışsın, diye aklından
geçirdi. Bu deyimlerden «Sen» le tanrıyı ve «Bizim usta» yla da şu yüzbaşı Degenhardt
gibi bir adamı gözünde canlandırıyordu. Zira De-genhardt'ı gerçekten pek özlemişti.
Akşam yemeğinden sonra gazinoya gitti, yarım litrecik bira içmek için. Fakat çok
geçmeden bir kadeh ve arkasından bir kadeh daha ısmarladılar. Oysa başka zamanlar hiç
de eli açık değildiler. Fakat Nadler anlatmağa başlayınca dinlerken keyiflenmişlerdi. Giriş
yerinden doğru ve çizmelerin arasından dal çıtırdıları duyuluyordu. Bunlarda yurdunun
havasını bulacaktı, evde her şey keyfini kaçırmamış olsaydı. Hâlâ üniforma giyen — fakat
apoletsiz — genç köylüler, gazinoya girerken sırtına geçiriverdiği güzel ceketini merakla
süzüyorlardı. Bütün bu işaretlerin ne anlama geldiğini soruyorlardı. Nadler bunları
açıklamaktan hoşlanıyordu. Eskiden izinli gelişlerinde savaşı anlattığı gibi şimdi de
Berlin'deki çarpışmaları anlatıyordu. Bir zamanlar Fransa'da Maubeuge'e yaptıkları saldırı
gibi bu kez de Berlin'de gazete matbaalarına saldırışlarını anlattı. Alkışlar, günün aşağılık
çalışmalarını unutturmuştu.
Köylü Olsen, her zamanki yerinde büzülmüş oturuyordu. Liese'ye şimdi yonca için
gereken epiyce toprağı oydu koparan. 1916 da akciğerinden yaralandığı için memleketine
gönderilmişti. Fakat kır havasıyla biraz iyileşmişti. Olsen: «Ben payımı yeterince aldım,»
dedi. «Sizler Berlin'de patırtıdan hâlâ hoşlansanız da!» Nadler: «Kızıllarr işbaşma geürse
senin en son ineğine ve tarlana kadar herşeyini elinden alırlar Rusya da, olduğu gibi,»
diye cevapladı», «Iıh, uh, bunu buralarda kimse yapamaz. Savaşlarını bizim kesemizden
ödemek için en son meteliklerimizi de yürüteceklerini az önce sen kendin söyledin.
Yukarıda devlet ve aşağıda ordu bundan ötürü gerekli yine.» Nadler bu sözlere kızdı. Bir
kırmızı turp gibi — dünyada askerliğe böylesine yakışmıyan bir başka şey daha yoktu —
şuracıkta bütün hantallığıyla çömelmiş köylü Olsen'i hiç sevmezdi. Nadler, masanın
üstüne bir yumruk yapıştırmağı pek isterdi. Herifin canına okumak için, yancı anlaşmasını
şurada herkesin şaşkın bakışları önünde bozuvermeği de pek isterdi. Fakat olmazdı.
Sağduyusundan biraz daha kalmıştı. Öfkeyle, sarhoşluğu bile geçmişti. Anlaşmayı şimdi
bozarsa, artacak toprak için bir erkek daha istiyecek ve böyle olunca da onun burada
kalması gerekecekti. Bunu yapamazdı. Yeniden görev, almıştı. Yakmda kıyamet kopunca
onun gibiler gerekli olacaktı. Hükümeti devirdikten sonradır ki, memleketine ancak
dönebileceğine iyice inanıyordu. Yakında bjiyük bir çöküntü olacağını ve sonraki dünyanın
şu sıra yaşamak denilen şeyle kıyaslana-mıyacak kadar başka olacağına da iyice
inanıyordu.
Tarla işleri aşağılıktı, devlet vergi koparıyordu, Olsen ve yancıya verilen topraklan can
sıkıyordu. Hattâ Liese bile! Nasılını ve nedenini pek bilemiyordu. Fakat çöküntüden sonra
herşeylerin kendiliğinden değişivereceğine iyice inanıyordu sadece. O zaman kendisi de
çok daha ilerde biri olacaktı.
Kanlı ve alev alev savaş çılgınlığının, kimisine göre sonsuz acılar, kimisine göre sonsuz
keyifler veren ve içlerine yerleşmiş olan savaşın bir hiçlikle sona erivereceğine o da bir
çokları gibi inanamıyordu. Savaş çok daha güçlü — köylünün yoksul günlük hayatına hiç
benzemiyen — bir başka şey için sadece bir ön oyun olmalıydı! Bu dünya ile öteki dünya
kadar birbirinden değişik bir başka şey için!
Nadler önüne bakıp düşüncelere dalmıştı. Bira ısmarlayan da yoktu: hiç konuşmıyan
birine ne diye bira ısmarlasınlardı? Ayaklannı sürükliyerek eve yaklaşırken bir yerde bir
kapının çarptığını duyar gibi oldu. Şimdi Christian'ın yattığı mutfak yanındaki odaya koştu
usulca. Kardeşi, siperlerdeymiş gibi yatıyordu battaniyeye sanlmış. Öylesine horluyordu
ki, mobilyaları sallanıyordu. Hem hayâl kırıklığına uğramış, hem de rahatlamış olan
Wilhelm, kendi odasına geçti usulca. Liese'nin ancak saçları görünüyordu. Uyuyalı çok
olmuşa benziyordu. Uykudan kaskatı olmuş gibiydi.

IV

Marie'nin kalbi küt küt atıyordu, gazinonun kapısı açıldıkça. Yukan kattaki odasmdayken
merdiven başından doğru flyak sesleri duyunca da eli ayağı kesiliyordu. Yine yorgunla-
Öluler Genç kalır — F : 5
şıvermiş ve sararmıştı. Saçlarından daha koyu renkü gür kirpiklerinin gölgesi vurmuştu
ufacık yüzüne. Günün birinde Luise, onun bu saçma bekleyişine bir son vermek için —
onu üzmeği aklına bile getirmiyecek kadar iyi yürekliydi—: «Seninkini pazar günü bir
başka kızla gördüm,» dedi. Marie gözlerini aça aça bakınca: «El ele yürümekle
yetinmemiş, kol kola girmişlerdi,» diye devametti. «Hem de öylesine ki...» Marie :
«Doğru söylemiyorsun,» diye karşılık verdi. Bunu duyan Luise, doğruyu söylemişcesine
bir öfkelendi : «Ne hayalleri kuruyorsun sen!» diye çıkıştı. «Sersem, seni unutamazlar mı
sanıyorsun? Seni daha başkaları da unutacaklar günün birinde. Savaştan-beri öyle sevgili
güvenilir kalmadı. Savaş, erkekleri çeşni değiştirmeğe alıştırdı. Kızım sen şimdi onu
kafandan çıkarıp at ve iki numarayı bul!» Marie susuyordu. Luise'ye anlatamazdı, kendi
durumunun neden başka olduğunu. Đki insanın birbirileri için yaradılmış olabileceğini asla
anlıyamazdı. Bugün için de yarın için de, sağlıkta ve hastalıkta, iyi ve kötü günlerinde hep
birbirlerinin olabileceğini, ölüm onları ayırıncaya kadar. Ma-rie'nin sevgiü erkeği herhangi
bir nedenden ötürü ortadan kay-bolduysa günün birinde yine dönüp gelebilirdi.
Erwin ona bir gün olsun söylemiş değildi, ayrı olduğu zamanlar nerede bulunduğunu.
Marie için de gerçek yaşayış, o gelip kapıyı arkasından örtünce başlardı. Erwin'in son
geldiğinde başka zamanlarını nerelerde geçirdiğini söylemeği düşündüğünü, Marie
bilmiyordu. Arkadaşı bunu yapmaması için her zaman öğüt verirdi. En iyi kız bile, daha az
iyi huylu bir erkeğe içini dökebilirdi. Aşkı da kapsıyan gerçek hayat, en önemli iş
başarıldıktan sonra başlıyacaktı ancak. Bu oluncaya kadar herşeye kuşku duymak
gerekir.

Marie, o görünmez olalıberi daha iyi anlıyordu mutluluğunu. Şimdi olamadığı biçimde
birbirlerine iyice sokulup yanyana uzandıkları sıralarda bile, başlangıçta arada yükselen
duvar, henüz yıkılmamıştı.
Marie, çocuk oldu mu diye öteki kızlar gibi günlerini saymamıştı korka korka. Bunu
anlayınca işinden ayrıldı, Berlinde halası Emilie'ye gitmek için. Luise : «Benim zavallı
köpeciğim.» dedi. «Onun sana bir yardımı dokunur inşallah!»
Marie, Ankerde çalışmağa başlıyalıberi, şehre hiç gitmemişti. Rayların ve tellerin
karmakarışıklığında yolunu kaybetmiş ve şaşırmış gibi oldu. Fakat hiç bir şeye hayret
edemiyecek kadar aşırı yorgundu. Aradığı bulur mu diye, bütün yüzlere baktı.
Sandığından pek fazla insan vardı. Bu evler, tramvaylar ve caddeler kargaşalığının hiç bir
yerinde sevgilisiyle karşılaşamadı.
Belle - Allianz, alanında indi. Halasının çalıştığı hazır elbise atölyesi de, halanın; mutfak
penceresi de aynı avluya bakıyordu. Aynı avluya bakan bir zımba atölyesi de vardı. Bütün
duvarlar sarsılıyordu zımba makinesi çalışırken. Bir yaprak kadar ince ve hafif olan Marie
de sarsılıyordu beklerken. Bir yandan da hoşnuttu bundan. Dışardan sarsılırsa iç acılan
ya-tışırmış gibi. Kızlardan biri pencereden seslendi ve bekliyeni olduğunu halaya bildirdi.
O anda işinin başından aynlamıyacak olan hala anahtarı attı dışanya. Marie evin kapısını
açtı. Bir mutfak ve bir odaydı hepsi. Emilie hala savaşın ilk yılında cephede ölen
kocasından nesi varsa hepsini oraya koymuştu. Gelinlik çiçeği komodinin üstünde bir
camın altında duruyordu. Demir haç nişanı, evlilerin fotografían, kocanın yeni topçu
üniformasıyla resmi, Emilie halanın hoşlandığı anlaşılan her çeşit renkli baskı resimler
arasında, duvarlarda asılıydı. Çalışkanlığı, neşesi, ufak tefek, fakat kalçalan ve memeleri
iri vücudunun hoş görünüşüyle epiyce isteklisi çıktığı halde, bir daha evlenmeği hiç bir
zaman aklına getirmemişti. Çalışmakla hayatım kazanarak yalnız yaşamağa, sevgililerini
kendi seçip yine kendisi değiştirmeğe iyice alışmıştı; bu bir süıü özelliğinin tümünü, ölü
kocasına bağlılık saymaktaydı. Marie, kanatlı bir oğlan çocuğunu tasvir eden bir resmin
önünde kendi acısını bir an için unuttu. Oğlan alışılmış melek resimlerine benzemiyordu;
ayaklarının dibinde uyuyan bir gpnç kıza bakmaktaydı.
Aşağı avluda fabrika düdükleri çalınca Marie bir korktu. Az sonra hala çıkageldi. Şapır
şupur öpüştüler. Domuz pirzolaları kızartıldı. Sorular yağdı. Hala, çocuklar büyüyüveriyor,
diye düşündü. Marie, büyük bir sakinlikle anlatmağa başlamıştı; hala hiç kesmeden
sessizce dinlediğinden, hemen hemen kuru bir dille ve hiç çekinmeden anlatıyordu. Zira
Emilie halada zeki kadınlara özgü bir dikkatlilik vardı; bu gibi şeylerin dünyada hep
olageldiğini baş sallayışları ve her halleriyle belirtirlerdi. Uyarmalar, ya da üzüntüler falan
ileri sürmedi. Hemen işin pratik yanını söyledi : Marie bu evde onun yanında kalır ve
sofrasına oturabilirdi. Bütün bunların parasını Frau Haenische bir gitsin diye hemen
vereceği on Markı da, kazancından keserdi, küçük taksitlerle, Frau Haenische onun
göndereceği birinden fazla para almazdı elbette. Şimdiye kadar Emilie halanın bazı
isteklerini yerine getirmişti. îyi yürekli ve güvenilir bir kadıncağızdı. Hekimlerin olduğu
gibi, ilk defa bu işi yaptıranlar için, bir dinlenme odası da vardı. Kendi çocuğu olmıyan
Emilie hala, Marie'ye çocuğu gözüyle bakıyordu.
Marie önce pek kavramadı, halanın ne demek istediğini. Fakat Emilie hala, yeğeninin
ürkekliğini hissedince, iyice kızdı: «öyleyse ananın yanma, dön, Pellworm'a! Senin gibi
kurnaz kızı için pek mutlu olur. Bunu da istemezsin, değil mi? Başını belâdan kurtarmak
için yardım gördüğüne memnun olacağına!»
Marie, halanın söylediklerini bütün gece dinledikten sonra, sabah sabah Belle - Allianz
alanına koştu. Metroya binip Frau Haenische'e gitti. Yetişkinlerin öğütlerine uymağa,
küçüklü-ğündenberi alışmıştı. Bu yolculuğunda yüzlere bakıp aranmadı. Haline pekâlâ
alışmıştı. Şehre de dünkünden daha az hayret ediyordu. Frau Haenische'e gittikten sonra,
bundan böyle o yolda yaşanacaksa, hayatın manzarası çayırlık, ya da şehir olmuş, hepsi
birdi. Randevusuz gittiğinden orada bekliyen bir başka kızla karşılaştı. Kız hemen Frau
Haenisch'i öğdü ve hayattaki başarısızlıkları anlattı. Kız, belki yaslıydı da, karalar
giyinmişti. Erkeklerin genellikle düşüncesiz olduğunu anlattıktan sonra, kendisine önce
evlenme sözü verip başka bir kıza evlenme teklifi için sevgilisinin ortadan kaybolduğunu
söyledi. Kız : «Sizin de başınıza böyle bir şey gelmiş olmalı!» dedi; bağlı kalmıyan
sevgilisi kötü bir şeytanmış da bütün felâketler onun yüzündenmiş gibi. Frau Haenisch az
sonra geldi; bir çok çocuk doğurtmuş bir ebe kadın gibi temiz yüzlü ve şişmandı. Marie'ye
yarım saat sabretmesini söyledi. Marie, iki kapı ötesinde su sesleri, avluda çocuk
haykırışları ve evin önünde bir araba gürültüsü duydu. Deri kaplı divan, tanımadığı genç
kız yeterince dinlendikten sonra kendisinin de uzanacağı divandı belki de! O kızın
dediğine göre, sonra her şey yine eskisi gibi olacaktı. Bir kaç gün pek bir zavallı
hissederdi insan kendini. Sonra işine verirdi. Đlerde bu gibi tersliklerden korunmak için
gözü açılmış olurdu. Fakat yine bir terslik olursa, kurtulmanın yolu bilinirdi.
Marie başına gelecekleri ancak şimdi iyice kavrıyordu. Bunlardan sonra herşey yine eskisi
gibi olacaktı. Bundan böyle acı çekmiyecekti. Pek pek bir rastlantıyla ve arada bir aklına
getirecekti sevgilisini. Büyük sevgi bir duman gibi sönüvere-cekti. Fakat ya şu işe razı
gelmezse? Bunu yapmazsa eski durumuna gelemiyecekti. Bekleme süresi sona ermek
üzereydi. Kapıya kulak verdi. Ayağa kalktr usulca. Kapıyı açtı ve hiç gürültüsüz kapattı.
Metroya koştu deli gibi. Frau Haenisch onu geri çekiverirmişcesine.
Emilie hala yeğenini akşamüstü pek canlı ve keyifli görünce şaşırdı ve : «Siz gençler için
böyle şeyler pek kolay oluyor,» dedi. Marie şimdi kararını anlatmalı ve borç aldığı parayı
geri vermeliydi. Ne var ki, halanın sözünü dinlemediğinden, ondan birşey gizlemekte
güçlük çekmiyecekti. Pazartesi günü gitti halanın çalıştığı atölyeye. Halanın pek sevimli ve
becerikli olduğunu orada anladı. Fakat çoğu ikide bir gelip akıl danışan, ya da kahve içen
öteki dikişçi kızlarla arkadaşlık etmeğe hiç yanaşmadığını da gördü. Emilie hala, kızların
arada bir sevgi-

Merini getirmesine karşı değildi. Kendisinin de Hedemann caddesinde berberlik yapan bir
dostu sık sık gelip, gramofonunu getirirdi; adamın getirdiği pasta ve sandviçleri Emilie
hala öyle güzel hazırlardı ki, küçük dairesi bütün atölyedekiler için bir mutluluk yuvası
olurdu. Marie masayı kurar ve ayakbüfe-lerinde «iştah açmak için» denilenler gibi
tereyağlı küçük ekmekler hazırlardı. Bütün bunları çalıştığı gazinoda öğrenmişti. Fakat
gramofon çalınmağa başlayınca, oradan uzaklaşıyor-du.
Belle - Aliance alanındaki ağaçların altına oturdu. Hava kararmıştı. Herdeki metro
istasyonu giriş yerinde duran parlak U harfi, gecenin serin havasında yüzer bir yarım ay
gibiydi. Marie şu anda yalnızken, Erwin yanına sıraya oturmuş gibi geliyordu. Onun kül
rengi gözleri üzerine çevrilmiş gibi olmuştu. Benim odamdan çıkınca nereye gidiyorsun
hep, diye ona sormak yürekliliğini bile gösterdi. Çalıştığı o yerdeki arkadaşı Luise, —
geçenlerde onu görmeğe gelmişti — bir sorusunu pek kaba olarak; «At onu kafandan
büsbütün!» diye cevaplamış ve şöyle demişti. «Hayatını pek güzel düzene koymuşa
benzi-yorsun. O herifi hiç düşünme artık, çıkar kafandan! Alaşağı et şunu!»
Marie o günden sonra umudunu büsbütün yitirmişti. Fakat insanlar rüyalarından ve
hayallerinden en son vazgeçtikleri için, Marie de iki yanlı bir hayat sürüyordu. Beklemenin
çok saçma olduğunu bilmiyor değildi ve çocuğun doğumu için bir çıkar yol aranıyordu.
Fakat Metro istasyonundan alana çıkan insanlar arasında onun yüzünü aramadan da
edemiyordu.
Hiç de çirkin olmıyan bir delikanlı yanma oturmuştu. Metroda kontrol olarak çalışıyordu. O
da Marie'nin oturduğu yere giderdi hep. Marie'den gittikçe hoşlanmaktaydı. Bazı bazı bira,
ya da kahve içiyorlardı birlikte. Marie'yle evlenmek istediğini söyledi sonunda. Marie,
isteklisine, geri çevirmek için biç bir nedeni olmadığını söyledi. Fakat bir başka erkekten
gebe olduğunu da saklamadı. Metro kontrol memuru, kendisinin gerçekten tam bir büyük
şehirli olduğu cevabını verdi heyecanla. Genç kızların kendisini beklemesini istemeğe
hakkı yoktu ve ille kızoğlan kızla evlenmek diye düşünmüş değildi. Durumu evlenmezden
önce elbette yoluna koyabilirlerdi. Anasına bir şey söylemezlerdi, zira o halâ eski
kurallara sımsıkı bağlı bir kadındır. Marie, çocuğu doğurmak istediğini söyledi. Kontrol
onun bu sözü üzerine, şu sıra çocuklara yetecek kadar parası olmadığını söyledi. Bir kaç
yıl sonra aylığının ilk artürılışmda bir çocuğu olsun isterdi, ama öz çocuğu. Marie başka
bir şey söylemedi. Sonra da sessizce uzaklaştı.
Alandaki kum havuzunda itişen küçüklerle oynamasını pek istiyordu bazı bazı. Bunlardan
üçünü epiydir görüyordu. Şişmanlığına bakmadan kısa etek giyen ve saçlarını kısa
kestiren bir kadın getirip bırakıyordu onları sık sık. Çocukların anası olmadığı çok
geçmeden anlaşıldı. Kadın bir defasında Marie'den rica etti, çocuklara bakması için;
babası az sonra metrodan, çıkar gelir, demişti. Baba iş aramağa giderken çocukları ona
bırakıyordu baksın diye. Savaştan önce arabacı olarak çalıştığı taşıtçıhk firması
kapanmıştı. Kadın, komşulara her zaman yardım ettiğini söylüyordu, çocuklar da pek şirin
şeylerdi. Anacıkları baba Geschke savaştan dönmezden bir kaç hafta önce gripten
ölmüştü. Bu durumda, kadınsız bir ailenin ev işlerine bakmak boynuna borç olmuştu.
Kimseden borçluluk falan beklediği yoktu. Hem bu zamanda teşekkür eden var» mıydı?
Kadın, üç çocuğun burunlarını sildi; ikisi oğlan biri kızdı. Marie, oğlanların birinden
hoşlanmıştı; kestane rengi ve fıldır fıldır gözleri vardı. Arada bir koşup geliveriyordu
sıraya, Marie gitmiş mi, diye. Marie gülüyordu, oğlan da gülüyordu. Küçük kız hiç
bakmıyordu ondan yana. Sıranın çevresinde bir yarım yuvarlak yapıyordu. Kızın basık bir
burnu vardı. Burun deliklerinde, gözlerinde olduğu kadar bir sertlik vardı, ikinci oğlan
kuruydu. Gözleri açık mavi ve saçları açık kumral olduğundan daha da cılız görünüyordu.
Fakat sırım gibi ve neşeli bir oğlandı. Analık görevini kimin yaptığını umursamıyan bir hali
vardı.
Saçları dibinden kesilmiş, iri kafalı ve yaşlıca bir erkek, —sökülmüş apolet yerleri belli ve
haki renkte bir ceket vardı sırtında— kum havuzuna yaklaştı; çocuklarını ıslıkla çağırdı
eve dönmek için.
Komşu kadın çocuklara gözkulak olmasını Marie'den sık sık rica ediyordu. Bir defasında
evin anahtarını verdi, çocukları bıraksın diye. Dairenin içi pek perişandı. Kalmış bir sürü
eski şey vardı. Kadın hayattayken evin düzenli olduğu anlaşılıyordu. Balkon Marie'nin pek
hoşuna gitti, zira şimdiye kadar hiç bir balkona çıkmış değildi.. Çiçeklikler de
bozulmuşlardı; evin hanımının sağlığında yeşil çittiler elbette. Marie sütü ısıttı. Çocuklar
sütlerini içerken o da kurumuş yaprakları ve bozulmuş fUizleri ayıkladı. Sağlam kalmışları
da parmaklığa sardı. Burun delikleri yuvarlak kız gelip bir süre baktıktan sonra yardım
etti. Bu arada erkek de geldi. O günden sonra Marie çocukları daha sık bıraktı evlerine.
Sütlerini ısıttı, çorba pişirdi. Adam, arada sırada onunla karşılaşmağa alıştı, çok
geçmeden. Marie ona da iyi bir akşam yemeği pişirdi. Adam, daha önce komşu kadının
belirttiği gibi, teşekkür etmeğe hiç alışık değildi. Đşlerine baksın diye günün birinde alın
yazısının birini göndermesini bekliyen bir hali vardı. Aklıbaşında bir iş bekli-yen Marie'ye
de böylesi çok uygundu. Adam günün birinde bir yardımcılık buldu, bir yol ve
kanalizasyon ortaklığında. Şehir bakım yuvasının çocukları ne süre alabileceği sorusu çıktı
ortaya. Zira komşu kadına da yüzde yüz güvenemezdi,. Marie de mutlu bir rastlantıydı
ama, sağlam sayılamazdı.
O zaman Marie, çocuklar yatıp da adamla mutfakta yalnız kalınca, burada çocuklarla
temelli kalmağa hazır olduğunu söyledi. Adamın ikinci bir evlenme konusunda ne
düşündüğünü öğrenmek istiyordu. Geschke onu hayretle süzdü. Marie bakışlarını önüne
indirdi. Adam, gür kirpiklerin gölgesi vurmuş yüzü gözden geçirdi. Adam vurdum duymaz
ve somurtkanın biriydi, hep. Şimdiyse, yüreğindeki karanlık ışımıştı; şu yabancı genç
kızın yüzündeki ürkekük ve yas çizgüerinden esen açıklanamaz bir soluk, kendi yüz
çizgilerini de değiştirmiş gibiydi. Geschke : «Yavrum!» dedi. «Senin yaptığın şu teklifin
pek uygun düştüğünü söylememek düpedüz yalan olur. Ölmüş karımın kanatları olup
buraya uçabilseydi de şu mutfağın tavanından aşağıya baksaydı, sevincinden ağzı
kulaklarına varırdı, eve ve üç çocuğuna bakacak biri bulundu diye; bundan yana hiç
kuşkum yok. Zira bir insan eli, bakım evlerinin tümünden bin kat iyidir. Fakat yavrum ben
de sana bir başka şey soracağım. Bunun cevabmı doğru doğru vermelisin. Bana
körükörüne tutulduğunu düşünemem. Kendimin ne olduğunu biüyorum. Fakat senin gibi
çok genç bir kızm, bir sürü yükün altına gireceği bir evlenmeğe, hem de belirli bir gelir
olmayan ve gelecek ay para yetmezse diye herşeyi milimi milimine hesaplamak gereken
bir yere, istekli çıkacağını da aklım almıyor. Sana derim ki, budala yerine konulmak
istemiyorum. Herhangi bir nedenin varsa, onu da söyle!»
Pelhvorm sedlerinde yardımcı işçi olarak çalışan babasını hatırladı. Geschke de ondan pek
genç değildi. Đşler yine ters giderse kendi durumu ne olurdu?
Marie : «Çocuklara iyi davranacağım,» dedi. «Şu bir şeye yaramayan perde kumaşından
bir giysi dikeceğim kıza. Pazarları pasta da pişiririm. Sizlere iyi, çok iyi davranacağım.»
Bu sözler üzerine adam bir heveslendi. Acıyla körlenmişti. Çok daha önce de savaştan
ötürü. Yardım için bazı bazı uğrı-yan bu kıza hiç bir gün bakmamıştı alıcı gözüyle. Kızın ne
hoş ve tatlı olduğunu şimdi görüyordu ilk defa. Kaba bir sesle : «Şimdi söyle bana
bakayım, başından geçeni!» dedi. «Bize buraya yerleşmek istemenin nedenini açıkla.
Belki bir yerde hizmetçiydin! Yürekli ol da baklayı ağzmdan çıkar! Bir yerlerde belki bir iş
karıştırdın da şimdi ararlarsa diye korkuyorsun! Ortaya çıkabilir de! Nasıl? Bir daha
tekrarlıyorum: budala yerine konulmak istemem.. Böyle olmaktansa şu berbat halde
yaşarım.»
Marie, bunun hiç şakası yok, tıpkı babam gibi, diye düşündü. Beni kapının önüne
oturtacak. Bunun üzerine: «Hiç bir kötülük yapmadım, hiç bir suçum da yok,» dedi.
Geschke, düşünceli düşünceli : «Peki öyleyse!» dedi. «Fakat eninde sonunda daha başka
nedenler de vardır. Sözgelişi, aşk yüzünden, belki de öyle bir tasaya kapıldın ki, şimdi hiç
bir şey umurunda değil. Bundan böyle herşey vız gelir, diye düşünüyorsun belki de; ha
Geschke olmuş, ha bir başkası! Marie kaşlarını çattı. Geschke, tam üstüne bastım, diye
düşündü. Yazık! Şu pis dünyada bir gün de ben mutlu olayım pek isterdim. Akşamları eve
döndüğümde şu genç yaratık beni karşılasın. Bundan pek hoşlanırdım. Marie, ona da
yalan söylenemi-yecek babama olduğu gibi, diye düşündü. Emilie halaya ve Lu-ise'ye
yalan söylemek kolay. Şişman komşu bayan Melzer'i aldatmak da kolay ama, keyfim yok.
Aslında hiç canım istemiyor yalan söylemeği, tiksiniyorum.. Damdan düşer gibi : «Bir
çocuğum olacak,» dedi ve erkeğe dikkatle baktı. Ne olacaksa olsundu. Adam onu
yukardan aşağı süzdü. Ne iyi, ne de kötüydü bakışı :
«Bunu şimdiye kadar neye bir yoluna koymadın?» «Đstemiyorum.»
Adam, bakışlarını üzerinden ayırmadan: «Demek ben sormasam hiç söyleyeceğin yoktu!»
dedi. «Sonra da elin piçini bana yutturmağa kalkacaktın.»
Marie, usul bir sesle : «Belki!» dedi ve adamın kollarını tuttu. Korku ve kaygıdan kısılmış
bir sesle : «Senin çocuklarına kendi çocuğumdan daha kötü davranmıyacağıma
güvenebilirsin,» dedi. «Hattâ kendi çocuğuma daha az iyi bakacağım. Hiç kimseye de bir
şey açmıyacağım. Ne komşulara, ne de çocuklara! Bütün bunlar aramızda kalacak. Adam,
yumuşak bir tavırla : «Üç kişinin doyduğu sofrada dördüncü doyar, derler!» dedi. «Bunun
daha başkasını, yani: «Üç kişinin yarı aç yaşadığı yerde bir dördüncü aç kalabilir!» demek
de olur elbette. Durumun hiç de parlak değil. Benimle apaçık konuşmağa başladığına göre
ötesini de getir. Bir işe temiz başlamalı. Ayrıntıları hiç merak etmiyorum. Sadece bilmek
istiyorum, çocuğun babasının ne biçim bir insan olduğunu. Bizim gibilerden mi, yoksa
çalıştığın yerdeki küçük beylerden miydi?» Marie : «Hayır!» diye haykırdı. Sonra bütün bu
sorulara toptan bir son vermek için: «Öldü,» dedi. Bunu söylerken yüreğine bir ağırlık
çökmüştü. Korktu. Envin'in günlerine kendi elleriyle son vermiş, ondan en ufak bir iz bile
bir daha hiç göremiyecekmiş gibi oldu.
Geschke, hâlâ süzüyordu onu. Elini uzattı. Đşaret parmağını Marie'nin saçlarında
dolaştırdı. Bu çatının altında uzun bir süre ilk kez bir ışık beliriyordu yine.
Gelecek böylece hemen kararlaşmış oldu. Başka akşamlardan biraz daha fazla oturdular
mutfakta. Marie, Geschke'nin sorması üzerine, Pelhvorm'daki ailesini anlattı duraklıyarak.
Ailesine bağlıydı. Kendisiyle ilgili şeyleri anlatmağı sevmezdi. Emilie haia'yı anlattı.
Geschke, onu çağırsak, diye ısrar etti. Evleneceklerde herşeyi gereği gibi yapmalıydılar.
Marie, evine dönmezden önce, Belle - Alliance alanında bir süre oturdu, yalnız
kalabilmek, için. Bütünüyle pek memnundu ama, hüzünlü ve düşünceliydi. Arsız arsız lâf
atanları bir el işaretiyle savdı. Daha sonra, metrodan çıkan kalmadı.
Bu arada Geschke de tekbaşına mutfakta oturmaktaydı. Kızcağız eninde sonunda
doğruyu söylemişti. Bu genç kızların işlerinden pek anlamazdı. Bugünün kızlarının eskiden
analarının doğurduğu sayıda çocuk aldırdığını bazı iş arkadaşlarının gevezeliklerinden
duyardı. Marie oğlana cügmca tutulmuş olmalıydı. Sadece hoş ve yumuşak bir kız değildi;
savaş ve düşman ateşi olmıyan bir şey için deyim yerindeyse, yürekli ve dayanıklıydı da.
Şu anda parmaklarında onun sert saçlarını hissediyordu. Ne olursa olsun onu şu anda
arıyordu.
Emilie hala bu haberden pek şaşırdı. Çok çocuklu bir erkekle evlenmesinden hiç
hoşlanmadı önce. Ne var ki, genç kız-

îarm sağduyu nedenleriyle yola getirildiği hiç görülmemişti. Yeğeni bu adamda çekici bir
yan gerçekten bulduysa, o büyük dert için Frau Haenisch'e gitmesi hayatına yeni bir yön
vermiş demekti. Pazar günü çağınlmasından ayrıca hoşlanmıştı da; bütün eğlence ve
değişikliklerden hoşlanırdı.
Marie, ilerde kendi evi olacak daireyi süpürdü, çocukları yıkadı ve söküklerini dikti.
Geschke çocuklara söylemişti yakında yeni bir annelerinin geleceğini. Oğlanların büyüğü
Marie'-nin çevresinde döneniyor, bir şey umurunda olmıyan en küçük ise hiç ağzını
açmıyordu. Kız, asık suratla bakıp duruyordu. Marie, balkondaki çiçeklikler için küçük bir
kese kâğıdı tohum aldı. Yüreğine kurşun gibi bir ağırlık çökmüştü. Mutfakta hamuru
karıştırırken dişlerini sıkıyordu.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Marie'nin göğsü ve kalçaları hâlâ öyle çelimsizdi ki, Geschke, arada bir kafasını sallıyor ve
söylediklerinden kuşkusunu belirtiyordu. Adam, önceleri aklından geçmiyecek kadar
tutulu vermişti, Marie'ye. Kendi yaşında bir erkeğin, savaşın ve çalışmanın yıprattığı asık
yüzlü ve ciddi birinin kendinden geçip bir tek şeye saplanmasını saçma buluyordu.
Kirpikleri gür, alnına düşen saçlarının dip kısmı daha da açık renk olan parlak kumral
saçlı, bu çelimsiz kıza tutuluvermişti. Böylesine genç ve yumuşakbaşh biri ona bugüne
kadar sokulmuş değildi. Gerçek hayatta açıkça belli olmıyan şeyleri gözünde canlandırabi-
lecek hayâl gücünden yoksundu.
Geschke, yol ve kanalizasyon işleri ortaklığının taşıt servisinde şu sıra yardımcı bir iş
bulmuştu. Dört savaş yılında hiç bakılmamış olan metro baştan başa onanlıyordu.
Gschke'nin evden kolayca yaya gidilen depolardan kamyonlara yükletilen malzeme,
çalışma yerine taşınıyordu. Geschke, böyle bir iş bulmasını bile Marie'nin şansına yordu,
kızcağızın hayat çevresinde olup bitenleri, odasının dört duvar arasını düzene koyar gibi
bir olanağı varmışcasına.
Marie, hiç bir işe yaramıyacak kalıntılardan bile şaşılacak kadar lezzetli yemekler
pişiriyordu. Çamaşırlar, mobilyalar, hattâ duvar kâğıtlarının bile görünüşleri yavaş yavaş
düzeli-yordu. Çocukluğunda bile evinde en ufak bir leke, ya da düzensizliğe
dayanamadığmdan alaya alırlardı onu. Bir komşunun camını siliverir, ya da yolda bir kız
çocuğunun saç örgüsünü düzeltirdi. Bir defasında ayakkabısının bir düğmesini kaybetmişti
de paraymış gibi ısrarla aramıştı. Şimdi de, başka insanlara bir yük gelen ev işinin üzerine
atılıyordu çılgınca. Geschke'-nin gösterdiği iyi yürekliliği, konukseverliğin altında kalmak
istemiyen biri gibi, karşılıksız bırakmak istemiyordu. Çocuğunu dünyaya getireceği şu dört
duvarın arasında kendini pek rahat buluyordu. Şimdiye kadar dünyanın bütün güçleri
doğurmasına engel olmuştular sözbirliği etmişçesine.
Geschke, kızın mutlu olduğunu sanıyordu. Marie'nin yüzünde ara-sıra bir gölge
farkederse, ilk defa doğum yapacağından korkuyor, diye düşünüyordu. Bütün insanlar
dünyaya bu yoldan gelir, diye yatıştırıyordu Marie'yi. Đlk karısını gittikçe hatırlamaz
olduğundan ötürü kendi kendisini suçluyordu. Kadıncağız tıpkı kendisinin huyundaydı, iyi
yürekli ve somurtkandı. Çocuklar için yakınır dururdu. Marie'ye çok kolay geliyordu bu
işler, büyük bir çocuğun küçüklerle oynaması gibi. Kuru ve pek yaramaz olan Franz,
eskiden yaptığı gibi bir pazarda, ya da yapı yerinde sürteceğine şimdi evde kalmaktan
hoşlanıyordu. Büyük oğlan Paul, utangaç huylu babasından daha çok yakınlık
gösteriyordu, ölmüş anaya pek benziyen küçük kız bile şimdi Marie'ye bağlanmıştı.
Çoeukların üçüne de bir çeviklik ve aydınlık gelmişti, yeniden doğmuşlar gibi. Marie, eski
çamaşır sepetini beşik yapabilir miyim diye günün birinde korka korka sordu. Geschke
yeni karısına öylesine alışmıştı ki, doğacak çocuğun başkasından olduğunu düşünmedi
bile. Bu evde doğacak dördüncü çocuk olacaktı. Marie, sevgilisinin günün birinde yine
ortaya çıkabileceğine inanmıyordu artık. Ama yalnız kalınca Ervvin rüyalardan örülü bir
ağın üzerinde her
zaman gözünde canlanıyordu. Marie, ona doğru koşuyordu, yeni doğmuş çocuğunu
kollarında tutarak. Sonra, Geschke'yi sahiden yüzüstü bırakıvermiş gibi oluyor, ev işi
bitince, hayalinde işlediği bu suçu unutmak için epiyce güçlük çekiyordu.
Aynı yapıda oturanların hepsi de şaşıyordu, Geschke'nin böylesine talihli çıkmasına. Ek
karısının ölümünden sonra arada bir çocuklara bakmış komşu bayan Melzer, bu
evlenmede çürük bir yan bulunduğu kanısındaydı. Kadın kızıyor ve bu kızgınlığının
nedenlerini araştırıyordu. Marie'nin yüklendiği ağır yükten ötürü yakınmamasına, hattâ
buna yapılması gereken bir görev gözüyle bakmamasına, kızıyordu. Başkasının ah of
edeceği bu kadar işten mutluluk bile duymaktaydı! Komşu kadının gözünde bu çift, hiç de
eş değildi birbirine. Yaşlanmağa başlamış olan somurtkan Geschke ve körpecik Marie!
Kadın, bir şeyler öğrenebildi mi diye, başının etini yiyordu kocasının. Bay Melzer,
savaştan önce tabağcıydı. O da şimdi geçici bir işde çalışıyordu. Eskiden bazı bazı
Geschke'lere gelirdi. Bayan Melzer çabucak kızmakla kalmaz kızmak için fırsatlar da
aranırdı. Oysa kocası, komşularm hayatlarına pek fazla burnunu sokmamakdan yanaydı.
Yıldızlar aleminde en son keşifler, merih'te durum ve dünyanın gidişinin bütünü gibi çok
daha önemli şeyler onu ilgilendiriyordu. Bu gibi sorunlarla Geschke'ye gider, o da hiç
konuşmadan dinlerdi onu. Geschke'-nin yeniden evlendiğinin pek farkında bile olmuş
değildi. Gesch-ke'nin mutlu evliliğinden karısı gibi sonraları hoşlanmaz oldu. Zira
dinleyecek birinden olmuştu bu yüzden.
Lorenz gazinosu, Geschke'nin oturduğu sokakta ve evin hemen karşısındaydı. Geschke,
ev için bir şişe bira almağa uğramıştı. Onu alıkoydular : «Biraz da bizimle kal burda
eskiden olduğu gibi,» diyerek, «ihtiyar erkek kediler gibi ne dönenip duruyorsun
yukarda?» Geschke bu sözlere hiç cevap vermedi. Alt katın kiracısı Triebel'in alaycı
bakışlarla vereceği cevabı beklediğini görmüştü. Savaşta beraber bulunmuşlardı. Fakat
burada aralarında sadece bir kat bulunduğu halde pek az konu-

surlardı, konuştukları zaman da pek güzel sözler söylemezlerdi birbirlerine. Fakat bu


Lorenz gazinosunda, Triebel dahil herkesle konuşulabilirdi pekâlâ. Siperlerde olduğu gibi
dostça konuşabilirlerdi.
Geschke şişeyi alıp yukarı çıktı ve akşam yemeğinde Marie ile birlikte içti. Marie çok tatlı
ve sevimliydi, ama her zamandan daha sessizdi. Geschke, adamlar pek de haksız
değiller, neden aşağıya gitmeyim bir defa olsun, diye düşündü. Kızı eümden kaçırmam.
Marie, hareketsiz ve yorgundu, ilk defa olarak, benim yüzümden değil ya, diye aklından
geçirdi. Kalkıp yine dışarı çıkmağa davramnca, Marie pek sevindi, bu sayede başımı
dinlerim, diye.
Triebel tezgâhın önünde eski yerinde oturmaktaydı. Çevresini sarmışlardı. Geschke
güçlükle aralarına sokulurken, elden kaçırdığının farkında bile olmadığı birşeye yine
kavuştuğunu anladı, içkiyle başı pek hoş değildi, işsiz haftalarda olsun, çalıştığı zamanlar
olsun para durumuna pek dikkat ederdi. Fakat çevresini sarıveren ve kavgaya çeviren
havadan ötürü bir canlılık hissetmişti kendinde. Geschke, savaştan döneliberi hep yalnız
yaşamıştı. Kendi içine iyice kapanmıştı. Uzun süre yabancı ülkelerde kalmış birinin
memlekete dönmesi gibi bir duygu vardı bu akşam içinde. Çevresinde eski tanış yüzler
vardı. Buradan uzaktayken de duyduğunu sandığı adlar üzerine tartıştıklarını duyuyordu,
ilk karısının ölümüne üzülmesi ve ikinci evlenmesinden mutlu olması sırasında uzak
kaldığı çıplak gerçekler şu anda kulağının dibinde konuşuluyordu. Ebert, devlet
başkanlığına seçilmişti. Triebel, imparatoru istemiye is-temiye tahtından indirmiş olan bu
Ebert'tir, diyordu. Sparta-kistler şimdi komünist diyorlardı kendilerine. Geschke susuyor
ve hiç lâfa karışmıyordu. Triebel, siperlerde de kavgacının biriydi. Sık sık gelirdi sipere.
Mütareke olmasaydı kim biür ne işler açardı başına! Herkesten daha önce ve birden pek
çok şeyi, hem de yüksek sesle isterdi. Sözgeüşi, şu mütarekeyi!
Triebel, işçiler ve askerler şurasının önündeymiş gibi ayağa fırladı birden ve bilinmez ülke
Sovyetler Birliğini övdü;, onun, kontrolü güç ve büinmez olayları ateşli ateşli anlatması
duyulurdu her zaman. Kabak kafasında gözleri parıldıyordu.
Geschke, ceza evinden birine benziyor, günün birinde oraya düşer, belki de, diye aklından
geçirdi. Gazinocu oğlu, Lorenz, lokalin sahibi kendisiymiş gibi, pek temkinli karşıladı onu.
Geschke, baba Lorenz'e ötekilerden daha sık rastlardı. Schulze için para almağa gelirdi.
Geschke, parayı önüne koyardı hemen. Aynı istasyonda ve aynı gişeye parayı verir gibi.
Kimi gün üzüntülü, kimi gün neşeli. Genç Lorenz, Triebel için, onun öğütlerini hep yerine
getirirsen burası da Rusya gibi altüst olur, cinayetler ve öldürmeler birbirini kovalar,
diyordu soğukkanlılıkla ; müttefikler sadece, Ren'e değil, Spree kıyılarına da girer ve
devlet hapı yutardı. Ebert bunu önlemişti.
Triebel, böyle bir devletin hapı yutmasından hiç bir zarar gelmez cevabını verdi öfkeyle.
Geschke bir karara varmış değildi. Bir çok şeyi yeni buluyor, bir şeyi de eskimiş sayıp,
bıkmadan usanmadan hep aynı şey çevresinde nasıl dönenilir diye, şaşıyordu.
Düşüncelere öylesine dalmıştı ki, bira altlıklarından bir ev yaptı farkında olmadan. Sonra,
ilk karısını nasıl da üzmüş bulunduğunu hatırladı. Haftalardır onu hiç hatırlamamış-tı, aklı
genç karısmdaydı hep. Sonra, kendi hayatını hatırlayınca, böyle düşünceleri bıraktı. Daha
önceleri de bir çok defa kulağına çarpmış olan iki adı duyup kulak verdi. Bütün şehri
ayaklandıran o kadınla o erkeğin ocak ayında öldürülmüş olabileceğine inanamıyordu.
Şimdi yazdı, ancak bir altı ay geçmişti. Onların öldürüldüğü haberini, kendi hayatıyla ilgili
söylentiler gibi, duymamıştı bile; oysa, heyecanlı olaylara kendilerini kaptırmış kimseler,
istekleri ve vaitleri büyük alanlardan ve caddelerden ta onun evine kadar ulaştırmışlardı.
Anılar Geschke'nin kafasında yavaş yavaş canlanıyor gibiydi. Buradaki durum, ocak
ayında olduğu gibi, heyecanlandırıcıydı. Kadr

nın öldürüldüğü gündenberi kanalın dibinde kalmış cesedini ancak şimdi bulup
çıkarmışlardı. Haber yeni duyulmuştu.
Geschke: de, ötekiler gibi oldu birden. Liebknecht'in gömü törenine katılan çok değildi.
Polislerin sayısı çoktu. Asker birliklerinin yürüyüşleri, coplar, tutuklamalar, tükürenler,
ıslık çalanlar da pek boldu, mezarlığa giden yolda. Kadının cesedinin uzun süre dibinde
yattığı Landwehr kanalının suları, gecikmiş de olsa, gösterişsiz bir gömü törenine izin
vermiştiler sonunda.
Triebel, o tarihte yolun kenarında durup, utançlarından tükürenlerin sayısı pek çoktu, diye
anlatıyordu; zira, törene katılmaktan korkmak ve törene gidenlere tükürmek korkaklığı
arasında, sanıldığı kadar büyük bir fark yoktur. Çünkü, bir harekete ayak uydurmaktan
korkanlar bir neden ararlar, korkmayıp gidenleri hor görmek için.
Triebel, anlattıkça anlatıyordu. Daha önce bir çok kez anlattıklarını bir daha anlatıyordu.
Liebknecht'in cesedini aramışlardı bir süre. Onun yolda öldürüldüğünü biliyorlardı. Morga
birini göndermişlerdi. Hiç bir yerde ceset yoktu. Bunun üzerine o adamı morga bir daha
göndermişlerdi gerisin geriye; ölüyü bulması gerekiyordu, bulmalıydı ille de. Bulacaktı.
Adam, morg direktörüne dayatmıştı, emir versin de, alt mahzeni arayım diye. O
mahzende cesetler buza konulurdu. Adam oraya bırakıldı sonunda ve biraz arayınca da
buldu, Liebknecht'in cesedini. Buzların arasındaydı.
Geschke, anlatılanları can kulağıyla dinlemekteydi. Buz hikâyesini ilk defa duyuyordu. Hiç
hoşuna gitmemişti. Ürper-mişti. Ölünün dondurulmuşu daha da hareketsiz oluyordu.
Devlet, işine gelmiyenlere karşı olağanüstü şeyler yapıyordu. Oturduğu şu meyhane,
Geschke'ye donmuş ve iğrenç göründü. Yapılacak yeni gömü törenine katılacaktı. Yad
illerden dönmüştü. Bu şehir kendi şehriydi ve kendi arkadaşları böyle aşağılık şeyler
yapmazlardı; bunun böyle olduğunu şu Triebel'e ispatlıyacaktı. Fakat bundan ötürü de
Triebel'den hoşlanacak değildi.
Marie, hayret etti, Geschke mezarlıktan acaba vaktiyle dönebilecekmiyim deyince; yaya
dönmezse en azından kırk beş dakika isterdi. Marie, ilk karısının mezarına gitmek istiyor
sandı önce; öldüğü gündü belki! Fakat merdiven başında konuşulanlara kulak verince,
Rosa'nın gömü töreninin bugün yapılacağını ve Geschke ile bir sürü arkadaşının oraya
gideceğini öğrendi. Karısının ölüm günü, Geschke'den gayrisini mezar başına çekmezdi.
Hem, ilk karısının adı Rosa değil, Anna'ydı. Đnsanları böylesine heyecanlandıran şeyin ne
olduğunu yavaş yavaş anladı. Gölün öte yanındaki köyünde dünyadan habersiz yaşamıştı.
Akşam olunca Lorenz uğradı ve Rosa'nın gömü törenine gitmeğe neden karar verdiğini,
Geschke'ye sordu.
Gechke, ne senden ne de Triebel'den akıl danışacak değilim, diye düşündü. Şu ikisinden
çok önceden beri «onların arasm-da»ydı! «Onların arasında»yım derken, kendisi de pek
bilmiyordu, bu deyimle halkı, işçileri, ya da günlük hayatı anladığını.
Geschke, meyhaneciye: «Telâşlanma!» dedi. «Ne yapacağımı ve ne yapmam gerektiğini
şimdi ben biliyorum.»

Bayan Melzer'in keyfi yerine geliverdi, bir sabah Geschke uğrayıp, bizim evi bir
toplasanız, diye rica edince. O gece erken bir doğum olmuştu onlarda. Bayan Melzer,
inanılmaz bir yardımseverlikle ve melekler gibi uçarcasına yukarı kata koştu. Kundaklara,
kahve değirmenine ve tencerelere atıldı, öfkesini onlardan çıkarmak ister gibi. Küçük
oğlan erken bir doğum için pek iri sayılır, diye görüşünü belirtti. Geschke: «Olabilir!»
cevabını verdi. Bayan Melzer, Belle - Allianz alanında çocuklara bakarken Marie de ona
yardım etmişti. Geschke o sıralarda kızın yüzüne bile bakmazdı.
Geschke : «Sizin gözünüzden de hiç birşey kaçmıyor!» dedi. Duyduğu müthiş merakla
herşeyi öğrenmek istiyen kadın, yüzsüzlüğü göze alarak, beklenmedik erken bir doğum
için yatak takımlarının yeni değişmiş, hattâ beşiğin bile hazırlanmış bulunduğunu,
yemeğin önceden pişirilmiş ve kundak bezlerinin katlanmış olmasının hiç de umulmaz bir
rastlantı olduğunu, söyledi.
Geschke; «Rastlantılar böyle olur!» dedi. «Rastlantılar şimdi Berlin'de hiç beklenmeden
oluyor.»
Kollarını başının altına koymuş olan Marie sakin sakin dinliyordu; karşısına çıkıvermiş olan
bu adam hiç de kötü değildi. Frau Melzer sütünün bolluğunu ve çocuğun iştahlı emişini
öğünce pek sevindi.
Yeni doğmuş çocuğu görmek ve Frau Melzer'in yol göstericiliği altında odaya bir göz
atmak için, komşu kadınlar geliyordu. Bu yağlı bakışlar altında çocuğu kirlenmiş
görünüyordu gözüne. ■ Fakat şimdi komşuların gevezeliği ve aptal aptal bakışları
arasında, nur topu gibi sağlıklı yavrusunu kollarında tutarken, arkada bıraktığı bütün
sıkıntıları — yeniden başına gelmesinden korkarmış gibi — unutuyordu.
Oğlu, kollarının arasındaydı işte. Dünyaya geldiği yer cennetten bir parça değildi ama,
çok daha berbat yerler de vardı. Başını kapı arasından sallamakla yetinip, getirdiği birkaç
yumurtayı bırakarak uzaklaşıveren yaşlıca ve saçları iki yana taranmış olan kadın,
Marie'nin pek hoşuna gitmişti. Hediye yumurtalara da, kadının sokulganlığına da
öfkelenmiş olan bayan Melzer, onun kocası Treibel'den yaşlı olduğunu söyledi; kadının
başka zamanlarda Geschke'lere gelmişliği hiç yoktu. îki erkeğin arası kediyle köpek
gibiydi.
Aynı koridordaki bir dairede oturan Gustav Melzer de geldi ve bir gökyüzü haritası getirip
çocuğun hangi burçta doğmuş olduğunu gösterdi. Nelerden sakınması ve nelere
güvenmesi gerektiğini de anlattı.
Bayan Melzer : «Đşte böyle, Marie!» dedi. «Erken doğumla vaktinde bir doğum arasındaki
fark!»
Marie, kadın biraz çenesini tutsun diye, iki yumurta hediye etti. Kısacık ve çiçekli bir
entari giymiş halası gelip her-şeyi gözden geçirmeğe başlayınca Marie daha bir ürktü.
Emilie halanın, Frau Haennisch için borç verdiği para olduğu gibi duruyordu saksının
altında. Ömrü boyunca hiç bir gün oyun bozanlık etmemiş olan Emilie hala, Marie'nin
sütünü övdü, bayan Melzer'in sunduğu kahveyi içti; kahveye pek düşkündü, günün hangi
saatinde olursa olsun, içerdi.
Marie, iki kadın gevezelik ederken uyuya kaldı. Kadınlardan biri pek keyifli, öteki ısırıcı
konuşmaktaydı.
Marie, balkonu şöylesine bir yalayan güneş ışığına çocuğu koydu sepetiyle; balkon,
evlerin dış yüzlerine yapıştırılmış gibi duran öteki balkonların arasında bir kuş yuvasını
andırıyordu. Şehrin merkezinden bu dış semtlere doğru insanların akışının sesi
duyuluyordu balkondan; köyünde suların çağıltısını duyar gibiydi. Duvarlara ve yollara da,
köyündeki gibi, batan güneşin ışınları ve bulutların gölgeleri vurmuştu. Derin bir
memleket özlemiyle umutsuzluğa kapılmaktan korktu; buraların korkunç dopdoluluğu
içinde tükenir gidebilirdi. Köyünün o sonsuz bomboşluğunda okluğu gibi.
Geschke, işinden döndüğünde yavrunun sesini ve kundak kokusunu duyunca, bir çocuk
daha, diye düşünüyordu. Bir haftaya kalmaz Marie yine eski haüni alırdı. Marie'nin eski
halinin nasıl olduğunu pek bilemiyordu gerçi. Fakat hayatın eski temposuyla sürüp
gideceğini biliyordu. Bu hayat biraz daha yüklü, biraz daha çetin de olsa, sonraları bu
şimdilerin hayatına eski günler, denilecekti. Đki oğlan bu yeni erkek kardeşi pek umur-
samamışlardı. Somurtkan Helen ise, o kocaman burun delikle-riyle alay etmiyen ve çok
geçmeden süt şişesinden emzirebildiği küçüğe karşı yakınlık gösteriyordu.

Geschke son günlerde Lankwitz semtinde odun yüklemeğe gitmekteydi. Bir sabah çok
erken yolda kamyonunda küçük bir onarım gerekti ve her zamankinden az geç vardı
depoya.
Đşinden olmak korkusuyla müthiş acele etmişti. Bir iki engeli aşmak için dolambaçlı bir yol
izlemesi gerekti. Bunun nedenini anlıyamamıştı, depoda öğrenecekti. Duvarlara
yapıştırılmış afişlerin önünde hiç oyalanmadı.
Deponun ve kamyon parkının bulunduğu yer tahtalarla engellenmişti; dün boşlatma
işinde birlikte çahştığı iki arkadaşı nöbet beklemekteydi. Onu görünce hemen koşup
yanma geldiler. Sesleri, giriş yeri önünde bekliyen insan yığınından yükselen seslere
karıştı. Đş yerini bırakıp kocaman bir yığın oluvermiş gibiydiler. Đş yeri o olağanüstü
bomboşluğuyla ürkütücüydü. Dökülmüş kumlar, fırlamış araba okları ve tekerleklerin
nedeni anlaşılır gibi değildi. Đşçilerden çoğu, Kapp'ın adamlarının şuraya buraya
beyanname yapıştırışmı görmüşlerdi, Geschke gelmezden önce. Kimin verdiği bilinmiyen
acele bir buyruğa uyar gibi hemen yırtınışlardı yapıştırılan afişleri. (*)
Gözleri parhyan ve daha sakalları bile çıkmamış olan çok genç bir oğlan, giriş kapısının
hemen yanındaki musluğu çevirdi; susuz kulları içsin diye tanrı kayalardan su akıtınca
gü-lümsiyen bir azizi andırıyordu. Ne var ki, bu genç, suyun akması durduğu için
gülüyordu. Mucize olmuş ve grev gerçekleşmişti. Geschke, suyun akmasını durduran
kendisiymiş gibi, büyük bir ciddilikle bakıyordu; ağzı ve gözleri küçülmüştü. Hiç
tereddütsüz ve hiç bir fakatsız kendini bütünüyle o kesin karara veri-vermiş bir hali vardı.
Sadece su, havagazı ve günlük hayat için önemli daha başka şeyler kesilivermekle
kalmamış, o güne kadar hayat için çok önemli saydığı ve kafasında yerleşmiş düşünceler
de duruvermişti. Hayatı kötülerin kötüsüydü. Şu sıra kendilerinin hükümet olduğunu
söylemeği göze alan o pis köpeklerin bildirileri Vız gelirdi. Fakat o herifler yerlerinde
kalırsa, hiç bir gelişme umudu kalmaz ve herşey temelinden batardı.
Geschke kimin haklı olduğunu pek kestiremiyordu; belki Lorenz, belki de Triebel haklıydı!
Fakat iyice bildiği bir şey vardı: von Kapp ve general Lütvvitz işbaşında kalırsa, daha iyi
bir hayat için kafa patlatmanın hiç bir anlamı olamazdı. O zaman sadece daha iyi bir
hayat değil, daha iyi bir hayat için en küçük bir umut kırıntısı da yok olurdu. O pis
çevrenin kişileri saraylarına ve bakanlıklarına yine yerleşmeği ve savaşta canından
bezmiş millete kan kusturmağı ummaktaydı. Geschke, bu küstah ve soysuz çevre
kişilerine müthiş bir öfke duydu; gözünü kırpmadan onlara ateş etmeğe hazırdı.
Kendisinin kurşunlanmasına da hazırdı. Şu kısacık ömür öyle üstüne titre-remeğe
değmezdi.
Depodakilerin hepsi de müthiş öfkeye kapılmıştı. Daha iyi bir yarın için en son umutlarını
ellerinden almak istiyorlardı. Katlanılabilir bir hayatın en son kalıntılarını da daha önce
ellerinden almışlardı. Hepsi de hazırdı, gerektiğinde belânın üstüne atılmağa ve bu sırada
kurşunlanmağa.
Geschke'nin işinden olmak korkusuyla depoya varışı ve önemliliğini kavradığı şey için
canını verme kararı arasında öylesine azıcık zaman geçmişti ki, Marie bu sürede çocuğunu
emzirebilmişti ancak.
Marie, yavrusunu sepete bıraktıktan sonra işlerine başladı. Bu sırada dış sahanlıkta
kadınların koşuşmaları ve konuşmaları duyuldu. Kapıya vuruluyordu.. Đlk gelen, bayan
Melzer'-di. Marie öğrendi olup bitenleri. Bakkalın kapatmış olduğunu ve üstelik havagazı
da kesildiğinden bulgur almanın bir şeye yaramıyacağını önce pek anlıyamadı. Yavaş
yavaş başka kadınlar da doldular Marie'nin mutfağına. Kadınlar, sahanlıkta açık buldukları
her kapıya dalıyorlardı. Kapı eşiklerine oturu-veriyordular. Aileler arasında duvarlar
yıkılmış gibiydi. Tüfek sesleri duyuluyordu yakınlardan. Von Kapp'ın adamları şehrin
merkezine sokulmağa çalışıyordu.
Marie çocuğunun sakin uyumasından hoşnuttu. Geschke birini gönderip asker giysilerini
— hasta olduğundan evde kalmış — kızıyla işyerine yc Hamasini isteyince, pek şaşırdı.
Kızı yataktan zorla kaldırdı. Fakat daha yola çıkarmadan, kamyon yerinde çalışan bir
oğlan geldi ve kızın elindeki arka çantasına kurşunları da doldurdu. Çocuk, herşeyi
anlayıvermiş gibi koşarak hemen uzaklaştı. Marie, pek bir şey anlamadığı halde, sessizce
yerins getirmişti istenileni. Az sonra bir çocuk daha geldi Geschke'den; buranın
yabancısıydı ama, mutfaktaki dolaba yaklaştı ve döşeme tahtalarından birini kaldırıp bir
tüfek çıkardı ; Geschke savaş dönüşü saklamıştı oraya. Marie farkında bile olmamıştı
evlerinde böyle bir tüfeğin gizli olduğunu. Genel grevin gizli buyrukları ona kadar ulaşmış
gibiydi; bütün bu olağanüstü isteklere sessizce boyun eğdi. Kız az sonra geri döndü;
yanakları ateşten kıpkırmızı olmuştu ama, küçük oğlan kardeşlerini alıp babasına
götürmesi gerekiyordu. Üç yavru von Kapp'cılara karşı kullanılacak kurşunları kamyona
yükli-yen babalarına yardım edeceklerdi. Çocuklar ikindi üzeri geç vakit eve döndüler.
Marie'nin korkarak sorduğunu cevapsız bıraktılar: Geschke'nin durumu üzerine hiç bir
şey bilmiyorlardı. Çocuklar küçük kardeşlerine kıskanarak baktılar: kendilerinin yiyecek
sıcak bir şeyleri yoktu ama, o doyasıya meme emiyordu.
Geschke o gece eve gelmedi. Beyazların hükümeti devirmeği başaramadığı bir çok
haberden anlaşılıyordu. Bir başka haberden de, apartmanda oturanlardan birinin,
savaştan sağlam dönmüş ufak tefek ve sakin bir aile babasının, aldığı yaralardan öldüğü
öğrenildi. Ne Karpatlar, ne de Argonn'larda ölümü tatmamış adamcağız Rosenthaler
caddesinde ölmüştü. Toplantılara koşanlardan da değildi. Evinde ailesinin yanında
kalmaktan pek hoşlanırdı. Spartakist falan da değildi. Hiç bir yerde adı geçmezdi. Hayatta
kalanlardan çok onun lâfı edildi o gece. Başka zamanlar kıyasıya çekişenler ve
birbirlerinden nefret edenler o akşam memnundular ve anlaşmışlardı aralarında;
çapulcuları kovdukları bu ülkenin yarınının nasıl olacağım tartışacaklardı.
Geschke ancak ertesi günü yemeğe geldi, işe başlamışlardı yine. Mutfaktaki dolap hâlâ
yan durmaktaydı; tüfek ancak akşama getirildi de Geschke eski yerine koyabildi. Geschke
savaş bitince önceleri pek ince eleyip sık dokumadan bir yerlere koymuştu tüfeğini. Ne
yakın bir dostu vardı, ne de akıl hocası, iyi bir tüfeği teslim etmeyip evde saklamasının
daha uygun olacağını içgüdüsüyle bulmuştu.
Marie, Geschke'nin bir çok şeyi sakladığını ve açıklamadığını düşünüp şaştı. Bu evde çok
önemli iki yer vardı: yavrusunun uyuduğu çamaşır sepeti ve Geschke'nin tüfeğini gizlediği
döşeme tahtası. Marie kıymetlisini her çeşit rahatsızlıktan nasıl korursa, Geschke de
tüfeğinin yerini öylesine koruyordu. Marie : «Sen bundan bana hiç söz etmemiştin»
deyince, Geschke : «Neden edecekmişim?» cevabını verdi.

II

Genç Wenzlow'la birlikte binbaşı von Malzahn da sabah erkenden Berlin'e gitti; binbaşı
bunu bir baba görevi bildiğini söylemişti karısına.
Binbaşı, genç Wenzlow'u şehrin uzak semtlerinde bir lokale götürdü, rahat rahat her şeyi
konuşabilmek için. Fakat lokal kapalıydı. Grev yüzünden ne garsonlar, ne de aşçı gelmişti.
Tramvay da işlemiyordu. Mommenstrasse'de oturan avukat Spranger'e yaya gittiler. Von
Malzahn, Spranger ve Wenz-low'un savaşta ölen babası çocukluk günlerinden beri
dosttular birbirleriyle.
Avukat Spranger, grev yüzünden yapamadıkları kahvaltının acısını çıkarmak ister gibi,
kiraz rakısından fransız konyağına kadar bir sürü içki çıkardı; şişeler toz içindeydi.
Spranger, eskilik değerlerinden yitirmesinler diye böyle davrandığını söyledi, gülerek. Von
Malzahn : «Yapacağın ilk görev, ikimizin de oğlu sayılan bu delikanlının aklını başına
toplamasına yardımcı olmak,» dedi. «Delikanlı, bu sabah Brandenburg kapısında
Ludendorff'un yanında duramadığı için pek üzgün. Erhardt tugayının geçit yürüyüşü
sırasında...»
Spranger, yine gülümsiyerek : «Üzüntüler gençliğin başlıca hakkıdır.» dedi ve
IWenzloiw'un oğlunun asık yüzünü görünce, sesinin tonunu hemen değiştirip : «Biz de
bütün bunlardan daha az üzülmüyoruz.» diye ekledi «kalp ve akıl ayrı ayrı iki amaca
yönelince insanın hayatında çatışma başlar.»
Wenzlow'un oğlu hemen ona baktı ilgiyle. Spranger'in bunca yıldır hukuk mesleğinde
dirsek çürütmesi boşuna olmamıştı. Başşehrin pek çok ailelerinin onu aşırı sır tutar ve bir
cerrah kadar dikkatli sayması boşuna değildi. Şimdiye kadar müşterileri arasında bulunan
büyük memur, hattâ saray çevresinden aileler yanında, — bir ameliyattan ötekine koşan
bir operatör gibi — bu özelliklerini göstermişti. Film ve basın konularından anladığı gibi
eskiden pek özel bir mahkemede görülen bazı önemli ve gürültülü politika
duruşmalarında da — bazı aşırı çabalar sonucu bu gibi davalar şimdi umumî efkâr önüne
çıkarılıyordu — yetkiliydi.
Avukat Spranger konuklarına önce puro sundu; öyle pahalı bir markaydı ki, ne Malzahn'ın
emekli maaşı, ne de Wenzlow'un teğmen aylığı yeterdi satın almak için.
«Dostum Fritz, her hangi bir kazanma şansı bulunan ceza davalarını alıyorum prensip
olarak. Az da olsa şansı bulunan! Böyle yapmazsam avukatlık görevimi kötüye kullanmış
olurum!»
«Söz konusu baylara açıkça ve iyice anlatıp, hükümet devirme işlerine karışmıyacağımı
söyliyeli çok oldu; öteki hukukçular da böyle söylediklerinden berikiler bundan kaçındılar.
Bu sabah olup bitenler çok yürekli, onurlandırıcı ve dürüstçe ama, koca bir Alman Devleti
de bir devirme teşebbüsüyle, yazık ki, kurtarılamaz. Bunun için biraz daha fazlası gerekli,
delikanlım! Aceleye geldi, pek ciddi olmadı ve boşa gitti.»
Hiç hareketsiz kulak vermiş ve sadece yanak adaleleri aralıksız titremiş olan Wenzlow,
heyecandan kısılmış bir sesle : «Elbette, sayın bayım,» dedi. «Başarılamıyan herşey
fiyaskodur. Yeterince hazırlanılmadığmdan ötürü bu sonuç, diyorsunuz! Darbeye bundan
ötürü katılmıyanlara hak veriyorsunuz, değil mi? Önceden başarısızlığı belli bir harekete
katılmamalarını haklı görüyorsunuz! Ne var ki, bu hareketin başarısızlığı bizlerin vaktinde
desteklemememizden. Erken sayılması da, bizlerin zamanında davranmamış
olmamızdan!»
Yaşlıların ikisi de genç adamı düşüncelerinin doğru olmadığına inandırmağa çabalarken,
evin bayanı girdi içeri. Konukların ikisi de yerlerinden kalktılar ve tereyağlı ekmek
tepsisini bırakan kadının elini öptüler. Kadın, kocam çalışma odasına hizmetçi kızın
girmesini istemediğinden bu işleri benim yapmam gerekiyor, diye özür diledi. Şişelerin
tozu için de özür diledi, koşası bu konuda direniyordu; evin tertemizliğini kendi gözleriyle
görmelerini istedi bunu söylerken. Yazı masası üstünde duran bir dünya yuvarlağı elma
gibi parlıyordu. Kâğıt ağırlığı olarak kullanılan altın bir Merkür heykelciği ve yazı
masasının üstündeki her şey, toz bezi yerine alkolla temizlenmiş hekimlik aletleri gibi pırıl
pırıldı. Parke tahtaları öyle bir cilâlan-mıştı ki, yere yayılı acem halısı yüzüyor gibiydi.
Kitaplığın camları da, ailenin güzel kızının gelinlikle büyük boy fotoğrafının camı da pırıl
pırıldı. Evin kızı, isveçli bir elçilik sekreteriyle evliydi. Avukatın eşinde de isveçli bayanların
boybosu ve edası vardı. Gençliğinde kızından güzel olduğu bugün bile söylenilebilirdi.
Kadın üçüncü defa olarak özür diledi. Küçük ekmekler yerine kızarmış ekmek verdiği için.
Grev yüzünden bütün fırınlar kapalıydı. Spranger : «Gördün mü delikanlım!» dedi.
«Geçen hafta burada şu sandalyenin üstünde senin arkadaşlardan biri oturmuş ve genel
bir grevin asla yapılamıyacağını öfkeli öfkeli tartışmıştı benimle; bir kaç ay önce
sosyalistlerle sparta-

kistlerin ölesiye dövüşmüş olduklarını ileri sürmüştü neden olarak.


Odadan çıkmak üzere olan bayan Spranger : «Ayak takımı bir gün gırtlaklaşır, bir başka
gün anlaşır birbiriyle!» dedi. Malzahn, daha çok kendi kendisiyle konuşur gibi : «Şu von
Kapp ve general Lüttıvvitz» dedi, «adlarını bir bildirinin altında basılı görmekten eğer
vazgeçebilseydi de, yığının adını sanını hiç duymadığı birisi bulunabilseydi, halk henüz
tanımadığı böyle birisine daha çok güven duyardı...»
Spranger : «Eğer, eğer, eğer...» diye tekrarladı ve üniversiteli birliğinin yüzüğüyle süslü
orta parmağını her defasında masaya vurdu «Milletin yarısının öteki yarısına beslediği
güvensizlik bizlere karşı duyulan kuşkudan daha baskın olsaydı.! Fakat henüz o duruma
gelmedi işler. Savaş biteli iki yıl bile olmadı.»
Birden, Wenzlaw'a döndü ve heyecanlı heyecanlı : «Seni kendi çocuklarımdan
ayırdetmediğim için karım çoğu zaman sitem eder bana. Yarınını tehlikeye sokma diye
von Malzahn'm seni uyarması haklı. Biz yaşlılara senin yarının gerekli.»
Malzahn, gülümsiyerek : «Yepyeni bir Almanya kurmak için sana şiddetle ihtiyacımız
bulunduğu gün sen yine pek genç yaşta olacaksın,» dedi. «Spranger ve benim saçlarıma
ise o tarihte epiyce ak düşmüş bulunacak, elbette.»
Spranger : «Saçlarımız şimdiden aklaştığı için, delikanlıyı şimdiden tedirginleştirme, ne
zaman geçeceği bilinmiyen bir şey için.»
Elini, Wenzlow'un birbirine bitişik gibi duran parmaklarının üzerine koydu :
«Başarısızlığı kaçınılmaz bir durumun başarısızlıkla sonuçlanmasını beklemenin sizler için
ne korkunç olduğunu anlamıyor değilim. Üstelik, amaç da çok iyi olur ve yüzde yüz iyi
insanlar buna katılırsa. Ne var ki, yeterince sabırlı değiller.»
Avukat, konuklarını pek kibarca başından savmasını becerdi; dönmeleri için, Đsveçliyle
evli kızının otomobilini teklif etti. Otomobilde bir flama ve şoförün giysisinde bir
konsolosluk belirtisi onları genel grevin hoş olmıyan durumlarından korurdu. Spranger,
onları otomobile kadar götürdü ve gülerek: «Đktidara karşı saygı bizim memlekette
bereket herkesin içinde yer etmiş de...» dedi.
Geceleyin Potsdam'da, Scharnhorststrasse'deki evde konu yine açıldı. Sadece von
Malzahn konuşuyor, WenzlorvV ise susuyordu. Bir kaç saat önce Spranger'in evinde onun
takındığı tavrı şimdi Malzahn'm kızı ve karısıyla Amalie hala tekrarlıyordu. Üç kadın,
Đmparatorun Ameronfen'den, Berlin'e yakında döneceği hayaline kaptırmış bulunuyorlardı
kendilerini. Oysa, korkuyla ilk anda Berlin'den kaçmış olan devlet başkanının yine
sarayına döndüğü şimdi iyice anlaşılmıştı. Wenzlow, halasının kısılmış dudaklarını ve
büzülmüş yanaklarını görünce, içinden kendisine öfkelendiğini anladı. Onun yüzünden
okurdu içinden geçenleri. Bir pantolonunu yırttığı, ya da bir selâmı unuttuğu zaman da
halanın yüzü öfkesinden tıpkı böyle olurdu. Şimdi yine kızmıştı ona, ayaklananlara yardım
etmediği için.
:Wenzlow, onlara yardım etmemekten neler kaybettiğimi bir bilsen, diye aklından geçirdi.
Malzahn'larm genç kızı, ceketinin kolundan çekti ve usulca: «Tedirginleşmeyin boşuna!»
dedi. «En doğru davranışı yaptığınıza hiç bir kuşku yok. Ben size her zaman
güveniyorum.»
Genç subay, kızın körpelikten pembe pembe yüzüne baktı büyük bir memnunlukla.
Çocukluktan genç kızlığa geçtiği göğsünün kabartısından belliydi. Fakat kollarının arasına
alıp öpmek için de henüz çok gençti.

III

Gönüllü alaya bağlı subaylara önemli ve acele buyruğu bildiren telgraf, iş siparişi olarak
şifreli çekilmişti. Klemm, şoförünün ve el valizlerinin Amörenburg'a fabrika'ya hemen
gönderilmesi için telefon etti. Sabahleyin efendisine gerekli olmr yan şoför Becker, genç
bayanını Wiesbaden şehrindeki terzisine götürmüştü. Becker, kendisine pek tepeden
bakan bu genç kadından ilk gördüğü gündenberi hoşlanmıyordu; kafasındaki güzel kadın
anlayışına da hiç mi hiç uymuyordu üstelik. Becker, bayanın kuruluktan kemiklerinin
takırtısını duyduğunu mutfakta söylüyordu herkesin yanında. Şu anda: «Sayın bayan
yazık ki, bir taksi tutması gerekiyor, zira Herr von Klemm beni Amöneburg'a az önce
telefonla çağırttı,» derken pek sevinçliydi.
Fakat Leonore:
«Öyleyse çabuk olun, Becker!» deyince de hayâl kırıklığına uğradı. Efendisinden emir
aldıktan sonra bayanın bu sözleri hiç gerekli değildi. Becker bir yıldır von Klemm'i 'sayın
yüzbaşısı' değil, 'efendisi' olarak gözünde canlandırıyordu.
Leonore, bu çağırıyı beklemekteydi. Yolculuğun nereye olacağını biliyordu. Müttefiklerin
burnunun ucunda Ruhr havzasına yuvalanmış olan kızıl ordu, bütün Almanya için bir
tehlikeydi. Berlin'de başarısızlıkla sonuçlanan devirme teşebbüsü, o herifleri daha
pervasız yapmıştı. Geçen kış Ebert'in eski subayları yardıma çağırma zorunda kalışının
tıpkısıydı durum. Şimdi de ihtilâlle başa çıkamaz olunca, başkentte engel olduğu aynı
kişilere sığınıyordu yine. Yasaklanmış gönüllü birlikleri, dağıtılmış tugaylar ve işbaşından
uzaklaştırılmış generaller onun işiydi, ama bunların henüz gereği gibi uygulanmamış
bulunmasından pek mutluluk duyardı her halde. Leonore, terzi bayanın prova için
giydirdiği bluzu sıyırıp çıkardı. Kapıdan çıkmak üzere olan Becker, odadan çıkmamı
bekliyecek kadar olsun utanç duymuyor karı, diye düşündü. Beni erkek yerine bile
koymuyor, onun gözünde sadece bir şoförüm.
Oysa, Klemm için savaş arkadaşıydı ve hep öyle kalmıştı. Az sonra valizleri otomobile
koyup götürdü. Efendisi, Höchst'e yolculuk sırasında daha otomobilde yine yüzbaşısı
oluverdi; oysa üniformaları valizdeydi henüz. îşgal altında olmıyan bölgeye geçiş için, en
çok kullanılan Griesheim'i seçtiler; oradaki nöbetçilerle epiydir tanıştılar. Klemm : «önce
bizim Schlütebock'a uğrayıp adımıza gelenleri alalım,» dedi. Sözü edilen ÎG - Far-ben
direktörlerindendi ve Taunus bayırında bir villada oturuyordu, îşgal altındaki bölgeyle
işgal altında olmıyan yerler arasında haber aracılığında kullanılan güvenilir adamlardandı.
Kolalı yakası ve bıyıklarıyla biraz gülünç ve renksiz ufak tefek biriydi. Yaşını belli etmiyen
ve önemsiz görünüşlü bir hali vardı. Savaş öncesinde satış pazarları ve ham madde
aramak için dünyayı dolaşmış, Tiyençin'i, kendi evrak çantası ve Sydney'i masasının
çekmesi kadar iyi tanıyan biri olduğu hiç belli olmazdı. Klemm'e bir hizmette bulunmak
için arada sırada siparişler sağlar ve kullanılabileceği kişiler bulurdu. îş alanında da tanış
olarak da iyi anlaşıyorlardı birbirleriyle. Klemm, başı dara gelince Schlütenbock'dan
öğütlerini can kulağıyla dinlerdi; Schlütenbock da, von Klemm'in öğütlerine büyüğünden
akıl danışan bir genç gibi kulak verirdi.
Schlütenbock, otuz yıl için garanti verilecek müşterinin kim olduğunu, yüksek ısıya
dayanacak halis katranı kim için aradığını Klemm'den öğrenmeği pek istiyordu bugün.
Klemm'e böyle bir formül sağlamıştı. Fakat Klemm nereye kullanacaktı bunu ? Böyle
maddeleri eskiden sömürgeler isterdi. Şu sıra böyle bir sipariş bir Fransız, ya da bir ingiliz
verebilirdi, hiç değil denizaşırı ve tropikal yerlerden biri. Konuğuna sezdirmeden bir kaç
soru yöneltti. Klemm bugün heyecanlıydı ama uyanıklığını yitirmedi.
Klemm yazılı buyruk gereği gideceği yeri haritada ararken, şoförü Becker de mutfakta
uşakların arasında oturmaktaydı. Klemm'in adının tanınmışlığı kadar Becker'in de adı
tanınmıştı, o tanınmış kişinin şoförü olarak; efendisinin bütün dostlarının uşakları onu
mutfak ve garajlarda saygıyla karşılarlardı. Efendisinin toplantı odalarında ve ordu
evlerinde karşılanması gibi.
Biraz birşeyler yedikten sonra gecenin karanlığına dalıp yolculuklarını sürdürdüler, mola
vermeden. Klemm, arkada kalmış koskoca bir yılı bir anda unutuvermişti.
Schlütenbock'-un öğütlerini, çeşitli iş ve işgal sorunlarını da. Şoförünü uyardı, tehlikeli
bölgeye giriyoruz şimdi, diye; savaş sonunda birlikte geçtikleri yerlere benziyordu
buraları da. Becker'in pek hoşlandığı sözlerdi bunlar. Sayın bayanın saçma sapan
gezintilerinden sonunda kurtulduğunu hissediyordu. Otomobili öyle hızlı sürüyordu ki,
yüzleri gecenin içinde uçup gider gibiydi. Becker, bir geçiş yeri engelinde, kuşkulu
bakışlar ve büzülmüş dudaklarla karşılaşınca şaştı; henüz sivil giysiler içinde bulunan
efendisinde ve kendisinde kuşku uyandıracak bir yan varmış gibiydi. Bir büyük şehirden
önce sisli tarlalarda yayılmış endüstri bölgesi köylerden geçtiler. Ordu ve tugay
nöbetçilerine ve devriyelerine rastlamağa başlamışlardı. Kızılların parçalanmış afişlerini,
geçen hafta bozulan bir anlaşmanın kalıntılarını birbirlerine gösteriyorlardı gülerek:
işletmeler kontrol edilecek, yüzer kişilik kızıl şuralar kurulacaktı ve ordunun buralara
yürümesi yasaktı. Duvarlara kızılların yazdıkları kazınmış, ya da katranla örtülmüştü,
Berlin'den uzaklaştırılan subaylar askerlerinin başında Ruhr bölgesine ayakbasalıberi.
«Işıklı Birleşme» gönüllü kıtaları ve ordu birlikleri, çizme ve mahmuzların gürültüsünden
gayrı çıt duyulmayan sokakları tarıyordu. Sokaklar bomboştu. Zira bütün erkekler şehir
dışında kıyasıya dövüşüyorlardı halâ, parçalanmış bir anlaşmanın her bir harfi için.
Klemm'in aldığı buyruk, şehir dışında orduca el konulmuş köy okulunda binbaşı
Waldorf'un karargâhına gitmesini gerektiriyordu. Okulun avlusunda askerler karargâh
kurmuştu. Saçları arkaya örgülü küçük iki kız, büyük sundurmanın arasından
bakıyorlardı; elma gibi yuvarlak yüzlerinde korku okunuyordu. Fakat — analarının ve
babalarının söylediklerini — değerli neleri varsa yakıp yıkan şeyin ne olduğunu
öğrenmekten, yasağa rağmen, kendilerini alamamışlardı. Klemm'in otomobilden indiğini
görünce korkup uzaklaştılar koşarak. Becker kantine gitti kendisine birşeyler ısmarlamak
için. Klemm, geldiğini bildirdi. Onun tam vaktinde gelmesi büyük bir talihti, zira yüzbaşı
L.yi Hagen hastanesine kaldırmışlardı; oysa R. köyünün elden çıkarılmaması gerekiyordu,
takviye gelinceye kadar. Đlinti kurmağı başarabilirlerse, burası yarın sabaha kadar
temizlenebilirdi.
Klemm, bulundukları yeri ve takviye gelecek yönü haritada kurşun kalemiyle çizdi. Alnını
kırıştırdı; savaşla şu an arasında geçen zaman silinivermişti. Alışveriş görüşmeleri falan
kalmamıştı. Yeniden bazı emirlere bölünen apaçık ve tek bir buyruktu sözkonusu. Klemm,
haritaya öylesine dalmıştı ki, omuzuna birisi dokununca ürküp sıçradı. Dostu Bieven'in
güzel ve hiç istifini bozmıyan yüzüyle karşılaştı. Okulun avlusuna geçtiler. Klemm'in
hemen yola çıkması gerekiyordu. Lieven'in de aynı yere gideceği bu arada anlaşılmıştı.
Becker, kantinden koşarak geldi. Eski günlerde de efendisiyle bir kaç defa birlikte
yolculuk etmiş olan Lieven'i tanıyınca bir şaştı, sonra da sevinçle güldü. Đkisinin de yine
şoförlüğünü yapacağına sevinmişti.
Şehrin dışına yol aldılar, düzlüğü arkada bırakıp tepelere tırmandılar. Lieven şoförü
uyardı, burada otomobillere her çeşit tuzak kuruyorlar ve şaseye teller geriyorlar diye.
Bütün bölge ancak dünden beri yüzde yüz bizim elimizde, diye de ekledi. Mart ayı
çıplaklığı içinde bir fundalık, kimi yeri yeşil ve kimi yeri kül rengi görünen keleş bir orman,
Mart güneşi altında ışıldıyan bir ırmak. Kızılların havaya uçurduğu köprünün yerine
sallardan geçici bir köprü kurulmuştu. Baştan başa yakılmış bir çiftlik. Sonra, C. köyü.
Köyün giriş yerinde bir karıyı iki araba okuna boylu boyuna ve yüzü koyun bağlamışlar
basıyorlardı sopayı, işçilere casusluk etti diye. Fabrikaları zor kullanarak çalıştırmağa baş-

Scanned By hlecter

lamışlardı. Bacalardan çıkan dumanlar, bir mezarlığı andıran suskun köye savruluyordu.
Bütün bölge kuşatılmıştı. Otomobil R, köyüne doğru yol alıyordu hâlâ. Bir düşman
ülkesinde gibiydiler. Ardenne'lerde, ya da Ukranya'da gibi. Tepelere tırmanıp tepelerden
inerek bir kaç köy daha geçtiler. Otomobilin ön camına yanlamasına bir kurşun çarptı,
ıslık çalar gibi bir gürültüyle. Arkada oturanlara bir kaç cam kırığı sıçradı sadece.
Varacakları yere varıp da Becker otomobilin kapısını açmağa davranınca, olduğu yere
yığıldı. Şoför özür diledi. Yüzü kireç gibiydi. Yerinden doğrulamıyordu. Ceketi kan
içindeydi. Az önce otomobilin camını parçalamış olan kurşunun onu da şöyle bir sıyırdığı
anlaşılıyordu. Fakat o, efendisini gidecekleri yere ulaştırmak için dişini sıkmıştı. Klemm,
kolunu şoförün omuma koydu ve yatağa yatırıncaya kadar destek oldu. Becker'in yarası
sarılırken yine geldi, ikisi birden güldüler. Savaşta yaralanan von Klemm'e Becker'in
destek oluşunu hatırlamışlardı.
Sıyırıp geçen kurşun önemli bir iz bırakmamıştı. Ruhr savaşı sona erince Klemm ve
Lieven'i Höchst'e yine Becker götürdü otomobille. Klemm, giderken yazılı buyruğunu
aldığı Schlütenbock'un evinde indi otomobilden; bir kaç gün burada kalmak istiyordu işleri
için. Fakat Lieven'i Eltville'deki evlerinde başını dinlemeğe davet ediyordu. Bölge sınırım
geçebilmesi için de bir belge sağladılar ona.

Leonore henüz yataktaydı, Klemm'in otomobil kornasını duyduğunda. Kızılların hesabını


gördüler ve savaş bitti, diye düşündü acı acı. Ben ne yaptım bu arada? Onun evine
baktım. Gri ipekliden sabahlığını giydi; bunu giyince pek zayıf görünüyordu. Saçlarını
şöyle bir topuz yaptı ama, yine düştüler. Sonra, merdivenleri indi ıslık çalarak. Şoför
Becker, otomobilin kapısının yanında durmaktaydı. Arabadan inen kocası değil, bir
yabancıydı. Adam kendisini tanıttı ve Leonore'yi sakin olduğu kadar alaycı bakışlarla
süzdü.
Lieven'e Leonore'nin erkek kardeşinin odasını verdiler. Birlikte sabah kahvaltısına
indiklerinde Leonore giyinmesini bilen bir ev hanımı kılığındaydı. Lieven, tam bir ev
hanımı gibi görünmek istiyen bir kız çocuğu, diye düşündü; ne var ki elinin tırnaklarını
pek yuvarlak ve küt kesmişti. Ama, durma-macasına renk değiştiren gri gözlerinden
hoşlandı. Bundan ötürü de, pervasız otomobil yolculuğunu, çiftliklerdeki benzin
istasyonlarını, iki camı kıran kurşunu ve Becker'in güvenli insan olduğunu anlattı, ikindiyi
ve akşamı Ren nehrine bakan bir terasta geçirdiler. Gökyüzü asık suratlıydı, altında ikinci
ve gerçek bir gökyüzü daha varmış gibiydi. Daha alttaki o her zaman gördüğümüz
gökyüzünün yarıklarından taşan ışık, ıssız bir çiftliğe, bir ormanın keçi yoluna, bir
çatanaya, ya da bir buğday tarlasına damla damla dökülüyordu.
Geniş çevrenin her yanındaki kışlalarda tam da o sıra 'Silâhlara selâm' töreni
yapıldığından düdük sesleri yükseldi. Mainz'de geçit resmi yapan bir birliğin bandosu
duyuluyordu. Gece çökmüş, gökyüzü yine toparlanmış ve sadece batıda bir kızıllık
kalmıştı; Ren nehrinin sol kıyısındaki düzlüğü ışıklar kapladıktan, mavna ve gemilerin
fenerleri sularda ışıklı bir yol bıraktıktan biraz sonra da o kızıllık bir süre daha bir kıvılcım
gibi kaybolmadı.
Lieven, her aklına geleni anlatıyordu. Bir sürü şey vardı anlatacağı. Başından çok şey
geçmişti ve epiyce de okumuştu. Leonore baka kalmıştı ağzına. Karşısındaki bu genç
adam, biteviye dünyasını akıl almaz olaylarla dolduran bir büyücüydü. Kendi
izlenimlerinin yetmediği yerde dostlarının anılarını yardıma çağırıyordu; onların da aynı,
ya da kendi kaçırdığı olaylarda bir sürü şey geçmişti başlarından.. Şimdi sıra yıldızlara
gelmişti. Lieven çok şey biliyordu yıldızlar üzerine. Leono-re'ye bugüne değin kimse
birşey anlatmış değildi.
Genç kadın hayranlıkla dinliyordu; adı geçen yıldızları kendi keşfetmiş gibi bir hali vardı.
Lieven, birden aklına geli-vermişcesine önemsemez bir tavırla : «Başımın üzerinde yıldız-

lı gökyüzü ve göğsümün içinde ebedi kanun,» dedi. «Rusya'da esirlikten, bütün


tehlikelerden, Bolşeviklerin bütün tuzaklarından bu sayede kurtulup Finlandiya'ya general
Mannerheim'in yanına kapağı attım, oradan da tam zamanında Almanya'ya geçip
Spartakistler'i bozguna uğratma ve Ruhr çarpışmalarına katılıp buraya geldim. Đnsanlar
bir rastlantıyla değil iddia edildiği gibi, yıldızlarda olduğu gibi, kaçınılmaz ve değişmez
kurallar gereği karşılaşır.» Lieven bütün o yıllarda hiç kimseyle yakın bağlantı
kurmamıştı; bir çocuk gibi kitaplar okuyup roman kişilerini kendisine dost edinmiş,
Radion Raskolnikov ve Đvan Karamasov'la bu yüzden arkadaş olmuştu. Bir zamanlar bu
ikisine verdiği değeri anlattı. Kitapları göndereceğine söz verdi.
Ertesi sabah, öğle yemeğini birlikte Wiesbaden'de yemeği kararlaştırdılar. Bir oyun
yapmağa hazırlanan şakacı arkadaşlar gibi birbirlerine gülümsediler. Lieven, Becker'in
gözünde efendisinin çok yakın dostuydu. Her ikisinde de benzer sert yanlar ve arkadaşlık
vardı.
Becker, her zaman alçakgönüllü olan ve herşeye evet diyen efendilerden aynı şekilde
hoşlanmazdı. Fakat şu Lieven'-in diziyle bayanın ipek çoraplı dizi bir çok defa birbirine
dokununca von Klemm'in yerinde olmak istemedi yine de. Efendiler ne denli üstün olursa
olsunlar, işin içine kadın ve sevişme girince, kendi gibi oluveriyorlardı. Becker,
direksiyonun önündeki küçük aynadan görüyordu arkada olanları.
Lieven, Hotel Kaiserhof'un önünde : «Azizim Becker,» dedi. «Tıkabasa yemek yemeği ve
bol bol içmeği unutmayın. Benim konuğum olarak elbette.»
Frau Klemm ve Lieven, şakakları birbirine değecek kadar yakın, yemek listesini gözden
geçirdiler. Leonore'nin gençliği pek zavallı geçmiş, sonra da Klemm'in karısı olunca yemek
listesini gözden geçirmek alışkanlığını büsbütün yitirmişti. Lieven, Kaiserhof otelinde
başbaşa bu öğle yemeği için aylığının büyük kısmını gözden çıkarmağa hazırdı. Kadının
hayatını şu kısa sürede temelinden ve bütün bir ömür için değiştirmeği kafasına
koymuştu. Bir yabancının hayatına böyle bir müdahale Lieven'e, gençliğindenberi okul
arkadaşları arasında olsun ya da ilk aşklarından bir genç kıza karşı olsun, kudretinin bir
belgesi gibi görünürdü. Dün geldiğinden çok daha başka bir gözle görüyordu Lenore'yi;
genç kadın iç dünyasıyla da dış görünüşüyle de değişmiş gibiydi.
Yemek salonunda onlardan başka Alman çift yoktu. Fransız subayları yanlarında bir sürü
kişiyle gelip salonu yavaş yavaş doldurmuşlardı. Lieven, Petersburg'taki okulunda epiyce
Fransızca öğrenmişti. Yakınlarındaki masalardan birinde oturan iki teğmen, bu iki
yabancının su katılmamış Alman ve iyi aileden insanlar olduğunu anlamışlardı. Lieven
onların sözlerini Almancaya çevirerek : «Bir Alman kadının aşk anlayışının nasıl
olabileceğini tartışıyorlar,» dedi. Leonore'nin solgun, hatta kara san yüzü kıpkırmızı oldu.
Fransız teğmenleri, ufak tefek kadıncağızın alışılagelen Alman kadını tipiyle hiç bir
benzerliği olmadığını görmüşlerdi; ne tombul yanakları vardı, ne de kocaman memeleri.
Savaş bazı genç kızlara iyi gelmişti. Yüzlerini soldurmuştu.
Az sonra kış bahçesine geçildi, kahveler ve sigaralar ısmarlandı. Şoför Becker,
beklemenin uzun sürmesinden memnundu. Otel'de yakınlık kurduğu yeni sevgilisi
otomobilin yanında duruyordu ve Becker kurşun yerlerini ona büyük bir övünçle
gösteriyordu; kurşun yerlerini karoserinin rengiyle bo-yattırmıştı hemen. Efendisinin
bundan önce de tam beş defa canını kurtardığını anlattı : savaşta, Berlin'de ve Ruhr'da.
Otelin oda hizmetçilerinden olan yeni sevgilisi büyük bir hayranlıkla dinliyordu.
Lieven ve Leonore sonunda dışarıya çıktıklarında, şoför ve oda hizmetçisi çok şeyler bilen
bir bakışla her ikisini tepeden tırnağa süzdüler.
Lieven ertesi gün sabah sabah şoförü çağırdı ve kahvaltı için yakınlardaki bir tepeye
götürmesini söyledi. Otomobilde
Lieven ve Leonore birbirlerinden iyice uzak oturdular; vücutlarının değmesinden korkan
bir halleri vardı. Becker, Lieven'in genç kadını yandan süzdüğünü ve onun da bakışlarını
yerden kaldırmadığını önündeki aynadan gördü. Mart sabahı, açık havada kahvaltı
edilebilecek kadar ılıkdı. Lieven ve Leonore, çayırlarda bir süre dolaştıktan sonra,
topladıkları menekşeleri otomobilin küçük cam vazosuna koydular ve Becker'e gününü
dilediği gibi geçirebileceğini söylediler; yaya dolaşmak istiyorlardı, o da dinlenebilirdi,
akşama Kaiserhof otelinden alırdı. Lieven bunları söylerken bakışlarında hafif bir
gülümseyiş vardı, birlikte geçen nice tehlikeli günleri hatırlatmak ister gibi.
Becker akşamın sekizinde oteldeydi. Otelci, kızı canı çekmişti. Yaşadığı küçük şehirdeki
sevgilisi Ella her zaman güçlükler çıkarırdı. Kaiserhof otelinin hizmetçi kızcağızı elini
meme arasına sokmasına izin verdi ve Fransızları yanına bile yaklaştırmadığına yemin
etti. Kız, efendilerinin iyi bir gün geçirdiğini de anlattı. Becker, bir gezinti mi yaptılar diye
sorunca : «Yok yahu!» cevabını verdi «Otelin üçüncü kattaki banyolu ve parka bakan
odasını tuttular.»
Becker o kendini beğenmiş kadından hiç hoşlanmadığı için, kötü düşünmekte güçlük
çekmedi. Efendisinin gönül işlerinin bir defalık ters gitmesinde olmaz bir yan yoktu; tabiat
bu konularda bir ayırım yapmazdı.
Becker, eve dönerlerken aynadan bir baktı arkadakilere; Lieven'in yüzü, geçen hafta
heyecanlı olaylar sırasında bu aynadan seyrettiği yüz kadar, sakindi. Leonore ise
büsbütün sol-gunlaşmış ve ciddileşmişti. Birbirleriyle hiç konuşmuyorlardı.
Becker mutfakta hiç bir şey açmadı kimseye; böyle bir gevezelik karıların işiydi ve
efendisinin adını lekelerdi. Gözünü açmalı ve hiç birşeyi kaçırmamalıydı. Fakat gözden
kaçırılmayacak bir şey de kalmamıştı.
Ertesi günü Becker, sabah sabah telefonla Mainz'e çağırıldı; von Klemm onu istasyonda
bekliyordu. Becker gerçi Lieven'den de biraz hoşlanmıştı. Ama, Klemm'i istasyonda
görünce, bayan Klemm'in iki erkekten hangisinin daha üstün olduğunu kadınca
sezemediğini kavradı. Fakat bu kuşkusunu açığa vurmamağa iyice kararlıydı. Kaiserhof
oteli olayı eninde sonunda bir karı gevezeliğiydi. Bu yaradılışta erkeklerin kolayca silâha
sarılmasından da korkulurdu; bir genç kadının hafifliği yüzünden dürüst iki erkeğin
düşman olmasının yanlışlığına von Klemm'i inandıramamaktan da korkuyordu. Von
Klemm'i selâmlarken hafif bir üstünlük duygusuna kapıldı sadece.
Becker otomobili sürerken memnundu hiç birşey söylemediğine ; o hiç de hoş olmıyan
olayı unutmuştu. Lieven bile unutmuşa benziyordu, zira efendisini görünce dostça
selâmladı. Aynı günün akşamı da yola çıktı. Klemm'e göre, karısı her zamanki gibi hiç de
hoş olmıyan bir suskunlukla, sert ve açıklanması güç öfke patlamaları arasında
bocalıyordu.
Bayan Klemm, Lieven kitap falan göndermedi mi diye soruyordu, arada bir. Ne gibi bir
kitap olabilirdi? Leonore'nin bir Rus yazarının bir romanından heyecanla söz açması
Klemm'i pek keyiflendiriyordu.
Klemm, Lieven'in Silezya'da bir müfrezeye kumanda ettiğini karısına günün birinde haber
verdi. Orada Polonyalılarla boğuşuyordu. Leonore, bunu öğrenince, çocuğunun odasına
gidip kapıyı kilitledi; Lieven'in kendisine neden mektup yazmadığını şimdi anlamıştı. Fakat
onun bir daha dönmiyeceğini de iyice anlamıştı. Lieven ortaya çıkmazdan önceki kadar
rahatlamış bulunuyordu. Başlangıçta Klemm'in pek hoşuna giden sonraları da tuhaf gelen
o birden sokuluvermeleri bırakmıştı Leonore. Genç kadın, sakin, renksiz ve ilgisiz
davranmağa başlamıştı kocasına.

IV

Liese, mutfağın döşeme tahtalarını ovuyordu; cumartesiye büyük temizlik yapacaktı.


Christian da, avluyu süpürüyor ve

sakat bacağını her adım atışta havada sallamamak için tek ayağı üstünde yürüyordu.
Çocukların yaygarası, ahırdan gelen böğürmeler sessizliği bozmuyor, daha da
arttırıyordu. Derin bir sessizlik hüküm sürüyordu. Birbirlerine arada bir gülüyorlardı, bir
şey ararken. Bütün bu ufak tefek şeylerin hepsi neşeli anılara yol açıyordu. Bazı bir cam
bilye, bazı bir firkete, hattâ ba-zan da — bakkala vermek için deli gibi aradıkları — ufaklık
bir parayı hatırlayıp gülüyorlardı.
Mutfak kapısında bir gölge belirmişti. Liese, kocası Wilhelm'i karşısında görünce pek
korktu. Fakat sonra hemen kendini topladı ve gülerek : «Hey allahım!» dedi. «Yarın
geleceğini sanmıştım. Bütün hazırlığımı ona göre yapmıştım. Fakat bugünden gelmen iyi
oldu.»
Nadler hiç cevap vermedi. Çok yorgun görünüyordu. Olduğu yere oturuverdi, ıslak mutfak
tahtalarına. Kadın, kocasının bu durumuna şaşmış olsa bile açığa vurmamıştı. Güldü ve
yerde oturan kocasının arka tarafından süpürmeğe devametti. şakalaşarak.
Wilhelm Nadler, son zamanlarda şurada burada oturuver-diği su birikintilerinden her
hangi birisinin ortasmdaymış gibi oturmaktaydı. Başını soğuk çini sobaya dayamıştı.
Gözleri kapalıydı. Karısının çizgili önlüğünün aksi kapalı gözkapaklarmın arkasına sızmış
gibiydi. Şu anda iç dünyasından yükselen bütün görüntülerde bu önlüğün kaim kalın
çizgileri vardı. Kapp alayının Tempelhoff'a yürüyüşünde, şehrin dışında komut
bekleyişlerinde, en son emir gelmeyince çıkarılan çeşitli söylentilerde hep o önlük vardı.
Sonunda ise, özledikleri emir yerine bambaşka bir haber gelmişti; her şeyin sona erdiği,
destekleyici birliklerin gerekmediği, zira Berlin'de çarpışmaların sona erdiği haberi
gelmişti. Sonra, ordu kaçakları arasında acınacak bir çözülme başlamıştı. Yüzbaşısı
Degenhardt, ortadan kaybolma olanağını ele geçirebilecek herkesin başının çaresine
bakması emrini vermişti. Kendisi adamlarının dayanağı olarak kalacaktı. Yüzbaşısı onu da
uzaklaştırmca Wuhelm'in yüreği cız etmişti. Hiç bir aileden ve hiç bir kimseden ayrılış
ona böylesine dokunmamıştı. Memleketine dönüşü böyle olmuştu, Liese'nin mavi yollu
mutfak önlüğünün akisleri böyle karışmıştı olaylara. O lânetli grevi ne diye
bastırmamışlardı ? Liese avluya koşup Christian'nın kulağına fısıldadı : «Buna bir hal
olmuş, dikkatli davran!» diye.
Christian Nadler, yarı öfkeli, yarı alaycı, Kapp'ın adamlarıyla birlikteydi yüzde yüz, diye
düşündü; bütün ayaktakımı-nın katıldığını söylüyorlardı.
Wilhelm .Nadler, asker çizmelerini çıkardı; üniformasını daha yoldayken çıkarmıştı, köye
girerken göze çarpmamak için. Liese, kocasının fırlatıp mutfağın ortasına attığı çizmeleri,
hiç istifini bozmadan aldı ve yan yana koydu. Kıştan kalma tütsülü jambon vardı. Birazını
kesip kocasına verdi. Bir de çorba yapıp ekmek doğrıyarak: «Haydi, yesene!» dedi.
Wilhelm Nadler, iç dünyasını kaplıyan acınm yerini mide açlığı almışcasına bir
açgözlülükle saldırdı çorbaya. Memleketine temelli dönüşünü daha başka düşünmüştü.
Bir, ya da bir kaç uşak ve gündelikçi tutmağa yetecek parası olacaktı cebinde. Günün
birinde memleketine dönünce herkes tarafından pek iyi karşılanacaktı, toprak sahibi biri
gibi. Gölün öteki kıyısında oturan ve arada bir çizmelerini giyip işlere şöyle bir bakan
baron von Ziesen gibi. Nadler işler ters gittikten sonra şimdi anlıyordu, memleketine
dönüşünün nasıl da başka olması gerektiğini.
Önceleri bütün düşüncesi Berlin'e girmek ve kızıl çetenin canma okumaktı. Bunun böyle
olmasını yurdu için istiyordu. Bunu düşünmüş olduğunu hatırlıyordu. Đnsanın canını
tehlikeye koyması için o güne kadar yaşanılandan daha değerli bir şey gereklidir.
Savaştan bu yana üzerine yığılmış sözler ve görüntüler altında ezilmişti. Fakat neden
olmasmdı daha başka sözler? Neden daha başka görüntüler olmasmdı? Çocukluğun-
danberi bağlı olduğu bazı şeylere söz verildi diye mi? Đktidar ve onur için mi? Onur
demek, herkesçe sayılmak, hayran kalınmak ve özlem duyulmak, nişanlar takmak
demekti. Đktidar ise, onun sahip olmak istediği uşaklardan, ırgatlardan ve bütün öteki
köylülerden çok daha güçlendiriciydi. Papazların saçma sapan sözleriyle Wilhelm Nadler'in
onur anlayışı arasında en ufak bir benzerlik yoktu. Tanrının belirsiz ve sağduyuya aykırı
onurundan ona neydi? Gözlerden büsbütün uzak olduğu gökyüzünde güçlülerin güçlüsü
olmak neye yarardı?
Vatanı için de Wilhelm Nadler için de onur diye birşey kalmamıştı bundan böyle. Versailles
andlaşmasını yapan serseriler iktidar koltuğuna çökmüştüler şimdi. Nadler memleketine
dönerken nişanlarını ve demirden haç nişanını koparan kızıl pazubentli aynı herifler!
Nadler bunları hatırlarken, yüzbaşısı Degenhardt'ın kendisini tavsiye edeceği o yüksek
kişinin yerinde kalamıyacağını da düşündü, inek böğürtüleri, avlunun sü-pürülüşü ve
çocuk yaygaraları arasında, hayatın yükünü ve acılarını hissediyordu, sulara gömülen biri
gibi.
. Wilhelm Nadler boşalttığı tabağı öylesine bir itti ki, yere düşüp parçalandı. Liese, cam
kırıklarını toplarken Nadler de yatağına uzandı. Erkek : «Gel!» diye seslendi. Kadın,
yatmak için zamanın erken olduğunu ileri sürdü. Koca : «Gel diyorum sana!» diye
haykırdı ve her kötülüğün başı oymuş gibi, kadını öfkeyle yakalayıp sarstı.
Kadın, bunun üzerine, Christian'a : «Gözüme görünme!» dedi ve öfkeli kocanın gözüne
görünmemek ikimiz için de iyi olacak, diye aklından geçirdi. Christian, kardeşinin de bir
köylü olduğunu ve görünüşe göre temelli döndüğünü düşündü. Temelli dönüşü, hiç biri
için mutlu sayılmazdı. Liese, kendisine sevgi ve tatlılıkla davranan Christian'la yatmaktan
daha hoşlanırdı. Sakat kardeş, ağabeyinden herhangi bir iyilik bekliye-mezdi. Buraya
istemiyerek gelmiş olan Wilhelm ise hiç bir mutluluk duyamazdı. Christian, ağabeyinin
neye öfkeleneceğini sezecek kadar zekiydi.
Hiç değil kendisi için bir çıkar yol biliyordu: hayallere değil gerçekleştirilebilecek
teşebbüslere bağlanmasını bilecek kadar köylüydü. Babasının sağlığında kunduracılık
öğrenmişti. Ömrü boyunca oturduğu yerde çalışmak zorunluğu o sıra hiç hoşuna
gitmemişti. Fakat babası, tarla hepsine yetmez gerekçesiyle, küçük oğlunun bir zenaat
öğrenmesi gerektiğini söylemişti. Bu arada baba ölmüş, kardeşlerin üçüncüsü savaşta can
vermişti. Kendisi de ağır yaralandığından gereği gibi işe yarayamaz duruma düşmüştü.
Yakınlarının ve tanışlarının ayakkabılarını tamire alışmıştı yıllardır. En iyisi, kendi başına
buyruk yaşar ve rahat ederdi. Liese'yi o herife büsbütün bırakmak üzücüydü elbette,
fakat yapılacak daha başka bir davranış olmadığını Liese de kavramış bulunuyordu
çoktan. Çiftliğini yüzüstü bırakamaz ve çocuklarını düşünmemezlik edemezdi. Christian ne
tek başına, ne de Liese ile buradan uzaklaşa-mazdı şu sakat bacağıyla.
Hepsi birlikte yaşarlarsa bu toprağın, bu aüe düzeninin, bu ev işletmesinin tutsağı
kalacaklardı. Bu aile çemberinin, bu ev işletmeciliğinin dışına çıkabilmeği her iki kardeş de
yürekten istiyorlardı. Her biri kendine göre. Fakat bu istek her ikisi için de başarısızlıkla
sonuçlanmağa mahkûmdu. Zira Christian Nad-ler'i ne yurt sorunları, ne kızıllar, ne de
herhangi birşey ilgilendiriyordu. Bütün tasarısı, ilerde rahatça çalışabileceği bir iş yeri
bulabilmekti.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Wilhelm Nadler'in, memlekete temelli dönüşü korktuğu kadar sıkıcı olmadı. Karısı,
hatırlayabildiğinden daha oyalayıcıydı. Genç ve güçlü karısı koynuna girmekle yetinmiyor,
ortak mülkleri tarlayı da düşünüyor ve gündüzleri çapa sallıyordu. Buralarda daha başka
erkeklere de rastlanıyordu kendi durumunda. Wilhelm Nadler'i. sadece savaşta değil,
sonraları da başından çok şey geçmiş birisi sayıyorlardı. Çevrenin kıraç topraklarına
dağılmış köylülerden hafta da bir kaç gün gelen olağanüstü konuklar gazinocunun oturma
odasında toplanıyordu. Gölün kıyısından gelenler de katılıyordu bu toplantılara. Nadler,
birlikten olmadıkları için öteki salonlarda oturan başka müşterilerin merakla üzerine
çevrilmiş bakışları önünde dolaşmaktan pek hoşlanıyordu. Nadler'in de katıldığı birlikten
olanlar, gazinocunun yumuşacık halısında oturup dünyanın kaygulu durumunu
görüşüyorlardı. Nadler, köyünün düşün ve moral yönü bakımından tasa duyuyordu.
«Eski yurtsever savaşçılar birliği» yönetim kuruluna seçileliberi, cephede ölenleri anma
günleri düzenliyordu. Savaş anma günlerinde kadehler kaldırılıp yaşa sesleri sokağa
taşınca, ya da Versailles andlaşmasının yıldönümünde yas töreni yapılıp andlaşmayı
imzalayan Erzberger gizli bir kuruluşça öldürüldüğünde sevinç gösterileri açığa vurulunca,
herkes meraka kapılıyordu, gazinonun kapalı salonunda neler oluyor diye. Gazinonun
demirbaş müşterileri, aşırı Almanca bir gazeteden kesilip duvara asılmış olan ve
Erzberger'i kısa boylu ve şişko bir papaz olarak gösteren karikatüre göz atmak için,
birliğin toplantı salonuna geçiyorlardı usulca. Köy rahibi Möbius bile o salona gizlice
geçmişti; Jezü-vitlerden olan Erzberger'den hoşlanmazdı. Hıristiyanların bir cinayeti
kutlamalarına kızmıştı ama, karikatüre gülmekten de kendini alamamıştı.
«Eski vatansever savaşçılar birliği» nin yönetim kurulu, villâ ve şatolarda oturanların
katılmasıyla her ay göl kıyısındaki otelde ve Herr von Ziesen'in başkanlığı altında bir çeşit
gizli toplantı yapıp bira yerine şarap içiyordu. Herr von Zie-sen, gölün karşı kıyısındaki
çiftliğinde ailesiyle birlikte oturuyordu şu sıra. Aşırı Almancıların toplantılarına katılmak
için otomobiliyle sık sık Berlin'e giderdi. Nadler bu bay von Ziesen'e pek bağlanmıştı. O
da, Nadler'e güvenilebileceğini sezmişti; ciddi görevler veriyor ve sonuçlar hakkında
Nadler'in anlattıklarını büyük bir ciddilikle dinliyordu. Nadler, von Ziesen'in yüz çizgilerini,
anlatım tarzını, jestlerini ve şakalarını kafasına iyice yerleştiriyordu; eskiden de yüzbaşısı
Degenhardt'ın anlatımına ve alışkanlıklarına iyice dikkat ederdi.
Liese kocasının belirli günlerde evden uzaklaşmasına pek memnundu; evliliğin keyfini
sürmekten arada bir vazgeçilebilirdi. Kadın, Christian'a bundan böyle yüz vermemek
kararma bağlı kalmıştı. Kocası, her hangi bir çarpışmaya, rastgele bir serüvene katılıp da
evini yüzüstü bırakmasın diye epiyce zamanını veriyordu. Kadın, Silezya'da bir yere
sığınmış Erhardt tugayı kalıntısı, ya da Berlin'de yuvalanmış gizli Reichswehr gibi asker
çevrelerine sürükliyecek hayaller kurmaktan kocasını uzak tutmasını başarıyordu. Kocanın
çekişmeli topraklardan biri için çarpışma kararını öylesine geciktiriyordu ki, sonunda orası
taraflardan birinin eline geçmiş bulunuyordu.
Christian kendisine yeni bir gönül serüveni aramağa başlamıştı, ama kendi gibi birisi için
hele bir köyde hiç de kolay değildi. En çok düşündüğü, kunduracı dükkânını nasıl
yürütebileceğiydi. Köyde kapı kapı dolaşmış ve yeterince iş bulabilir-se kunduracılığa yine
başlama kararını herkese duyurmuştu. Sonra sessizce oturup cansıkmtısıyla beklemişti ne
cevap çıkacak diye. Christian'ın acınacak ve zavallı olmaktan çok kötü ve sert bakan mavi
gözleri en inatçı köylüleri de dikkatle bir süzmüştü sonunda. Köylüler, sağlığını savaşta
yitiren bu adamın kundura tamirciliğine hak kazandığını sonunda kabulet-mişlerdi. Onun
sakat bacağını sallıyarak birden kiliseye gitmesi hayret uyandırmıştı. Rahibin karısı ve
yetişkin üç kızı, sakat adamın yürürken sol ayağını iki eliyle tuttuğunu farketti-ler.
Ortanca kız o pazartesi bir pençe onarımı getirdi Chris-tian'a. Köyün eski kunduracısı,
ikiyüzlü aşağılık herif, diye sövüyordu; zira Christian kilisede hiç bir va'zı kaçırmaz
olmuştu. Christian'ın talihine bol sayıda halef yetiştirmiş bulunan rahip Möbius —
Berlin'de yaşıyan bir oğlu yaz izinlerinde bir sürü torunla geldiğinde epiy pençe işi çıkardı
—, kilisede dua için toplananları kışlada bir başçavuş gibi buyruğu altında tutmasını
bilirdi.
Rahibi bazı bazı otomobil, ya da motorla von Ziesen'in villasına götürürlerdi. Möbius'un
olağanüstü bir va'zedeceği duyulduğu bazı pazar sabahları bayan Ziesen ve kızları da
gelirdi kiliseye. Dışişleri bakanı Rathenau'un gizli bir örgütçe öldürülmesi konusunda
Möbius'un söyledikleri göl kıyısındaki otelde olsun, von Ziesen'lerde olsun övülüyordu.
Möbius kürsüde : «Kutsal kitap» diye başlamıştı. «Milletin ileri gelenlerini ve kutsal
yasalarının konulduğu sandığı taşıyan arabada bulunan bir yahudiyi anlatır. Kutsal
arabayı öküzler çekmekteydi. Tanrının sevgili kulları olan o insanlar, öküzleri arabaya
koşmasını bilen çiftçilerdi. Tıpkı sizler gibiydi o insanlar da, ey sevgili oğullarım ve
kızlarım! Bir ara öküzler sendeledi ve o yahudi aşağıya düşme korkusuyla kutsal sandığı
tuttu. O anda bir yıldırım çarpıp adamı öldürdü. Yıldırım ne diye çarpmıştı ona, ey sevgili
oğullarım ve kızlarım? Yahudinin can kaygu-suna düşeceğine kutsal sandığı düşünmesi
gerekli değil miydi?» Möbius, kısa bir ara vermekle gerilimi iyice arttırdıktan sonra, usul
ve fakat dirençli bir sesle : «kutsal kitap bu adamın ölümünü haksız bir eylemin
cezalandırılmasına örnek gösterir.»
Cemaat derin derin soluk almaktadır bu sözleri dinlerken; fakat arka sıralarda duranlar en
önde olan Ziesen'lerin hafifçe gülümsediğini görmezler. En arkada duran Christian Nadler
ise hiç gülümsememiştir, zira o asla gülmezdi. Kimin kimi bir kurşunda öldürdüğü de
umurunda değildi. Rahibin kimi dokundurduğunu biliyordu. Bir otomobile binmiş iki
oğlanın Almanya dış işleri bakanını tabanca kurşunuyla öldürdüğünü gazetede okumuştu.
Mucizedekine benzer bir yıldırım çarpması gibi.
Christian Nadler, ölümlülerin çoğu gibi pabuçlarını tami-rettirmek zorunda olan rahip
Möbius'u saygılı bir dikkatle doğrulamak istercesine bakıyordu çocuksu mavi gözlerinin
bütün bağlılığıyla
Ailesinden ayrı çıkıp bir deliğe başını sokalıberi, zenaati için gerekli paradan başka bir
gideri yoktu,. Sakatlığından ötürü aldığı emeklilik parasını her ay bir köşeye koyuyordu.
Barış olalı çok yıl geçtiğinden, pek fazla olmasa bile yine de epiyce parası birikmişti.
Bundan ötürüdür ki, parasının bir miktarını borç vermeği ileri sürdü erkek kardeşine;
bunu söylerken, ağabeysini kırmaktan korkarmış gibi sesi titriyordu. Daha başka bir çare
düşünemediğini de çekingen ve ürkek bir sesle ekledi. Bu durumun sorumlusu,
topraklarını kiraya verdikleri adamdı. Harman makinesini kullanma kararını bile
vermediğine, vadesi gelen tarla kirasıyla makine parasını birden ödiyemiyeceğine göre,
anlaşmayı bozacağı farkediliyordu.
îşte tam bu sırada çiftliğin işleri düzeldi. Berlin'li bir otelci, malların hale getirilmesini
beklemektense doğrudan doğruya üreticilerden satın almağa karar vermiş ve ekim
sonunda

toplanacak bütün elmaları önceden kapatmıştı.


Wilhelm Nadler bir akşam dolaşmasmdan eve pek memnun döndüğünde yanında yabancı
bir oğlan vardı; kavruk kalmış bu oğlana yolda rastlamıştı. Elmaları bir an önce teslimi
gerektiğinden onu gündelikçi olarak tutmuştu. Oğlan bu iş için pek genç görünüyordu.
Okulun son sınıfındaydı ve tarımda çalışmak için bir haftalığına izinli çıkmıştı. Babası
cephede ölmüştü, anası, kız kardeşleri ve eniştesi gölün arkasmdaki çimento fabrikasında
çalışıyordu. Başı pek darda olan ana, ürünle gündeliği ödenmek şartıyla oğlunu köylülerin
yanında çalışmağa göndermişti. Mark değerini yitirmeğe başladığından, gündelik
karşılığı ekmek, yumurta ve un verilecekti. Aile, çimento fabrikasmda ödenen haftalık gibi
hemen eriyivermiyen ek bir gelire kavuşmuş olacaktı böylelikle. Çalıştığı süre oğlanın
yemeğini köylüler verecekti. Adı, Paul Strobel olan delikanlı, sanıldığından daha
dayanıklıydı. Fakat öylesine çalıştırılıyordu ki, bazı bazı aşırı yorgunluktan canı birşey
yemek istemiyordu. Nadler'in bu gibi işlere alışık olan kendi oğulları, yabancının tabağı
iyice boşaltmamasına şaşıyorlardı. Yabancı delikanlının kepçe gibi kulakları, bilye gibi
yuvarlak gözleri ve güzel dişleri vardı. Evdekiler başının etini yemişlerdi, ürün toplama
zamanı sona erinceye kadar her şeye susması ve köylüyle hır çıkarmaması için. Wilhelm
Nadler pek zavallı ve zamanla sınırlı da olsa bir uşak edindiği için böbürleniyordu.
işten vakit bulabildiği bir gün Christian'm kunduracı dükkânına uğrıyan küçük uşak
çömelip oturdu ve «Kardeşiniz sevimli ama insanın canını çıkarıyor» dedi. Christian,
gülerek: «Yakında kurtulacaksın ondan,» cevabını verdi.
Küçük Paul, mutfakta lokmaları çabuk çabuk atıştırıp köylünün dediklerini anlamamazlığa
geldiğinden daha başka bir ruh hali ve canlılıkla : «Paskalya'da okulu bitireceğim,» dedi.
«O zaman Berlin'e gideceğim, kaynakçılık öğrenmeğe.» «Gözünü aç, orada da canmı
çıkarmasınlar.» «Eh, pek pek sekiz saat süreyle. Sonra karışanım olmaz.»
Christian cevap vermedi ; Berlin'li işçilerin aşırı tembelliklerine, günde sekiz saat çalışmak
gibi çılgınca isteklerine köylülerin her zaman sövdüğünü duyardı. Sekiz saat geçti diye
hayvanları sağmak, ya da ekin biçmek yarıda bırakılırmış gibi! Oğlana, pek partallaşmış
kunduralarını köyüne dönmezden önce bir gece tamir etmeği teklif etti ve : «Sekiz
saatten sonra çalışmazsam senin pabuçları onaramazdım,» dedi.
Paul Strobel : «Bana karşı çok iyi davranıyorsunuz,» dedi. «Fakat böylesine arkadaşça
davranışları bizler de esirgemeyiz birbirimizden.»
Deükanlı, sakat Nadler'in kunduracı dükkânına koşardı, biraz vakit bulunca ; çiftlikte
olmıyan bir hava, bir şeyler bulurdu orada. Bütün yaşıtları gibi o da, sopasıyla madeni
bulup ortaya çıkanverir gibi, sezmişti değişik havayı. Bu köylü evinde onu çeken tek şey,
Christian'm ahırdan bölünmüş kunduracı dükkânına sinmiş aşırı sessizlikti.
Christian, oğlanın az önce söylediğini duymazlıktan geldi. Paul'dan hoşlanıyordu, işi son
bulup da gündeliğini karşılıya-cak kadar — tek gram daha fazlası değil — yiyecek dolu
arka çantasıyla uzaklaştığını görünce acındı. Ne var ki bu çocuk onda tuhaf düşüncelerin
uyanmasına yol açmıştı, köyde o güne kadar hiç konuşulmamış ve belki de şu çimento
fakrikasıyla ilgili tuhaf düşünceler! Christian'm, bütün kunduracılar gibi çekiç sallarken
düşünmeğe ayıracak vakti boldu.
—F:8
Çok geçmeden Wilhelm Nadler yine başvurdu kardeşine. Tarlasını kiradan kurtarmakla
hayvan yemini sağlamıştı. Şimdi ineğe sıra gelmişti. Liese'nin nicedir başının etini yediği o
plânı gerçekleştirmenin zamanıydı. Gerçi Nadler'in önce aletlerini yenilemesi gerekiyordu.
Fakat hayvanlarının sayısını art-tırırsa köylülerin ağzı açık kalacaktı. Wilhelm, kardeşim
bir defa borç para verdiğine göre bir daha verebilir, diye düşünüyordu.

ölüler Genç kalır


Christian bu isteği o söylemeden karşıladı. Ahırdaki tezgâhından çıkıp topallıyarak
mutfağa geldiğinde, inek için pazarlık iyice kızışmıştı. Wilhelm : «Bu yahudi benden öyle
çok istiyor ki,» dedi «otelciden alacağım elma paralarım da ekle-sem yetmiyecek.»

Christian başıyla onu doğruladı ve istenilen parayı biraz indirtmeği bir iki denedi. Ellerini
pardesüsünün cebine sokup alt dudağını ileriye çıkararak buna hiç yanaşmıyan hayvan
satıcısına şöyle bir baktı. Bunun üzerine Christian bir teklif daha yaptı ve kararlaştırılan
taksitleri kardeşi ödeyemezse diye kefil oldu. Đhtiyar yahudi pek şaştı; böylesine iyi
yürekliliği ne yahudiler, ne de hıristiyanlar arasında görmemişti. Fakat Christian kefil
olduğuna dair imza verince bir diyeceği kalmadı. Bu davranış Wilhelm'in daha hoşuna
gitti.
Đleride bir gün, Christian ahırda tezgâhı için izin verdi diye kardeşine borçluluğu
belirtirken gözlerini yerden kaldırmayınca, Wilhelm teklifi kabuletmekle büyük bir iyi
yüreklilik göstermiş olduğunu sandı.
Liese yine gebeydi ve bu defakinin kendi kocasından olduğunda hiç kuşku yoktu. Kadın
bazı sabahlar ineklere bakarken, Christian'm da ahırdan kendine böldüğü kısımda
topallıyarak dolaştığını — arada lata tahtası bir bölme vardı — duyuyordu; arkalıksız
sandalyesini çekişini, çizmeye çekiç salla-yışını usulca dinlerdi. Christian ailenin öteki
kişilerinden hep uzak duruyordu; sadece bir kez seslendi Liese'ye : «Getirsene şu
yumurcağı!» diye.
Liese bunu duyunca kunduracı tezgâhınm bulunduğu böl-
meye geçti ve işlerin hiç de kötü gitmediğini bir bakışta anla-
dı; pençe ve yama için getirilmiş yığınla pabuç, sakatlık aylı-
ğına, hattâ sadece bununla geçinilecek kadar, epiyce bir gelir
daha eklerdi. ;
Kadın : «Hangisini istiyorsun?» diye sordu. Christian, bir yandan çekiç sallarken, ağır ağır
: «Küçüğünü elbette,» dedi,. «Onu bir yakından göreyim pek istiyorum.»
Sandıklardan birine oturuveren Liese : «Bir sürü çizmenin arasında ne yapacaksın
yavrucağı?» diye sordu.
Christian sustu. Kadın sandıktan kalkmadı. Đyice büyümüş karnına rağmen bacaklarını
sandığın kenarına defalarca vurdu, hattâ dudaklarını büzüp ıslık çaldı.
Christian kadına çabucak bir baktıktan sonra yine işine eğildi. Kadın, hafiften ıslık çalarak
bekledi. Sonunda, Christian : «Korkacağın bir şey yok, Liese!» dedi. «Senin gibi bir karı
benim gibi birisinin koynuna bir daha girer diye saçma şeyler düşünmem elbette.»
Kadın eve döndü ve kocasının büyük oğlanlarla gitmiş olduğu kanısına varınca, durduğu
yerde bir süpürgeyi yolmağa çabalıyan küçüğü sarstı. Çocuk, kundura tezgâhının
bulunduğu bölmeye girince yamalık derilerle oynamağa başladı. Christian hiç bir şey
söylemedi, çiviyi koyup çekiç sallamasını sürdürdü. Đkisini de görmemiş gibi bir hali vardı.

Şimdi ikinci bir ineğin sahibi olan Wilhelm, işlerini biraz düzeltmek için Berlin'e giderken
kardeşine: «Şu Levi için imzaladığın senet gibi bir kâğıt daha verirsin her halde,» dedi.
«Kardeşin Wilhelm'e kefil olduğunu göstermek için. Kelepir birşey bulurum da param
yetişmezse diye!»
Christian bakışlarını yere çevirdi, gözlerinin çok sert ve aşırı mavi olduğunu hissetmiş
gibi; yüzün öteyanıyla iyice aşağıdan alan bir hali vardı. Böyle bir kefillik, her hangi bir
Alman mahkemesinin önünde ispatlanacağı gibi, kardeşinin borç miktarını göstermekle
kalmaz, kendisinin ne denli iyi olduğunu da ortaya koyardı. Sadece emekli aylığından
başka şeyi de vardı. Mirasın bir hükmüne göre, kardeşler toprağı aralarında
paylaşmazlarsa, Christian bir zenaat öğrenebilir ve bir atölye kurabilirdi; evde kalması ve
yemek yemesi şartıyla. Christian bütün bunların günün birinde kâğıda geçirilmesini pek
istiyordu.
Ağabeysi önceden kestiremezdi bu gibi şeyleri. Christian'ın kâğıda neler çiziktirdiğinin de
pek farkında değildi. Onun derdi günü, Christian'ın ve kendi imzasını gösterip bazı makine
parçalarım taksitle alabilmekti.
Wilhelm kanatlı hayvanlarını, domuz yavrularını ve patateslerin kalan kısmını Berlin'li
alıcıya çok iyi fiyatlarla satarken Christian ondan para istemeği aklına bile getirmedi.

II

Leonore, Lieven ayrıldıktan sonra her gün postadan bir şeyler beklemişti; onun bir daha
kendine dönmiyeceğini bildiği halde. Evdeki hizmetçi ve uşaklar, Leonore'nin günde iki
kez bir merdiven sahanlığı köşe penceresinden, postacıyı gözlediğini farketmişlerdi çok
geçmeden; çantasıyla tarlalar arasında yol alan postacı, kupkuru gözlerle kendisini izliyen
kadmı Eltville'e varmadan seçebilirdi. Fakat gelen mektupların hepsi de Herr von
Klemm'in iş mektupları, ya da işgal kuvvetlerinde ve bölge sınırında dikkati çekmemek
için hileye başvuran yakın tanışların mektuplarıydı.
Herr von Klemm, yanında çalışan hizmetlileri, mühendisleri ve hattâ bazı işçileri de bir
araya getiren Birlik akşamları düzenliyor ve bunun adı Ren bölgesi dernek listelerine
«Ren'li arkadaşlar Birliği» olarak geçiyordu. Bu birliğin programı, en uzak Alman
şehirlerindeki Alman dernekleriyle ortak yanlar taşıyordu. Eltville ve çevresinde çoktan
biliniyordu von Klemm'e gelen mektupların niteliği. Akşamları gazinoda öğreniyorlardı
postacıdan.
Leonore, Lieven'in el yazısını hiç görmemişti. Lieven'e yazmış olduğu bir mektup günün
birinde geri geldi. Genç kadın, bir türlü akıl erdiremediği yüzüstü bırakılış karşısında
onurunu unutup erkekten bir hayat belirtisi koparmak istemişti. Yapmacıklı bir neşeyle
yazdığı mektupta, Lieven'in pek övdüğü o kitapları göndermesini rica etmişti. Đşte bu
mektubu : «Alıcının adresi bilinmiyor,» notuyla geri geliyordu. Lieven genç kadının
hayatından kayboluvermişti; ortaya çıkıverdi-ği kadar birden bire. Bir hayalmiş gibi
kayarcasma. Genç kadının o güne kadar hiç bilmediği düşünceler, tuhaf cümleler, ok-
şanış ve seviliş anıları, bir iki kitap adı arkasında bırakarak. Genç kadın kendi kocasını
şimdi ne hoyrat ve kaba bulmaktaydı! Atılganlığı ve şakacılığı da sudandı. Hiç bir şeyin
farkında olmıyan Klemm'in kucaklamalarını taş gibi ve hareketsiz karşılıyor ve sadece
katlanıyordu.
Kocası, yeğeni Klemm'e — adının önünde von bulunmıyan bu yeğeni fabrikada geçici
temsilciliğine getirerek yetki indirimi uygulamış ve bunu herkesin önünde kardeşçe bir
açıkyürekli-likle yapmıştı—, Leonore gibileri genç kızlıklarında çok şeyler umdururlar,
fakat sonradan bütün sevgilerini çocuklarına verirler dedi, günün birinde. Bu sözleriyle,
Leonore'ye cephe hastanesinde ilk rastladığı sıralarda ve ilk görüşmesindeki aşırı ruh
hallerini açıklamış oluyordu.
Klemm, başka bir gün yemekte, arkadaşı Ernst Lieven'in Polonya'da yararlık göstermiş
olduğunu söyledi. Leonore bir sarardı. Solgun yüzlü kadınlar ne kadar sararabilirse! Đç
dünyası aydınlanmış gibi olmuştu genç kadının yüzü.
Von Klemm, Leonore'nin herzaman pek isteksiz olan ev kadınlığı yanının «Ren'li
arkadaşlar» gecelerinde yeniden canlanmasına seviniyordu. Bütün arkadaşlarının
nişanlıları ve karıları geliyordu, müessese sahibinin konferansını dinlemeğe. Leonore iyi
bir konuksever olduğunun örneklerini veriyordu. Çay, şarap, pasta ve çöreklerle
donatılmış masa başında pek yakın oturuyordu herkes birbirine. Becker'de çağırılıyordu.
Von Klemm, bütün arkadaşlara evinin açık olduğunu söylemişti. Toplantıları, Marksistlerin
sınıf ayırımcı saçma sözlerine karşı bir gösteriydi. Kocasının emriyle kendisine de çay
vermek zorunda kalan Leonore'nin hali Becker'i pek keyiflendir-mişti. Hattâ oturuş
sırasına göre önce Becker'in, sonra da direktör Schlütenbock'un çayını vermişti. O gün
olağanüstü olarak bay direktör de gelmişti. Klemm, iş konuşmaları bittikten sonra da
biraz kalmağa razı etmişti. Luxemburg'da ortak bir şube açıp Fransız firması olarak
tescilettirmeği kararlaştırmışlardı o görüşmede. Savaş tazminatı ödemelerinden, ya da bu
ödemelerin durdurulmasından ortaya çıkabilecek her çeşit zorluktan böyleükle yakalarını
kurtarmış olacaklardı. Amören-burg'daki toplantı salonunda şu görüşte hemen
birleşmişlerdi:
— Yüzkarası Versailles andlaşması bunca yılın parlak bir işini bozmamalı!
Bu görüş birliğinden sonra Schlütenbock'un otomobiline binip Eltville'e gittiler. Becker
izinliydi ve konferansa gelen öteki çağırılılarla birlikte onları bekliyordu. Yaşı belli olmıya-
cak kadar yaşlı Schlütenbock, «Ren'li arkadaşlar» ın övgüsünü partili dostlarından
duyduğu için, Klemm'i iyi tanıdığından büyük bir beceriklilikle iş yerinde kurduğu bu
örneklik derneği bir de kendi gözleriyle görmek istiyordu. O akşam keyfi yerinde
olduğundan kalmağa hemen razı gelmişti, Klemm'in yüksek sıcaklığa dayanacak ve yüzde
yüz halis katran yağını neresi için istediğini o konuşmada öğrenmişti. Denizaşırı sıcak
ülkelerde değil, güney Fransa'da bahçıvanlıkta kullanılacaktı.
Schlütenbock salona girdiğinde, Klemm, doğudaki bütün savaş bölgelerine sonuna kadar
Alman birlikleri gönderebilme-nin bu Ren bölgesindeki insanların Alman hayat sahası
çevresinde birleşmesiyle yakından ilgisini anlatmaktaydı. Yazı masasının üstündeki
haritada bir yere küçük bir bayrak iğnelenmişti. Şu sırada bir Alman birliğinin saldırıya
geçtiği Silezya'da Anna dağı, bura insanlannca Taunus'daki Feledberg kadar yakın
sayılmalıydı. Düşman, Almanya'yı doğudan ve batıdan bir kıskaç içine almıştı. Kıskaç
doğuda Silezya'dan ve burada batıda Ren kıyılarında kapanıyordu. Londra
konferansmdanberi burada uygulanan müeyyidelerin ve yukarı Silezya'da halk oyuna baş
vurmanın amacı hep birdi. Kıskaç orada Polonya hesabına bir parçayı Almanya'dan
koparacaktı. Burada Duisburg şehrini sudan nedenlerle işgal etmişler, şimdi de Ruhr
bölgesine girmek için bahaneler arıyorlardı. Ruhr ve Silezya'daki maden ocakları
memleketin zenginlik kaynakları, Almanya'nın can damarlarıydı.
Leonore kocasının yanına yukarı çıktığında Becker otomobili temizliyordu. Klemm, arkası
kapıya dönük oturuyordu yazı masasının başında. Kadın, masanın üstünde duran haritaya
iğnelenmiş küçük bayrağı gözleriyle aradı, bir gecelik sevgilisi Lieven'i bulmak ister gibi.
Hattâ, ilgisiz görünmeğe çalışarak: «Bizim birlikler şimdi nerede?» diye sormağı bile göze
aldı. Klemm bu soruya : «Yine Almanya'dalar elbette. Zira kanlarıyla kazandıklarını
andlaşmalar ve halk oylamasıyla Polonya'da kaybettiler,» diye şöylesine bir cevap
verdikten sonra ekledi :
«Şu sıra bizim Lieven de doğu Prusya'da bir yerlerde olmalı! Oralarda bazı dürüst kişiler
tümenden artakalan askerlerimizi çiftliklerine yerleştirdiler.»
Klemm, yarım saat sonra otomobile bindi ve Amönburg'a yola çıktı. Şoför Becker az sonra
başını arkaya çevirip : «Herr von Klemm görüşümü söylememe izin verirlerse..» diye
başladı. «Sayın efendimin bugün öğleden sonra yaptığı konuşma hepimizin içine işledi.»
Von Klemm gülümsedi :
«Bu kadar hoşuna gitti mi? Yukarı Silezya'daki o hengâmeye, ikimizin de tanışı olan
bazıları katıldı. Teğmen Lieven orada yaralandı. Onu hatırlarsın, sanırım.»
Becker : «Hem de nasıl!» cevabını verdi; Klemm'in, ikimizin de tanışı, deyiminden
koltuklan kabarmıştı. Efendisinin aile mutluluğuyla ilgili bir sırrı yüreğinin gizli bir
köşesinde sakladığı için büyük bir onur duyuyordu.
Becker, çok kolay saydığı bazı kendi işlerinin de kötü yanları olduğunu o hafta öğrendi.
Ella ile barışalıberi, açıkça evlenme teklifinden kaçınsa da, ona nişanlısı gözüyle
bakıyordu.
Mutfakta yemek yerken pek böbürleniyor, şartlar ne olursa olsun ona bağlı kalacağını ve
böyle bir davranışı ancak askerlerin gösterebileceğini ileri sürüyordu. Ella'nın tepeden
tırnağa öpülmeği kötüye almadığını gösterecek hiç bir belirti yoktu. Becker'in bahçedeki
odasına geceleri gelmekten de çekinmiyordu. Fakat günün birinde kız onu gördükçe kaçar
oldu ve mutfakta karşılaşınca da hüngür hüngür ağladı. Uşaklar ise kıkır kıkır gülüyordu.
Kız, başı ağrıyormuş gibi kafasına bir örtü bağlayıverince Becker bundan pek hoşlandı.
Bahçıvan : «Geceleri de baş örtüsüyle mi yatıyorsun?» diye alaylı alaylı sormuştu. Becker
bir gün kızın aniden karşısına çıkıp başörtüsünü çekti ve ensesine düşürdü. Kalın saç
örgülerinin yerinde yeller esiyordu. Kızın ağlıyarak anlattığına göre, danstan dönerken
üzerine saldıran aşağılık oğlanlar, güya bir Fransızla danset-miş diye, saçlarını kesmişti.
Oysa, Fransız yolda lâf atmıştı. Kendisi ise adımlarım sıklaştırmıştı. Fransız, o millete özgü
bir sırnaşıklıkla ellerini uzatmıştı kızın beline ve bunu bir gören olmuştu. Ama, Fransızı
pataklıyacaklarma ona Fransızın maskarası karı, diye sövmüşlerdi. Sonra da köye
girerken pusuya düşürmüşlerdi; kendilerine yüz verip fazla dansetmediği için kıskanan
bazı kötü oğlanlardı belki! işte bundan ötürü öç almak için onu köyün yüz karası
göstermek istiyorlardı. Ella, sevgili Becker'in kendisinden yana olup onu teselli edeceğini
ummaktaydı.
Ne var ki, Becker, buz gibi bir baktıktan sonra : «Hiç hoşuma gitmedi bu durum!» dedi ve
kız boynuna sarılmak isteyince, diz kapağıyla karnına vurup itti.
Becker, mutfaktakilere sert bir tavırla : «Fransızlarla yatmış bir karıyla birlikte bir sofraya
oturmamızı kimse isti-yemez bizlerden!» diye bir açıklama yaptı ve evin efendisi ken-
disiymiş gibi: «Topla tasını tarağını ve uzaklaş buradan!» diye sizlerini bitirdi.
Ella'nın kolu kanadı kırılmıştı; kendini savunamıyacak kadar uyuşuvermişti.
Evin uşak ve hizmetçileri önce heyecanlandılar. Fakat bay ve bayan von Klemm, şoförün
başına buyruk kararını kesinlikle onaylayınca pek memnun oldular. Mutfakta toplananlar,
bu konuda gerek kocası ve gerekse şoför hak vererek iki erkekten yana çıkan sayın
bayanı övdüler. Ella gibi birisinin Klemm'-lerin evinde yeri olamayacağında anlaşma
birliğine varıldı. Üstelik, Ella'nın saç örgülerini kesen delikanlı von Klemm'in kurmuş
olduğu «Ren'li Arkadaşlar Birliği» nin üyesiydi. Küçük besleme kız, bana kimse böyle
birşey yapamaz demek ister gibi, kalın saç örgülerini sallıyarak böbürlene böbürlene
dolaşıyordu.
Alman ve Fransız uzmanlarının von Klemm'in villasında toplanması önlenememişti. Ren
bölgesinde işgal kuvvetlerinin sembolü bir koku sayılan ne idüğü belirsiz bir pomadın iç
bayıltıcı kokusu o andan başlıyarak yapının bütün kıyı bucağına sindi. Koku, otomobilin
koltuklarına bile sinmişti. Becker, büyük bir haşinlikle uzaklaştırdığı genç kız için hala
üzüldüğünden, ilk defa olarak müthiş bir iç sıkıntısı duydu. Duygularını içine atmasını
bilirdi ama, yabancı işgal kuvvetlerinin en küçük bir izi, bir konuşması, bir kokusu,
uzaklaştırdığı kızı felâkete ittiğini hatırlatıyordu.
III
Lieven'in yukarı Silezya'da katıldığı o birlikten arta kalan bütün subaylar ve askerler,
başlarını sokacak sınırsız bir barınak veren Gleim ailesinin çiftliğine yerleşmişti. Ne var ki,
bu sınırsızlık hiç birşcyle sınırlı bulunmamak anlamına gelmiyordu. Ev sahibi ve konukları,
bu durumun bir ara dönem olduğunda, şöyle, ya da böyle yakında sona ermesi
gerektiğinde anlaşmışlardı. Dünya savaşından sonra yurtlarına dönen yaralılar,
umutsuzlar ve sakatlar, yeni bir anayasa, andlaşmalar ve kanunlarla herşeyin sonra
erebileceğine büyük bir heyecanla nasıl inanmamışlarsa, son olaylarda bunca kan döken
ve her tehlikeyi göze alanlar da şimdi bir kaç devlet adamının kendi-

lerine hiç sormadan herşeyi kesin bir düzene koyabileceğine inanmıyordu. Son söz daha
söylenmemişti. Bazı ülkelerde gençlik, hangi çözüm yolu için olursa olsun, kanını
dökmüştü. Macaristan'daki kızıl hareket çoktan önlenmişti ama, sayısız şehirde sonu
gelmiyen yürüyüşlerde halâ kızıl bayrak dalgalanıyor, hattâ Paris ve Londra'da bile işçiler,
buz tutmuş pencere camlarına orak çekiç işaretleri çiziktiriyorlardı. Yeni kurulan Sovyet
hükümeti dışardan yapılan işgal saldırılarını püskürt-müştü. Bu durum, tarih yazarları için
yeni bir ders olmuştu. Genç milletler iç değişimleriyle güçten düşmez, daha gerilir ve
sertleşirdi. Sovyet generali Budyeni'nin Varşova kapılarına kadar ilerleyişi bütün Avrupa
başşehirlerinde kaygu uyandırmıştı. Yırtık giysili ve ayakları çıplak kızıl asker oralara
kadar gerçekten varabilmişse, batıda kimbilir daha nerelere yürürdü! Kızıl ordu Varşova
önlerinde durunca kimisinin soluğu kesildi, kimisi de rahat bir soluk aldı. Yeni Polonya
devleti isteklerini ileri sürmüştü. Bu sıra Silezya'daki Alman birlikleri başkaldıranlarla
savaşmaktaydı. Sonra, çarpışmalar durduruldu. Daha sonra görüşmeler, halkoyuna baş
vurmalar ve kararlara sıra geldi. O güne kadar yaşanılmış hayatın, dökülmüş bunca kanın
gazete makaleleri kadar cansız formüllere zorla yerleştirilmesi gerekti.
Fakat böyle kâğıt üzerinde kesin kararlara kimsenin inandığı yoktu. Zira herkes, başka
konularda hemen pek az ortaklaşa bir yan olsa da, kuşku duymada birleşiyordu. Hepsi de
kesin, sıcak kanlı ve gerçek bir kararı beklemekteydi. Kimileri, bütün dünya temelinden
değişirse kendi hayatlarının da değişmesi gerektiğine inanıyordu. Kimisi, eskiden olduğu
gibi ürkütücü ve güçlü bir Alman devleti yeniden kurulursa kendi hayatının da
değişeceğine inanmaktaydı. Bir tarihteki adıyla kutsal Alman imparatorluğunun, Alman
milletinin kutsal Roman imparatorluğunun bir yurttaşı olmak her tehlikeyi ve kayıbı göze
almağa değerdi.
Lieven'in katıldığı birlik için yapılan bir çeşit barakalar köyü, birkaç yüz küçük toprak
sahibinin yaşadığı Banivvitz köyüne çiftlik binasından daha yakındı.
Almanya silâhları bıraktıktan sonra bu asker birliğine genç Gleim de katılmıştı. Bu
topraklar ona hiç beklenmedik bir sürü ölümden sonra âdeta birden kalıvermişti. Büyük
olay yakında sahiden patlak verirse, çiftliğe yerleştirdiği bu askerler kızıl çetelerin
saldırısına karşı sağlam bir kale olurdu. Gle-im'e göre kızıllar çılgın bir akıntı, önlenemez
bir tabiat gücüydü. Bu arada yabancı ve yerli işçiler topluluğuna karşı hasat zamanları ve
acele işlerde kullanılacak bir denge gücüydüler.
Subaylar, çiftlik evinin bir yan kanadında oturmaktaydı. Yapının o yanında bir çok odadan
başka, bahçeye bakan yüzünde büyük bir salon da vardı. Gleim'ler sonradan daha büyük
bir çiftlik binası yaptırıncaya kadar orada oturmuşlardı. Bu yapının üslûbunda, büyük
Fridrich'in Sansoucci ve Postdam saraylarında kullandığı aşırı süslemelere ve çıkmalara
yer verilmişti. Kemerli pencerelerden ortada olanı Korint üslûbu iki sütun arasında açık
duran ön yüzde, hiç bir işe yaramıyan bir hayâl buluşu bu ıssız yerlerin çöl boşluğunda
hoş bir yankı gibi uzanmaktaydı.
Büyük kapıdan değil, bahçeden geçerek eve doğru ilerliyen Lieven bütün bunları
düşünmekteydi. Ortaklaşa kullanılan salon için Gleim'lerden eski mobilyalar, saatler,
küçük bir klavsen, saat ve oyun masaları almıştı. Büyük salonda oturmuş kâğıt oynıyan,
okuyan, ya da içki içen dostları, Lieven'i yaşa var ol, sesleriyle karşıladılar.
Kolu askıda olan Lieven, kendi evine geldiğini sandı. Rast-gele yolunun düştüğü yer ister
bir otel odası, isterse tren vagonu, ya da bir şato olsun, kendi damgasını vurmasını ve
oradakileri buna alıştırmasını başarırdı. Bugün şerefine bu salonda düzenlenen şenliğe
Gleim de gelecekti; ailesinin öteki insanları ve civardaki çiftlik sahipleriyle birlikte. Ev
sahibi olarak değil, bir konuk olarak. Gleim'larm çiftliğinde konaklıyan subaylar şenliği
kendi paralarıyla düzenlemişlerdi. Zira, Gleim, yatacak yer ve yiyeceklerini veriyordu
ama, çiftliğin gelirleri onlara cep harçlığı da vermesine yetmezdi. Gerekli para yardımı,
Almanya'dan, bu gönüllü birliğinin henüz dağılmamasını kavramış olan bazı milliyetçi
gruplar tarafından gönderiliyordu.
Lieven, çiçekleri, masanın üstündekileri ve kendi tasarladığı biçimde yapılmış hazırlıkları
gözden geçirdi. Arkadaşları keyifliydi. Güzel birkaç kadın ve dans var, diye sevinmişlerdi.
Lieven bir bahane buldu ve şenlik başlayıncaya kadar bir saat için izin istedi
arkadaşlarından.
Süslenmiş ve donatılmış salonda korkunç bir iç sıkıntısının bayıltıcı soluğunu
hissedivermişti. Çağırılı ailelerin kimler olduğunu bir haftadır biliyordu. Herkesin ne
söyliyeceğini ve nasıl olacağını da biliyordu. Lieven'in dostları, hazırladıkları bu şenlikten
büyülü bir başkalaşma bekler gibiydiler. Fakat şenlikler böyle olamazdı. Büyülü şenlikler
yoktu. Lieven, insanları büyüliyen tek şey tehlikedir, diye aklından geçirdi, insanlar ancak
böyle durumlarda daha başka oluyorlar. Ancak tehlike önünde. Şu arkadaşlarla, Baltık
ülkelerinde, Ruhr'da, ya da Polonya'da savaşta geçen hayat ne hoştu! Oysa şimdi
hepsinin de kemikleri gacırdıyordu eskimiş mobilyalar gibi. Böylesine cömert bir
konukseverlik Lieven'e herkesten çok gerekliydi; zira ne evi, ne de ailesi vardı. Fakat şu
ıssız çiftlikteki hayatı, bir zamanlar silâh arkadaşları olan şu yüzler, yine katlanılır gibi
değildi.
Lieven köye doğru sürdü atını ve istasyondaki büfeye girip oturdu. Bu gazino, şimdiye
kadar gördüklerinin en sıkıcı-sıydı, böyle olduğu pek belliydi. Bir süre sonra çuvallarını
taşıyan iki köylü geldi. Birer bira içip gözlerini ona diktiler. Kocaman kafalarını arada bir
elleriyle tutarak birbirlerine birşey-ler anlattılar. Daha sonra, Lieven'in tanıdığı biri geldi;
adı Schubhut'tu. Çiftliğin kâhyalığını yapan adam, Lieven'e kolunun nasıl olduğunu
sorduktan sonra, oturdu. Lieven, kâhyanın söze nereden başlıyacağını öğrenmek için
susmağı ve beklemeği daha uygun buldu. Adam : «Kızımı beklemek için geldim buraya,»
dedi. «Stettin'de okuyor. Karım savaş yıllarında öldü. Yaşlı bir babayla yaşamak bir genç
kız için hiç de özenilecek bir hayat değil.»
Askerce sert bir yüzü, babacan bıyıkları ve taptaze bakışlı pırıl pırıl gözleri vardı :
«Paketleri şuraya yanınıza bırakmama izin verin, bay teğmen!» dedi. «Gidip peronda
beklemem daha iyi.
Lieven adamın arkasından baktı. Şu koca ihtiyar bugün neden böylesine keyifliydi? Sonra,
ha anladım, diye düşündü. Tren istasyona girmiş ve az sonra hareket etmişti.
Schubhut kızıyla birlikte döndü. Kız onbeş, ya da on altısında kadardı. Lieven, güzel
endamlı kızların nerede bulunacağını açığa vuran bir tabiat belirtisi yok, diye aklından
geçirdi. Bunun tekeli eski Atina'da değil, doğu Prusya'da küçük küçük istasyonlarda da
olabilir pekâlâ!
Bacakları pek uzun ve göğüsleri ufacık olan kızın epiyce kalın iki saç örgüsü şakaklarından
aşağıya sallanıyordu. Kızın en olağanüstü yanı, ortadan iki yana taranmış saçlar ve
kırmızı mavi çiçekli giysi, inceden inceye hesaplanmış gibi, pek göze çarpıyordu.
Schubhut : «Şu paketi karşıdan gelecek trene vereceğim,» dedi «Çocuğu bir kaç dakika
sizin yanınızda bırakıyorum.»
Kız, Lieven'i sakin bir bakışla süzdü. Bakışları babasının gözleri gibi ışıl ısıldı. Lieven de
onu süzdü bir kaç dakika; uzunca süren suskunluğu kızı hiç de rahatsız etmemişti.
Karşısındaki tarafından — bir kır görüntüsü, bir kuş gibi — uzun süre gözden
geçirilmekten hiç tedirginleşmemiş bir hali vardı.
Lieven : «Çocukluğumda bir masal kitabı vermişlerdi,» diye başladı. «Grimm kardeşlerin
masalları kitabını size de vermişlerdir elbette. O kitapta bir masal vardı. Bir büyücünün
bir kuleye kapattığı bir genç kızı anlatırdı. Genç kız uzun saç örgülerini aşağıya sallandırıp
sevgilisini kuleye alırdı.»
Kız : «Kim bilir canı nasıl acımıştır..!» diye güldü.

— 126 —
«Sanmıyorum. Kızın saç örgüleri pek uzun ve dayanıklıydı. Tıpkı sizinkiler gibi. Böylesine
uzun örgü saçlı bir kız acaba nasıl olur, diye yıllar yılı düşündüm. Sanırım böyle bir kızı
hep özledim..»
«Bulabildiniz mi böyle birisini?»
«Üç dakika önce. Oysa aramaktan vazgeçmiştim çoktandır.»
Kız, saç örgülerini arkaya atarken, Lieven çabuk davranıp bir tanesini yakaladı. Sonra bu
örgüyü bileğine öyle çabucak doladı ki, kız başını biraz eğmek zorunda kaldı.
Her iki saç örgüsünü de arkasına atmış olan kız : «Ne oldu elinize?» diye sordu.
«Polonyalıların genel karargâhını havaya uçurmak için mayın koyarken oldu. Bunların
çoğunu babanızdan duymuşsunuzdur her halde! Sonunda tası tarağı toplamak zorunda
kaldık ve buraya konuk edildik.»
«Neden?»
«Düzmece bir halk oylaması sonucu. Müttefiklerarası bir komisyon da buna uyarak bu
toprakları Polonya'ya verdi.»
Lieven, çabuk çabuk anlatmağa başlamıştı. Kız, anlatılanları gözünde canlandırmak ister
gibi, gözünü kırpmadan dinliyordu.
Lieven'in öyle şaşırtıcı olaylar, gözlemler aklına geliyordu ki, kendi başından geçenleri
değil, başkalarının yaşantılarını da anlatır gibiydi.
Schubhut dönmüştü. Kızını görünce öyle sevindi ki, gözlerinin çevresinde küçük küçük
kırışmalar belirdi. Dışarıda hazır ettiği arabaya bütün paketleri ve kızını yerleştirdi. Sonra
dizginleri aldı. Lieven yanları sıra atını sürdü.
Kız, babasıyla yer değiştirdi, beş ay süren okul hayatından sonra yine araba sürmek
istiyordu. Tarla yolunun ana yoldan ayrıldığı yerde Lieven'in biraz yana kayması gerekti.
Konukların çiftliğe gelmeğe başladığı otomobil ve araba seslerinden iyice anlaşılıyordu.
Fakat Lieven, Kâhyanın evine sürdü atını yine de.
— 127
Atlı; sarımsı kahverengi yelesi ve ufka kadar uzanan dümdüz yol ne, güzeldi! Başını
geriye atmış kızın upuzun saç örgüleri havada sallanıyordu. Konukları karşılayan müzik
sesleri de duyuluyordu. Daha önce pek tatsız bulduğu yer genç kızın dönüşüne hazırlık
yapan bir sahne olmuştu şimdi.
Kâhya evinin önünde atı ve arabayı durdurdular. Yeşil panjurlar ve yaban güllerine kadar
sahnenin her şeyi hazırdı. Lieven, hayvanların koşumlarının çıkarılmasına yardım etti. Ev
işlerine bakan kadın, gelenleri karşılamak için kahve ve pasta hazırlamıştı. Masaya Lieven
için de takım konuldu. Schubhut, kızının güzelliği böyle seçkin bir konuğu evine çektiği
için mutluydu.
Lieven masa başında kendini pek ayrı ve yabancı hissetti, kızın yumuşak ve durgun
gençliği karşısında. Sonunda, baba Schubhut masayı odanın bir köşesine itmelerine
yardım etti de dans edecek yer açıldı. Büyük binada Lütgen'in konuklar için çaldığı valsin
ezgileri, çiçekli perdeleri aşıyor ve hafif loş odaya doluyordu. Kız, gözlerini kaldırıp
Lieven'e şöyle bir baktı; gözlerine ve dişlerine lambanın ışığı vurmuştu biraz.
Lieven, beni yarına beklesin, diye aklından geçirdi; bugünlük bu kadarı yeterdi. Kızı küçük
bir çocuk gibi kollarından yakaladı ve babasının dizlerine bıraktı. Dansı seyretmiş olan
baba, keyfinden piposunu çekti; koltukları kabarmış, dans hoşuna gitmişti.

Lieven, arkadaşlarının ve Gleim'in konuklarının şenlik yaptığı salona on dakika sonra ayak
bastı. Onu kahkahalarla karşıladılar, bekletti diye. Lieven'in salona girmesi, sönmüş bir
yangının yeniden parlaması gibi, havayı canlandırıverdi.
Az önceki vals çalıyordu yine. Kadın yüzleri ve çıplak omuzlar vardı karşısında. Kadınlar
belki güzel, belki de pek çirkindi. Her tutkunluğun beraberinde getirdiği büyülü güç,
sayısız söz ve bakışta dağılıyor, böyle şeylere susamış konuklar, istediklerinin ne
olduğunu bilmeden, kendilerine de pay düşsün istiyorlardı. Dış görünüşüyle çelimsiz ve
alçak gönüllü olan Gleim, bazı dostlarıyla Lieven'i tanıştırdı. Gleim, Lieven'-

— 128 —
/
in olağanüstü ve şaşırtıcı cevaplarıyla konukları düşündürmesinden ötürü onur duymuştu.
Gleim, konukların bir arada bulunmasından yararlanarak ertesi gün öğleden öncesi için
bir konuşma yapmağa karar verdi. Gece, konukların pek azı evine döndü ve geniş çiftlik
evinde hafta sonu geçirmek için kaldılar. Gleim'in kayın babası olan bakanlık müsteşarı
uzun uzun konuştu. Konuşması, düşünce yapısına uygun olarak giriş, ana bölüm ve bitiriş
kısımlarından meydana gelmişti,
Lieven, çevresindeki yüzleri bir bir gözden geçirdi ve şimdi bunlar düşünce arkadaşlarım,
diye aklından geçirdi. Burada şimdi konuk olarak bulunmaktayım ve bakanlık müsteşarı
yarın bana kayın baba olabilir. Lieven, odasında oturmuş, uzun tarla yolunu gözliyerek
kendisini epiydir bekliyen kızı hatırladı.
Đkindi üzeri kâhyanın odasına girince, buraya gelmeden sezdiklerini gözleriyle gördü.
Kızın dünkü o rahat hali gitmişti. Đhtiyar baba onları yalnız bırakmış olmak için atına binip
tarım işçilerinin bulunduğu yere gitti. Bir kaç bin askerin çiftliğe yerleştirilmesinin
ücretlerinin indirilmesine yol açacağını düşünen tarım işçileri, kâhyaya isteklerini
bildirmişlerdi. Gleim de şimdi kâhyayla haber gönderip, yersiz yurtsuz askerlere
kullanılmıyan topraklardan bir kısmını kendi hesaplarına işlemeleri için bıraktığını
bildiriyordu.
Kâhya döndüğünde, konuk sandalyesinde oturuyordu halâ. Kız, saçlarını örmek için
odadan hemen çıktı. Az sonra da döndü, odaya lambadan dökülen ışığın dışına oturup
dikişe daldı.
Schubhut, öğleden sonra olup bitenleri uzun uzun anlattı. Buralı olmıyan bu sınır
bekçilerini bu topraklara yerleştirmek sahiden gerekli miydi, diye kaygu duymaktaydı. Ne
süre kalacaklardı? Zira birlik eninde sonunda tetikteydi. Lieven'in sabahki toplantıda
duyduğu söylentiler, kâhyanın dötgen biçiminde kafasına da sokulmuştu, Đhtilâl sözü
yine ortaya çık-
— 129 —

mıştı. Bundan ona neydi? Gleim aylığını arttırırdı belki! Yeni ücretlere ağız açıp
söylenmiyecek adamlarıyla bozuşmaktan da kurtulurdu.
Lieven oradan ayrılırken, kâhyanın arkasında kalıp kızın saçlarını bir okşadı ve değirmenin
arkasındaki çukurda buluşmak için randevu aldı. Lieven, buluşma yerine gitmemeği
düşündü önce. Kız, ilk umutsuzluk anını geçirdikten sonra yatışırdı ve kendisi de onu
istasyonda gördüğü ilk haliyle, o güne değin gördüklerinin en genci ve cana yakını olarak,
hatırlardı. Evet ama o sevimli ve küçük kız şimdi bir parçacık daha az cana yakın
olmuştu. Tazeliğini azıcık yitirmişti. Lieven de kızın hayatına iyice karışmıştı. Đşte bu
durumda, buluşma yerine gitmek daha doğru olacaktı.
Kız. uzun bacaklarının rahat ve sağlam yürüyüşüyle, görünmüştü; Lieven'i farkedinceye
kadar rahat ve güvenli bir hali vardı. Tertemiz ve serinletici bir keten entari giymişti.
Bundan ötürü bir süre dokunamadı, ona. Kız saç örgülerini çözüp yine örerken o da
entarinin kırışıklarını eliyle düzledi.
Lieven daha sonraki günlerin birinde kararlaştırılan saatten daha erken, birinde de daha
geç geldi. Kız rahat ve dik bir yürüyüşle yaklaştı.
Lieven, kâhyanın evine bir gramofon götürdü, Ev işlerine bakan kadm konuk şerefine
güzel yemekler hazırladı, Schubhut arada bir : «Savaş ne zaman yeniden başlıyacak?»
diye soruyordu.
Kız, Lieven'in lâf arası vereceği cevabı beklerken, bakışları dalgınlaşıyordu.
«Henüz bir belirtisi yok savaşın!»
Başka yerlerden gelen konukların korkunç hikâyeler anlattığı enflasyon buralara henüz
tesir yapmamıştı. Çiftliğin ev işlerine bakan kadının sofraya koydukları çiftlikte
yetişiyordu.
Lieven birden görünmez oldu. Đhtiyar Schubhut, kızma :

Scanned By hlecter

«Nerede bu delikanlı, bozuştunuz mu yoksa?» diye sordu. Kız, hayır anlamına başını iki
yana salladı. Şimdiye kadar hiç tartışmadıklarından bu duruma bir türlü akıl
erdiremiyordu.
Çiftlik evinin subaylar konuk edilen kısmında bir gün, Lütgen'lerin oğlu, Lieven'e : «Yazık,
küçük Schubhut'u elden kaçırdın galiba!» dedi. «Dün nasıl dans ettiğini bir görmeliydin !»
Lieven : «Anladık!» demekle yetindi.
Lütgen : «En sonunda birine gizlice abayı yakmış gibi bir halin var,» dedi. «Nişanlıya
tutuldun belki de..!»
Gleim'in ilerde evleneceği bakanlık müsteşarının kızından böyle söz açılırdı. Müsteşarın
kızı çok hazır cevaptı ve buralara göre pek şık giyiniyordu.
Lieven, yatağında sırtüstü uzanmış, gözleri açık, düşünüyordu. Schubhut'un kızına
duyduğu ilgi geçmişti. Sadece, onun durmamacasına ve sersemce bekleyişini hâlâ
hissediyordu. Kızın bu hali onu bütün okşayışlardan daha çok büyülüyordu. Kızının birden
bire zivanadan çıktığını gören Schubhut'un ne yapacağını şaşırdığını da duyuyordu sağda
solda. Kız hiç bir eğlenceyi kaçırmıyor ve yabancı tarım işçilerinin uzak barakalarına kadar
nerde bir dans olsa koşup gidiyormuş!
Lieven kızı bir gün köyün kaba saba delikanlıları arasında gördü. Kız, pişkin görünmek
istemiş, fakat bakışlarındaki umutsuzluğu gizliyememişti.
Kızın bu bakışları Lieven'in yüreğini sızlattı. Oysa, Lieven, duygularının çoktan nasır
bağladığını sanmaktaydı. Demek, bir parçacık duygu yanı kalmıştı. Bunu hep isterdi ama,
aklı kesmezdi. Kendi varlığına güven duymak için bir başkasına tesir edebilmeğe ihtiyacı
vardı.
Lieven, nasıl olsa herkes dokunduruyor deyip, «nişanlı» ya kur yaptı. Günün birinde
oradan ayrılacağını söyleyince Gleim bundan ötürü âdeta sevindi.
Konuk subayların oturduğu kısımdan son günlerde epiyce ayrılan olmuştu. Bazıları kısa
süre için ailelerini görmeğe git-

misti. Yakında muhakkak yine gerekli olacak gizli birliklere kumanda heyeti bulmak için
Berlin'e gidenler de vardı. Bu gibi durumlarda çok görüldüğü üzere, günün birinde
çağırılıncaya kadar, Gleim'ların çiftliğinden ayrılmak istemiyenler de epiy-di.
Yitirilmişliklerini, unutulmuşluklarını akılları almıyordu. Ren, ya da Silezya üzerine bir
yürüyüş bekliyordular.
Lituvanya'da yaralanmış olan Otto Lieven'in, yeğeni Ersnt Lieven'i tam da o sırada
çağırması pek uygun düştü. Otto Lieven, borç bulduğu parayla Baltık denizi kıyısında ve
Gleim'-lardan birkaç saat ötede toprak kiralamıştı. Baltık savaşlarında aldığı yara epiyce
iyileşmişti. Ailesinden kimsesi olmasa bile yine en büyüğüydü ailenin.
Ernst Lieven, kabil olduğu kadar çabuk geleceğini yazdı. Lieven. gerçeğe pek uymasa
bile, hayatta tek akrabasını yine göreceği için çok sevindiğini de yazdı.

IV

Marie, Emilie halanın yardımıyla evde çalışacak iş bulmuştu. Avludaki atölye, bir çok
atölyenin yaptığını toplayıp büyük bir mağazaya mal yetiştiren bir firmaya her hafta mal
veriyordu. Mağaza, firmayla uzun çekişmelerden sonra, Dolar kuru üzerinden ödeme
yapmağı kabul ettiğinden küçük atölyeler de şimdi firmayı kendilerine aynı yolda ödeme
yapmağa zorluyor-lardı. Avludaki atölyede çalışan kadınlar, gündeliklerinin her an
değerini yitirmesine yetişemiyorlardı. Hesaplarının ödenmesi için bir iki gün, hiç değil
birkaç saat geçiyordu ve bu sürede para inanılmaz bir hızla değerden düşüyordu. Kadın
evde gündeliğini bekler, ya da koca eve geç kalır ve kadın bu yüzden o akşam yerine
ertesi sabah ekmekçiye giderse bir kilo ekmeğin parası ancak küçük bir iki ekmek almağa
yetiyordu. Pazar günü için düşündükleri et kızartması bir tek pirzola oluyordu. Ete ayrılan
para ile, en son kura göre, çorba için kaynatılmaktan başka şeye yaramıyan biraz kemik
alınabiliyordu.
Marie, evde çalışıp halasına birkaç yüz düğme, ya da bir kaç metre şerit dikebilirse,
kazandığı Markları kocasından daha önce ele geçirebiliyordu. Marie, sıra bekleyip parasını
alarak kasaba, ya da ekmekçiye koştuğunda, Geschke eve dönmemiş oluyordu. Zira o
sıra epiyce uzak bir iş yerinde çalışmaktaydı. Emilie haladan süt ve ekmek parasını sabah
erken alabilmek için, Marie bazı bazı geceleri de çalışıyordu.
Emilie halanın her çeşit erkekle çok yolunda ilişkileri bulunması, atölyede çalışan işçi
kızlar için şu sıra büyük bir mutluluktu. Emilie hala, sadece arada bir ortaya çıkan ve
şakacı adamın biri olan firma alım memuruyla da, sevimsiz ve asık suratlı atölye sahibiyle
de iyi geçiniyordu. Her bakımdan güvenilir bir kadındı. Koruduğu işçi kızları kimse kapı
dışarı edemezdi. Pazar günü pişirmek için kahve alamadı diye — zira fiyat bir gece
fırlayıvermişti — bakkaldan ağlıyarak dönen yeğenini yatıştırırdı. Banknotların üstünde
yazılı sayılardan kimse birşey anlamaz olmuştu. Yüce tanrının göklerindeki sayısız yıldız
gibi milyonlar ve milyonlar yazılıydı banknotlarda. Böylesine sonsuz sayılar, kirli kahve
rengi kâğıtların üstünde dolaşmaktaydı şu ölümlü günlerde.
Geschke ölmüş ilk karısının banka tutum hesabı defterini gizlice bir köşeye saklamıştı.
Şuradan buradan ayırabildiği küçük küçük paralarla kadının bu yüz Markı nasıl
toplıyabildi-ğine bir türlü akıl erdirememişti, Kendisi siperlerde bulunduğu sırada
kadıncağız, belki de gribe yakalanmış ve ölümle göz göze gelmiş durumda, biraz daha
kazanıp parasını yuvarlak hesap yüz Mark yapabilmek için bir kira evinde son bir çabayla
tahta silmişti, hasta hasta. Arkada böyle bir para bırakabilmenin onuruyla, ölüm
döşeğinde teselli bulmuştu belki de! Kocasına ve çocuklarına hiç değil böyle bir iz
bırakabileceğini düşünmüş de olabilirdi.
Bu paranın bir kaç günde eriyivermesi Geschke'ye, büyük bankaların batmasından daha
acı gelmişti. Bütün değerini yitirmiş küçük banka defterini ceketinin iç cebine koydu. Alt-
katta oturan ihtiyar Bensch'in acı bir alay ve umutsuzlukla yaptığına bir türlü akıl
erdirememişti. Đhtiyar, tutum sandığından aldığı parayı, değerini yitirdi diye, ayakyolunda
demir çengele asmıştı.
Marie, çocukları besliyebilmek için büyük bir çaba gösteriyordu,. Ölmüş karısı gibi tıpkı.
Öz oğlunun karnını doyurduğu kadar Geschke'nin üç çocuğu Paul, Franz ve Helen'i
doyuruyordu. Oğlunun adını Hans koymuştu, kendi babasının adını. Her iki büyük babanın
da adı Hans'tı, sadece bir rastlantı olarak. Çocuğuna Eriwin adını vermekten çekinmişti.
Zira memleketinde yeni doğanlara ölmüşlerin adı verilirdi. Kendi oğluna kardeşlerinden
biraz fazla ekmek vermekten, ötekilerden gizli onun ağzına şeker sıkıştırmaktan da
kaçınıyordu. Küçük Hans öylesine cılızdı ki, gömlek omuzlarından düşüyordu. Bir deri bir
kemik kalmıştı. Tilkiyi andıran yüzü daha da sipsivri görünüyordu. Oğlanın çenesinde bir
çizik yeri ve alnında da bir kabartı vardı. Sevgili Ervrin'in de olduğu gibi. Kızınca, ya da
gülerken, gözlerinde gri kıvılcımlar uçuşuyordu. Anasının yanından kaçıp Geschke'nin
ortanca oğlu Franz'la elden geldiğince uzakta yapı yerlerine gitmeği pek seviyordu. Üvey
oğullarının en büyüğü gibi mutfakta anasının yanında oturup düğmelerle oynasaydı,
Marie'nin daha hoşuna giderdi.
Geschke, akşamları sudan bir yemek karşısında düşünüyordu, böyle kötü zamanlar
olacağını sezebilseydi çocuğunu ille de doğurmak istemezdi her halde diye. Fakat böyle
kötü düşündüğü ve dünyanın bu gidişinde şu yavrunun hiç bir suçu olmadığı için onu
dizlerine oturtuyor, sonra da havada sallıyordu.
Marie, eskisi kadar güzel değildi. Şu birkaç yıl, doğumdan ve hastalıklardan daha çok
yıpranmıştı. Fakat alnında ve saçlarında yine de az buçuk bir parıltı kalmıştı. Geschke,
bakkal dükkânının önünden geçerken içeriye bir göz atınca, sadece Marie'nin başında bir
aydınlık görür ve kendi varlığı için bunun önemini düşünüp sevinirdi.
Emilie hala bir gece çıkageldiğinde, Geschke sokağa gitmiş ve çocuklar uyumuştu. Hala,
kapıyı esrarlı bir tavırla arkasından kapatmış ve Marie'nin ütü yaptığı masaya ayaklarının
ucuna basarak yaklaşmıştı, ileriye doğru uzanmış boynu ve pırıltılı gözleri, gizli tutulmağa
ve müjdeye değer bir şeyler söyliyeceğini açığa vuruyordu.
Emilie hala : «Tanımadığım bir erkek gelip seni sordu bana!» diye başladı. «Adresimi
nereden bulduğunu hiç bilmiyorum. Bir türlü başımdan savamadım. Sekiz düzine düğme
iliğini teslim için yarın sabah bana geleceğini söylemek zorunda kaldım.»
Marie, boğuk bir sesle : «Konuşurken bir gözünü kırpıyor değil mi?» diye sordu. «Sol
kaşından saçlarına doğru bir yara izi var mı alnında? Saçları da kumral mı?»
Emilie hala : «Evet, kumral!» cevabını verdi. «Alnında bir yara izi gözüme çarpmadı. Bir
gözünü kırpıştırdığına falan hiç dikkat etmedim.»
Marie, o gece uyuyamadı yatağında. Erwin'in, mezarda değilse, günün birinde kendisine
döneceğini biliyordu. Adını bir gün olsun ağzından düşürmemişti. Erwin ölmüş değilse geri
gelecekti. Onun dönüp gelmesini bekliyebilirdi. beklemeliydi! Hayatının en değerli varlığını
son günlerde gereği gibi beklemiş değildi. Beklerken karşılaştığı tasalar ve güçlükler
yüzünden ona bağlı kalamamıştı belki de! Yabancı insanlara bağlanmıştı. Ona çok iyi
davranmış olan bu aileden sıyrılması gerekiyordu şimdi. Kendisinden gayri bakacak
kimseleri olmıyan üç çocuğu yüzüstü bırakması gerekiyordu. Geschke de eskiden olduğu
gibi asık suratlının biri olurdu yine. Bu beklenmedik mutluluktan öylesine heyecanlanıp
şaşırdı ki, sevgilisinin bunca zaman yanına uğramamasından bir acı duyar gibi olduğunu
kendi kendisine bile açıklamaktan çekindi. Zira öz çocuğunu elinden tutup buradan
uzaklaşacağı yüzde yüzdü. Herşeyi yüzüstü bırakacağına pişmanlık falan duymuyordu.
Pek pek, herşey yoluna girer elbette, diye düşünüyordu.
Marie, ertesi sabah çocuğunun bir yere uzaklaşmaması için, her şeyi yaptı. Bir ara aşağı
avluya savuştuğunu farkedip arkasından koştu ve yukarı sürükledi. Yeni yıkanmış
elbiselerini giydirdikten sonra da, yanına alıp evden çıktı.
Emilie hala : «Adam geldi,» dedi ve «oğlanı neden birlikte getirdin?» diye ekledi. Adam
onu görünce hemen ayağa kalktı, ikiye ayrılmış kumral saçları vardı. Katı yakalı gömlek
giymiş ve kıravat takmıştı. Marie, çocuğuna sımsıkı sarıldı.
Burun delikleri meraktan titriyen Emiüe hala, bir ona, bir ötekine bakıyordu. Gelen adam
: «Fraeulein Marie, bağışlayın, Frau Geschke, diyecektim,» diye başladı ve Marie'nin halâ
sustuğunu görünce : «Hemen söyleyim ki, evli bir erkeğim,» diye ekledi çabuk çabuk.
«Şu anda nerede olduğumu bile karım bilmiyor. Beni buraya nelerin çekmiş olduğunu pek
anlıyamayaca-ğından da korkarım. Sadece duygudan ötürü burada bulunduğumu ve bir
gönül işinin söz konusu olmadığına hiç inanmaz. Zira kadınlar, genel bir kanıya göre, olup
bitenlere inanırlar ve erkeklerin de daha çok romantik şeylere aklı yatar. Buraya girişinizi
bir gün rastlantıyla uzaktan görmüştüm. Eskiden burada oturduğunuz aklıma geldi. Frau
Geschke o tarihte üzerimde müthiş bir tesir yapmıştınız. O günlerde anlaşamamış olsak
bile, sizin bu arada mutluluğa kavuşmanıza pek sevindim.»
Marie, önünde duran bu adamın bir tarihte Belle - Alliance alanında kendisine evlenme
teklifi yaptığını ve çocuğunu aldırsın diye bir sürü şey söylediğini hatırladı. Para değerinin
düşmüş olmasına rağmen biraz şişmanlamış olan açık kumral saçlı adam, Marie'ye bir
hayalet gibi göründü.
Marie, pek yorgundu ; Erwin'in onu ilk defa bekletip gelmemiş olduğu akşam kadar
hüzünlüydü de. Karşısında duran bu yabancı adamı, beklemelerinin anlamsızlığının canlı
bir örneği sandı. Alacalı bir kıravat takıp iyice şık giyinmiş olan bu adamı, mezarın
üzerinde keyifle kanat çarpan bir ölüm kuşuna benzetti.
Genç kadın, uyuklamış olan çocuğu divana bıraktı ve düğmelerle ilikleri saymağa başladı.
Yabancı adam, Marie'nin eğik yüzünü kaçamak bakışlarla süzüyordu; bu yüzü görünce
önce bir hayal kırıklığına uğramıştı ama, sessiz hali ve açık renk saçlarıyla yine eskisi
kadar çekici bulmuştu genç kadını.
Emilie hala, çabuk çabuk, kahve getirdi ve konuklarına sundu; onların bu halini hiç
yadırgamadığı her sözünden ve , tavrından anlaşılıyordu. Hala, yeğenimin kurtulmak
istediği çocuğun babası belki de bu adam, diye aklından geçirdi.
Marie, yeni bir ilik siparişini yetiştirmek için o gece geç vakitlere kadar uyumadı. Arada
bir usulca çocuğunun yanma gidiyor ve Franz'la birlikte yatan küçüğün kirpiklerini
okşuyordu. Marie, ancak sabaha karşı biraz uyudu. Duyduğu büyük umutsuzluk, derin bir
rahatlık vermişti. Bir akşam önceki mutluluğunda ise anlatılması güç bir tedirginlik
duymuştu. Bu insanları henüz yüzüstü bırakmıyacaktı, demek! Marie, ertesi gün sabah
sabah bakkala koştu, öğleye doğru fiyat hızla yükselmeden iki yüz elli gram sosis almak
için, Geschke'nin sabah kahvaltısı olarak getirdiği sandviçleri gören iş arkadaşları, genç
karısıyla pek mutlu olduğunu düşünüyorlardı.
Geschke de inanıyordu mutluluğuna. Đşinden yine çıkarılınca, karısı canı sıkılmış
görünmedi. Halasının atölyesi için daha fazla düğme ve kordon hazırladı sadece. Kocası iş
müdürlüğünden eve her dönüşte, başını soru dolu bakışlarla kaldırırdı ama, siyah
kirpiklerinin gölgesi hiç suçlamayan sessiz yüzüne vuruyordu hep.
Geschke günün birinde, iş bulduğunu haber verince de Marie'nin kirpiklerinde yine bir
değişme olmadı. Geschke, Siemens - Yapı Birliği taşıt işlerine güçlükle girebilmişti. Göl
yolundan Tempelhoff'a kadar olan güney - kuzey metrosunu yapmaktaydı o firma.
Sabahları ancak hattın yettiği yere kadar metroyla gidebiliyordu.
Marie, kocasının saat başına seksen sekiz Fenik gibi çok az bir para kazanmasına rağmen,
yine büyük sandviçler tutuştu ruyordu eline; bunu gören iş arkadaşları pek
kıskanıyorlardı.
Geschke, odasının dört duvarı arkasına yine mutluluk girmiş olduğuna inanmağa
başlamıştı. Geschke, mutluluk getiren kişinin de mutlu olması ille gerekmez, diye
düşünenlerden değildi.
Marie, herşeyi olduğu gibi kabulediyordu. Zamanın gidişi kötüleyince, gerçek kötü insan
değilsin epiydir, diye düşünüyordu. Dünya işleri iyiye gidince de, gerçek iyi bir insan
olmaktan çıkalı epiy var, diye düşünmekteydi.

Wenzlow, temizlik hareketinin karanlık çökmeden önce yapılması emrini verdi. Evlerden
iki tüfek patlamış ve adamlarından biri yaralanmıştı. Subaylar, nöbetçilerle sarılı bir
lokantayı işgalettiler. Duvarlarda halâ sallanan yarısı kopmuş kâğıtlarda Saksonya eyalet
idaresinin beyannameleri ve proleter şurasının sosyalist istekleri vardı. Kâğıt
parçalarındaki harflerin gözleri olsaydı burada şimdi Alman ordusu mensuplarının
oturmasına şaşakalırdılar. Askerlerin Münich yerine buraya Berlin'den gönderilmesinin
nedeni vardı. Saksonya'da sol bir hükümet kurulmuştu. Bavyera'da ise sağcı bir hükümet
darbesi yapılmıştı. Ev bloklarını tarıyan gruplar, arama ve silâh toplamada gelişmeleri her
dakika bildiriyorlardı.
Wenzlow'un taradığı blokta bulunan eski bir fırın, hemen hemen bütün civara ekmek
pişiriyordu. Savaşa erken katılmış ve şimdi pek genç olmıyan bir çırak vardı o fırında.
Yaralanmış ve bütün cephe hastanelerini dolaşmıştı. Sonunda, boğazı tokluğuna ve
geceleri de yatmak şartıyla fırıncının yanma kapağı atmıştı, savaşta yitirdiği meslek
bilgilerini de tazelemişti. Çok şey yitirdiği, yüzünün sol yarısındaki titremeden belliydi.
Uzun boylu ve yıpranmış biriydi; mahzenlerde yetişen solgun otlar gibi cılızdı.
işgal edilmiş evlerin pencerelerinden görünmiyen bir sokağın sonundan tam o sırada
çıkan fırıncı çırağı, lokantanın yan kapısından girmişti. Savaştan önce pek neşeli ve açık
yürekli biriydi. Fakat durumunun kötüleşmesi üzerine umutsuzluğa kapılmış ve her
bulunduğu yerde kendisine bir koruyucu aranır olmuştu. Bölükte, ya da cephe
hastanesinde, fırıncının yanında veya komşu evlerden insanlar arasında her zaman en
güçlüyü bulup ona bağlanmak ikinci bir tabiatı olmuştu. Saksonya'da herkes gibi
müşterilerinin de heyecandan soluğunu kesen olaylarla bile ilgilenmiyecek kadar vurdum
duymaz ve hasta mizaçlı bir insandı. Toplantılara ve yürüyüşlere katılması söz konusu
bile değildi. Hele sivil muhafızlara, ya da kızıl şuralara asla. Titrek uzuvlarında, sersem
kafasında işe yarar hiç bir güç yoktu ki, başkalarıyla boy ölçüşmeğe kalkışsın, hatta
onlardan üstün gelebilsindi. Fakat bu tepeden tırnağa silâhlı ve pırıl pırıl bölüklerin,
çevresinde yaşıyan o gürültücü ve pervasız insanların tümünden çok koruyabileceğini ve
kendisine destek olacağını bütün vücudunda hissediyordu. Saksonya'da kızıl eyalet
idaresinden yana olan bir kısım halka karşı Alman ordusunun sivillerden topladığı
gönüllülere katılamıyacak kadar güçsüzdü. Alman devleti Saksonya eyaletindeki
durumdan tedirgindi; komünistlerle sosyalistler arasında Saksonya'da kurulan birlik,
bu gibi anlaşmaların yapılabileceği konusunda bütün Almanya için kötü bir örnek
olabilirdi.
Dışarısı sessizdi şu sıra. Bir kadının ağlaması, bir kapını küt diye kapatılması,
merdivenlerde paldır küldür sesler, olağan zamanlar akşam üstleri duyulan şehir
gürültüsünden daha zayıftı. Zira bir kadının ağlaması kocanın tutuklandığı, merdivenlerde
gürültüler evin aranmasına öfkelenmiş birisinin sandalyeyi bir tekmede fırlatması
demekti. Şu lokantada oturanlar arasında olanlardan bu gibi işleri bilmiyenler, bütün
bunları an-lıyamazlardı. Şehrin plânları, ad üsteleri ve bira altlıklarıyla örtülmüş masaların
çevresinde subaylar, bütün bu gürültülerin, şehir yöneticilerinin iş başından
uzaklaştırılması ve kızıl şuraîarın yasaklanması olaylarıyla ilgisini çok iyi biliyorlardı. Bir
eyalet hükümetini, ya da büyük bir şehrin belediye meclisini kızıl şura diye dağıtmanın
daha kolay olduğunu da biliyorlardı.
Kasketi elinde ve burun delikleri titriyerek bir süre köşede bekliyen fırıncı çırağı da bu
gürültülerin anlamını subaylar kadar iyi biliyordu. Hatta daha da iyi anlıyabiliyordu. Zira
fırının bulunduğu blokta yaşıyan her aileyi ve her merdiven sahanlığını, o subaylardan
daha iyi tanırdı.
Onu görmüş olan yüzbaşı, masaya yaklaşmasını emretti büyük bir sertlikle. Sonra da
listede, (kuşkulu kişilerin adları yazılı), avluda tutuklanmışların adlarının yazılı olup
olmadığına baksın diye, yeni bir emir verdi. Fırıncı çırağı, bir el işareti üzerine yan
kapıdan çıktı.
Lokantanın ön kapısı açıldı ve bir emir eri içeri girdi. Temizlik hareketinin sona erdiğini
bildiriyordu. Hareket, karanlık çökmeden bitirilmişti. Gazinonun pencerelerinden görülen
daracık bir gökyüzünden gelen gün ışığı, dosyalar dolu masayı hâlâ aydınlatabiliyordu.
Sokağın iki yanında yükselen damlar arasında, günün dertlerinden armmışcasına — küllü
suda yıkanmış gibi — mavimsi gri ve daracık bir gökyüzü şeridi vardı. Kırılmış vitrinlerin
arkasında cam kırıkları ve parçalanmış şişeler vardı yerlerde. Kurşunun açtığı yuvarlak bir
delik, salondaki subaylara bakışlarını dikmiş bir gözü andırıyordu. Ağaç kabuğundan
yapılmış ve kök üzerine yerleştirilmiş tuhaf bir vazo sağlam kalmıştı sadece. Lokantacının
pek övündüğü bir vazoya benziyordu. Duvarlarda son hücre toplantısının bildirileri,
sosyalistlerle komünistlerin imzaladığı bir hükümet çağırışı yapıştırılıydı hâlâ. iki de
kurşun izi vardı. Kurşunlardan biri, çevirme ve temizlik hareketi başlamazdan önce
Wenzlow'un adamlarından birini delip geçmişti. Öteki kurşun, bira bardaklarına bir şey
olmasın diye dikkatli davranmış gibi geçmişti tezgâhın üzerinden.
Kısa ve usul bir görüşme için yüzbaşının subaylara eğildiğini gören emir eri bir adım geri
çekildi. Đçlerinden bir tanesi hepsinden yaşlı olan üç subay, yüzbaşıyı acele doğruladıîar
başlarını sallıyarak. Az önce tutuklananları gözden geçirip aşırıları, şura yöneticilerini ve
tehlikeli hücre elebaşılarını ayırmalıydı. Ufak tefek ve sinirli biri olan yüzbaşı, kırık
camdan görünen mavi gökyüzü şeridine bakarak : «Karanlık basmadan hepsini
temizlemeli,» diye tekrarladı; Alman ordusunun değil de göklerin bir komutanıymış
sanılırdı bunu söylerken.
Yüzbaşı emir erini geri göndermek üzereyken, yan kapıdan giren fırıncı çırağı bir baş
işareti üzerine, yaklaştı ve masada duran sivriltilmiş kurşun kalemini alıp hazırlanmış
listede iki adm altını büyük bir dikkatle çizdi; pazar yerinde yemiş ve zerzevatların
arasından en gereklilerini seçen bir kar^a ben-ziyen bir hali vardı. Fırıncı çırağı sonra
gidip yan kapının yanında eski köşesinde dikildi. Wenzlow, dikkatini çektiğini far-ketmesin
diye, başını kaldırmadan bir baktı.
Wenzlow, geniş izlenimler yüzünden aklım henüz yitirmi-yecek kadar genç yaştaydı.
Görevi sırasında şu önemsiz fırıncı çırağı gibileriyle hiç karşılaşmadığı için bu solgun
yüzden biraz tedirginleşmişti. Bu herifin iki kişiyi daha ele vermesi neden, diye aklından
geçirdi. Para hırsı mı? Kendine önem verdirmek isteği mi? Yoksa, savaşta bozulan sinirleri
yüzünden aklı başından mı gidiverdi? Wenzloiw, yüzbaşının verdiği emirleri kontrol için
avluya gönderilince bu düşünceleri bir yana bıraktı ve lokalin önünde bekliyen
nöbetçilerden ikisini yanına aldı.
VVenzlo'vv iki büyük kapıyı geçip en arka avluya girdiğinde tutukluların sayımı bitmiş
bulunuyordu. Altı erkekle iki kadındılar. Kadınlardan biri ciddi ve durgundu. Yirmi dakika
önce odasından zorla sürüklenirken vardığı karar şimdi iyice kesinleşmişti belki. Pervasız
bakışlı ve basık burunlu olan ötekisi bir çocuğu andırıyordu. Yakalanmadan önce taşları
fırlatırken olduğu kadar pervasızdı.
Ne var ki, akşam karanlığı çökmüştü, erkek tutuklular için de, kadınlar için de kafasını
yormuyordu. Tüfek çatmış askerler çevirmişti tutukluları. Güneşin en son ışıkcıkları
namlularda, parıldıyordu. Herşey emre uygun yapılmaktaydı. Karanlık çökmeden önce
bitirilecekti.
Wenzlovv, fırıncı çırağının ele verdiği iki adı da okudu. Ötekilerden ayırdıklarını yan
avluya sürüklediler; tahta perdeyle evlerin arka yüzleri arasına sıkışmış bu daracık ara
avlu, cephane deposu olarak kullanılıyordu. Bütün katlara nöbetçiler konulmuştu. Bütün
katların ön ve arka pencereleri zorla kapat-tırılmıştı. Avluda askerlerin miğferlerinde ve
silâh namlularında oynaşan son ışık noktacıkları da sönüvermişti. En son aydınlığın
parıltısı önce alt pencerelerde, sonra ikinci kat pencerelerinde söndü ve sonunda
pencerelerin hepsi kör oldu.. Arkadaşları arasından alınmak istenilen tutuklular, tahta
perde önüne sıralanacaklarım görünce şiddetle direndiler. Ölüm korkusu ve kin karışımı
bir içgüdüyle. Taş ve insanla örülü bu düşmanca çukurda, nöbetçi askerler de, silâhlı
olmalarına rağmen, kin ve ölüm korkusuna teslim edilivermiş gibi bir duyguya kapıldılar.
Đçerde masanın başında oturan subaylar dört el ateş edildiğini duydular. Avluda
askerlerden biri genç kızın kolunu arkasına çevirdi, kız imdat diye bağırıverince. Genç
kızın kulakları tırmalıyan sesi lokantada ve karargâhta duyuldu. Kız, askerlerin kollarını ve
parmaklarını ısırdı.
Masanın arkasında oturan yüzbaşı : «Đşini bitirin!» dedi; bunun anlamı az önce verdiği
emirdi. Bir an müthiş bir sessizlik oldu, dünyadaki bütün gürültüler, silâh sesleriyle
tükeniver-miş gibi. Kurşuna dizilenlerin, avluda herkesin ve evlerde kim varsa hepsinin
soluğu kesilmiş gibi olmuştu. Wenzlow bile soluğunu tuttu bir an. Uzaktan bir kamyonun
gürültüsü duyuldu. Taşımağa geliyordu kamyon. Askerler, dipçik vuruyordu. Genç kız bir
dipçik daha yedi, yola getirilmek için; halâ ısırıyor ve tırmalıyordu. Tam bu sırada dış
kapıda bir tüfek daha patladı. Yüzbaşı ve adamları ne olduğunu anlıyamamışlardı.
Taşınma işine bakan Wenzlow bile birşey anlıyamadı. Az sonra askerler dış kapıdan bir
genci sürüklediler avluya. Delikanlı hiç bir direnç göstermedi. Boşveren bir soğukkanlılıkla
bakıyordu. Yirmi yaşlarında kadardı. Kumraldı. Burada oturmuyor-du. Đrtibat
ajanı olarak buraya gelmişti sadece. Delikanlı, arkasında bir ölüyü
sürüklediklerini farkedince dudaklarını büzdü biraz alayla. Wenzlow, ölünün kim olduğunu
hemen tanıdı; fırıncı çırağıydı. Delikanlıyı iki kolundan sımsıkı tutuyorlardı. Az önce fırıncı
çırağını öldürdüğü tabancayı WenzlQw'a gösterdiler. Katil, şehrin başka bir semtinde
oturuyordu. Delikanlının babası kızıl şurada üyeydi. Baba da önceleri gibi çok heyecanlı ve
ateşliydi. Büyük şeyler beklemişti. Fakat geçen hafta ordu üstlerine yürüyüp de Berlin'den
çarpışma yerine dağılma emri gelince, büyük bir utançla ve silâhsız, bir yere
çöküvermişti.. Kolu kanadı kırılmış ve umutsuz. Çıplak bir insanın sokaktakilerden
utanması gibi bir ruh haliyle.
Delikanlı çok iyi gizlenmesini başarmış olmalıydı; zira çalışmaları üzerine hiç bir şey
bilinmiyordu ve adı bir listede yoktu. Bu ana kadar hiç kimse onu ele vermiş değildi. Bu
akşam neden geldiği, kordonu nasıl geçtiği de bir türlü anlaşılamadı. Bilinen birşey varsa,
kendisi, ya da bir başkası, fırıncı çırağının subaylara curnalcılığını gözden kaçırmamıştı;
fırına gidilen çıkış yerinde çırağa yetişmiş ve bir kurşunda öldürmüştü.
Tam bu sırada yüzbaşıdan yeni emir geldi, taşıma işinin çabuklaştırılması için. Wenzlöw,
delikanlının işini bitirmelerini emretmekle yetindi. Ele basılan yakalandığına göre ötekileri
şu sıra kendi hallerine bırakmak daha uygundu.
Delikanlı tahta perdenin arkasına götürülürken hiç karşı koymadı. Yerlerde onu bekliyen
ölülere bakmadı bile. Yerde yatan cesetlerden birine irtibat görevi sırasında devamlı
giderdi. Tüfek patlayıp da yerdeki cesedin üstüne yanlamasına düşünce, şimdi ölümde de
irtibat görevini sürdürür gibi bir anlatım vardı, genç ve serin kanlı yüzünde. Az önce
Wenzlöw'u avluda büyük bir dikkatle süzmüştü; bakışlarında korku değil, bir şaşkınlık bile
yoktu.
Wenzldw, ilk kamyonla bütün tutukluları, ikinci kamyonla da ölüleri göndertti. Sonra, giriş
yerinde ve sahanlıklardakiler-den başka bütün nöbetçilerin çekilmesini emretti.
Wenzlow, gece olup da sonunda yatağına uzanınca, umduğu kadar çabuk uyuyamadı aşırı
yorgunluktan. Epiyce uzaklarda şeyleri ve görüntüleri düşündü. Komşusu küçük Đlse Mal-
zahn'ın uzun süre önce merdiven başında gördüğü gün borçluluk dolu ve aceleci bir
bakışla kendisine bakışını gözünün önüne getirdi. Öpmeği göze almadığı küçük ağzını,
dokunamadığı küçücük göğsünü gözünde canlandırdı. Fakat şimdi yarı uykulu, yarı
uyanık, her ikisini de göze alıyordu. Đlerde kaynanası olacak Frau Malzahn, Amalie halanın
omuzları üstünden bakıyordu merdiven başında. Pek komik bir durumdu. Đki kadının
tecessüsünden rahatsız olmasın diye, kızın başını öteye çevirdi. Merdiven başı ta
yukarılara kadar doluverince bir tedirginlik duymadı.
Wenzlow, uyuyabilmek için kurtulmak istediği bütün bu yüzlerin hiç birisinden
kurtulamıyordu. Hepsi bir başka basamağa dağılmıştı: yüzbaşı, lokantadaki üç subay,
kendi askerleri, o sabah evdekilerin ateş ettiği o koca kulak da en üst basamaktaydı.
Hepsi de, küçük Malzahn'a daha ne yapacağını öğrenmek istiyen sakin bir merakla
merdiven başında toplanmışlardı rüyasında. En son, fırıncı çırağını vuran delikanlı ona
bakmaktaydı büyük bir rahatlıkla. Pırıl pırıl bakışları korkusuz değil, uyanık ve dikkatliydi;
gri bakışlarındaki küçük küçük parlak noktalar Wenzlow'u rahatsız ediyordu. Fakat
delikanlı şimdi burada, sarılmış ev bloklarıyla ilinti kurma görevi için bulunmuyordu.
Bambaşka birisiydi. Bu merdiven başında hiç bir yapacağı yoktu artık; WenzlOw onu
öldürteli epiy zaman geçmişti. Yüzündeki etlerin çoğu dökülmeğe başlamıştı. Yüz, parlak
kalmış dört noktası dışında, — alnında iki yumru ve iki yanak kemiği — kül rengi olmuştu.
Wenzlo'w bir şey daha sormağı pek istemişti; bunu daha otomobilde sormak istemişti. Ne
uğruna canını tehlikeye koydun, açıkla! Đkimiz de hemen hemen bir yaştayız, diye. Fakat
Klemm'in yanında bu sorulamazdı. Von Klemm, sadece bu sorunun değil, bütün soruların
üzerinde yüce bir kişiydi. Hele, Lieven varken! Nöbetçi ve şoför gibi iki yabancının
yanında böyle sorular uygun düşmezdi. Hem hiç bir şey de sorulmazdı, zira adam
ölmüştü. Klemm başını eğerek işaret vermiş, Wenzloiw da ateş etmişti.
Merdiven başında şimdi hiç kimseler yoktu, tek başına kalmış olan Amalie hala, başını
hoşnutsuzlukla iki yana sallıyordu. Bunun üzerine, Wenzlow bu genç kızın kendisi için en
uygun eş olduğunu açıklamağı denedi. Yaptığı açıklamanın halk üzerinde iyi bir tesir
bıraktığını kadıncağızın ince dudaklarını büzmesinden anlamıştı.
Wenzlo!w, halasının evde onu beklediğini de hissetti rüyasında. !Wenzlaw'un şu
yeryüzünde bu kadıncağızdan başka hiç bir yakını yoktu. Halası da tam şu anda yüzde
yüz onu düşünmekteydi. Zaten hep yeğenini düşünürdü.

BEŞĐNCĐ BÖLÜM

I
Mutfağın penceresi bahçeye bakardı. Amalie hala, marmeladını karıştırırken kimse onu
görmeden, dışarıya bakabilirdi. Bahçe çitini sarmış leylaklar üstünden birbirine gülen —
kimse kendilerini görmüyor sanıyor olmalıydılar — sevgililere arada bir göz atmaktan
kendini alamıyordu. Amalie halanın ciddi dudakları aşağıya bakarken gevşemişti.
Gözlerinin ve ağzmın çevresinde, ancak sevişme anlarında görülen, bir gülümseyiş belirdi.
Uzun yaka ve tepeye taranmış saçlarıyla daha da uzun görünen kemikli yüzü pembeleşti.
Yüz çizgilerinin hafifçe parıltısı ve hareketlerinin yumuşaklığı, yaprakların tozunu silke-
iiyen ve yaşlı kızların üzüntülerini gideren hayat rüzgârından daha başka türlü de nasibimi
alabilirdim, diye düşündüğünü, açığa vuruyordu.
Yeğeni, komşu bahçedeki genç kızla konuşmasını kesmiş, onun küçücük elinin kendi eli
yanında yuvada bir kuş kadar minicik olduğunu işaretle anlatıyordu.
Komşu bahçedeki kız, sevişmek için daha çok genç sayılırdı. Amalie hala, alınyazısının
önüne çıkardığı bu sevgiliden neler umacağını kavrıyamıyacak kadar havayi bir kız
olduğu-
Ölüler Genç Kalır — F. : 10

— 147 —

nu da düşündü. Wenzlow, babasına çok benziyordu; Amalie halanın erkek kardeşi yirmi
otuz yaşlarında tıpkı böyleydi; pırıl pırıl saçların dalgalandığı başı tıpkı tıpkısına babaya
benziyordu. Yeğeninin vücudu daha dik ve boyca biraz kısaydı belki! Bu da delikanlının
iliklerine kadar işlemiş savaştan ötürüydü. Erkek kardeşi geçen 1870 - 71 savaşında,
yazık ki, daha çocuk yaştaydı. Yeğeni ise savaşta büyümüştü. Tehlikeleri, kendini ateşe
atmanın ne demek olduğunu savaşın içinde öğrenmişti. Şunun bunun anlatmasından ve
talimlerden değil. Đnsanlara sözünü geçirebilmesini, hayat ve ölüm üzerine kesin karar
vermeği de. Amalie hala, çekici hiç bir yanı bulunmıyan şu küçük komşu kızma yeğeninin
neden -böylesine tutkun olduğunu anlıyordu. Đlerde alabilirdi de onu. Zira bu kız da iyi bir
ailedendi ve kendi çocuğu olmadığı için yeğenlerinin yetiştirildiği prensiplere göre
büyütülmüştü. Şimdilik çok gençti ama, bu eksiği zamanla giderilirdi.
Küçük kız, başını erkeğin göğsüne yaslamış, o da çitin üstünden eğilip kızın saçlarını
okşuyordu. Kızın saçları gencin saçlarından bir az daha açık renkti. Oğlanın her okşayışı,
hayatında ilk defa olarak, Amalie halanın içini burkultu her defasında. Zira ömründe bir
gün bile aşk nedir tatmamıştı. Anası erken öldüğünden babasının sağlığında ev işlerini o
yürütmüştü. Sonraları, erkek kardeşinin karısı da erken ölünce, onun ev işlerine bakmak
da Amalie halaya düşmüştü.
Amalie hala hiç bir zaman güzel kadın olmamıştı. Fakat güzel, ya da çirkin, yüzü pek
benzerdi ailesinin belirli yüz çizgilerine ve bundan ötürü onur duyardı. Evlerine konuk
gelen subaylar, biraz içince, veliaht'm da tıpkı sizin ailedekilere ve büyük Friedrich'e
benziyen uzunca bir yüzü ve hafif kalkık burnu var. derlerdi. Wenzlow'ların sarayla ilgisi
bulunduğu eski yüzyıllarda yüksek sınıftan aileler arasında bir yanlışlık geçmiş olabilir,
diye şakalaşmaktan pek hoşlanırlardı. Amalie hala, değer verdiği aile adının değişmemiş
bulunmasından şimdi büyük bir onur duymaktaydı. Başka kadınlar gibi evlenip de aile
admı değiştirmemişti.
Amalie hala, firenk üzümlerini havagazı ocağına koydu kaynatmak için. Bunu yaptıktan
sonra, mutfaktaki küçük masaya doğru gerileyince — oysa bir işi yoktu o masada —
küçük Malzahn'm başını elleri arasına alan yeğeninin kızı ağzından öptüğünü gördüğü.
Đhtiyarlıktan yakını seçemiyen gözleri bile, kızın nasıl da kıpkırmızı olduğunu farketmişti;
kendisine de bir şeyler olmuş, komşu kızından bile bir tuhaf olmuştu. Zira dış yanı ne
denli tahta gibi dümdüz görünse de, duygu yanı o küçük kızdan çok daha derindi. Yeğeni,
Malzahn'ların küçük kızını bir ikinci, sonra bir üçüncü defa öpmüştü, bu arada. Amalie
hala ise, her öpüşünde, zamanın akıl erdirilmez akışını ve ne olacağı kestirilemiyen bir
yarım, kendisinden sonra da yaşıya-cak yeni nesli ta benliğinde hissediyordu.
Yandaki bahçeden bir ses duyuldu: «Đlse!» diye. Küçük kız, ürküp toparlandı. Wenzlow bir
leylâk dalı kopardı. Az sonra mutfağa girdiğinde dal parçası halâ dişlerinin arasındaydı.
Amalie hala, firenk üzümünü karıştırmaktaydı; kaşığını büyük bir dikkatle pelteleşmiş
firenk üzümünden çekti, sonra, yeğenine: «Tadına bir baksan!» deyip kaşığı uzattı. O da,
çocukluğunda yaptığı gibi şapırdatarak yaladı. Şu farkla ki, şimdi ayaklarının ucuna
basmıyordu kaşığa yetişmek için, eğiliyordu. Hala, dudaklarını yine ısırarak güldü dişsiz
ağzıyla. Sonra : «Malzahn'ların küçük kızını akşam yemeğine çağırayım mı?» diye sordu
ve gizli kapaklı işlere alışıkmış gibi : «Yazık ki, yalnız kızı çağırabileceğim, firenk üzümü
peltesi ancak üçümüze yeter,» diye ekledi.
Wenzlow : «Sen ne eşsiz kadınsın!» diye haykırdı.
Amalie Wenzlcw'a şimdiye kadar hiç bir erkek söylememişti bu sözü. Sevincinden yüreği
çarparak pelteyi karıştırmağa başladı hemen. Küçük küçük sırlar ve hileler, böyle şeyler
için bir gün olsun bir neden ele geçirmemiş hala için, çoktan vakti geçmiş evlenme
çağının tatlı heyecanları demekti.
Fraeulein von Wenzlow : «Mutfağın her yanına firenk

üzümü peltesi öylesine bulaştı ki, bilmiyen biri burada kan gövdeyi götürdü sanacak,»
dedi, sonra şakacı bir tavırla; «Kızcağızın sana yol hazırlığında yardımı dokunur» diye
devametti. «Senin emir eri pek becerikli değil. Savaşa, ya da manevraya gidenlerin yol
hazırlığını şimdiden öğrenmesi hiç de fena olmaz.»
«Halle'ye kadar otomobille götürüleceğim. Sabahın dördünde yola çıkacağız. Şef o zaman
söyliyecek nereye gideceğimizi.,»
«Baltık'taki Alman birliklerinde yapacak bir işin kalmaması pek yazık!»
Amalie hala, yeni Alman ordusuna karşı duyduğu ilk hoşnutsuzluğu yenmişti. îstenilmiyen
kişilerce rahatsız edilmek ve üzücü görevler falan yoktu bu orduda, halanın başlangıçta
korktuğu gibi. Selâm verince hemen el yıkamak gereken sıradan cumhuriyetçilerle senli
benli konuşma zorunluğu da yoktu.
Đhtiyar Malzahn, kız kardeşini alaya alıp : «Yeğenin için tedirginleşme.» demişti.
«Gençliğimiz için bundan daha ağır bir yüz karası olmaz derim. Cumhuriyet ordusuna
tanrı önünde and içmek mi, yoksa kapı kapı dolaşıp elektrik süpürgesi satmak mı daha
utanç verici? Bizim birlikte onur kaldı hiç değilse. Oysa, yeni devleti yönetenler bunu da
alçakça bir oyuna getiriyorlar. Kızıllar ve kızılımsı olanlar ^ibi ne kadar istenilmez kişi
varsa yakında kovacağız aramızdan.»
Genç teğmen : «Yazık ki, ne demek, Amalie hala?» dedi. «Bizlerin işe karışması kuzeyde
pek az gerekli. Orta Almanya'da ise bizlerin karışması çok gerekli,. Kızılların yıllardır
ayaklandıkları bölgede. Devlet başkam ve eski sosyalist Herr Ebert, süt kardeşleri
komünistleri yasaklamağa ancak bir yıl dayanabildi. Sonra yine izin çıktı. Zira meclise
milletvekili seçmek gerekiyor, cumhuriyet olduk! Çünkü Đngiliz ve Fransız komşularımızı
maymunca taklitten nek hoşlanıyoruz. Bu defa da gizli ve dolaysız seçim sistemini taklit
ediyoruz. Bundan ötürü de komünist mileletvekilleri var şimdi mecliste. Parti
yasaklanmadan önce sadece dörttü komünist milletvekillerinin sayısı ve bu kadarı yetiyor
da artıyordu. Orta Almanya'da bu alçak heriflere halâ iyi nişancı olduğumuzu göstermek
yerinde olacak.
Sevgili halacığım, bu yolculuğa çıkmazdan az önce biraz içimi dökeyim istedim. Senin o
güzel frenk üzümü peltesinin içine düşmekten korkarım. Şimdi oturma odasına geçip
biraz dinleneceğim. Halacığım, böyle şeylerde pek becerikli olduğunu bilirim,
Malzahn'ların küçük kızını bu akşam yemeğe çağır hatırım için!»

II

Marie'nin kocası Geschke, Lenin'in ölüm haberi duyulunca Berlin'de yapılan nümayişlere
katılmamıştı. Çalıştığı garaj-dakiler: «Eninde sonunda Rus değiliz ya!» demişlerdi.
«Katılma bu nümayişe. Komünistler bunu kendilerine yontarlar sonradan.
Öfkesinden sapsarı kesilmiş olan Schlater adlı çelimsiz bir genç : «Ne demek istiyorsun?
Neyi kendilerine yontacaklar?» diye sordu.
«Öyle konuşma küçüğüm! Biraz sakin ol! Komünistler, Moskova'nın ağzının içine bakarlar.
»
Tartışma karşılıklı epiyce sürmüş ve Geschke susmuş, hiç karışmamıştı. Pırıl pırıl kömür
gözlü delikanlı, tartışma sırasında dünya işçilerinden ve işçi sınıfının öncülüğünden söz
aç^ mıştı; sırtında babasından kalmış asker ceketi vardı, rengi atmış ve yıpranmış.
Şoförler bir sürü hareketlerinden ötürü tanınmış — sevilen, ya da sevilmiyen — bazı adlar
ileri sürmüşlerdi.
Geschke, tek söz söylememiş ve kamyonu harekete geçirmek için manivelayı çeviriyordu.
Bakışları yine o gence takıldı. Aşırı duygulandığı ve zihni çalışmağa başladığı çetin
anlarında olduğu gibi, kafasının içi aydınlanmıştı Mart güneşiyle. Bu genci görmüşlüğü
vardı; genel grev başlamış mı diye musluğu çevirirken. Gözlerinin içi gülüyordu ve
sırtında yine bu ceket vardı. Daha büyümüştü şimdi.
Bugün tartışmak istemiyordu Geschke'nin canı. Đki tarafın ne demek istediğini seziyordu
aşağı yukarı. Fakat o, çözüm yolu bulacak bir insan değildi. Bir çözüm yolu da
bilemiyordu.
Geschke, gösteriye katılmağa kararlıydı. Oysa, gösteriye katılmanın ille de «Moskova'nın
ağzının içine bakmak,» olmadığına bütün yüreğiyle inanıyordu. Bir gören olursa, iş
müdürlüğünden yeni bir iş bulabilmesi güçleşirdi. Hayatında bazı öyle anlar olmuştu ki,
arkadaşlarının alayına boş vermiş ve işsiz kalmaktan tasalanmamıştı. O sıra gömdükleri
adam belki de gerçekten büyük bir insandı. Büyük bir şey düşünmüş de olabilirdi ama,
başarılamamıştı. Ülkesinde aç dolaşan sürüyle çocuk vardı. Bütün ülkelerin bütün işçileri
katılmış olsaydı başarısızlığa uğramazdı belki! Tek başına bir Geschke'nin ne yardımı
dokunabilirdi! Hele gömü töreni gösterisine gitmekle hiç bir yardımı olmazdı o adama.
Geschke evine dönerken kalabalık nümayişçiler yüzünden beklemek zorunda kaldı. Ardı
arası gelmiyen dörtlü sıralar aracında dolaşan gözleri, o soluk yeşil ceketli genci arandı;
bakışlarla kucaklanılamıyan bir yığında tanış bir nokta arar gibi. Sabahki tartışmada biri
gencin heyecanım azaltmak ister gibi: «Lenin'e karşı bir diyeceğimiz yok, kendi milleti
için iyi şeyler düşünmüş olabilir!» demişti. «Bir şeyler de yapabilirdi belki! Fakat şimdi iş
işten geçti. Tasarladıklarının da modası geçti.» Oysa Geschke, herşeyin geçtiği kanısında
değildi şu anda. Yürüyüşe katılmadığına şimdi üzülüyordu. Geschke, bu ölü nasıl bir
adamdı, diye düşündü; kendi mezarını ve adına düzenlenen yas alaylarım görseydi ne
derdi acaba?
Geschke, katılmadığı yas alayını izlerken yüreğinin derinliğinde kararsızlık vardı. Đnce
pardesüsü içinde titriyen ufak tefek biri yürüyordu yanı sıra. Kılıksız şapkası altında
kulakları kıpkırmızı olmuştu soğuktan. Adam :'«Bütün bu aşağılıkları o herifle gömmeli!»
diye homurdandı. Yambaşmda duran şişman bir kadın, belki kendi karısı, duyuracak bir
sesle : «Alman emekçileri için yüzkarası bu şeyler,» dedi. Geschke onlara öfkeyle baktı ve
«Sizin gibilerle birlikte bulunmak asıl yüzkarası» diye düşündü.
Eve her zamankinden geç döndü. Marie, evlendikleri günden sonra onu böylesine
somurtkan görmemişti. Kocasına: «Sen de katıldın mı?» diye sordu. Geschke : «Niçin
katılayım. Biz komünist değiliz,» cevabını verdi.
O sabah canını sıkan sorulara verdiği cevap kadar ters ve kestirmeden cevap verdi
karısına da. Đş arkadaşlarının genç Schlüter'e cevap verdiği aynı sözlerle. Bizi
ilgilendirmez, biz Rus değiliz, diye.
Karı koca masaya oturdular. Çocuklar akşam yemeklerini yerken, ana - babalarının masa
üzerinde karşılıklı uçuşan sözlerini de kaçırmıyorlardı. Küçük kız evde kalmağı, avluya
inmekten daha çok seviyordu; aşağıdaki çocuklar onunla alay etmeği alışkanlık haline
getirmiştiler. Kız da, bu alaylara karşı kendisini savunmağa alışmıştı. Küçük ve sevimli bir
oğlan olmuş, üstelik, elinden bir çok şey de gelen büyük oğula kimse sataşmazdı. Tahta
üstüne gravür yapmasını ve desen çizmesini de biliyordu. Bundan ötürü de, çoğu zaman
evde kalmaktan hoşlanırdı. Geschke'nin öz oğullarından en küçüğüyle kimse pek
ilgilenmezdi, bir yaramazlık yapmaz, ya da pantolonunu yırtmazsa. Oğlan, konuşulanların
hepsini pek anlamamıştı, bizleri ilgilendirmez Rus değiliz biz, sözleri kulağına çarpmıştı
sadece.
Çocuk, geçen yılki sınıf öğretmenine kendi anasından, babasından daha çok bağlanmıştı,
Bu öğretmeni, evlerinde ne varsa anlatmalarını söylemişti. Baba, ana, ekmek, dil, kömür
ve patatese kadar her şeyi. Öğretmen, Franz'm ödevini pek övmüştü. Küçük oğlan
ödevine Almanya'nın büyük bir haritasını da eklemişti. Baba, bir neden olmadığı için, okul
defterlerine hiç bakmazdı. Bakacak olsa bile, pek pek bir kahkaha atar, ya da kendi okul
günlerinden bir şeyler anlatırdı.
Marie, yemek yettiği kadar herkese kaşık kaşık dağıttı. Küçük oğlu tabağın dibini kazıyıp
anasına baktı. Arkası gel-miyeceğini biliyordu. Anasını aylak bakışlarla süzmesi bundandı.
Öz oğlunun bulunduğu her yerde ana da vardı. Çocuk ve ananın bakışları karşılaştı. Fakat
ana, üveykardeşlerinden tek bir kaşık fazlasını vermedi öz çocuğuna.
Ocağın üstündeki su kaynamıştı, dumanı çıkıyordu. Mutfak çok sıcak olmuştu. Gün sona
ermişti.» Ailede herkes uyukluyordu. Bu aile çekirdeğinin barış havasını şimdi hiç birşey
bozamazdı. Akşamın en son ışıklarında buz gibi gecelerin sert kızıllığı vardı. Çocuklar, buz
tutmuş camdaki şekilcikleri hoh-ladılar. Geschke, camda buz tutmuş şekilleri kazımak için
çocuklardan biri pencereyi açınca bağırdı. Marie'nin düşünceleri uzaklara gitti, için için de
ağlamanın o üzgün gözleriyle baktığı bomboş bir genç kız odası, penceresinde buzlardan
türlü biçimler meydana gelmiş odayı ne zaman görmüştü? Sevgilisini boşuna beklemesi
şimdi bir anı bile değildi artık. Olsa olsa bir rüyaydı. Bütün bunlar gerçek hayatı
başlamadandı. Gerçek hayatı şimdi şu yaşadığı hayattı. îş güç, acılar, bir sürü hayal
kırgınlığı ve azıcık da keyif yanı olan bir hayat, Geçmiş hayatı şimdi çok gerilerdeydi, acı
veremiyecek kadar. Fakat bir yandan da yanı başındaydı. Kış gecelerinin birbirini
andırması gibi.

Gleim, çiftlikten istasyona kadar yolculuk için, Lieven'e kendi arabasını vermişti. Deriden
bir yol çantası bile teklif etmişti, kendi valizleri yetmez diye.
Lieven. yola çıkacağı günü bir çok defa geri taranmıştı. Bütün o heyecanlı haftalarda
arkadaşlarının alıkoyma isteklerine seve seve razı gelmişti. Büyük değişikliğin belirsiz bir
ta-
— 153 —
rihe kesin olarak geri bırakıldığını hiç değil kendi kendisine söyliyecek kadar da zekiydi.
Büyük salonda heyecanla oturulup en son haberler didik didik edilirken ortada dolaşan
türlü tahminleri her zamandan daha sessiz dinliyordu. Bazı bazı batıdan bir işaret
bekleniyordu. Ruhr bölgesinde passiv dirençten vazgeçildiği son günlerde bile. Fransızlara
meydanın boş bırakılmasını, yukarı Silezya'yı geri almak için bütün birlikleri sessizce
toparlamak diye açıklıyanlar vardı. Bir başka gün, Almanya'nın güneyine, Münih'e kulak
veriyorlardı; o güne kadar adı duyulmamış ufak tefek ve kendinden geçmiş bir adamın
lâfı ediliyordu heryerde. Bu haberin duyulduğu gece, Lieven yatağından karşı yataktaki
Lütgen'le konuşurken, adamcağız Feld-herrenhalle anıtına yakın arkadaşlarıyla bir gezinti
yaparsa dünyanın soluğu kesilecek sanmış olmalı, demişti. Fakat bu hareket bir kaç
kurşun sıkmakla bastırılmıştı. Soldan bir ayaklanma da olmamıştı ki, çarpışmağa
koşsunlar. Saksonya'daki kızılları Alman ordusu çabucak boğuvermişti. Sağın da,' solun
da soluğu kesilivermişti. Kesin ve büyük karar günü yine geriye bırakılmıştı. Lieven,
Lütgen'e: «Bu kaynaşmalardan bir sonuç çıkmıyacağını hemen anlamıştım,» dedi. «Bir
ihtilâl daha başka türlü başlar. 1917 de Rusya'da benimle bulunacaktınız da bunun nasıl
olduğunu anlayacaktınız!.
Büyük işaret verilmediğine göre herkes kendi başının çaresine bakmalı, günün
gereklerine göre bir karara varmalıydı. Ne zaman biteceği belli olmıyan bekleyişi nasıl
geçirmeliydiler? Çiftlikte kalmağa devam etseler miydi? Lieven ve Lütgen bıkmıştılar
buradan. Bir büyük şehirde dostların yanma mı gitmeliydiler? Dostlar da zamanla yoksul
düşmüş, umutlarını yitirmiş ve ters kişiler olmuştu. Bereket, savaşın işe yaradığı bir iki
ülke daha kalmıştı. Ölümle hayatı ayırdeden sınırda aralıksız bir gerilim içinde
yaşanabilirdi ancak. Ne uğrunda yaşamalıydı? Ne uğrunda ölmeliydi? Bütün bunlar yan
sorunlardı? Berlin'de bir büro. Afrika'da Rif'li kabilelerle Fransızlara ve Đspanyollara karşı
savaşan, Abdülkerim adında biri için her rütbeden subay arıyordu.

Lieven : «Hiç değil Fransızları kızdırmağa yarar,» dedi.


Fakat Lieven güldü ve : «Abdülkerim, ya da bir başkası olmuş hiç önemli değil!» cevabını
verdi; onun aradığı çılgınca bir savaştı. Güney Amerika'da da vardı bu işleri yapan
ülkeler, Bolivya ve Paraguvay ve daha başkaları. Oralarda da savaş oluyordu ve o
ülkelerin de konsoloslukları ve asker arama büroları vardı.
Geleim'lerin Berlin'deki akrabaları, bu gibi yabancı ülke işlerinde parmağı olan bir sürü
insan yanıyordu. Lütgen, böyle garantisiz bir tavsiye ile buradan ayrılmaktan kaçmıyordu.
Fakat Lieven buralardan hiç hoşlanmaz olmuştu. Yeğeninin yanında kesin karar gününü
bekliyecekti. Nice yarın tasarılarının başarısızlığa uğramasına tanık olmuş bu insanların
arasında ve onların gözleri önünde daha fazla bulunmağa katlanmıya-caktı.
Gleim, birlikte yaptıkları son kahvaltıda, yol biletini eline sıkıştırdı; bunu her zamanki aşırı
muzipliğiyle yaparken, dostunu incitmiş olmaktan utanan bir hali vardı. Fakat Lieven'in
buradan ayrılmasından rahatlamıştı aslında. Son aylarda evlenmişti. Çiftliğin Berlin'li yeni
hanımı, konuk subayların, hele Lieven'in yanında olmaktan pek hoşlanıyordu. Onu
göreceği günler giyimine kocası ile beraber olduğundan daha çok dikkat ediyordu. Lieven
de, genç kadının yeni bir buluz için görüşünü, ya da seçtiği rengin pek yakıştığını hemen
söylemeği unutmuyordu.
Lieven, çiftlikten ayrılırken, saçları masallardaki gibi uzun örgülü öğrenci kızı hatırladı. Bu
kız onun hayatını büyük bir hızla ve temelinden sarsmıştı. îleri götürülmüş herhangi bir
sevişmeden, alışkanlık haline gelip solmağa başlamış buluşmalardan çok daha çabuk ve
temelinden; fakat daha başkasının da tadı olmazdı. Büyük şehirli kadınlara özgü serbest
ve şakacı bir havası olan bayan Gleim bile o kızın yerini tutamazdı.
En son kahvaltıda, Lieven bir kez daha onur konuğuydu. Çiftliğin büyük kapısı, sonra
arabanın kapısı ve en son da kompartımanın kapısı arkasından kapanınca Lieven, onur
konuğu olmaktan çıkacak, o andan başlıyarak işsiz ve yurtsuz kişi durumuna düşecekti.
Lieven bundan kaçamak bir ön tad duydu. Oysa, yurt dışı tasarıları başarısızlığa uğrarsa
gibi düşünceleri kafasına sokmamağa karar vermişti; gerçekleşmesinde kaygu ve
kuşkularından gayrı kendi güçlerinin pek ağır basmıyacağım sanıyordu. Bu hali
gençliğindenberi güvensiz ve kimsesiz yaşamaktan kalmış bir duygudandı belki de!
Lieven, ayrılışlar sırasında insanlara ve uzaklaşılan yerlere bir kez daha bakılırken,
dostlarının ve yakınlarının yüzlerini, eşyayı ve kırlıkları, parlak olduğu kadar da acmmasız
bir ışık altında görmüştü sık sık.
Đstasyona doğru uzaklaşırken, bu ıssız yerlerden son defa geçtiği için hoşnut olması
gerektiğini düşündü.
Gleim'in arabacısı, dostunun Lieven'e verdiği valizi istasyon büfesine taşıdı. Valiz pek ufak
olmasına rağmen yine de büyük gelmişti ve içindeki bir kaç parça şey oradan oraya
kayıyordu. Lieven, pek gerekli iç çamaşırları koymuştu valize. Bir külot pantolondan
başka bir iki üniforma parçası da vardı. Đyi korunmuş, fakat modası geçmiş sivil bir elbise
giymişti. Şu son on yıl, saçlarından ve teninden gayrı pek bir şey bırakmamıştı ona. Treni
beklediği sırada birasını içerken düşününce koltukları kabardı: eline geçen ganimetlerden
bir tanesini bile yanına almamış ve başkalarına bırakmıştı. Sevişmelerini her defasında
olay yerinde arkasında bırakırdı. Finlandiya'dan Berlin'e kadar ordunun yolu boyunca, Ren
kıyılarında ve Silez-ya'da hep böyle yapmıştı. Karaya oturmuş bir geminin baş tarafında
bulunan kabartma heykelin koparılıp atılması gibi.
Yandaki masada oturan biri gözlerini hiç ayırmadan bakıyordu Lieven'e. Adam ne
köylüye, ne de şehirliye benziyordu. Đçmekten iyice şişmanlamış olan eski kâhya
Schubhut'tu., Lieven, verilen emirleri dinlemediği için işten çıkarıldığını duymuştu. Yaban
gülleri sarılı eve yeni bir kâhya taşınmıştı.
Lieven, masasını değiştirmeğe vakit bulamadı. Sessizce içmekte olan eski kâhya yerinden
birden kalktı ve dosdoğru Lie-ven'e yaklaşıp : «Sizi yine görebildim sonunda!» dedi.
Lieven uzaklaşmak istedi. Fakat Schubhut, sarhoşlara özgü yumuşak bir inatla onu
alıkoydu :
«Şu köyde oturuyorum. Bir defa olsun açık yürekle konuşmağı ne özledim bilseniz! Evet,
açıkyürekle konuşmak istiyorum. Neden mi böyle? Açık yürekle konuşulduğu var mı?»
Lieven, araba altında ezilmiş bir kurbağaya benziyor, diye aklından geçirdi, fakat
açındırmıyor, tiksindiriyor. Dirseklerini ona doğru tuttu, fakat adam bir şey yaparsa
korkusunu çabuk atlattı.
«Her trende çocuğumu bekliyorum. Neden mi? Durumu hiç kötü değil. îyi bir ailenin
yanında Berlin'e gitti.»
Lieven : «Kızınız okulu bıraktı mı?» diye sormak dikkatsizliğini gösterdi.
Schubhut; «Yazık ki, öyle!» cevabını verdi. «Okul parasını ödiyecek durumda değilim.
Fakat burada kalıp babasına baksaydı daha iyi etmiş olmaz mıydı?»
Lieven : «Elbette daha iyi ederdi,» dedi.
«Değil mi? Açık yürekli konuşan tek insan sizsiniz.»
Lieven'in son cümlesinden pek hoşlanmışa benziyordu :
«Sonraları gittikçe daha az geldiniz bize ve birdenbire hiç gelmez oldunuz. Uzaklaştınız.
Bize hiç gelmemiş gibi oldunuz. O zaman ben de, tıpkı kızım gibi bekledim sizi. Ben de
onun gibi ağlamaklı olmuştum.»
Bütün sarhoşlar gibi karmakarışık düşünceler ileri sürdü ve hepsini birbirine karıştırdı.
Lieven'in birden ortaya çıkıp sonra yine birden kayboluvermesiyle kendi felâketi arasında
bir ilinti düşünecek halde değildi kafası. Hatırlıyabildiği tek şey, bu adamın yüzünü sık sık
görmekten hoşlanmış olduğuydu :
«Kızıma rastlarsanız ona söyleyin de bana bir mektup yazsın hiç değilse!»
«Ona rastlarsam yaparım bunu.»
Schubhut, şaşılacak kadar uzun kollarıyla boynuna sarılıp vedalaşmağı denedi. Trenin
gara girdiğini gören Lieven bir rahatladı. Schubhut küçük valizi kompartımana ille de
taşımak istiyordu. Bu yüzden az kalsın tekerleklerin altına düşecekti çantayla.
Schubhut, trenin arkasından el salladı bir süre. Fakat Lieven pencereden bakmamıştı bile.

Lieven küçük bir istasyonda trenden indi. Olmütz köyüne kadar yaya gidecekti. Yeğeni
köyün arkasında oturuyordu. Gleim'in verdiği valizi kayışlarından omuzuna takmıştı. Attığı
her adımla biraz daha keyifleniyordu. Geçmiş günler arkasında kalmıştı. Ufacık valizin hiç
bir ağırlığı yoktu. Ay ışığı vurmuş olan şose bir ırmak çizgisi gibi uzanmaktaydı. Đneklerin
geviş getirmelerinden başka hiç bir gürültü duyulmuyordu. Tek tük çiftliklerde ışıklar
yanıyordu daha. Deniz görülmüyordu. Gece yaprak oynamıyacak kadar durgundu, ama
Lieven yine de hissetti Baltık denizi kıyılarına, bir çok denizin kaynağı Baltık kıyılarına
vardığını.
Şose, Olmütz köyünün içinden geçti on dakika kadar. Lieven, yeğeninin yaşama tarzını ve
alışkanlıklarını bir gün bile düşünmüş değildi. Süslü olmaktan çok pek sade bir köy evine
benziyen şu yoksul görünüşlü yapı olmalıydı yeğenininki. Bütün köy evleri gibi alçak
damlıydı ve tünemiş bir kuşu andırıyordu. Lieven'in gelişi şerefine bayrak asılmıştı.
Lieven, yeğeni Otto Baltıktayken yanında gezdirdiği küçük köpeği hemen tanıdı. Bir
romandan alınmış tuhaf bir adı vardı, Peresvvon diye.
Otto Lieven, merdivende duruyordu. Onu görünce; «Çok şükür!» diye seslendi ve sarılıp
öptü. Böyle karşılanmaları çoktan unutmuş olan Ersnt Lieven, çok şükür, cümlesinin ne
anlama gelebileceğini bir an düşündü. Yeğeni Otto'nun bu kargaşalık günlerinde yeni yeni
tasarılarla onu beklemiş olması hiç de akla yakın değildi.

Akşam yemeğini birlikte yediler. Masa genişçe bir mutfağın desenli bir perdeyle ayrılmış
köşesine kurulmuştu. Ernst Lieven, kendisini evindeymiş gibi hissetti ve buna pek şaştı.
Kendisinden daha büyük olan yeğeninin bütün hareketleri ve sesi, rahatlatıyordu. Eski
günlerde bir türlü yerinde duramadığı tedirgin gençliğinde de bu ailenin çatısı altında
rahatlık duyardı yine. Gerçi şimdiki çatı, Riga kıyılarındaki çiftlikte Đskender üslûbu
sütunlar üstünde yükselen eski evin çatısı değildi. Güçlükle borç bulunmuş parayla
meydana getirilen bir kaç hektarlık bir çiftliğin ortasında, oldukça yoksul görünüşlü bir
köy evinin sivri damıydı sadece. Otto Lieven, borçlarım vadesinde ödiyebilmek ve büyük
şehirlerin birinde yaşıyan anasıyla kız kardeşini buraya davet etmek için dişini tırnağına
takıp çalışıyordu. Adamlarından önce sabah sabah fırlıyordu yataktan. Yazışmaları ve
hesap işlerini de gecenin geç saatlerine kadar odasında yapıyor ve herkesten sonra
yatağa giriyordu.
Biraz hayrete düşmüş olan Ernst Lieven, uzun ve sevimli yüzünü yeğeninden yana çevirip
onu bir süzdü; yeğeninin yüzü bir köylü gibi yanık ve biraz da ekşiceydi, gözlerinin
çevresinde düşüncelerin ve yorucu çabaların izleri vardı.
Ernst Lieven, Gleim ailesinin sağlık verdiği bir aracıdan haber beklediğini .anlattı. Rif'de
Apdülkerim'in genel kurmayında — o yarı vahşi savaşçının böyle bir kurulu varsa — görev
alması için Berlin'den bir telefon gelebilirdi her an.
Otto Lieven : «Neden ille de uzaklaşmak istiyorsun?» diye sordu. «Şimdiye kadar
Almanya için savaştın. Ne diye gücünü heder edeceksin Afrikalarda? Kendimizin olan bir
tek hücre de çok gerekli bu ülke için.»
Ernst Lieven : «Ne diye mi? Neresi için kalayım?» cevabını verdi. «Bir banka veznesinde
pineklemek için mi? Yabancı memleketle anlaşmam suya düşerse, belki! Bizlerin her bir
hücresi de bir banka, ya da bir radyo firması için bir işe yarar.»
Kızdı kendi kendisine. Kafasının içinde canlandırmaktan bile hoşlanmadığı şeyler
söylemişti. Karşısındakinin susması
— 159 —
önünde kendisini savunmak ister gibi : «Sen kendini bir ailenin en büyüğü sayıyorsun
halâ!» diye ekledi sözlerine. «Kendin çamura batmış olsan bile yıldızlara öğüt ve
eylemlerinle yardımcı olmak istiyorsun. Bunu kendine bir görev biliyorsun, değil mi?
Böyle düşüncelerin ve kendince büyük görevlerin olmalı her halde! Đşlerini
yürütemiyeceğini bildiğin halde canını çıkarıyorsun. Borçla kiraladığın tarlada ölesiye
çalışıyorsun, buranın timarı sana verilmişcesine.»
Otto Lieven : «Belki!» dedi ve yanık tenine rağmen solgun yüzünü yere eğdi sessizce
«Ele geçen herşeye, tarla, at, ya da bir çocuk olsun, timarı da verilmiş gözüyle bakmağa
babam çocukluğumda alıştırmıştı. Bu hâl benim hem özelliğim, hem de değil. Đşleri iyi
yönetsin diye beni böyle yetiştirdiler. Babamı da babası böyle alıştırmıştı. Daha eski
nesillere doğru bu hep böyle gider. Başkalarında daha değişik olabilir. Onlar herşeyi
unuttular. Bizde böyle. Böyle olması da gerekiyor.»
Ernst Lieven'in öfkesi geçmişti. Tam tersine bir duygu vardı içinde, biraz akılsız fakat çok
ciddi küçük bir çocuk gibi yeğeninin saçlarını okşamak istiyordu şu anda : «Ottocuğum!»
dedi. «Teuton şövalyeleri Baltık denizi çevresindeki ülkeleri ele geçirdiğinde oraları da
şimdi bizlerin basıp gitmek zorunda bulunduğumuz memleketler gibiydi tıpkı.»
Yeğen, bir kaç yıl önce geçmiş bir olaydan söz açar gibi : «Şövalyelerin komutanını
kalkanlarımızdan yaptığımız bir kızakla donmuş denizden geçirdikten sonra oraların tımar
işletmesi olarak bize verildiğini hatırlarsın,» diye başladı. «O tarihte de halkla bizim
aramızda büyük bir mesafe vardı. Bugün de olduğu gibi. Zira o tarihte halkın büyük
çoğunluğu, Teuton kabilelerine zorla buraları ele geçirmiş bir düşman diye bakıyordu. Ne
var ki, cetlerimiz, Teuton şövalyelerini üstün insanlar saydılar, onları daha güçlü ve akıllı
bildiler.»
«Onlara boyun eğdiler mi?»
«Boyun eğmek mi? Hayır. Sadece değer verdiler onlara. Sonraları silâh baskısı yüzünden
zorla değil, hemen ve kendi istekleriyle. Durumu gördüler ve değer verdiler.»

«Cetlerimizden daha sonra gelen bizlerden yana mutlu çıktığı söylenebilir her halde.»
«Hayatı boşuna geçirmedik. Bundan ötürü mutlu sayılmalı cetlerimiz. Bıraktıkları yerleri
işledik ve büyülttük.»
Ersnt Lieven, zavallı çocuk, diye aklından geçirdi, onu yeniden kızdırayım diye zorluyor
beni. Sonra öfkesini yenemediği için şunları söyledi :
«Cetlerimiz o şövalyeleri aşırı bir dostlukla selâmladı diye bütün halk pek kızmıştı belki
de! Kendi kalkanlarından bir kızak yapmalarına işte bundan ötürü hiç şaşmamalı. Oysa,
onların desteğine ve yardımına belki de pek muhtaçtılar »
Otto Lieven buna bir karşılık vermedi ve sözlerine devam etti :
«Sonradan ingilizler buraları Letonyalılara armağan etti. Bizim çiftliği de. Günün birinde
geriye alabildikse değerini bilmemizden oldu. Bu topraklar Almanya'nın bir parçasıydı.
Senin gitmek istediğin o uzak ülkeye benzemez.»
«Sevgili Otto, o uzaklardaki topraklar da bir başka ülkenin sınır toprakları.»
«Evet, fakat bizler daha güçlüydük, bizlerin iç değerleri oralara sahip olma hakkını
veriyordu.»
«Sanırım o tarihte bizler daha güçlüydük, sonra Ruslar daha güçlü oldu, en sonunda
ingilizler. Otto. sen de güçlü olsaydın belki de benimle yola çıkardın! Başkalarından daha
güçlü olan, sahip olabilmek değerini de kazanıyor bence.»
«Ben hiç de senin gibi düşünmüyorum. Güçlü olmanın çeşitleri vardır. Unutma ki sen —
kelimeyi uzun uzun düşündükten sonra — bir hıristiyansm eninde sonunda.»
Ernst Lieven güldü : ,
«Müthiş yanılıyorsun. Ben hiç de hıristiyan değilim, tepeden tırnağa dinsizin biriyim. Daha
doğrusu tabiata tapanlardanım. Onların taptığı şeylere taparım: güçe ve güzelliğe,
iktidara ve zevke.»
«Sanırım onlar bile iktidar ve zevkten daha başka tanrılara
— 161 —
da taptılar; sözgelişi bilgeye. Herneyse, şimdi gidip yatmaktan yanayım. Erken yatalım.
Çatımın altında iyi geceler dilerim.
Ernst Lieven, çatınım altında sözleriyle ne demek istiyor, diye düşündü. Bir bekleyiş
zamanı için bu ev pek uygundu. Öyle derin ve uzun uyudu ki, kalktığında yeğeni tarlaya
gideli çok olmuştu. Akşama Otto'yla karşılaşınca : «Tablodaki bu güzel kadınlar kim?»
diye sordu. «Bütün günümü onlara bakmakla geçirdim!»
«Anamla kız kardeşimin yüzlerini hatırlamıyor musun artık?»
«Annen bir genç kız gibi, kız kardeşin de bir kadını andırıyor.»
Ernst Lieven bu evde yalnız kalmaktan hoşlanmıyordu ama bereket gelen giden vardı.
Köy öğretmeni bir Hamburg-luydu. Uzun boylu, kumral ve sarsak biriydi. Başından
sonuna kadar savaşa katılmıştı. Savaşta öğrendiklerini şimdi mesleği ve öğrencileri için
kullanıyordu. Her akşam Lieven'lerin oturma odasında uzun kollarını ve bacaklarını bir
iskemleye dolayıp kafasındakileri anlatmağa alışmıştı. Batıda, orta Almanya'da,
Hamburg'ta ve Saksonya'daki çarpışmalar bu ıssız köy odasında sözlerle yeniden
canlanıyordu. Lieven ve öğretmen birbirleriyle müthiş çekiştikleri halde, köyde en iyi
dostlardı birbirlerine karşı; zira ikisinden gayrı kimse yoktu tartışacak. Ernst Lieven bu
kumral ve sarsak gencin söylediklerine hayretler içinde kalıyordu; zira bu gibi sözleri
ancak bolşevik-ler, yahudiler, hoşnutsuz yığınlar ve gözü dönmüş kişiler söylerdi. Lieven,
her köyde ve el yapımı eşya ile döşeli her odada — Lenin ya da Hindenburg,
nasyonalistlerden Schlageter ve Lu-dendorf veya Đsa'nın resmi asılı bulunsun — böyle
gevezelikler edildiğine hiç kuşkum yok, diye düşündü. Arada sudan bir bahaneyle — Otto
Lieven'in raflara dizmiş olduğu kitaplar, ya da keman çalmak gibi — son veriyorlardı
tartışmalarına. Uzlaşmanın nedeni belki de 'şuydu : Birbirlerinin görüşlerini kapmak ve
sonra bunlarla birbirlerini iğnelemek.
Ölüler Genç Kalır — F. : 11
Otto Lieven : «Tarihin dayandığı güç, hiç bir zaman yığınlardan gelmemiştir,» dedi. «Bu
güç, düşün ürünüdür; düşünceler de senin ve benim gibi insanlardan gelir.»
Öğretmen : «Almanya'da pek çok insan hiç bir şey düşünecek durumda değil, cevabını
verdi. Zira soğuktan titriyorlar ve karınları bomboş. Ne gibi düşüncelere yatkın olduklarını
da hiç kestiremeyiz.»
«Düzen bozucu sosyalizmin yapıcılığı!»
«Đhtilâller hiç bir zaman düzen ve temiz işler getirmez. Büyük değişimlerde kan ve kir
vardır. Fransız ihtilâlinde böyleydi, bizim orta çağda köylü ayaklanmasında böyleydi.
Hıristiyanlık da ortaya çıktığı yıllarda huzur «ve düzen getirmiş değildi. O tarihte aydın
Romalılar hıristiyanlıktan nefret ederlerdi, çok derinlere uzanıyor ve yığınları harekete
geçiriyor diye. Senin ve benim gibi seçkinlerden başkalarını, herkesi de ilgilendiren
birşeyler olmaktaydı ilk defa.»
«Hıristiyanlık milletlerarası değil, milletlerüstüydü; milletleri bir yapı harcı gibi
karıştırmadı, her milletin en seçkinlerini bütün milletlerden üstün bir düşün çevresinde
topladı. Böyle değil mi?»
Otto Lieven, alaya aldığı yüzünden okunan yeğeninden yana dönmüştü.
Ernts Lieven : «Ne düşünmemi istiyorsun?» dedi. «Ben sizler kadar hızlı koşamıyorum
evreni bir baştan öteye.»
Öğretmen : «Sözlerinizle ülkücü insan, demek istiyorsanız!» dedi. «Yani düşüncelerine
rahatından daha çok değer veren bir insansa demek istediğiniz, bizler böyleyiz. Bizler
ülkücüyüz. Zira insanları alçaltan maddeyle hayatımız bahasına savaşıyoruz.»
Ernst Lieven, hele bekleyin, diye aklından geçirdi. Bütün bu söyler olayların tozları gibi
geliyordu ona. Bütün bu lâf ebelikleri de tozların savrulması.
Ernest Lieven, daha iyi bir durum elde edinceye kadar buraların sessizliğine katlanabilirdi.
Günün birinde Berlin'den beklediği mektup geldi. Gleim'in eniştesi, subay toplama işinden
vaz geçilmiş olduğunu yazıyordu; Lieven, memleketlilerinin çoğunun şu sıra yaşadığı
Münih'e gitmek istemezse, işsiz memur ve subaylardan güvenilir olanlara banka ve
endüstri kurumlarında iş bulabilen bazı yakın tanışları vardı Berlin'de.
Enst Lieven, yeğenimin belki hakkı var, diye düşündü birden; milletin seçkinlerine bir yer
sağlıyorlardı nerede olursa olsun. Bu iş, Gleim'in eniştesinden gelen daha sonraki bir
mektupta belirtildiği üzere, ışıklı reklâm acentalarından birinde'de olsa.
IV
Wilhelm Nadier, erkek kardeşini birden karşısında görüve-rince pek şaşırdı; zira akşamları
hiç uğramazdı. Liese, yemlikte ertesi günü için hazırlık yapıyordu, Bu işi her zaman
geceleri yapardı, sabahları tarlaya gitmezden önce domuzların yemini verebilmek için.
Christian Nadler her zamanki gibi aşağıdan alarak ve usul usul başladı; yeni vardığı bir
kararı kardeşine hemen bildirmek istemişti. Babasının vasiyetnamesine göre — bu önemli
sözleri Christian'm şöylesine bir söylemesine rağmen Wilhelm kulak kesildi hemen —
evet, babalarının vasiyetnamesi, oğullarını eşit gözetmişti. Çiftlik büyük kardeşin payına
düştüğü ve ortanca kardeş cepheden bir daha dönmediğine göre, değerler için — evden
ayrılması şartıyla — kendisine de bir tazminat verilmeliydi. Tarla söz konusu olamazdı.
Aylığının bir kısmıyla kardeşinin yardımına koşmuştu. Gereğinden daha fazlasını ödediğini
Wilhelm de anlıyabilirdi hesap pusulasından.
Liese, çelik mavisi gözlerinin keskin bakışlarını, domuzlara hazırladığı pancar mancasına
dikti. Wilhelm'in müthiş bir öfkeye kapılmak üzere olduğunu seziyordu. Yüzü allak bullak
olmuştu. Christian, kelimeler arasında bir bağlantı kurmadan kopuk kopuk geveleyip
duruyordu. Wilhelm kendini zor tutuyordu, bir ara : «Haydi, dilin çözülsün!» diye
homurdandı.
Christian : «Hakkın var!» diye devametti; düşünüp taşınmıştı. Buradan elini ayağını
çekmesi her ikisi için de yararlı olacaktı. Göl kıyısındaki topraklarda bir kulübe vardı. Bir
tarihte kayıkhane olarak yapılmıştı. Biraz uğraşıhrsa bir süre işe yarardı. Orası bir atölye
olarak kullanılabilirdi ve Wilhelm de böylece onun boğazından kurtulmuş olurdu. Şimdi
epiyce müşterisi vardı. Kiliseye gittikçe fazla uğraşmadan müşteri bulabiliyordu. Sözün
kısası, kardeşi bunu kendi eliyle yapıver-meliydi ona. Yarın sabah göl kenarındaki tarlaya
nasıl olsa gideceğine göre onun öteberisiyle karyolasını da arabaya alıver-sindi. Kulübe
pek harap da olsa biraz yağmurdan erimezdi elbette.
Wilhelm : «Hepsi bu mu?» diye sordu; rahatlamıştı, kardeşi daha başka şeyler istemediği
için. Vasiyetnameden söze başlamış olması, sarsak kardeşin yarım yamalak söylediği asıl
konuyla hiç ilgili değildi.
Christian : «Evet, hepsi bu kadar,» dedi. «Yarın yapıver . bunu. Bir de kiremit al dam
için. Nalburda pek ucuz satılıyor.»
Biraz bekledikten sonra : «Karşı gazinoya gidersen kolay olur,» diye ekledi. «Nalbur
orada oturuyor. Hemen yapabilirsin alışverişi.»
Sonra, konuşması kadar güçlükle ve dura dura, uzaklaştı topallıyarak.
Liese, ağır yemliği ocağa güçlükle taşıdı. Dişlerini sıkmıştı. Zorlu bir çaba istiyen bu işten
memnun görünüyordu. Zira yüreğinde belli belirsiz bir sızı vardı. Duygularını
uyuşturuyordu ve nedenini pek anlıyamamıştı. Kaynının bu kararı hoşuna gitmemişti.
Kocası döndükten sonra ondan uzak durmuştu ama. ahırda bulunmasından da
hoşlanmıyor değildi. Ayak sesini duymaktan da hoşlanırdı. Birlikte yemek yerlerken
çorbasını vermekten hoşlanırdı; Christian o sıra meme arasına bir göz atabilirdi. Kocasının
arada bir, yalancı köpek, dalavereci herif, diye homurdanması da hoşuna gidiyordu.
Geceleri kocası yatağına sokulduğunda, kundura tezgâhının bulunduğu yerden kaynının
kulak verdiğini düşünmekten de hoşlanıyordu. Kocasının önceleri gözdağı verip şimdi
oluruna bırakması da hoşuna gidiyordu.
Liese, tahta perdenin ötesine geçip kaynının yanına gitti. Fakat Christian, bakışlarım
kunduralardan ayırıp bakmadı bile. Kadın : «Böyle birdenbire tası tarağı toplıyacak ne
var?» diye sordu. Christian, hep önüne bakarak : «Başıma buyruk yaşamak istiyorum.»
cevabını verdi. «Çorbamı sadaka gibi elime yersinler istemiyorum.»
«Kim sana çorbanı sadaka gibi vermiş! Söylesene!»
Liese, lâfı uzatmak istiyordu. Fakat bölmenin ötesinde kapının çarptığım duydu ve kocası
: «Liese!» diye seslendi. Kadın, omuz silkti ve öteye geçti. Christian kulak verdi. Kardeşi
kiremit satın almağa gitmemişti demek! Herneyse, dam olsa da, olmasa da o yarın sabah
sabah taşınacaktı kulübeye. Lie-se'nin boşuna tatsızlıklardan kaçındığını çok iyi anlamıştı.
Çiftlikte çalışmaktan hoşlanan bir köylü kadındı ve bir sürü çocuğu vardı. Christian da
halâ köylüydü, böyle şeyleri kavrıya-bilecek kadar. Kadım görmeğe pek alışmıştı sadece.
Liese kadınlara özgü davranışlarıyla arada bir önünde dolaşmaktan vazgeçmezdi. Đşte
bundan ötürü de, ikinci erkek olan kendisinin buradan uzaklaşması daha uygundu. Hem,
Christian, Wil-helm'in tam tersine, sessiz yaşamağı pek severdi. Üç ayaklı taburesini
altına çekip kulübenin önünde oturur, pırıl pırıl suları seyrederdi. Arada bir gelen olursa
ayak seslerinden tanırdı. Gölden doğru vapur düdükleri duyulurdu. Burası daraşmalıktı ve
küf kokuyordu.
Christian tam bu sıra mutfaktan doğru müthiş bir bağırıp çağırma duydu. Sonra, Liese
yine geldi ve : «Sen biraz gelse-ne!» dedi. «înekçi yine damladı. Đşler ters gidiyor.»
Christian, becerebildiği kadar çabuk davranarak, kadının arkasından yürüdü.
înekçi şehirli kunduraları giymişti ve sırtında leke içinde bir yağmurluk vardı. Hiç
umursamadan bakmıyordu. Öfkesinden kıpkırmızı olan Wilhelm : «Şuna bak!» diye
bağırdı. «Bana sattığı o güzelim ineği yarın sabah geri alacakmış!»
Christian, kardeşine : «Önce bir sakinle!» dedikten sonra, inekçiye : «Ya siz bay Levi?
Sizin neniz var?» diye sordu.
«Kardeşinizle aramızdaki anlaşmaya göre taksitler ödenmezse bir ihtardan sonra inek
satıcıya geri verilir. Ben ihtarımı yaptım. Son durum bu.»/
Wilhelm : «Ben sana son taksiti borçluyum,» diye haykırdı. «Bütün borcum sadece bu
kadar. Cevap versene!»
«Ben parasız almadım bu ineği. Bütün kazancım bu son taksit olacaktı. Bu işleri keyif için
yapmıyorum. Sen de keyfin için süt sağmıyorsun. Taksiti şimdi bana ödemezsen ineği
yarın sabah alıp götürürler.»
«Evde bir tüfek var hâlâ. Yarın kim neyi götürecek bu evden bir görelim! Şu pis
muşambana kurşunları boşaltayım da ben.»
I «Bay Nadler. boşuna yorulmayın. Hükümetle başınız belâya girsin istemezsiniz her
halde. Sizi şikâyet edersem jandarmalar gelir.»
înekçi, tanrı kanunlarına göre hiç hoşuna gitmese de, felâket bekliyen ve bunu şimdiden
kabullenmiş bir insan kadar, sakin konuşuyordu. Christian o ana kadar lafa hiç karışmadı.
Durumu anlayıncaya kadar beklemişti. Ağabeyi öfkesinden köpürdü :
«Hükümet yardım edecekmiş! Külahıma anlat! Namuslu bir köylünün derisini yüzesiniz
diye mi?» Christian ayağa kalktı :
«Biraz bekleyin! Liese, sen de birer kadeh kiraz rakısı doldur. Đçtikten sonra daha iyi
görüşülür.»
Topallıyarak uzaklaştı. Kadehler boşalıncaya kadar döndü Christian, elinde kâğıtlarla :
«îşte bir kefalet senedi. Vadeyi uzatabilirsiniz. Şu kâğıt da kardeşimin bana olan borcu
yazılı. Onu da size bırakıyorum. Bundan ne size, ne bana, ne de ona bir kötülük gelmez.
Mark bundan böyle daha düşmez. Şimdi itibarını kazandı yine.»
Borç senedini gözden geçiren inekçi : «Öyle ya!» dedi ve içki kadehini şapırdattı.
Christian'ın mavi gözleri ona çevrilmişti. Gözler öyle sert ve parıl parıldı ki, bir tüfeğin
namlusu üzerine çevrilmiş gibi oldu ve konuşmağı cam çekmedi.

Ertesi sabah Wilhelm göl kenarındaki tarlaya gitmek üzere arabayı hazırlarken Christian
ancak yetişebildi. Ağabey, kalıpları, dikiş makinesini, yatağı, tabureyi ve öteberisini
yüklemesine yardım etti. Taşınanı seyreden komşular : «Köylü kurtuldu kunduracıdan,»
diye aralarında konuştular. Liese, mutfak penceresinden bir süre baktı arkasından. Öküz
arabası köyden çıkarken pencereden ayrıldı. Ağlamaklı olmuştu. Fakat çiftliği ve
çocuklarının mirasını düşününce, kendi tasasının önemi yoktu. Hem ağlamazdı hiç. Zira
öylesine tuhaf gözleri vardı ki, başka kadınların duygulanıp yaş döktüğü anlarda bile
kupkuru kalırlardı. Mutfak penceresinin arkasında dururken de gözleri çakıl taşları kadar
buz gibi ve parıltılıydı.
Gölün kıyısındaki baraka aslında oturulmak için yapılmış değildi ama, su geçmez
duvarları, küçük bir döküm sobası vardı. Đskele tarafına bir güneşlik koymakla atölye
haline getiri-liverdi. O sabah hava güneşliydi. Christian, âletlerini alıp gölün yakınma
yerleşti. Ağabeysine büyük zahmetinden ötürü teşekkür etmeği de unutmadı. Wilhelm de
onun borçluluk sözlerine bakarak, gerçekten iyilik ettiğine inandı. Christian. sık sık başını
kaldırıyor ve kardeşinin sapan sürdüğü yere gözlerinin bütün keskinliğiyle bakıyordu.
Sonbahar biraz sonra öyle soğudu ve rüzgârlar öyle arttı ki, Christian kulübenin içine
yerleşmek zorunda kaldı. Ağabeyi ona bir araba odun, taş kömürü ve biraz briket getirdi.
Christian yine öylesine ezile büzüle teşekkür etti ki, Wilhelm küçük kardeşine yeniden
büyük bir iyilik ettiğini düşündü.
Christian bu rüzgârlı kulübedeki hayatı pek seviyordu.

Karışanı görüşeni yoktu. Olsa olsa, acmırlardı ona ama kimse alaya almazdı. Sessizliğin
bol bol tadını çıkarıyordu. Ne birliklerde bir mevkide gözü vardı, ne de yoklamalarda
övülmeğe. Kardeşi için yaşamanın bütün tadı olan ün kazanmağa hiç düşkün değildi.

Tarla da eğik çalışanlara uzaktan bakarken gördüğü o yuvarlak ve beyazımsı san yumurta
biçimi çocuk başı Christian için hayatın bütün tadıydı. Kunduraları dikerken, çekiç
sallarken türlü düşüncelere dalıyordu. Bu çiftlikte ağır basan kişiydi, bunu haykırıp
herkese duyurması gerekli değildi. Burada bazı şeyler onunla ilgiliydi ve bunun pek
bilinmemesi daha uygundu.
Kapıya hafifçe vurulmuştu. Đnek satıcısı yine gelmiş olmalıydı; taksitler yine aksamıştı. Bu
çiftlikte Christian'dan başka kimsenin nakit parası yoktu. Bir tarihte Nadler'den mal alan
Berlin'li otelci yine pazara, hale dönmüştü.
Christian : «Sevgili tanrının balçıktan yarattığı ilk insana benziyorsunuz.» dedi.
Ufak tefek adam : «Yerler çamur içinde yağmurdan,» diye yakındı. «Kardeşiniz benim için
aşırı bir çaba göstermeğe niyetli değil.»
«Siz de bu havada ne diye yollara düşersiniz, bay Levi?»
Adamcağız yine yakındı. Christian biricik kardeşi üzülsün istemezdi herhalde! Ödenmiyen
borç için açık arttırmayla satış sürgit geri bırakılamazdı.
Christian bu yanıp yakınmaların sonunun nereye varacağını biliyordu. Ödenmiyen
taksitlerle başlar ve sevgili tanrıyla biterdiler. Zira alacağından vazgeçip kendisini kötü
duruma düşürmek huyu yoktu; ihtiyar bazı bazı düşünürdü, Christian her defasında niye
kardeşinin yardımına koşuyor diye. Sadece Đsa hatırına olamazdı elbette.
Christian, Wilhelm'e verdiği yeni borcu da bir pusulaya yazdırarak işi yoluna koydu.
Đnekçiden hoşlanmamak konusunda ikisi de anlaşıyorlardı. Christian adamın saçma sapan
lâflarma katlanamıyordu ; zira susmak, onun anlayışına göre iktidar ve güç demekti.
Kardeşinin savaş palavraları ve dernek-lerdeki konuşmalarından meydana gelen
gevezeliklerine de dayanamıyordu.
Christian, cephedeyken kimin ne olduğunu hiç düşünmemişti. Mermiler arasında
başkalıklar olduğunu da saldırılarda hiç farketmemişti. Mermiler herkes için birdi ; tanrı
güneşinin iyilere ve kötülere aynı olması gibi. Şu inek satıcısı Levi'nin adını taşıyan biri
karnından yaralanıp pek korkunç ölmüştü. Birlikte bulunmaktan çok hoşlandığı o
arkadaşın ölümü Chris-tian'ı pek üzmüştü. Birbirlerine memleketlerini anlatırlardı sık sık.
Böyle birisinin inlediğini görmek insana müthiş dokunuyordu. Onlarla aynı siperde
bulunan gazinocunun oğlu, ölünün baş ucunda : «Bir yahudi eksildi!» demişti. Bu sözü iki
defa duymuştu: cephede o gün ve Wilhelm'in mutfağında.
Wilhelm Nadler'e göre Christian, kendisinin ona iyi davranmalarını karşılamak için fırsatlar
arıyordu. Ona göre bu zavallı oğlan güveneceği bir yakını bulunsun diye yardımına
koşuyordu, her fırsatta. Onun parlak durumu bütün aileyi onurlandırıyordu. Şimdi
«Yurtsever taşralılar» adlı birliğin başkanıydı. Birlik, köyden öteleri, bütün çevreyi de
kapsıyordu. Postacının ona getirdiği bildiri ve yazıları gören komşular hayret ediyorlardı.
Ortak kararlar alınacak toplantılara katılmak üzere haftada bir gün göl kıyısındaki otele
gidiyordu, «Yurtsever taşralılar birliği» adına. O toplantı günleri dışında «Alman subayları
Birliği» ve milliyetçi askerler örgütü «Çelik Miğferliler» yönetim kurulları o otele gezintiler
düzenliyordu. Hiç bir köylü bu otele ayak basamazdı eskiden. Ora halkının temsilcileri
ancak şimdi danışma toplantıları yapıyordu otelde.
Wilhelm Nadler, pek korkmuş olduğu ev hayatını bir çeşit dinlenme izni saymağa
başlamıştı epiydir; güvendiği kişilerin dediğine bakılırsa bu izin belirsiz bir süre sonra
bitecekti. Yoklamalara çağırılacaklardı yakında. Savaşa katılmıyan köy gençlerine
uygulanan talimler gibisine lâf olsun diye değil.
Rahibin evi yeni yılda epiyce kişinin uğrak yeri oldu. Hele, Friedrich Ebert'in öldürüldüğü
ve yeni devlet başkanının seçimi için arka arkaya iki oylama gerektiği günlerde.
Baron von Ziesen, sıradan bir konuk gibi gelip rahibin masasının başına oturmuştu.
Rahibin kızlarının her zaman yeni yıkayıp mis gibi astığı perdelerin arasından gölün
ötesindeki evini görüyordu. Masanın üstündeki bir vazoda ilk sarı salkımlar vardı. Rahibin
başının arkasında, Albercht Dürer'in yaptığı Luther tablosu aşılıydı. Dürer: «Ruhumu derin
bir çöküntüden kurtarmış olan büyük insan!» diye yazmıştı o tarihte.
Kendi iç dünyasında da bir çöküntü olan baron von Ziesen, tıpkı kafamdakine uygun bir
rahip evindeyim, diye düşündü. Đçinden geçenleri de bundan ötürü açığa vurdu :
«Arkadaşlarımın kararlarına uymak zorundayım gerçi. Fakat partimin gösterdiği adı sanı
duyulmamış birisi yerine general Ludendorff'u desteklemekle milletime daha iyi hizmet
etmiş olmaz mıyız?»
Rahip : «Ben politikadan anlamam,» cevabını verdi. «Vicdanınızın dediğini yapın!»
Sonra : «Sanırım sizin de tanıdığınız Nadler kendi eliyle yaptığı kiraz rakısından bir şişe
hediye etmişti bana,» dedi.. «Đzin verin de bir kadehçik sunayım.»
Şişenin mantarını paskalyadan önce açmasını karısı gerçi yasaklamıştı ama, böylesine
yüksek bir kişinin evlerine gelmesinden daha uygun bir fırsat da olamazdı.»
Baron von Ziesen, bakışlarını yerden kaldırmadan : «Nasyonalistler Ludendorff'u aday
gösterdiler» dedi. «Şimdiye kadar bu işleri hiç düşünmemiştim. O partinin şefi Adolf
Hitler, Münih'te yaptığı ayaklanmadan ötürü iki yıl önce hapse girmişti. Şu sosyalizm
sözünden her hangi bir iyilik gelir mi diye hep düşünmüşümdür. Hattâ, milliyetçi
olduğunu ileri sürse de! Ne var ki, Ludendorf için de kuşkuya düştüm şimdi.»
Bir kaç hafta sonra von Ziesen aynı odada ve aynı sandalyede oturmaktaydı. Aynı kiraz
rakısı ikram edilmişti. Aradan geçen zamanda herşey yolunda gitmişti. Dünya olayları da
kendi iç dünyası da. Sağ blokun aday gösterdiği feldmarşal Hindenburg, herkese olduğu
gibi von Ziesen'e de güven vermişti. Akpak bir ihtiyar askerdi. Ne idiğü belirsiz ve gülünç
adlı bir partinin başkanı değildi.
Rahip, ilk kez evine uğrıyan köy öğretmenini anlattı. Öğretmen, ancak öğrencileri
getirmek zorunda olduğunda uğrardı kiliseye Sosyal demokratlara katılmak zorunda olan
aklı bir karış havada gençlerden biri de vardı, öğretmenin yanında. Sosyal demokratlar
ise merkez partisi adayı Dr. Marx'i tutmağı düşünmemişler miydi? Bu kadarı da biraz
fazlaydı.
Rahibin büyük kızının gelmesiyle konuşma yarıda kaldı. Kunduracı Nadler, yeni tamir
ettiği pazarlık ayakkabıları getirmişti. Parasını vermek üzere içeriye çağırdılar. Alçak
gönüllü, hattâ pek ezile büzüle girdi odaya. Onun çok iyi bir delikanlı olduğunu, savaşta
kemiklerinden sakatlandığı için şimdi kunduracılık yaptığını baron von Ziesen'e söylediler.
Christian, sayın küçük bayanın pabuçlarının ökçelerini, çabuk çarpılmasın diye, biraz
yükselttiğini söylerken, böyle önemsiz şeylerden söz açtığı için utanmış bir hali vardı.
Halkın görüşünü her yerde öğrenmek istiyen baron von Ziesen, şu anda Christian
Nadler'in eğilimini öğrenmek için, pabuç onarımı konusuna karıştı ve: «Pazar günü
Hindenburg'u seçmemize yardım edersiniz, değil mi bay Nadler?» diye sordu.
Christian, konuğun hiç bir zaman kendisine getirilmiyecek kadar pahalı çizmelerinden
gözlerini hiç ayırmadan, fakat günün birinde o bir yardım istiyecek benden, diye
düşünerek : «Elbette, çok sayın baron!» dedi.
Christian ertesi pazar kiliseden sonra gazinoya gerçekten uğradı da. Seçim sandığı
oradaydı. Feldmaraşal Hindenburg'un fotoğrafı lokale girerken hemen göze çarpıyordu.
Bir seçim söz konusu değil de tek aday oymuş gibi. Seçim yardımcıları masasında
oturmakta olan Wilhelm Nadler, bir gece önce, karıştırıcı bir sürü beyanname dağıtanları
doğmuştu. Feldmaraşal'm portresini akşama eve götürecekti, pek beğenmişti.
Christian Nadler, seçim pusulasını oy sandığı önünde katlayıp cebine soktu, kimsenin
gözüne çarpmadan. Seçime giden herkesin adını ağabeyinin bir kâğıda yazdığını
biliyordu. Oy pusulalarına dikkatle bir toplu iğne sokacaktı ve böylece de, pusulaların
sandığa atılış sırasını kolayca anlıyabilecekti. Oy atma sırası ihtiyar Wulle ve kaçık
karısmdaydı. Christian oyunu atmadığı için kadının oy pusulasından sonra bir başka oy
pusulası çıkmayınca budala karı kadınların seçim hakkına kavuştuğunu halâ kavramamış,
kocası ikisine de yetmiş sandı, diye düşündüler.

Şoför Becker'in mutfaktakiler yanmda itibarı, Fransızlarla gönül eğlendirdiği için saçları
kesilen hizmetçi kızı evden kovması efendilerce onaylanalıberi. daha artmıştı. Becker'in o
kararı mutfaktakiler arasında öylesine önemli karşılanmıştı ki, her hangi bir iş yapmadan
önce ona danışıyorlardı.
Klemm'ler, onun sağlık verdiği bir başka hizmetçi tutmuşlardı. Emma adlı bu yeni
hizmetçi, Höchst direktörlerinden ve Klemm'in hem iş, hem parti arkadaşlarından
Schlütenbock'un villâsında çalışan Berta'nm kız kardeşiydi. Becker, o kızla şöylesine bir
gönül eğlendiriyordu; Frankfurt'da, Mainz'ta, ya da Wiesbaden'deki sevgililerinden zaman
buldukça bir çeşit oyalanıyordu onunla da. Evlenmeği falan düşündüğü yoktu. Acı bir
hayâl kırıklığıyla Fransızların maskarası diye hatırladığı o kızla az kalsın evlenirken
gerçeği görmüş ve gözü açılmıştı.
Yeni hizmetçi Emma. sessiz, çalışkan, alçakgönüllü ve yaşlıcaydı. Saçlarını kestirtecek, ya
da ondüle yaptıracak gönül işlerine girişecek kızlardan değildi..
Becker'le konuşmaktan her zaman kaçman Frau Klemm bile şoförüne teşekkür etti bu kızı
bulduğu için. Becker'e göre hanımı kendini beğenmişin biriydi. Oysa Frau Klemm, işinden
çıkarıîahberi hiç bir haber alamadığı eski şoförünü bir türlü unutamamıştı.
Daha önce başkalarına hizmet etmemiş gibi derin bir bağlılıkla çalışan Emma'nın din
inançları bir kaç gün sonra belli oldu. Ondan daha genç olan kız kardeşi Berta, bu yanını
hiç açığa vurmamıştı. Fakat Emma'nın belü ettiği bu inançlar, mizacı üzerinde de
tesirlerini göstermekte gecikmedi. Katoliklerin et yemediği cuma günleri, bifteği geri itti
ve buz dolabında kalmış biraz ringa balığı salatasını aldı. Bunu gören Becker, kız katolik
bir bölgeden ama, anası sonraları günah çıkarmağa gitmez olmuştu, zira rahip kızın
halasıyla sevişiyordu, dedi. Bu sözleri duyan küçük ahretlik kız, ete perhiz günü,
zenginlerin midesi bozulmaması içindir, dedi. Kızın saç örgüleri şimdi daha da uzamış ve
sert memeleri iyice büyümüştü.
Bütün ev halkının her yaptığını çok yakından bilen Becker, bu sözlerden hemen bir anlam
çıkardı; kız böyle sersemce düşünceleri, akşamları sık sık buluştuğu o it heriften öğrenmiş
olmalıydı. Becker, o itin Amörenburg'taki fabrikada çalıştığını, Almanya'da bir takım işler
karıştırdığı için işgal bölgesine kaçmış bulunduğunu da öğrenmişti. Bu gibi dar ağacı
kaçkınları Ren bölgesine kapağı atıyor ve işgal kuvvetlerinin koruyucu kanadı altında
kendilerini daha güvende hissediyorlardı. Bu sevimli kızı ziyan etmesine meydan
bırakmadan onun hesabını görmeliydi.
Yeni hizmetçi Emma, kendisi için ileri sürülen bütün tenkit ve düşünceleri, hiç sesini
çıkarmadan dinliyordu. Đnancını savunmağa yetecek gücü yokmuş, ya da bu insanlara
kendisini savunmağa değer vermezmiş gibi bir hali vardı. Hattâ her cuma günü Becker'in
alaylarına bile alışmıştı. Şoför, her cuma perhiz etmenin ölçüyü biraz kaçırmak demek
olduğunu, işi bu dereceye vardırmanın hafızayı zayıf düşüreceğini söylüyordu. Fransızların
sabotaj suçuyla kurşuna dizdikleri nasyonalist Schlageter'i bile «Renli arkadaşlar» da,
hattâ kendisi de her yıl 26 mayısta anıyorlardı ama, her hafta değil. 26 mayısın hangi
güne rastladığının ise farkında değildi.
Emma, bu söylediklerinin kendi durumuna hiç benzemediği cevabını verdi. Büyük
kurtarıcı, Romalı konsül Pontus Pi-iatius'un zamanında, kendisini bütün insanlık uğrunda
kurban etmişti.
Bilgisine pek güvenen Backer de : «Schlageter de Fransız işgal kuvvetleri yüksek
komiseri Tirad zamanında bütün Almanya uğrunda can verdi» karşılığını verdi.
Emma, çaresizlikle omuz silkti bu sözlere. Becker'e göre, söylediklerine verecek cevap
bulamamıştı.
Şoför Becker'in önemi işgal yüzünden büyük bir ün halini almıştı. Daha önceleri
efendisinin ünüyle bir tutuluyordu.
Von Klemm, Đngiliz bölgesinde yapılan yeni alışveriş görüşmeleri sırasında ticari müşavir
Castricus adlı birisiyle tanışmıştı; adamın Bonn'da bir apartıman dairesi ve Rüdesheim'-da
yazlık bir evi vardı. Karısı çoktan ölmüştü. Oysa yazlık evi karısı için yaptırtmıştı. Bir
mürebbiyenin yetiştirdiği kızı, on beş on altısındaydı, parlak bakışlı ve yuvarlak gözlüydü..
Đhtiyar Castricus, ziyaretine gelenlere Fransız bayraklarının dalgalandığı bağlık toprakları
gösteriyordu. Ticari müşavir, kızının ve şaraplık üzümünün yetişmesini görmekten pek
hoşlandığını söyliyordu gülerek.
Şoför Becker, efendisinin bu ihtiyarın akşam sofrasında bulunmaktan hoşlandığını
farketmişti. Duvarları tahta kaplı yemek odasına Becker'i de çağırırlardı sık sık. Bay
ticaret mü-.lavirivle Herr von Klemm'in çeşitli konular görüştükleri genç insanlar arasında
Becker de otururdu. Almanya ile birleşmeye karşı bir belediye başkanını öldürdüğü için
zindana atılmış delikanlılardan birini kurtarmak gerektiğinde, eşitleri gibi onun da
görüşünü sordular: «Kim yardım eder bize?» diye. Klemm'in şoförü : «Ben elbette!»
cevabını verdi.
Ona bir başka otomobil buldular Klemm'in otomobilini bir tanıyan olabilirdi. Đki delikanlıya
da ceza evi ziyaret belgesi sağladılar. Fakat içeri bırakılmayınca ateş ettiler ve Becker'in
kullandığı başkasının otomobiline kapağı âttılar. Becker otomobili nöbetçi kordonu
arasından çılgınca sürdü ve işgal bölgesinin ötesine geçtiler.
Becker, ertesi gün fransız kontrol subaylarını hiç bir şeye karışmamış biri gibi otomobiliyle
fabrikaya götürürken, bıyık altından gülüyordu.
Von Klemm kurucusu olduğu «Renkli arkadaşlar» birliği üyeliğine çok güvendiği ve bağlı
arkadaşları alıyordu ancak ; üyelerden birinin herhangi bir dikkatsizliği yüzünden yeni
kanun önünde gizli dernek kurmakla suçlanmak istemiyordu. Bağlılık ve güvenirlilik,
şoförü Becker'in en başta gelen nitelikleriydi. Becker, efendisinin çalışma odasında
bulunduğu sırada hanımın elinden çay içtiğini bile övünmiyordu mutfaktaki-lere, Zira
evde çalışanlar arasında yabancı sayılabilecek şu Emma vardı. Fransız başbakanı Poincaré
1924 mayısında yerini Herriot'ya bırakmazdan önce çabucak bir emirname imzalamış ve
Almanya ile birleşmeye karşı olanları döven bir sürü genci tutuklatmıştı.
Von Klemm'dan şoförünü istiyorlardı sık sık. Almanya ile birleşmeğe karşı olanları
devirmek, ya da Ruhr'un işgalinden -beri sabotajlar yapmak yüzünden aranan birisini
zorlu işgal noktalarından geçirebilsin diye. Zira, Becker bütün geçit yerlerini de,
nöbetçilerin rüşvetle elde edilme usullerini de çok iyi biliyordu. Đşte bundan ötürüdür ki,
bir gün Castricus'un evinde yapüacak önemli bir toplantı için efendisiyle birlikte çağırıldı,
işgal bölgesinin dışına kazasız belâsız kaçırılması çok gerekli olan genç bir kimyageri de o
toplantıdan sonra Becker'in otomobiline koydular. Castricus da Becker'i eşit tutuyordu.
Efendisi Klemm gibi.
Becker o önemli kaçırma işini başarınca üçü yine buluşup durumu görüştüler. Ama, bu
kez. Castricus'un villâsında değil, bir gazino bahçesinde. Çalışmalarına ara verip yan
masada bira içen yol işçileri, Becker'e böylesine eşit davranılmasma pek

şaştılar. Becker de bu durumdan pek hoşlandı. Von Klemm, bü-


yük bir içtenlikle: «Dostum Becker!» dedi. «Senin burada bi-
zimle bira içmen şu sınıf mücadelecisi baylara iyi bhj darbe ol-
du.»
Castricus da : «O aşağılık, heriflere diş geçirmenin yolunu
bilmeli,» dedi. «Bunu daha pek öğrenemedik. Hatırlasanıza
Herr von Klemm, Almanya ile birleşmeden yana olmıyanlara
karşı nasıl da bizimle birlik davrandıklarını. Yurtlarının Mos-
kova'nm ötesinde değil buraları olduğunu henüz unutmamış-
lardı o tarihte.»
Klemm, düşünceli düşünceli: «Orası öyle ama!» dedi. «Bu
hileye onlar da başvuruyor/ Yurtsever görünmek kızıl şeflere
pek ağır geliyordu önceleri. Bunun üzerine, yabancı ülkeleri
yutmak istiyen Fransız kapitalistlerine ve zenginlere karşı ola-
rak daha başka bir yön verdiler duygularına.»
Becker'e dostu Klemm'den daha az alışık olan Castricus,
böyle önemli bir konuyu başka zaman yalnız başlarına görüş-
meği daha uygun buldu ve lâfı kimyagerin kaçırılmasına çevir-
di. Sevgili kızı bu zorunlu ayrılışa pek ağlamıştı. Zira genç kim-
yageri çok seviyordu. Kimyagerin tutuklanma emrinden habe-
rim vardı ve pek işime geldi, dedi Castrius, kızım onu unutur
ve daha uygun birini bulur.
Von Klemm, daha uygun bir genç nasıl olabilir, diye sor-
du gülerek.
Castrius şu cevabı verdi :
«Sevgili Klemm, açık konuşmam gerekirse, size benziyen
birisi derim sözgelişi. Benim için pek uygun bir damat olurdır
nuz. Yazık ki, daha önce evlenmişsiniz. Bunu size açık yürekle
söyliyebiîiyorum. Zira sözkonusu olacak durumda değilsiniz.
Bir genç kızın olduğu kadar o kı,zın babasının da hoşlanacağı
bütün özellikleri tek bir insanda birleştirmiş bir kişiliğiniz
var.»
Klemm : «Gerçekten pek üzüldüm,» dedi. «Sevgili kızınızı yedi sekiz yıl önce tanımış
olmalıydım.»
— 177 — «O tarihte bebekleriyle oynuyordu.»
«Sanırım şimdi de yapıyor bunu! Evlilik beni yaşlandırmış galiba!»
Her ikisi de unutmuşlardı, Becker'in dikkatle dinlediğini. Şoför, küçük kız benim efendi
için çok uygun bir eş olurdu, diye aklından geçirdi. Sayın bay Castricus sözlerinde haklı.
Rüdes-heim şarabıyla Ren fıçı şarabını ayırdedemiyen şu kuru kadından çok daha
yakışırdı bizim eve.
Becker, hâlâ bunları düşünürken, iki dost daha başka bir konuya geçmişlerdi Klemm :
«Alman demiryollarının karma bir ortaklığa devrini ön gören Dawes plânından bizim bir
çıkar sağlıyabileceğimizi düşündüm de..» dedi. «Şu sıra Fransızların x bu plâna karşı
köpürmeleri Almanya için pek de fena değil.»
«Bizleri parçalara ayırmıyan her şeye karşı müthiş kızıyorlar bu Fransızlar. Öteki
müttefikleri kadar pratik değiller. Öç almak çoğu zaman hiç de akıllıca bir iş değildir,
ingilizler ve Amerikalılar öç almak değil, bir takım mükellefiyetler yüklemek istiyorlar.
Demiryollarımızı ipotek edip borçlanmamızı istiyorlar. Bunun gerçekleşmesi için de bir
devlet ve o devletin insanları gerekli. Bu insanlar o devletin sınırları içinde oraya buraya
yolculuk etmeli ve bu yolculuk için de paraları olmalı. Bu da, sağlam bir paraya bağlı.»
Castricus'un kafasından geçenler, toplu ve sağlıklı yüzünde bir anlatıma kavuşuyordu;
şaşılacak kadar eşsiz bir şarabın damağında bıraktığı tad gibi. Klemm, başkalarına pek az
hayran kaldığı halde bu Custricus'a hayrandı : «Fakat bizi halâ Fransızlara karşı
kullanıyorlar,» dedi.
Castricus, yüzünde hep aynı rahat ve kurnaz bir anlatımla cevap verdi: «Onlara bakılırsa
biz genel kurmayımızı hâlâ gereği gibi azaltmadık, ordumuzu da. Gerektiğinden fazla top
yapıyor ve şemsiye yapımına önem vermiyoruz...»
Becker bu görüşmelerden anlıyabildiği kadarını akşamla-

Scanned By hlecter

rı masada tekrarladı. Fabrikanın işlerini aksatan gümrük cezalarını da söz konusu etti.
Becker. «Klemm Reçine ve Vernik Fabrikası» nm devlet demiryollarının özel sermaye
verilmesinden bir kaybı olmıyacağmı da memnunlukla belirtti. Mutfağın en önemli kişisi
olan şoför Becker'in her hareketini ve yüz anlatımını tekrarlıyan aşçı kadın, bahçıvan ve
hattâ Emma da, hoşnutluklarını belirttiler. Becker Ren bölgesinin Almanya sınırları içinde
bulunmasının birinci yılında yapılacak şenliklerin eşsizliğini de anlattı. Kendisi VVestfalyalı
olduğu halde buna pek seviniyordu. Bahçıvan: «Bin yıl ne yüce, ne sonsuz bir zaman
ölçüsü,» dedi.
Mutfaktakiler Becker'le Emma üzerine şakalaşmağa alışmıştılar. Devlet başkanı Ebert ölüp
de Klemm'lerin vülâsmda kim varsa hepsi seçim sandığına gidince ilk tatsızlıklar oldu.
Becker : «Söyle bakalım Emma!» diye sordu. «Bugün neyi seçtin? Ringa balığı salatası
mı, biftek mi?»
Emma halis katolik bir eve girmeğe çoktan karar vermişti ; fakat sustu. Zira yeni iş henüz
kesin değildi.
Becker, ertesi günü otomobili kullanırken, Emma'nın Hin-denburg'a değil, merkez adayı
Dr. Marst'a oy verdiğini anlatıyordu.

ALTINCI BÖLÜM

Klemm otomobille yaptı Berlin yolculuğunu, karısı da oğlu Helmut'la yataklı vagonla.
Klemm onları garda karşıladı, karısının önce otele uğrayarak bir banyo yapıp kahvaltı
etmeği, ya da önce Postdam'a gidip oğlanı halayla tanıştırmağı mı istediğini sordu.
Leonore için bu yolculuğun amacı, Scharnhorst caddesindeki aile evini görmekti. Halaya
uğradıktan sonra Adlon oteline hemen dönmeğe de niyeti yoktu. Klemm, karısını ve
çocuğunu hemen Potsdam'a götürmesini söyledi şoförüne. Önemli toplantılar yapacağı bu
günlerde rahatça çalışabilmek onun da işine geliyordu.
Grünewald semtinde otomobil sürmenin sıkıcılığı, bütün Almanya yollarında otomobil
kullanmaktan daha başka değildi. Becker'in kafasının içi, efendisiyle birlikte geçen
günlerin anılarıyla doluydu. Klemm ve yanındakiler Berlin'e sorguya götürülen bir
delikanlıyı çabucak öldürdükleri sırada bir başkasının otomobilinde beklediği o kış gününü
de hatırlamıştı. Kendi oto-mobüi ormanda ağaçlarm seyrekleştiği tam da bu noktada
bozulmuştu. Tutukluyu Nowawes'e götüren o otomobile bundan ötürü binmişlerdi.
Becker, efendisiyle başından geçen buna benzer ilginç olaylardan bazılarını Frau von
Klemm'e de

anlatmasını pek isterdi. Fakat genç hanımı konuşmağa hiç istekli görünmezdi. Becker,
böylesine kupkuru bir kadının nasıl olup da bir sevgiliye gönül verebildiğini, akıl
erdiremiyordu. Fakat kadının çekici bir yanı olmasa genç Lieven de onunla ilgilenmezdi.
Leonore von Klemm, oğluna sarılmıştı. Becker, bayan von
Klemm'i dolaştırmaktan hoşlanmazdı ama çocuğu severdi. Si-
yah kıvırcık saçları vardı ve gözlerinin içi gülerdi. Babasına
pek benzerdi. Becker bundan ötürü onu pek sevdiğini anlamış-
tı. ',
Becker, genç hanımının yüzünün, beklemekten sararıver-diğini aynadan gördü.
Potsdam'ın sessiz sokaklarından bazılarını geçtikten sonra, Leonore : «Şurası!» dedi.
«Küçük bir yan sokağa saptılar. Önleri bahçeli evler vardı.
Becker, bu tek katlı evlerin hepsi de boya istiyor, diye aklından geçirdi. Çoğunun sıvaları
dökülmüştü. Kimisinde bir heykel, kimisinde güneş saati, ya da sovan biçimi minicik
kubbeli küçük bir balkon gibi tuhaf süslemeler vardı.
Leonore, Scharnhort caddesinin orasına burasına yığılmış solgun yapraklar çocukluk
yıllarmdanberi hiç süpürülmemiş gibi, diye düşündü. Sadece renkleri biraz damalı
pencerenin arkasında göze çarpan o gölge Amalie hala olmalıydı; fakat beklemenin
heyecanları şu anda ona da çocuksu görünüyordu her halde.
Leonore otomobilin kapısını öyle çabuk açıverdi ki, Becker koşup yetişemedi. Çocuk,
halaya merakla baktı. Amalie hala, merdivenleri acele etmeden indi ve yeğenine bir kaç
sözle hoş geldin, dedi. Fakat halasının ince bir çizgi gibi kapanmış dudaklarını görünce,
nasıl büyük bir istekle kendilerini beklediğini farketti. Helmut, anasının elini tutan bu
tuhaf kadına hayretle baktı. Yaşlı kadınlardan çok daha kuruydu. Boynuna doladığı bir
saat zincirinin ucunu kemerine sokmuştu. Yüzünde tuhaf kırışmalar beliren Amalie hala,
oğlanın yuvarlak bir kasket gibi traşlı saçlarını ciddi bakışlarla süzdü.
Sonra onu öyle bir kendine doğru çekti ki, boynuna kadar sımsıkı kapalı bluzun örttüğü
kuru göğüs kemiklerinin çatırtısı duyulur gibi oldu. Nice yavrunun doymak için sütünü
kuruttuğu bir büyük ananın torunu ilk gördüğü günkü heyecanını şu anda Amalie hala da
hissetmişti. Leonore, Amalie halanın bir gün olsun gönlüne bir erkek aramayıp kardeşinin
çocuklarını yetiştirmeğe ve evine bakmağa kendini vermiş olduğunu şu anda ilk kez
düşünmekteydi. Bu duygularını açıklayamadı. Bluzun yüksek yakasıyla kırlaşmış saçlar
arasında kalmış bu sipsivri yüzü öpmek de elinden gelmedi.
Şoför Becker, elden geldiğince çabuk Berlin'e dönebilme çarelerini düşünmekteydi.
Efendisi von Klemm'e şu sıra pek gerekli olduğunu biliyordu. Bunu öğrenen hala: «Şu
halde o gitsin!» dedi. Leonore, halanın hizmetlilerle hep üçüncü kişi gibi konuşma
alışkanlığını hatırladı! Otomobilin uzaklaştığını duyunca rahat bir soluk aldı; şoför Becker
onu da beraberinde sürüklermiş gibi olmuştu. Evin kapısı gıcırtıyla kapanınca, aile
duvarları onu her yanından öyle bir sardılar ki, yılların serüvenlerini ve yanılmalarını
ondan uzaklaştırıverdiler. Çocukluğunun sevinçleri ve üzüntüleri evin bütün kap kaçağına
ve mobilyasına sinmişti; odanın duvarlarına, babasının çerçeve içinde asılı onur
diplomalarına, genç kızlığında yaptığı el işlerine kadar herşey duruyordu.
Hala, yeğeninin yardım etmesine razı gelmedi. Evde hizmetçi de yoktu. Kahveyi ve dün
pişirdiği tava çöreklerini kendi eliyle getirdi. Leonore, halanın umduğundan da çok
şaşmıştı. Pastaları oğlu kadar iştahla dişliyordu. Eltville'deki evlerinde masaya konulan
bunca pasta pek yavanmış gibi geliyordu şu anda.
Kahvaltı bitince üstkata çıktılar. Amalie hala, konukları gelecek diye dün ellerine eldiven
geçirip yere diz çökerek merdivenleri temizlemiş ve parlatmıştı. Bunu yaparken daha çok
küçük Helmut'u düşünmüştü. Zira halanın gözünde ailenin adını sürdürecek en büyük
torun oydu.
Leonore trabzanların sarı pirinçten topuzlarını eliyle okşadı. Genç kızlık odasına götüren
merdiven için halasının bunca zahmete katlanması pek hoşuna gitmişti. Zira anıların
dokunulmaz ve bozulamaz barınağıydı odası. Duvara asılı taşbasması renkli bir tabloyu
görünce — Napoleon'a karşı ayaklanan general Schill'in subaylarının kurşuna dizilmesi
tablosunu —, çoktan unuttuğu anıların saldırısına uğradı. Uyuklıyan oğlunu, Schill'in
subayları tablosunun altında duran çocuk karyolasına yatırdı. Karyola küçüktü ama,
halanm özene bezene bugüne değin koruduğu yatak yine kullanılsın isteğini yenememişti.
Leonore; odada yalnız kalınca, genç kızlık yatağına uzandı. Şu anda eski günlerinde
olduğu kadar sakindi. Hayatın kötü yanlarını, herşeyi aşırı büyülten yetişkinlerin
anlattıklarını duymuş gençlerin umursamazlığı vardı içerisinde. Halasının gölgesi duvarı
baştan başa kaplamıştı. Gençüğinde bu evde geçirdiği sert ve sıkıcı hayatının bir sembolü
olan — önceleri alaya aldığı, sonra küçümsediği ve en sonunda unutuverdiği — kocaman
bir dev anasının gölgesi gibi. Bu küçük evin "dış kapısını, hala şu anda üzerlerine
kilitleyiversin, pek isterdi. Ren sularına aksi vuran evde, oraların yumuşacık havasından,
birbirine kaynaşan tatlı renklerinden, alaycı ve şakacı kocasından, yola çıkarken Berlin'de
rastlamağı umduğu o bir anlık sevgiliden uzak kalmak istiyordu.
Leonore bir daha görmek istemiyordu o sevgiliyi. O sağlık verdi diye satm aldığı kitapları
da. Sert ve kuru Amalie haladan gayrı hiç birşey istemiyordu şu anda. Zira kuru ve sert
halası, bir süredir içinde yaşadığı saçma ve değersiz olaylarda karşılaştıklarından daha
dürüst ve doğruydu. Oğlu Helmut bu evde büyürse belki de kendi babası gibi bir erkek
olurdu.
Leonore, Helmut'un babasını değil de kendi babasını hatırlamış olmasına şaştı. Sonra,
kocam Klemm'in şikâyet edilecek nesi var, diye düşündü. Cephe hastanesinde ona iyice
tutulmuştum. Daha sonra da kısa bir süre şu Lieven için yanıp tutuştum. Klemm'in hep
kendi dediği olsun ve hep kendisine önem verilsin istediğini sonraları farketüm. Göz
kamaştırıcı olmak istiyor.
Duvarda kendisine bakan halanın kocaman gölgesi, kendini bırakma, dayanıklı ol,
diyordu. Hala, ne saçma şeyler düşündün, diye de seslendi. Yabancı bir çapkınla diyar
diyar dolaşmak mı? Kocanın yanında kal ve oğlunu iyi bir insan olarak yetiştirmeğe bak!
Bu kadarı sana yeter de artar.

Frau von Klemm, ertesi sabah Malzahn'ın küçük kızıyla karşılaşınca hayret etti; kız geçen
yıl erkek kardeşiyle evlenmişti. Örgü saçlı, çekingen ve körpecik bir kız olarak tanıdığı Đlse
şimdi parlak bakışlı ve boylu boslu bir kadın olmuş ve suratı, gebeliği ilerlemiş kadınlarda
görüldüğü gibi, uzamışü. Kocasının birliği şu sıra Hannover'de bulunduğundan kendi
evlerine yerleşmişti. Đlse, yengesine bir sürü yünlü öteberi gösterirken pek memnundu.
Kızlara pembeler ve oğlanlara, maviler giydirildiğinden, herşey mavi yünle hazırlanmıştı.
Amalie hala da beşiği vermişti. O beşikte ilk olarak babası, sonra da oğlu büyümüştü.
Şimdi koskoca olmuş, hatta bazıları mezara bile girmiş kimselerin bu beşikte, yattığını
hatırlayıp gülüştüler. Küçük Helmut, babası gibi yaramazın biri çıkmıştı. Şimdi bekledikleri
oğlan da ana taratma çekerdi.
Leonore'yi gece halası tatlılıkla uyandırdı; Malzahn'ın çocuk dünyaya gelmişti ama, oğlan
yerine kız doğmuştu. Leonore hemen koştu komşu eve. Gelinleri sağlıklı ve keyifliydi.
Fakat utanmış gibi bir hali vardı. Genç lohusa: «Sen talihlisin!» dedi. «Erkek çocuk
doğurdun.»
Baba Malzahn : «Gelecek defa sen de oğlan doğurursun!» diye kızını yatıştırdı.
Leonore, nedenini kendi de anlıyamadığı bir tedirginlik hissetti. Oğlan çocuğunun daha
çok, istendiğini o da biliyordu. Bu düşünceyle: «Fakat hiç kimse kız doğurmazsa onları
kim getirecek dünyaya?» dedi.
Leonore, kıza öylesine düşkünlük gösterdi ki, çocuğunun vaftizinde bulunmak üzere
Potsdam'dan gelen genç baba, kardeşiyle alay etti. Leonore : «Aranızda sevmen bir ben
varım galiba!» dedi. Beklenilen oğlan çocuğunu doğurmadığı için özür dilercesine ürkek
bakışlarla kocasını selâmlıyan lohusanm hali hiç hoşuna gitmemişti. Bugüne kadar her
zaman özlediği bu çevreye, şimdi ağır basan bir tedirginlik duydu. Kendi dünyasından
daha iyi, daha başka değildi burası da. Leonore, şimdi yine gülerek odada dolaşan genç
kadını sezdirmeden bir süzdü. Renkli tertemiz yazlıklar içinde sevimli bir genç kadındı.
Erkek kardeşi bu sevimli karıcığını kardeşinin önünde arada bir ateşli ateşli öpmekten
çekinmiyordu.
Von.Klemm de şoförü kadar memnundu, Berlin'deki otelde rahat ve başı dinç
yaşayabildiği için. Bonn'lu dostu Castri-cus ve neşeli kızı da hemen hemen aynı zamanda
yerleşmişlerdi Adlon oteline. Castricus, von Klemm ve Höçhst direktörlerinden
Sclütenbock, Ren bölgesi sorunlarım temsil edeceklerdi toplantıda. Son olaylar karşısında
alınacak tedbirleri enine boyuna görüşeceklerdi, Almanya'nın her yanından gelmiş
endüstricilerle. Kendi bulundukları Ren bölgesi hâlâ işgal altındaydı. Bu durumu ne
Locarno andlaşması, ne de Cenevre Milletler Cemiyeti değiştirmişti, Almanya'nın Milletler
Cemiyeti'ne alınması savaş tazminatını azaltmış değildi. Demir yollarından, gümrüklerden
ve büyük işletmelerden avuç dolusu paralar ödeniyordu, savaş tazminatı diye. Günde
sekiz saatlik çalışma değiştirilememiş, üstelik kanunla da korunmuştu. Oysa daha az
işçiyle daha çok mal sürebilmek için, yeni makineler gerekliydi.
Castricus bu toplantıların en önemli kişisiydi. Bira akşamlarında ve çay masalarında da
öyle. Onun böyle bir duruma yükselmesi, çoğu benzeri toplantılarda görüldüğü gibi, pek
belirli nedenlerle açıklanamadı. Castricus, konuşurken hiç bir zaman kestirip atmıyan
insanlardandı. Önemli, ya da önemsiz hepsinin hiç düşünmeden hemen onun odasına
koşmasının nedenlerinden biri de belki buydu! Hükümet temsilcilerini, askerr îeri ve kendi
iş arkadaşlarını tenkit ederken, Renli şivesine uygun yumuşak sözler kullanıyordu.
Castricus'un saçları ak paktı. Kızı, torunu olabiürdi. ikinci defa dul kaldığından yakınırken
gülümsüyor ve kısa bir evlilik için kendisine göz koymuş kadınları uyarıyordu.
Herr Stinnes, Herr Krupp ve Herr Wolff gibileri sözü sık sık ona bırakıyorlardı. Castricus,
Ren'de işçilerle ve işletme yönetim kurullarıyla konuşurken yaptığı gibi şakacı, şakacı
olduğu kadar da açık konuşurken pek çok konunun içinden çıkabili-yordu. Bu
konuşmalarında şöyle diyordu :
«Iş yerlerimde çalışanların avuç dolusu para ödediğim makinelerime iyi bakacak kişiler
olmasını isterim. Günümüzde zeki bir işçi kendi durumu için mücadele eder ve soldan
yanadır. Solları işden çıkarıp hapse atmak işte bundan ötürü bizlerin za-rarmadır. işçilerin
makineleri başında kalabilmesi için başka bir çıkar yol bulmalıyız. Bir Alman işçisinin
namusuyla çalışabilmesi için daha başka yol yoktur. Sabotaj gibi kirü işlerden nefret eder
Alman işçisi. Onları yerlerinde alıkoyacak ve işlerimizin sarpa sarmamasını sağlıyacak bir
adam gerekli bize. iyi düşünülmüş bir programı olan bir adam.»

Castricus, Berlin'den ayrılmadan önce bir yemek verdi dostlarına; kendi deyimiyle, sadece
bazı pek yakın dostlarına. Adlon otelinde kendi kaldığı ve kızının kaldığı odalara kapısı
olan bir ara salonu tutmuştu bu çağın için.
Kızı Nora on sekizine basmıştı. Baba, kızının mürebbiye-sini pek övdü. Mürebbiye ile
anlaştığı ana bir prensip vardı; kızı baba evinde gerekli herşeyi öğrenmeliydi. Konuklan
karşılamasını, tenis oynamasını, yüzmeği ve atabinmeği öğrenmesi gerekiyordu. Ev
işlerinin her çeşidini de. Zira hizmetçiler her

işin en kusursuzunu yapmağı kendi de iyi bilen bir ev hanımının sözünü dinlerdüer.
Bütün konuklar pek memnundu, özel dostlardan sayıldığına. Gönüllü birliğinin, iki
generaliyle teğmenleri de, Bonn'lu ressam ve avukat da, «Die Woche» ve «Deutsche
Zeitung» gazetelerinin yazarları da.
Von Klemm, halasının evinden ayrılıp son gece için Adlon oteline geçmesini söylemişti
karısına. Castricus'un çağırışında karısıyla birlikte bulunmak istemişti.
Klemm, masada Castricus'un kızını gözden geçiriyordu. Kızın heyecandan yanakları
kızarmıştı. Đçkilerin ve küçük böreklerin dağıtumna yardım ediyordu. Şu çocuk denecek
kadar genç olan kızcağız,- dünya işlerini kendi karısından daha iyi bereliyordu. Klemm,
içtikçe içiyordu. Kadehlere içki dolduran kız koyu kumral kirpikleri altından çapkm çapkın
kendisini süzdükçe, ölçüyü kaçırmıştı.
Leonore hiç konuşmuyor ve sigara içiyordu. Yüzünde yorgun ve hiç birşeye ilgi duymıyan
bir anlatım vardı. Zira şu sıra çevresinde olup bitenlerden hiç biri gözünü
kamaştırmıyordu. Yüzleri, apoletleri ve iyi bir makastan çıkmış ceketleri bir bir gözden
geçirmekteydi. Bütün bu erkeklerin bir tarihte kanlı yaralarını sarmış, acıdan
kıvranırlarken onlara bakmış olduklarını sanıyordu.
Geç kalmış biri girmişti içeri. Hemen tanıdılar ve sevinçle karşıladılar. Von Klemm : «Bizi
unuttun diye korkmuştum,» diyerek kapıya koştu.
Castricus : «Fakat bizler unutmadık sizi,» dedi. «O kargaşalık günlerinde Bielfeld'de
düzeni sağlamamıza yardım etmiştiniz.»

Von Klemm, dostu Lieven'e Cafe Kranzler'de rastlamış ve garsona hesabı ödemişti. Zira
Lieven aylığıyla güç geçiniyordu. Gleim'in eniştesinin bulduğu işi kabul etmek zorunda
kalmıştı. Bir firmanın ışıklı reklâmlar bölümünde çalışıyordu. Gleim ailesinin ilgisi bulunan
bir elektrik âletleri fabrikasının o firmayla da ilgisi vardı.
Leonore hemen tanıyamadı onu; karşılamağa koşanlar arasında önce seçememişti..
Eskiden hemen hergün düşündüğü o insanı son günlerde büsbütün unutmuştu da. Lieven
ise, kadını bir daha hiç hatırlamadığı halde, bir hayâl kırıklığı hissetti.
Leonore, o eski alaycı sesiyle : «Ah Lieven, sizi tanıyamamıştım!» dedi.
Bu sözleri duyan Lieven : «Pek mi değiştim?» diye sordu. Leonore : «Hayır,» cevabım
verdi. «Fakat insanın kendi değişince eski bir tanışı hatırhyamıyor bazı bazı..»
Genç kadın, Lieven'i iğnelemek için bundan daha zeki bir cevap bulamazdı. Birlikte
yaşanmış bir çarpışma şerefine kadeh tokuşturmak istiyen arkadaşlarının yanma gitti
Lieven. Ziyafet masasında değil, şehrin ortasında bir adadaymış sanmışlardı kendilerini.
Ziyafet sahipleri baba kız Castricus'ları övdüler. Bu arada, Frau von Klemm'i tanıyıp
tanımadığını da sordular' Lieven'e.
Lieven, bakışlarını önüne eğerek ve daha bir başka soruyu gerektirmiyen bir sesle :
«Hem de çok iyi tanırım!» cevabını verdi. Von Klemm'in kulağına da bir şeyler gitsin
istemiş bir hali vardı. Şu anda ondan hiç hoşlanmıyordu, karısmı iyice bağlamış diye.

Şoför Becker, ertesi sabah efendisiyle ihtiyar Castricus'u Ren'e geri götürürken pek
memnundu. Castricus'un kızı kendi şoförünün kullandığı özel arabasıyla yola çıkmış,
mürebbiyeyi ve Frau von Klemm'le küçük Helmut'u da almıştı
Castricus şimdi Klemm'in şoförüne pek alışmıştı, en gizli düşüncelerini bile onun yanında
açmaktan çekinmiyordu:
«Dostum Klemm, ilk hıristiyanlan okul kitaplarından hatırlarsınız elbette! Dinlerine
verdikleri addan da anlaşılacağı

üzere Đsa'ya pek bağlıydılar. Katakomblarda ve buna benzer yerlerde yaşıyorlardı. O


tarihte Roma içişleri bakanı olan kimse için son derece tedirginlik veren kişilerdi. Roma
imparatorlarından biri hıristiyanlığı devletin resmi dini yapıp değişiklik olsun diye de
dinsizlerdendir kaçını çarmıha gerinceye kadar durum böyle sürüp gitti, »K
Klemm : «Buna benzer birşeyler okumuştum,» dedi. «Fakat bundan sonra da hıristiyanlar
eski hıristiyanlar olmaktan çıkmıştılar..»
«Hayır hayır., yoo evet öyle! Ne çıkar bundan? Herr yon Klemm sizde Martin Luther
tasaları yok. Mainz'deki büyük kiliseye yeni görüşler beyannameleri yapıştırmak niyetinde
değilsiniz. Epiydir kafamı kurcalıyor. Sosyalizmi devletin resmi dini yapsak da sosyalizm
bizleri Rusya'daki gibi alaşağı etmese diye..»
Konuşmanın burasında şoför Becker otomobili benzin istasyonunda durdurma izni istedi.
Castricus : «Sizin Becker eşsiz bir insan,» dedi.
Becker, elini çabuk tuttu benzin almak için. Kadın ve çocuk gevezelikleri dinliyeceğine
önemli iki erkeğin düşüncelerine kulak verdiğine pek memnundu. Şu sırada Ren'de bile
heyecan uyandıran yeni partinin, Milliyetçi Sosyalist Alman Đşçi Parti-si'nin içyüzünü bu
konuşmalardan öğrenebileceğini umuyordu. Becker'e göre birisine bağlanmak, hayatta
olsun, insanlar arasında ve düşüncelerde olsun, her tehlikeye birlikte atılmak demekti.
Benzin doldururken, konuşmanın bazı yerlerini yazık ki, kaçırmıştı.
Castricus şöyle devam ediyordu :
«Bunun da ötekilerden bir farkı yok, sadece bir değişiklik olması için yahudileri işin içine
katıyor diye yanlış düşüncelere katıldınız hepiniz de. Oysa bu adamın sosyalizmle hiç bir
ilintisi olmadığını hemen söylemiştim. Hitler de tıpkı benim işyeri mde yaptığım gibi
davranıyor. Bütün hava deliklerini açıyor. Đşletme kurulları mı? Grevler mi? 1 Mayıs mı?
Ama nasıl?
Hoşlanırsanız gidip görün, utanacak hiç bir yanı yok. Dükkânına sosyaüzm adını
vermesinde hiç bir sakınca yok. Đşçi partisi adını da rahatça kullanabilir. Zira Alman işçisi
devletin en önemli kişisidir; ben böyle düşünüyorum. Alman işçisini kazanmak herşeyi
kazanmak demektir. Eski ad, hoşa gidiyorsa biz de bu adı kullanabiliriz pekâlâ. Adamlar
prenslerin mallarını devletleştirmeye karşı. Onların bu davranışı beni düşündürdü.
Prenslerin mallarını devletleştirmek istiyen adamlarını Hitler bir kenara itmiş olmalı. Herr
von Klemm, herhangi bir mülkün devletleştirmesine karşı olan bir sosyalist hiç gördünüz
mü siz? Sosyalist demek mülkiyete karşı biri demektir. Đster benim fabrika, ister sizin
otomobil, isterse şoförünüz Becker'in sırmalı' üniforması olsun. Sosyalistler herkesin işi
kötü gitsin, herkesin durumu kötüye gitsin isterler.»
Becker, bu sözler çok doğru, diye düşündü; bizim bahçıvanın oğlu da hep böyle şeylerle
zehirlemeğe çalışır ve bana, sen benim gözümde tam bir kölesin, derdi. Kıskandığından
böyle söylerdi. Durumumun onun gibi kötü olmasını isterdi.
Becker bir lokantada, efendileri başbaşa yemek yerken halinden pek memnundu.
II
Lieven, en son konuklar da gittikten sonra asansörde inerken ve otelin holünde bir iki
kişiyle konuştu ayaküstü. Yasak dernekler kurmakla suçlanan bazı arkadaşlarının
evlerinde ve garajlarında yapüan aramalar için gülüştüler. Sol basma göre yığınla
beyanname ele geçirilmişti. Yüzbaşı Steffen, bir gecede Eden oteline taşındığını anlattı.
Zira evini gözlüyordular. O da ötekiler gibi düşünüyordu; Hindenburg devlet
başkanlığında kaldıkça kendilerine pek birşey yapılmazdı: «Solcu basının havlamasına
kulak asmıyalım,» dedi. «Havlıyan köpek ısırmaz. Günün birinde iktidara gelirsek hiç
vakit geçirmeden hesaplarını görüveririz.»
Lieven, yüzbaşı Steffen bir kadeh içmeğe davet eder mi,

diye ummuştu. Fakat herkes bugün Lieven'i tekbaşma bırakmağa gizlice kararlıya
benziyordu. Hepsinin pek önemli işleri olmalıydı; Lieven'in Adlon otelinden tek başına
ayrılıp Unter-den Linden bulvarını bi.r baştan öteye geçmesine hiç aldırmadılar.
Taksiye verecek parası olmıyan Lieven otobüs bekledi. Yüzbaşı Steffen belki de
korkmuştu, konuşmalarının sonunda para ister, ya da bir iş için rica eder diye. Zira
sırtındaki kostümü Castricus'un bu çağırışı gibi yerler için saklanmıştı ama, bu yüzden de
modası geçmişti. Üniforma giyince yüzüne alaya ve sakin bir anlam geliyor, ne tanrıyı, ne
de dünyayı umursuyor-du.
Bindiği tıklım tıklım otobüs büyük şehir gecesinde yol alıyor, parlak ışıklar gökyüzündeki
yıldızlardan daha hızlı kayıp geçiyorlardı iki yandan.
Lieven bütün savaş alanlarında, tehlikeli anlarda, bütün çarpışmalarda ve iç savaşlarda
hiç bir zaman soğukkanlılığı elden bırakmamıştı. Fakat şuracıkta geberse, ya da
kargaşalığa, gizli bir harekete, bir gönül işine karışsa kılını kıpırdatmıyacak büyük şehir
gecesinde ezilmemek için umursamazlığını sonuna kadar zorlaması gerekiyordu.
Otobüs bazı bazı, tenha sokakların loşluğunda aldatıcı bataklık ışıkları gibi titreşen
fenerler arasından, bazı bazı da, kapıları alacalı bulacak donanmış sinema önlerinden
geçiyordu. Lieven'in bir sinemaya gitmeğe yetecek kadar bile parası yoktu. O şimdi ışıklı
reklâm firmalarından birinde çalışıyordu. Gleim'larm tavsiyesiyle bulmuştu o işi de. Zira
Aptülkerim ayaklanması için yabancı subaylar aranmıyordu artık.
Firmaya her ay iki üç iş getirebilmek için, olağanüstü bir numara hazırlıyan iyice yorgun
düşmüş bir hokkabazın canını dişine takması gibi, bütün inandırma gücünü kullanıyordu.
Eline para geçince, bir lokantada yemek yiyip gelecek aybaşını yarı tok yarı aç tutmağa
çalışırken, işleri de günlerce seriyordu. Kapı dışarı edilmemesi, büyük direktörlerden
birinin ikinci direktörlerden birini, Lieven'e yardım etmek gerektiğine inandırmış
olmasındandı.
Lieven, Steghtz semtinde otobüsten indi. Sessiz sokaklardan geçti. Lieven bu semtte bir
oda tutmuştu. Zira buraları hoşuna gidiyordu. Bu dev şehirde gökdelen yapılar ve
fabrikalar vardı. Fakat bu şehirde köyler kadar ıssız mahalleler, ilçeleri ve liman
semtlerini, hattâ ı denizaşırı yerleri andıran mahalleler de vardı.
Lieven'in kazancı sokağı gören bir oda tutmağa bile yetmiyordu. Avluyu geçip kapıcı
kadının bahçe içindeki dairesine yürüdü. Kapıcının bir odasını kiralamıştı. Bahçe içinde
kapıcı dairesine, ya da bir saraya ayak bastığı umurunda değildi. Fakat böylesine
umursamaz olabilmesi için, bu umursamazlığına kızacak insanlar da gerekliydi. Oysa,
Berlin'de, hele Steglitz semtinin bu arka avlusundaki insanlara vız geliyordu Lieven'in
umursamazlığı.
Lieven, merdivenleri çıkarken birkaç çocuğun arasından geçti. Kız çocuklarının
büyükçeleri, bu yabancı kiracıyı gözleriyle izlediler. Đki yanına taranmış saçlarmda eski
günlerin ve eşsiz serüvenlerin, parıltısı hâlâ varmış gibi.
Lieven'i gören kapıcı kadın yerinden doğruldu ve : «Von Lütgen geldi!» diye haber verdi;
kısa bacaklı, tıknaz, kafası oğlan çocuğuna benziyen çapaçul karının biriydi. Kiracısına bu
önemli haberi vermek için yatmayıp mutfakta beklemişti. O gencin adını söylemek pek
hoşuna giderdi.
Lieven, odasını boş bulmıyacağma sevindi. Fakat genç Lütgen geceyi onun divanında
geçireceğini söyleyince keyfi kaçtı biraz; oğlanı çıkarmışlardı çalıştığı radyo firmasından.
Fakat o bir arkadaşıyla yeni bir işe teşebbüs etmişti. Arkadaşının kızkardeşi meme
çocuklarını geliştirecek ve güçlendirecek jimnastik dersleriyle geçiniyordu. Đşte onlar da,
on ikisinden küçük çocuklar için jimnastik kursu açmak istiyorlardı. Uygun bulacakları
oğlanları sonradan büyük spor klüplerine göndereceklerdi.
Lieven : «Meme çocuklarını mı?» diye sordu.
Lütgen : «Alayı bırak şimdi,» dedi. «Ciddi bir iş bu. Vücut ve ruh arasında dengemizi
yitirdik. Eski milletler böyle şeylere değer vermesini daha iyi bilirlerdi. Rahip ve kral
çocuklarının kafa taslarına ve kemiklerine daha beşikte bir başka biçim verirlerdi, sıradan
insanlardan ömür boyunca daha başka görün-sünler diye.»
Lieven : «Sahi mi?» dedi. Bu öğreti' karşısında gülmemek içki zor tuttu kendini. Evde
yiyecek birşey bulunmadığından yarısı boşalmış bir şişe içki getirdi konuğuna. Adlon'da
yediği sandviçlerle azbuçuk doymuştu. O gün öğleden sonrasını ve Ad-lon'a gelenleri
anlattı.
Lütgen dikkatle dinledi önce. Fakat biraz içtikten sonra dili çözüldü. Lieven'i beklerken
kitapları karıştırmıştı. Kafasının Đçinde kapalı kalmış düşünceler şimdi bir akarsu gibi
dışarıya taşmıştı. Lieven sabırla dinledi; birden ilham gelen dostlarının bomboş ve sıkıcı
günlerinden masal dünyalarına uçuver-melerine alışıktı.
Lütgen, yarınları aydınlatacak yepyeni bir kilise devleti ileri sürüyordu. Tanrısız bir kilise
devleti olacaktı.. Eski zamanların vatan ve tanrı tanımıyan evrensel hıristiyan kilise
devletine benziyecekti. Yarınların tanrısız evrensel devletine inanmışlar da tıpkı onlar gibi
yabancı ve bir dam altından yoksun olacaktı.
Lütgen içki bardağını boşaltıp: «Bizlere inançsızların inancı gerekli!» diye haykırdı.
Lieven : «Sovyetler Birliği gibi mi?» derken güldü., Lütgen deliye döndü :
«Proleter diktatörlüğü mü? Buna çulsuzlar diktatörlüğü derler. Böylesi vahşiler ve zenciler
cumhuriyeti olur. Benim cumhuriyetimde işbaşındakiler sen ve ben gibi kişiler olacak.
Tanrı tanımazların on buyruğu şunlar olacaktır :
«Benden başka tanrı tanımıyacaksın! Keyfin için öldüreceksin! Elden geldiğince çok sayıda
ve güçlü erkek çocukları peydahlamak için eşini durmamacasına aldatacaksın!
Bütün bu buyruklara uyan kişiler saygı ve onur görecektir- sadece. Böyleleri Weimar
cumhuriyeti'nin küçük burjuvalarına benzemiyecektir elbette. Bu gibileri senin ve benim
gibi güç ve istekle dolu insanlar olacaktır.»
Lieven, hiç itiraz etmeden dinliyordu. Önceleri neşelenmiş, sonra canı sıkılmağa
başlamıştı. Lütgen'in radyoculukta başarısızlık canına tak etmişe benziyordu. Radyo
makineleri sat-, maktansa, adam öldürmekten daha çok keyifleneceğe benziyordu.
Lieven: «Tanrısız cumhuriyeti kurmazdan önce yatıp bir güzel uyasak!» dedi.
Lütgen bir süre daha konuştu. Pek gelişmemiş çıplak çocuk vücuduyla odada dolaştı
durdu, iyice yatışıp da yatağa sırtüstü uzanınca sustu ancak. 'Sonra yine kalktı ve :
«Divanında tahtakurusu var mı?» diye sordu. Sessizleşti ve hiç konuşmadan kaşındı bir
süre.
Avlunun öteyanındaki bazı dairelerin ışıkları odaya halâ vuruyordu hafifçe. Sonunda,
uyuyakaldı Lütgen.
Lieven, eskiden cephede şiddetli topçu ateşi altında mışıl mışıl uyuyabilirdi. Şimdiyse
sırtüstü uzanmış, gözleri tavanda, sigara içiyordu. Hergün içinde yuvarlandığı hayat
katlanılır gibi değildi geceleyin bu odada. Neşesini yitirmişti çoktan. Hiç birşeye
şaşmıyordu. Ömür boyunca rastlantılar ve sürprizlerle oradan oraya sürüklenilemezdi.
Eninde sonunda toparlanıp üstesinden gelmeliydi. Castricus'un çağırışında saatlerce pek
sıkılmış, sandviçlerden kokteyllere kadar hiç bir şeyden hoşlanmamıştı. O şımank kızdan
da sıkümıştı. Arkadaşlık gösterisi yapan bir sürü dernek ve birlik üyesi erkekler de sıkıcı
kişilerdi ama, Adlon otelinde Lieven'e uzak durmuşlardı, kostümü pek yeni değil diye.
Klemm bile eskisi gibi davranmamıştı. Lieven, hayır, bu kadarına da katlanamam diye
düşündü.
Kime yakmlaşabilirdi? Kime güvenebilirdi? Hangi çevreyle bağlantı kurabilirdi? Tekbaşma
olmaktan gerçi hoşlanırdı ama,
ölüler Genç Kalır — F. : J3 bundan böyle yalnız yaşanılmıyacağını şimdi anlamış
bulunuyordu. Yeğeni Otto Lieven gibi kendi çiftliğinde bir hayat sürse bile. Zira onun
toprağı da kendi mülkü değildi. Otto da başkalarının yardımını, başkalarıyla bağlantı
arıyordu. Onu ancak açlıktan kurtaran şu hiç sevmediği işi de belirli bir çevreyle ilinti
sayesinde bulabilmişti. Açlıktan olduğu kadar cansıkmtısı ve tiksintiden mahvolmıyacağı
bir çevreyi nereden bulsundu? Eski partilerin hepsi de dönüp dolaşıp hep eski lâfları
söylüyordu. Anlamlarını çoktan yitirmiş sözleri. Ya komünistler? Rusya'da eski soylu
ailelerden bazı kişiler, yakınlarını dehşet içinde bırakarak Sovyetlerin hizmetine girmişti.
Dostlarını şaşkına çevirmek için Lieven de böyle davransın, değer miydi? O, kahp
düşünlerin hiç birinden hoşlanmazdı; hele şu komünistlerin koyduğu düşün gibilerinden
asla! Onlar bir insanın en son cevherini de ahyordular. Đnsanın sahip olduğu değerli tek
şeyi de elden alıp gerçekten yersiz yurtsuz, üstelik de varlıksız bırakıyorlardı. Elde kalmış
tek şeyi, onurlandırıcı bir adı, soyu ve gücü de alıyorlardı.
Nazilere gelince? Onların da kahp düşünleri vardı. Versail-les andlaşmasından ve
ötekilerin sınıf mücadelesi yerine üstün ırktan, söz ediyorlardı. Fakat gözüpek ve
aklıbaşmda delikanlılardı. Lieven'in onlara bir diyeceği yoktu. Milletlerarası siyo-nizme
uzun uzun atıp tutsalar da.
Lieven, savaş kaybedildiği için bu yoksul duruma düştüğünü iyice kavramıştı; Yahudiler
hiç umurunda değildi. Şimdiye kadar hiç bir Yahudi tanımamıştı. Đleri sürüldüğü kadar
şeytanca bir güçleri olduğunu pek sanmıyordu. Ama böyle gevezelikleri yine de
duymamazlıktan gelebilirdi kendi çıkarı için. Sözgelişi, raporlar ve bilgiler sunmak için söz
vererek o partiye gizlice yazılmak hiç de fena değildi. Bu durumda genel toplantı ve
gösterilere katılmaktan kurtulmuş olurdu.
Herneyse, haftaya onları yakından bir görecekti; bundan hiç bir kaybı olmazdı. Onlar
değerli kişilere büyük önem veriyorlardı. Kendisi gibi aklıbaşında, atak ve saygı
uyandıran adı olan kişilere. Küçük Lütgen onların şimdiden ilgisini kazanmıştı. Büyük
sözlerinden belliydi. Onun böyle konuşmaları, kendisini yetişkin yerine koyup türlü
şeytanlık, kötülük ve azgınlık yapmağa kalkışan bir çocuğu andırıyordu.
Karşı yapının ışıklan birer birer söndü. En son, Lütgen*-in ipince çocuk boynuna vurmuş
ışık çizgisi kayboldu.

IH

Şehrin bu bahçeli evler semtindeki kiracıların en yoksulu Wenzlow'du yüzde yüz.


Evlendikten sonra tutmuştu burayı. Aynı apartmanda bir hekim, bir tüccar, bir avukat ve
bir kaç memur olmak üzere her çeşit yurttaş oturuyordu. Hepsinin çeşitli geliri vardı
günlük geçime yetecek kadar Wenzlow'un geçinmek zorunda olduğu azıcık aylıktan
epiyce fazlaydı hepsinin de geliri. Wenzlow'lar bir iki konuk ağırlasalar, ya da bir
yıldönümünü başbaşa kutlasalar, günlerce pek sudan yemeklerle yetinmek zorunda
kalıyorlardı. Zenaatkâr bir ailenin çocuğu olan emir eri, evi sade ve ucuz eşyayla
döşemesi için Luise Wenz-low'a yardımcı olmuştu. Evini arkadaşlannın övmesi ve Mal-
zahn'ların kızı diye sözü edilen kansmm sevimli ve neşeli bir ev kadını olması, Wenzlow'u
pek onurlandırıyordu.
Karısı gerçekten iyi bir hayat arkadaşı olmuştu. Amalie hala. yeğeninin onu ilk öpüşünü
pencereden gördüğü günkü düşüncesinde yanılmamıştı. Aynı apartmanda oturan çocuklu
kadınların hemen çoğuyla nazikçe selâmlaşıyordu sadece. Kimsenin dairesine gitmiyor,
kocasının eşlerinden gayrisini da çağırmıyordu. Frau Wenzlow'a göre kendi çocuğu
bahçede oynr yan, ya da arabalarında güneşliyen bütün öteki çocuklardan daha başkaydı.
Kızı günün birinde evlenecek ve ötekilerden daha başka evlâtlar dünyaya getirecekti.
Kocasının anası ve halası gibi kendi anacığı gibi, kızı da öteki kızlardan farklı olacaktı.
Frau Wenzloiv, öteki kiracıların çocuklarına bol parayla aldıkları çeşitli oyuncakları ve
giysileri, içinden alay ederek, bol bol överdi. Kendilerinin böyle şeylere verecek kadar
paraları yoktu.
Kocasının, kendisinin ve arabada gezdirdiği yavrusunun sahip bulunduğu tek şey, hiç
kimsenin elde edemiyeceği kadar değerli olan yüzlerce yıllık aile adıydı. Pek çok eski
tarihlerde bir erkek, onuru ve yiğitliğiyle bu adı elde etmişti. Bu adı taşıyan, ya da günün
birinde taşıyacak herkesin, o yiğit kadar onurlu kişi olması bir ödevdi. Bunun anlamı,
yeryüzünde ne varsa hepsinden daha değerli olan vatan uğruna canını tehlikeye atmağa
her an hazır bulunmaktı. Frau Wenzlow'a birisi sorsay-dı vatanın ne olduğunu — kimsenin
sorduğu yoktu ya — damarlarında aynı kanı taşıyan insanların topluluğu, kocası ve
kendisi gibi insanların ağır bastığı bir toplum, cevabını verirdi.
Genç kadın, yabancılardan kuşkulanıyor ve onları hor görüyordu. Mısırdan da ekmek
yapılabileceğini öğrenen buğdayın ötekini küçümsemesi gibi. Frau Wenzlow, daha başka
gerekçeler de ileri sürerek, kimseyle pek görüşmüyordu. Zira çocuklu-ğundanberi içinde
yaşadığı çevre, geniş insan toplumuna büyük bir dikkatle her zaman kapalıydı.
Wenzlow'un şimdi mutlu olmaması için hiç bir nedeni yoktu. Đstediği gibi bir karısı vardı.
Karısı her zaman sevimliydi ve onu boşuna isteklerle hiç bir gün üzmüyordu; evine ve
çocuğuna candan bakıyor, yorgunluktan hiç yakınmıyordu. Wenz-low'u üstleri de altları
da seviyordu. Çekişmelerden, tatsızlıklardan uzak kalıyordu, işinde çok ciddi olmağı bir
ödev biliyordu. Dünya savaşından önce vatanı gerçekten büyük yapmış geçmiş
zamanların komutan ve subaylarının anılarını boş zamanlarında dikkatle dokuyordu.
WenzloWa göre bir sürü hain ve sersem herif mahvetmişti herşeyi.
ilk çocuğunun kız doğmasından duyduğu üzüntüyü karısından çok daha çabuk
unutmuştu. Pek sevimli olan küçük kızdan hoşlanmakla kalmıyor, duygulara sığmıyan
aşırı bir şefkat da besliyordu. Karısı şakalaşmak için, küçüğü kollarına bırakınca pek
keyifleniyordu. Durmadan tepinen küçük ve sıcak vücuttan, sevgi olarak bilinen şeylere
de ün ve onur gibi yüksek değerlere hiç benzemiyen yepyeni ve anlatılması güç bir hayat
taşıyordu. Wenzlow hiç birşey düşünmüyor, küçücük başı ve göğsünde çılgınca tepinen
minicik ayakları bütün benliğinde duyuyordu.
Wenzlow, arada bir babasını düşünüp üzülmese, mutluluğu tam olacaktı. Babası cephede
şerefle ölmüştü. Şimdi kendisinin de onurla taşıdığı ada yakışır bir ölümle. Fakat babası,
erken emekliye ayrılmış bir subay olarak 'bir süre evde yaşamıştı savaştan önce.
Kendisine de, kız kardeşi Leonore'ye de evi zehir ederdi sık sık. ihtiyar, işsizlikten gelen
bir cansıkıntısıy-la çocuklarına hayatı cehennem ederdi. Bu babanın oğlu olarak o da
babası kadar genç yaşta askerlik mesleğine girmiş ve bugüne kadar, sırası geldikçe
yükselmişti. Đhtiyar komşusu Mal-zahn'm sözünü dinleyip yeni Alman ordusuna girmesi iyi
olmuştu. Birliklerin mevcut sayısı iyice azaltılmış da olsa, onur ve görev gibi eski
kavramlar kaybolmak şöyle dursun, daha da değerlenmiştiler. Đlerlemek olanakları
eskisinden daha sınırlıydı. Savaş falan yoktu ki, olağanüstü başarı kazanılsın! Hinden -
burg devlet başkanı seçilmişti ama, sistemi bir yana bırakıp gerekli kişileri işbaşına
çağıramıyacak kadar yaşlıydı. Almanya bugünkü haliyle Milletler Cemiyetinde biraz soluk
almağa çabalıyordu. Sağlı sollu her devletle andlaşmalar imzalanıyordu. Bunun anlamı,
ordu gücünün gittikçe azaltılması, yükselebilme umudunun pek az olması ve
gerektiğinden de erken terhisti.
Babasının ve kayın babasının dostu ihtiyar Spranger bile — bir defasında büyük yardımı
dokunmuştu — şimdi genel kurmayda, ya da bakanlıkta ona şu sıra hiç yardımı
dokunmazdı. Onun da sonu, orduda kalsa bile, babasına benziyecekti. Acaba o da, ihtiyar
babacığı gibi evde homurdanıp ailesine, karısına, sevimli kızma, doğacak çocuklarına
başağnsı mı olacakti? Taşıdıkları adın yüceliğini bilmek günlerin tatsızlığını gidermeğe
yetmezdi. Günün birinde gençliğin sona ermesini — pek seyrek bazı geceler sıkıntıdan
bunalması dışında — daha başka düşünecek kadar gençti. Bu düşüncelerini karısından,
hattâ kendisinden bile gizliyordu. Aşın duyguyla heyecanlarla tedirginleşmesi hüzünlü bir
iç çöküntüsü sonucuydu.
Yaşamanın kurallarım bilmezlikten gelmek, ya da bunlardan korkmak, buyruklara
başkaldırmak gibi bir davranıştı. Korkusunu yenmeğe çalışıyordu. Bunu çok ayıp bir
düşkünlük gibi gizliyor, geçen yıl garnizona nakledilmiş olan bunca yıllık dostu Stacvvitz'e
bile açılmıyordu.
Uzun yıllardan sonra yine karşılaştığı Stachvritz, çocukluğunda Scharnhorst caddesinde
onlara pek yakın otururdu. Amalie hala, anlaşılmaz nedenlerden ötürü onu öteki
çocuklardan daha çok severdi; oysa yaramazın, hoyratın biri, bir sürü kardeşin en
küçüğüydü. Hastalıklı ana onu yetiştirmeğe vakit bulamamıştı. Küçük Stachwitz, Amalie
halanın söylenip azarlamalarına, yine anlaşılmaz nedenlerden ötürü, hiç sesini
çıkarmazdı.
Subay adayı okulunda beraberdiler. Stachvritz burslu öğrenciydi. Sonraları savaşta ayrı
cephelere düşüp birbirlerini gözden kaybetmişlerdi. Wenzlövv, bir ara kulağına gelen bir
söylentiyi de hatırladı. Đmparatorun Hollanda'ya kaçışını öğrenen Stachvvitz beynine bir
kurşun sıkmağa kalkışmış ve güçlükle önlemişlerdi. Wenzlow, en iyi gençlik dostunun o
tarihte ne denli umutsuzluğa kapılmış olduğunu kavrıyamamıştı. Fakat kendi umutsuzluk
anlarında düşününce yine de inanılır bir yan bulmuştu o söylentide. Zira bütün savaş
yıllarından Stach-vritz'i ayakta tutmuş şey çökmüştü. Fakat dostu bu arada yeni devletle
ve yeni olanaklarla uyuşmuş olmalıydı. O da aracılık eden birisini bulmuştu her halde.
Kendisi gibi. Herneyse, aynı garnizonda karşılaşmışlardı. Eski dostluğu tazelemişlerdi.
Stachwitz, canı çektikçe gelirdi sık sık. Çağırılı olsun olmasın. En çok da Wenzltfw'dan
hoşlanıyordu. Çekişmeleri, gönül işleri, borçları ve bunlardan ötürü mesleğinde düştüğü
kötü durumlardan kurtulabilmek için yardım aranırdı ondan. Keyifli olmadığı günler bunu
hiç, gizlemezdi. Oysa Wenzlow onun yanında her zaman sakin ve ölçülü davranır ve
günlük hayatın bütün korkularını saklardı.
Stachvvitz ne kadar' patavatsız olursa olsun, şu sıra yürürlükte bulunan tartışmalardan
kesinlikle uzak duruyordu. Cumhuriyet ordusu manevralarına Hochenzollen prensleri
konuk çağırdı diye, genel kurmay başkanı ve yeni Alman, ordusunun kurucusu general
von Seeckt'i görevinden almışlardı. Wenzlow, dostu bir akşam yine uğrayıp: «Von
Seeckt'in arkasından neden böylesine yakındığınızı anlıyamıyorum?» deyince, eski
söylentileri hatırladı. Yerinden uzaklaştırılması çok haklı. Hak. hükümetin ve bakanların
büdiğinden daha başka bir yerde de olsa! Prenslerden yana çıkacak ne vardı? Gönül
isteğiyle ve gösterişsizce olan bir şeyi gösteriş yüzünden engellemek neden? Bizler bir
tarihte onlar için kanımızı dökmeğe hazırdık ama bunu istemediler.»
Wenzlow : «Gönül isteğiyle, ya da değil! dedi. «Vatanımız onların yönetimi altında bir
zamanlar koskoca bir imparatorluk olmuştu. Aşağı halk tabakaları, sembollerin anlamını
asla kavrıyamazlar. Zira anıları besliyen duygulandırmalardan hiç nasibi yoktur yığınların.
Bizler sembollerimizi asla hor görmeyiz. O sembollerin canlı kişileri ortadan çekilse de..»
Stachvvitz : «Yeni ve daha iyi sembollerimiz olacak.» cevabını verdi. «O sembollerimizi
canlandıracak yeni insanlarımız da..»
«Ne zaman? Kim?»
«Bilmiyorum henüz.. Çevreme bakmıyor ve bekliyorum. Beklediğimiz kişi şu sıra belki de
sapan sürmekte, belki de atölyesinin başında hâlâ... Yarın belki de bir eğitim alanında
erlerin arasında! O bize gerekli. Bundan ötürü de var.»
Wenzlow, başını salladı gülerek :

«Sapan! Makine! Fakat ne diye bir banka gişesi, ya da bir mağaza tezgâhında değil?»
«Evet, ben de soruyorum bunu, neden böyle?
«Zira imparatorluk tahtı bir imparatorluk tahtıdır. Bir taht ne bir sapandır, ne de banka
gişesi. Tanrının verdiği bir haktır. Tanrı seçer o tahta kimi isterse...»
Stachvvitz, pencereye yaklaştı. Alacalı güz yaprakları arasından baktı, bahçeli evler
semtine. Aradığı adamı bu renk renk ağaç kümeleri ve sararmağa başlamış yapraklar
arasında bu-lacakmış gibi.
Wenzlo\v, insanoğlu dostlarının tasasını kendi kayguların-dan daha iyi farkediyor, diye
düşündü. O da benim yaşımda Emeklilik yaşma götüren yıllar çabuk geçiyor. Dostum
Stachvvitz, herşeyi değiştirecek ve güvene alacak büyük bir olay bekliyor.
Stachwitz'in her an değişen bir mizacı vardı. Akşam yemeğinde şakacının biri olmuştu
yine. Ekmek parçalarından heykelcikler yapıyordu; Küçüklüğünde Amalie halayı pek
kızdırırdı bunlarla.

IV

Marie, geçen yularda duyduğu korkuyu şimdi hemen hemen hatırlıyamıyordu. O tarihte
kötü bir ruh, çocuğunun doğmasına engel olmak istiyor sanmıştı. Doğumdan sonra da,
yine o kötü ruh çocuğun yaşamasını istemiyor gibi gelirdi. Ne var ki şimdi, bunun tam
tersi bir duygu besliyordu. Şimdi çocuğuna hiç kimse hiç bir şey yapamaz gibi geliyordu.
Üstü başı parçalanmış ve her yanı kan içinde eve dönmesine alışmıştı. Zira Hans,
küçüklüğündenberi avluyu mutfaktan çok seviyor, öteki çocuklarla itişmekten evde
oynamaktan daha çok hoşlanıyordu. Marie. oğlunu bir gün baygın getirdiklerinde bile
korkma-mıştı. Oysa, sivri bir âlet gözünün bir santim yakınma rastlamıştı. Çocuğun
kanlarını büyük bir . soğukkanlılıkla silmişti.
Kötü ruhun ona artık hiç birşey yapamıyacağını önceden bilen bir güvenle.
Hans'ın tilki gibi sivri bir yüzü vardı. Yaşıtlarından daha seyrek ağlar ve gülerdi.
Çevresindeki bütün hareketleri hiç kaçırmadan izlerdi, sıçrayıvermek için en uygun anı
kollar gibi.
Geschke, Marie'nin öz çocuğundan çok üveyleriyle meşgul olmasına şaşardı. Karısının, o
bahtsız çocukların başına bir şey gelecekmiş gibi korkan bir hali vardı. Kendi öz çocuğu,
kötü ruhun tehlikesinden epiyce kurtulmuş durumdaydı.
Küçük Hans bir öğle üzeri ağhyarak döndü eve. Hastalanıp yatağa düştükten sonra hiç
huysuzluk etmedi. Marie, yavrusunun cılız vücudunun ciddi bir tehlikeyle karşılaştığını
hâlâ sanmıyordu. Oysa, canından çok sevdiği bu küçük vücudun dışını kırmızı lekeler
kaplamıştı. Fakat kızıl hastalığı öteki üç çocuğa da geçince Marie soğukkanlılığını yitirdi ve
Geschke : «Hastalığı senin oğlan bulaştırdı herkese,» deyince, müthiş bir suçluluk duydu.
Kocası o güne değin bir gün büe : «Senin oğlan!» diye Hans'ı kendi öz çocuklarından
ayırıp yabana yerine koymamıştı.
Önce Hans'ı götürdüler hastaneye. Marie, demirparmak-lıklı balkona koşup hasta
arabasının arkasından baktı. Otomobil, kulaklan yırtan düdüğünü çalarak şehre doğru
uzaklaşmıştı. Şehir, doğduğu adayı saran deniz kadar vahşi ve akıl ermezdi. Yavrusu bu
taş yığınları ve baca dumanları arasından gözden kayboluvermişti.
Ağlamadı. Kalbinin tam yerini şimdi farketmişti. Kaburga kemiklerinin arasından doğru
sızlıyordu kalbi. Şehrin öğle haline baktı. Otomobiller nasıl da gürültüyle yol alıyor,
insanlar nasıl da acele ediyordu. Belirli bir yere tam vaktinde yetişmek ister gibiydiler.
Vücudu kırmızı lekeler içinde kalmış yavrusu bu taş yığının kimbilir neresinde yatıyordu
şimdi. Marie, şu tozlu öğle üzeri çok uzak biryerde, taşlaşmış ve toz içinde şehrin bir
hastane odasında yatan yavrusunu bundan böyle de kötülüklerden korusun diye,
tanrısına uzun uzun dua etti. Her

yanını kırmızı lekeler sarmış cılız yavrucuğu yüce tanrısına emanet ediyordu. Kocası
Geschke'nin babacan yüzü, geçmişin titrek anılarında çoktan silinmiş olan sevgili Ernst'in
yüzü, Geschke'nin çocuklarının yüzleri, bulutlar ve kaldırım taşları uçuştu gözünün
önünde.
Büyük oğlanla kızı da ertesi gün götürdüler hastaneye. Sonra da ikinci oğlanı. Oysa önce
hasta sanmamışlardı. Gesch-ke işe giderken de, bomboş görünen eve dönüşte de
hüzünlüydü. Çocukları çoğu zaman umursamazdı. Onlara belli belirsiz ve anlamsız bir
umut bağlamış bulunduğunu, iş ve işten gelecek her metelikle önceden sınırlı hayatında
bağlanabileceği tek şeyin çocukları olduğunu belki de şimdi farkediyordu. Ev boş kalınca.
îki oğluna ve kızma sadece bir baba ödevi diye bakmış, hattâ bunu biraz da vakit
geçirmek saymıştı. Böylesine önem-senmiyen küçük varlıklara umut bağlanacağını —
nedenini bilmeden— şimdi anlıyordu. Eskiden hiç düşünmemişti, çalışma saatlerinden ve
gündeliğinin tutarından gayrı şeyler de olabileceğini. Bu belli belirsiz umudun hepsinden
önemli olduğunu şimdi kavramıştı. Kendi tek yanlı hayatı böyle sürüp gidecekti. Ancak şu
küçük yavrular, onu bir yanından bağhyordular bilinmez bir şeye. Umut denilen şey de
bilinmez ve bellisiz oluyordu, sınırsızlığı da bundan ötürüydü. Şimdi mutfak bomboştu.
Çorba yavandı. Yemek masası hüzün veriyordu.
Geschke işten çıkmca hastaneye uğruyordu çoğu. Bir hafta sonra kızını ve kendi ortanca
oğlunu getirdi. Büyük oğlanın ve üveysinin bir süre daha yatması gerekiyordu.
Geschke bir akşam işten pek telâşlı geldi; karısının o gün bir atkı söküp çocuklara ördüğü
yün çorapları almağa uğramıştı. Oğlanlar hem ateşler içinde yatıyor, hem soğuktan
donuyorlardı.
Marie, kocası gittikten sonra karanlık mutfakta oturdu. Bir süre sonra kocasının ayak
sesleri duyuldu merdivenlerde. Adımların öyle bir sesi vardı ki, Marie boğulacak gibi oldu.
Geschke eve girince hiç birşey söylemedi. Marie de onun yüzünü karanlıkta pek
seçemedi. Odaya erkeği değil, bir buzda-ğı girmiş gibiydi. Dondurucu bir hava esmişti.
Marie'nin çene kemikleri sertleşti. Dudaklarını kıpırdatamadı. Büyük bir güçlükle : «Ne
haber?» diye sorabildi. <
Geschke cevap vermedi. Ocağın üstünde duran tencereyi alıp pencere kenarına koydu.
Geç geldiği günler böyle yapardı. Bir kaç kaşık aldı çorbadan. Marie. elleri kucağında
oturuyordu hiç kımıldamadan. Yüreği bir yandan haydi sor, öte yandan, sus, diyordu.
Sokak fenerinin ışığı vurmuştu mutfağa. Geschke ışığın dışında oturuyordu ve Marie bu
incecik ışık uçurumunun öte yanma seslenip soramıyordu. Alt kattaki meyhanede grama-
fon çalıyorlardı..
Geschke, çorba kaşığını yere atıp : «Öldü!» dedi.
Marie, korkusundan boğuk çıkan bir sesle : «Hangisi?» diye sorabildi.
Geschke karışma kötü kötü baktı. Dilinin ucuna gelen, benim oğlan, sözünden vazgeçti.
Farkında olmadan böyle davranmıştı. Oysa şu anda hiç birşey düşünecek halde değildi ve
acı çekiyordu : «Büyük oğlan!» demekle yetindi.
Marie ağlamağa başladı. Pencerenin önünde duran Geschke, bir an ondan yana baktıktan
sonra : «Küçük iyileşiyor, yakında eve dönecek!» dedi.
Marie ağladı, ağladı ve hıçkırıklar arasında : «Büyük oğlan gibi iyi bir çocuk az bulunur,»
dedi. «Tabağı kırdığı için ceza olsun diye Helen'i yemek yemeden yatağa gönderdiğini
hatırlar mısın? Büyük oğlan bunu görünce kendi jambonunu kızın yatağına götürmüştü.
Hatırladın mı?»
Geschke : «Evet, evet!» cevabını verdi. Hepsini hatırlamıştı. Bütün ayrıntıları, hiç göze
çarpmıyan en küçük olayları hatırlıyor. Büyük oğluna umut bağlamakta haklıydı. Kendi
hayatı herşey demek değildi. Buna oğlan bir çıkar yol bulurdu belki de! îşte bu oğlu
ölmüştü. Belbağladığı şey sönüver-mişti.

Geschke, dirseklerini pencere kenarına dayadı ve başını kollarına yasladı. Sokak fenerinin
ışığı yalıyordu yüzünü. Bir türlü yatışmamış olan karısı hâlâ ağlıyordu.
Marie kocasına yaklaştı ve elini onun başına koydu; erkeğin sert, sıcak ve bir tuhaf
saçlarına dokununca korkusu da azaldı. Ağlaması geçti. Şöyle, ya da böyle karıştığı bu
hayatın sıcak ve sert yanlarmı benliğinde duymaktaydı. Kaşığı yerden aldı ve Geschke'yi
sıcak birşeyler yemeğe zorladı. Kocası, bu isteğini geri çevirdi kafasını iki yana sallıyarak.
Marie, kendi sandalyesini de pencerenin önüne çekti. Geschke, karısının yuvarlak ve
aydınlık alnma bakarken biraz yatıştı. Karanlıkta bir süre daha yan yana oturdular. Hiç
konuşmadan.
Sonra hayat devametti. önceleri biraz tutuk tutuk. Umutlar azalmış olarak. Eski hızıyla
sürdürülemezmiş gibi. Fakat umuttan yana biraz daha yoksullaşmış hayat sonra günlük
hayat oldu yine. Hans saatler saati evde oturup bütün hareketleri büyük bir dikkatle izledi
eskisi gibi. Hemen atılmağa pek hazır değildi daha. Gözlerinde küçük küçük ışıklar yoktu
henüz. Yorgun düşmüş küçük bir tilkiyi andırıyordu. Yakmda başhyacağı okuldan biraz
korkan bir hali vardı. Kardeşlerinin okul için anlattıklarına kulak veriyordu. Marie de
korkuyordu içinden. Hans, evde olup bitenlerin dış yanını biliyordu sadece. Babasının
günlük hayatı üzerine bildikleri, saçlarını sevgiyle okşaması, haftalığı getirdiği günler
anasıyla hesaplaşması, işsiz kalmak korkusu ve alt kat kiracısı Triebel'le tartışmalarıydı.
Anası, pencerelerin durduğu raftaki küçük bir kutuya para atıyor ve her hafta gelen ufak
tefek bir adam, ya da gazinocunun oğlu Lorenz paraları alıp götürüyordu. Triebel'in onlara
her gelişinde her zaman tarüşma çıktığını da önceden biliyordu. Triebel, rastlantıyla
bulduğu iki işi de kaybetmişti. Geschke, daha büyük eve taşınmak istiyor musun, diye
sormuştu gülerek. Triebel : «Neden?» deyince de : «Rusların her yeni devlet başkanının
resmini asacak yer bulunsun.» cevabını vermişti. Triebel: «Stalin devlet başkanı değil,
parti genel sekreteri,» diye açıklamıştı. «Uzun süre kalacak bu işde. Sanırım benden daha
çok yaşıyacak.» Babası : «Sizler böyle yapmağa devam ederseniz!» deyince, Triebel :
«Bizler böyle ne yapmağa devam edersek?» sorusunu yapıştırır ve tartışma başlardı.
Hans, meyan kökünü emmeğe devam ederek kulak verirdi konuşulanlara. Alman
Cumhuriyeti'nin kara — kırmızı — altın renkli bayrağı küçük Hans için renklerdi sadece.
Nasyonalistlerin kırmızı bayrağı da öyle. Sonra, babasının tütün kokusu ve konuşurken
heyecanlanınca yere tüküren Triebel. Anası da vardı her zaman mutfakta. Güneşin her
zaman aydınlatması gibi. Konuşmalara hiç karışmazdı. Geschke'nin haftalığı yetmeyince
eve iş almak için Emilie halaya koşardı. Kazandığı parayla et alırdı. Anası, kazandığı
paradan arttırabildiğini, kocasının sözünü dinleyip, küçük kutuya atardı. Sonra biri gelip
boşaltırdı o kutuyu. Triebel söverdi o herife. Anası, bayan Triebel'le iyi anlaşıyordu.
Kadıncağız bir gün Hans'a bir elma getirmiş ve : «Haydi, iyileş artık!» demişti.
Marie, oğlu iyileşir iyileşmez okula götürdü. Önceleri kardeşlerini okula götüren Helen,
şimdi iki sokak ötedeki kız okuluna gidiyordu tekbaşına. Hans'tan büyük olan Franz, kendi
arkadaşlarıyla gidiyordu. Öldürücü hastalık, ananın benim oğluma hiç birşey olmaz
inancını sarsmıştı. Hans, anası elini sımsıkı tutmuş olarak — ölüm otobüsün tekerlekleri
altında ona pusu kurmuş gibi — yürürken pek utanıyordu arkadaşlarından. Ölmüş
ağabeyinden kalmış olan ve küçültüldüğü halde yine de üstünden kaçan giysiler içinde
pek zavallı görünüyordu. Küçücük suratı sabah güneşi altında ne solgun ve sipsivri
görünüyordu. Ana ve oğul, başlıyan gün neler getirecek diye korka korka yürüyorlardı,
işlerine tam vaktinde yetişmek istiyen insanlar büyük bir çabayla itişe kakışa
yürümekteydi. Günün ilk ışıkları, vitrinlerde ve şimdiden dolmağa başlamış dükkânlarda,
pazar yerindeki elmalarda ve lahanalarda, kasap tezgâhlarında duran etlerde
parıldıyordu. Okula yaklaştıkça yığından ayrılan çocukların sayısı da artıyordu. Okulun dış
kapısı önünde oğlan çocuklarından başkası yoktu hemen hemen. Yaşlılar onlardan
aynhvermişlerdi. Samanların buğdaylardan ayıklanması gibi.
Hans kızardı anasının elinde yürürken. Fakat kargaşalığın içinde anasının elini, hissedince
de sevinirdi. Öğretmeni, çok uzun boylu ve kuru bir adamdı. Bir kaç yerinden bükülmüş
bir zaman çöpünü andırırdı. Savaşta ağır yaralanmıştı ve mesleğinde güçlük çekiyordu
bundan ötürü. Çok usul sesle konuşuyordu ve sık sık sınıftan dışarı çıkması gerektiğinden
dersi ikide bir yarıda bırakıyordu. Bu aksaklıklarını üstlerinin duymaması için büyük bir
çaba gösteriyordu.
Marie, öğretmenle konuşmak istemişti; almyazısına boyun eğmişcesine hüzünlü,
kahverengi gözlerini görünce bir ürktü. Öğretmen, onu bir pencere önüne götürdü.
Marie, eski güzelliğini yitirmişti. Alnında biraz paniti ve uzun kirpiklerinin gölgesinden
gayn bir güzelliği kalmamıştı pek. Fakat öğretmen Hallstein'in gözünde yine de güzeldi.
Bir tarihte çalıştığı Anker gazinosunda Erwin'e göründüğü kadar güzel görünmüştü
öğretmene. Erwin, Marie de hayatmın belki de en güzel şeyini bulmuştu ama, ömrü çok
kısa sürmüştü. Ne var ki, öğretmen onu gençliği için değil, bir öğrencisinin anası diye
güzel bulmuştu.
Marie, Hans'a alfabeyi Hallstein'in öğretmesinde anlaşmıştı onunla. Hallstein'in gözünde
alfabe, kendisinin ve anasının konuştuğu dilin temeliydi. Marthin Luther'in dilinin de.
Goethe'nin Faust'u yazdığı dil, en sevdiği yazarlar olan Heine ve Kleist, gizlice sevdiği
Liliencron ve Thomas Mann ve bir kaç yıldır yine gizli gizli hoşlandığı Marx ve Engles de
bu alfabeyle yazılıyordu.
Öğretmen: «Siz bana oğlunuzu, en değerli şeyinizi getirdiniz,» dedi.
Marie, öğretmen benim bu sırrımı nerden biliyor gibi bir hayretle, basını salladı ve onu
doğruladı.
Öğretmen : «Benim en değerli varlıklanm da öğrencilerim,»
dedi.
Marie, eve döndüğünde pek sevinçliydi. Oğlu alfabeyi öğrenmeğe başlamıştı. Mutfaktaki
pencerenin önünde oturup çalışıyordu. Öğretmenden hoşlanmıştı. Ödevini iyi yaparsa
Stoll marka çikolatalardan çıkan resimlerden birini hediye edecekti öğretmeni, iki oğlan
sık sık çekişiyorlardı, hangisinin öğretmeni daha üstün diye.
Marie, üvey oğlu Franz kendi oğlundan daha iyi öğreniyor diye kızıyordu ama, belli
etmiyordu. Öğretmenlerle tanışmak için Geschke'nin ne vakti vardı, ne de her hangi bir
olanağı. Oğlu Franz, çocuklar okuldan dönünceye kadar ananın babanın tedirginleştiği
yaşı geçmişti çoktan. Geschke, üyesi olduğu Sosyal Demokrat parti'nin yaptırttığı okullan
şundan bundan işittikçe, koltuklan kabarıyordu.
Marie, hep birlikte mutfakta oturdukları sırada arada bir düşünüyordu, oğlunun ölümünün
acısını unutmuş olabilir mi, diye. Geschke de, üveysi olduğu için oğlumun ölümünü belki
de unutmuştur, diye akhndan geçiriyordu.
Geschke yine bir işe girmişti. Epiyce süreceğe benziyordu bu iş. Oturduklan sokaktaki
işsizlerden çoğu yine birer iş bulmuştu. Doyurucu yemekler, bazı bazı bir gömlek, bazı
bazı bir fırça satın almak gibi bir ara unuttukları şeyler şimdi aile hayatını yine
güzelleştiriyordu. Insanlann şimdi milyarlar yerine gerçek değerli bir kaç Mark kazanması
da bir başka mutluluktu. Akıl almaz sayılar taşıyan yığınla kâğıt parçası bir gecede
ortadan kalkıvermişti. Bir kızartma et parasıyla ancak bir tek pirzola ve pirzola parasıyla
sadece kemik satın alınabilen zamanlar da geçmişti. Şimdiki kazançlar kızartmalık ete
olmasa bile yine de ağza tad verecek birşeyler almağa yetiyordu. Şimdiki kazancın belirli
bir değeri vardı, önceden hesaplanabilirdi. Fakat komşu kadınlar yine söyleniyorlardı şuna
buna. Kocalar da hükümete ve patronlara atıp tutmaktaydı.
Marie, bu kadarcık parayla yaşanamıyacağmı ileri süren kadınlara : «Parayı yerinde
kullanmasını bilmeli!» cevabını veriyordu. O bunu daha küçük yaşta öğrenmişti. Kendi
ailesi de yoksuldu. Bu sözlerinden ötürü komşular onu görgüsüz sayıyordu. Oysa; Marie
herkese iyi davranıyor, hastaya koşuyor, birşey istiyene kendinde varsa veriyordu.
Herşeyin bir çaresini bulmak alışkanlığı, en sıkıntılı günlerinde bile Marie'nin yardımcısı
olmuştu.
Geschke bütün gün canı burnundan gelircesine çalıştıktan sonra eve dönünce bir
rahatlıyordu. Marie'yi âdeta sokakta bulmuş olduğu çoktan aklından çıkmıştı. O günlerde
tedirgin -leşmişti, kadının çok genç ve kendisine göre çok güzel olmasından. Şimdiyse,
tedirginleşecek bir şey kalmamıştı. Zira öteki komşu kadınlara benzemişti Marie de.
Marie kendi çocuğuyla üveyleri arasında hiç bir ayırım yapmıyordu. Herkesin dilinden
düşmiyen ve eski masallardaki büyücü karılara benzetilen üvey analar gibi olmaktan pek
korkuyordu. Geschke'nin bütün tasalan ve kaygularıyla öylesine yakmdan Ugileniyordu ki,
geçmiş günlerinden düşünmeğe hemen hiç vakit bulamıyordu. Marie, herkesin hayatmda
öyle iç yaraları vardır ki, diyordu, ya hiç ortaya çıkmazlar, ya da pek seyrek açığa
vurulur. Herkesin kendine göre bir' yarası bulunabilirdi. Marie'nin de vardı. Geschke'nin
de. tik sevgili onun iç yarasıydı. tik kamının ölümü ve en sevdiği oğlunun ölümü de
Geschke'nin payına düşen içyarası. Geschke, biraz sabırlı olup dişini sıkmasını bilince her
insan büyük güçlüklerden sıyrılmasını başanr, diye düşünüyordu. Sadece kendi evinde
değil, bütün Almanya'da da işler düzelmişe benziyordu, bir sürü kargaşalıktan sonra. Bir
işe yarayacaklarına durmamacasına yakınanların ağzını kapatmakta hükümet haklıydı.
Sözgelişi kendisi şimdi hep iş buluyordu. Gündeliği daha çok olabilirdi. Fakat hiç yoktan
bile ortaya birşeyler koymasını beceren karısı azıcık parayla çok şey başanyordu. Frau
Triebel bunu başaramıyor olmahydı. Oysa aklıbaşmda bir kadına benzerdi.
Geschke bir defasında işyerinde Triebel'le karşılaştı. Sadece kendi semtinden tanıdıklara
hiç umulmadık bir semtte rastlayıvermenin olağanüstü bir yanı vardı her zaman;
Geschke, sonradan Friedrich Ebert adı verilecek Reinickendorf'da işçi konutlarma yapı
malzemesi taşıyordu; şoför yerinde, şu aşağıda oturan adam bizim Triebel'e pek benziyor
diye düşündü. Postabaşı tam o sırada işbaşı düdüğünü çalmıştı, Geschke, postabaşının
huyunu bilirdi. Bundan hoşlansa da hoşlanmasa da adamın huyu böyleydi. Onu buranın
postabaşılığma getirdiklerine göre huylarını da biliyordular.
Postabaşı köşesinde hiç kımıldanmadan oturmuş sandviçini yiyordu. Ağzı öyle genişti ki,
düdük çalarken sandviçi çıkarmamıştı. Düdüğü duyan herkes işe koşarken o sandviçini
ağır ağır çiğniyordu. Geschke kamyonu boşaltmıştı çoktan. Đşçiler de malzemeyi taşımağa
başlamışlardı.
Geschke, bizim Triebel neden işbaşı yapmadı hâlâ, diye düşündü. Oysa, Triebel de
ustabaşı gibi oturmuş sandviçini ağır ağır yiyordu. Bunu gören ustabaşı ona öfkeyle
bağırdı ve böyle davranılmasmdan hiç hoşlanmıyan Triebel de, bir vuruşta adamın
sandviçini ağzından düşürdü. Ustabaşı bir tokat attı. Triebel küreği savurdu. Döğüşe
başladılar. Döğüş sonunda ise Triebel işten atıldı. Geschke, çocuğu olmadığından böyle
şeyler yapabiliyor, diye aklından geçirdi.
Triebel'in karısı çok iyi yürekliydi; kocası işten çıkarılmış olarak eve döndüğünde omuz
silkmekle yetindi. Geschke, akşamüstü ona olayı soran Marie'ye, ayrıntıları pek
izlemediğini söyledi. Triebel ise, asık suratla: «Herif bulamamıştır düdüğünü,» dedi. «Ta
uzağa kumlara attım. Yann sabah sizlere yeni bir düdükle işbaşı yaptıracaktır. Bütün
bunlar olup biterken sizler de kürekleyip boşalttınız..»
Geschke : «Daha başka ne yapabilirdik!» cevabını verdi. «Yoksa hep birden işimizden
olurduk. Senin gibi. Adam işbaşı düdüğünü çalmıştı.»

Scanned By hlecter

«Ben de bunun için yapıştırdım ona bir tane. Herifin suratını kan içinde bıraktım
küreğimle. O da bana bir kürek savurdu. Sizler ise, herif işbaşı düdüğünü çaldı diye
kürekleyip durdunuz. Benim gibi işden atılmamak için. Hele durun, size daha ne düdükler
çalıp neler yaptıracaklar! Đşinizden atılmamanız için..»
«Böyle konuşma. Bizler çoluk çocuk sahibiyiz. Senin yok. Öyle pek kolay iş
bulamıyacaksın..»
Bunları duyan Hans, bütün bunlar benim yüzümden, biz çocukların yüzünden, diye
düşündü; kimisi birbirinin yüzünü kan içinde bırakıyor, kimisi de kürekleyip duruyor hiç
birşeye aldırmadan.
Marie, «Şoför yerinden tanıdın mıydı Triebel'i?» diye sordu.
«Elbette. Onlardan biraz yüksekteydim. Görür görmez, bizim Triebel'e ne kadar benziyor,
dedim.»
Marie, hafif bir sıkıntı duydu. Nedenini kendi de pek bilemiyordu. Bunu açıklıyabilecek
sözleri bulamıyordu. Hattâ düşüne-miyordu da. Ertesi günü bayan Triebel'e merdivende
rastlayınca : «Neden sıkılsın?» cevabını verdi. «Ya herşeye katlanacağız, ya da hiç
birşeye. Bu dünyanın değişmesini istiyorsak, düdükle oturup düdükle kalkmaktan
kurtulmak istiyorsak..»
Marie biraz sustuktan sonra : «Frau Triebel, sizin çocuğunuz neden yok?» diye sordu.
Kadın, aynı sakinhkle : «Önceleri biz istemedik,» cevabını verdi. «Zira pek karışık
günlerdeydik. Çocuk yapmamızın hiç de sırası değildi. Sonradan da çocuğumuz olmadı.»
Değişik bir sesle şunları da ekledi :
«Çocuğum olsaydı sizlerden daha çok çocuğum olsaydı böyle bir dünyayı işte o zaman hiç
istemezdim..»
Marie, böyle düşünceler Geschke'ye göre değil, diye aklından geçirdi. Böyle
düşüncelerden yana olmadığı için ona borçlu kalmalıyım. Apartmandakilerin çoğu şimdi
bir işte. Eğer bu durumda o işsiz kalsaydı pek fenasına giderdi. Bizlere bakıyor. Bütün
bunlar için ona pek çok şey borçluyum. Herşey olacağına varıyor. Ne düşüneceğimi
bilemiyorum.

Geschke'nin en büyük çocuğu Helene, gittikçe daha çok benziyordu asıl anasına. Tıpkı
onun gibi iyi yürekli ve sessizdi. Her işe koşuyordu anası gibi. Odanın neresinde olduğu
göze pek çarpmazdı. Zira nerde bir yer bulursa oraya oturur ve yapılacak bir şey olunca
hemen davranırdı. Đki erkek çocuk, ölmüş kardeşlerine bakınca, olağan yaratılışta
çocuklardı. En önemsiz şey için hemen kavga ederlerdi. Marie aralarına girip ayırırdı
kolayca. Marie'nin elleri bir yün yumağını da, kavgacıları da kolayca ayırmasını başarırdı.
Bir gün büyük oğlu Franz'a makası verdi, öğretmenin hediye ettiği resmi kessin diye.
Küçük oğlan, dümdüz bir kâğıttan bir gemi ortaya çıkmasına bakarken kıskandığı pek
belliydi. Kâğıt parçaları sonradan birbirine yapıştırılıp ve gece bir iple lambaya asılacaktı.
Franz, öğretmenin sınıfa asacağı gemiyi yolda yırtmasınlar diye anasının okula kadar
birlikte gelmesine de katlandı.
Marie, iki oğlunun makas ve kâğıt yüzünden kavgasını, haftalarca sonra Geschke ile
Triebel'in çekişmesinde hatırladı. Geschke, Triebel'in eline tutuşturmak istediği bir
beyannameyi geri itmişti. Zira az önce komünistlerle alay etmişti, bir zırhlı yapımını
önlemek için halk oyuna başvurmak istedikleri için.
Triebel, hep ileri sürdükleri gibi savaşa karşıysalar, neden desteklemiyorlar, böyle şeyler
yapımını önlemek için neden oylarını kullanmıyorlar, diye sormuştu.
Geschke'nin cevabı, bu saçma plebisit kâğıtlarından daha tesirli yollar da vardır, olmuştu.
Eski prensliklerin, mallarını devletleştirmek için de halk oyuna baş vurulmuştu. Her hangi
bir hile yüzünden hiç bir sonuç alınamamıştı. Bu gibi sonu gel-miyen davranışlar bıktırırdı.
Peki ama neden sonuç alınamıyor? Bunun nedenini Gesch-ke kendisi bulsun, partisinin
ileri gelenlerine gözü kapalı tapacağına. Geschke'nin bu sözlere cevabı çok sakindi;
Triebel'in kendisinden de gözü kapalı davrandığını, bunun çok yorucu olduğunu, zira onun
partisinde ileri gelenlerin bir kaç ayda bir değiştiğini söyledi.
Elbette değişiyorlardı ama mücadele devam ediyordu. Karşılıklı sövüp saydılar
birbirlerine. Sözleri içtenlikli olmaktan çok yapmacıklıya benziyordu. Önemli sözlerden
çok, öğretilmiş sözlerdi. Henüz iyice benimseyemedikleri düşüncelerdi. Gazetelerden ve
nutuklardan kapılmış kulaktan dolma sözler.
Marie, zırhlı sözünü bir yerde görmüş olduğunu hatırladı. Gazetede değildi. Zira hemen
hiç okumazdı gazeteleri. Franz'm okuldan getirdiği ve kendi makasıyla mutfak masasının
üstünde kâğıttan kestiği resimde görmüştü bu kelimeyi. Marie, öğretmen yaptığını bilen
bir adam, diye aklından geçirdi. Çocuklara o resmi seçerken de muhakkak biliyordu ne
yaptığını. O kâğıt zırhlı sınıfta asılı sallanmaktaydı belki de! ilerde çe-liktenleri yapılınca
oğlanlar hemen binerdiler. Zira hiç yabancılık duymazlardı zırhlıya.

Köylü Wilhelm Nadler'in pek aşırı hayal gücü yoktu ve öteki insanları yakından tanımasını
hiç bilmezdi. Fakat baron Ziesen'le yakınlık kuralıberi onun görüşlerini, ruh halini, ancak
bir artistin giyebileceği kadar güzel kostümlerini bütün dış ayrıntılarıyla karısına
anlatmağa başlamıştı. Liese, kocasıyla evleneli onun bir tek kişiyi böyle ateşli ateşli
sadece bir tek defa övdüğünü duymuştu : Savaş sona erince kurulun gönüllü birliğinde
von Kapp'ın hükümeti düşürme hareketine kadar yanında çarpıştığı yüzbaşı Degenhardt
adlı birini. Wilhelm'in böylesine aşırı övgüleri, Liese'nin ev işlerine de, yarınla ilgili
tasarılarına da bir zarar vermiyordu.
Von Ziesen, gölün karşı kıyısından epiyce uzakta, babadan kalma küçük çiftliğinde
oturuyordu. Çiftliğine iyi bakıyordu, bir çeşit onur duyduğundan. Çiftlikten gelir beklediği
yoktu. Zira bankada parası vardı,
Wilhelm Nadler, eski zamanlarda Ziesen'in cetlerinin yanında çalışsaydı, din savaşları
ortaya çıkan bir kanuna uyardı. Bu kanuna göre köylüler protestan olabilirlerdi ama,
yanında çalıştıkları çiftlik sahiplerinin mezhebine de girmek zorundaydılar.
Wihelm Nadler, baron von Ziesen'i zaman zaman sarsan, hatta bir defa rahibe kadar
gitmesine yol açan kuşku ve kay-guların farkında bile değildi. O kuşku ve kayguların
sonuçlarım baronun seçim nutuklarında hayranlıkla dinliyordu Nadler, bir gün olsun kendi
başına önemli bir iş yapmış değildi. Bağlanabileceği birisini arardı her zaman. Zira o,
kendilerinden daha üstün birisinin yardımcısı olmaktan ve pek beceremese-ler de
kararlara göre davranmaktan hoşlanan kimselerdendi. Böyle yapmakla, karara
varabilmenin üzücü sakıncalarından da kurtulmuş oluyorlardı.
Göl kıyısındaki otelde yapılacak bir toplantıya von Ziesen imzasıyla çağırılan Nadler, her
zamanki gibi mutluydu. Oysa, toplantıda von Ziesen bulunmuyordu.
Liese, birkaç saatliğine de olsa, Wilhelm uzaklaşacak umuduyla bütün gün pek
keyiflenmişti. Eniştesinin ne durumda olduğuna bir göz atmak istiyordu. Christian'ın
müşterileri artmıştı. Köy dışından müşterileri de vardı. Göl kıyısını izliyerek ormandan
geçip istasyona kadar uzanan yolu birkaç haftada asfalthyan yol işçileri de ona geliyordu.
Christian kardeşinin paraca yardımına koşuyordu yine. Başı darda olan Wilhelm'i biraz
yalvartmak şartıyla. Bundan hoşlanıyordu. Wilhelm'in durumu da bir türlü düzelmiyordu.
Wilhelm memleketine döne-liberi borç paralarla en gerekli onarımları yapacağına köylüleri
hayretler içinde bırakan âletler saün alıyordu. Đşleri hesaba kitaba vurmağa hiç
yanaşmıyordu. Tereyağı makinesine ödenen para ve makinenin başkaca giderlerini süt ve
yağ satışlarını karşılamaktan çok uzak olduğunu Liese kendi başına hesaplıyordu.
Wilhelm, bankadan aldığı borç parayı ürünle kar-şılamıyacağından korkuyordu içinden.
Topraklarından birazını daha satmak zorunda kalmıştı. Zira yalnız inekçi değil, Berlin'deki
makine fabrikasının şeytandan da beter memuru da sıkıştırıyordu taksitlerden biri
ödenmeyince. Fakat Christian'-ın para yardımlarının da bir sınırı vardı, büyük umutlar
bağladığı ürünün de. Sonsuz olan tek kaynak, emek gücüydü. Çocuklarını okullar
kapalıyken çalıştırabiliyordu ancak. Okuldan artakalan vakitleri gündelikçilerin yerini
doldurmağa yetmiyordu. Tek başına Liese kalkıyordu bunun altından. Liese, köylülerin
deyimiyle, toprak ana kadar güçlüydü. Fakat bu benzetiş hiç doğru değildi. Liese, toprak
anadan da güçlüydü. Zira toprak, bazı bazı iyi, kimi zaman kötü, fakat hep belirli bir ürün
verirdi. Toprağın yerinde Liese olsaydı iki kez ürün verir ve bütün borçlar ödenirdi.
Wilhelm, yurttaşlarını mahvolmaktan kurtarmıyan devlete, yahudilere ve makine
fabrikasına atıp tutmakta haklıydı. Liese ise, sövüp saymakla işlerinin düzelmiyeceğini
biliyordu. Atıp tutmak, emekle değerlendirilecek vakitlerin boşuna geçmesinden başka bir
şeye yaramazdı. Bu toprakların çocuklarına da kalabilmesi için çapa sallamahydı.
Sermaye ve yahu-diler demeyip, imparatorluk ve cumhuriyet demeyip, durma-macasma
çapa sallaması gerekiyordu. Şu anda büyük oğlu ahırda çalışıyordu. Kızı da evde büyük
temizlik yapıyordu. Küçük oğlan okul görevlerini yapacaktı. En küçüğün hiç bir şeye
yaradığı yoktu. Öğleden sonra Wilhelm'le birlikte toprağı yola kadar belleyeceklerdi.
Karşılıklı çalışacaklardı. Fakat Wilhelm gittiğine göre bu işi tek başına yapması
gerekiyordu. Wilhelm akşama da geç dönecekti ama, Liese'nin işine gelirdi.
Liese, ter içinde entarisi rüzgârla biraz kurusun diye, kemerini çözüp fırlattı. Saç
diplerinden sızan ter damlaları, çakıl taşlarını andıran pırıltılı gözlerinin üstünden
derecikler gibi akıyordu.
Liese güçlüklerden yılmazdı. Zira yarıda bırakmıyacak kadar güvenirdi kendi gücüne.
Sağlam yapılı, yorulmak bilmez ve kuvvetli vücudu, onun en yakın arkadaşıydı.
Belküreği toprağa sapladı bütün gücüyle. Đşlemiş bulunduğu bütün günahlardan, hattâ
bundan böyle işliyeceklerinden de kurtulmak istermişçesine.
Umduğundan daha çabuk bitirdi işini. Küçük oğlunu eve gönderdi şoseden. Sonra, göl
boyunda uzanan tarla yolunda yürümeğe başladı.

Christian kulübesine yeni bir saçak daha yapmıştı. Yaz sonu havalar iyi gittiğinden
atölyesini dışarıya taşımıştı. Kunduralardan başını kaldırıp çevresine bakmağa pek vakit
bulamıyordu. Fakat çekiç sallamağa ara verip, iskeleye vuran suların şıpırtısma kulak
kabartmak hoşuna gidiyordu. Hele uzaklardan bir vapur geçerken.
Christian Nadler başını kaldırıp bakınca, göle titrek bir ağ gibi vuran altın sarısı güz
ışıklarıyla karşılaştı; titrek ışıklardan örülü ağda, bulutların gölgesi, uzak kıyıların sivri
kulelerinin ve ağaç kümelerinin akisleri, bir sapan ve sularda yıkanan bir kız çocuğunun
hayaline kadar bütün bir dünya vardı.
Christian çocukluğundanberi göle ve suya tutkundu. Top-
raktan daha çok suya bağlı insanlardandı. Alınyazısı, bir sürü
dolambaçlı yol, sakatlık ve kendi çabasının yardımıyla onu sa-
pandan kurtarıp göl kıyısına getirmişti. Çocukluğunda göle ça-
kıltaşı fırlatıp suda uzaklara sektirmeği denerdi sık sık. Şu an-
da yine aynı şeyi yapmak geldi içinden. Bu istekle kundurayı
bıraktı ve tarla yolundan gelen Liese'yi gördü. Gebe olmadığı
halde karnı biraz öne çıkmıştı. .,
Christian, beni rahat bıraksa, diye düşündü. Sevişmeler, kıskançlıklar ve cephede sağ
kalanların dönüşü gibi tatsız olaylar geride kalmıştı. Bedenden ve ruhtan kalanla rahat
etmeğe bakmalıydı. Bir fırtınada yıldırım çarpıp kömürleşen ve bütün dalları parçalanan
bir ağacın, büsbütün ölmekle azbuçuk yaşamak arasında bir karara varması gibi, o da
ömrünün bundan sonrası için alın yazısına boyun eğmeliydi.
Liese : «Burası hiç de fena değil!» dedi.
Christian: «Neden olmasın?» cevabını verdi.
«Fakat kışları buz gibi soğuk olur..»
«Yeni bir küçük sobam var. Gazinocunun oğlu antrasit kömürü getiriyor. Boruları da
taktım mı, tamam.»
Kadının bir an önce uzaklaşmasını istediği için yer göstermedi, otursun diye. Liese, her
zamankinden daha başka bir tonla konuşuyordu. Kollarını göğsüne kavuşturup daha
ayakta başlamıştı konuşmağa :
«Kocam son günlerde pek memnun, kötü durumlarda yardım ediyorsun diye. Köydeki
kıskançlar sevineceklerdi, işlerimiz biraz kötüleyince. Sana diyeceklerim var. Burada
sandalyeye çökmüş, çekiç sallıyorsun, ama çekicin sesi bizim orada duyulmuyor. Fakat
bizden sana doğru uzanan bir şey de var ve ben bundan pek hoşlanıyorum.»
Christian, önündeki işe indirdi bakışlarını. Çekiç sesleri duyulmaz olmuştu, demek!
Ortalıkta da hiç görünmüyordu. Bir sicim olmuştu sadece. Hoş oluyormuş böylesi!
Liese sakin bir sesle devam etti :
«Borç olarak bir karşılık bulduk. Faizleri tam gününde ödememiz gerekiyor. Bu da pek
hoş birşey değil.»
Christian, beni yine sızdırmak istiyor belki, diye düşündü.
«Yine toprak satmadan işleri nasıl yürüteceğimize bir türlü akıl erdiremiyorum. Wilhelm
bu dünyada olmaz olmaz, diye düşünüyor hâlâ. Savaştan kalma bir alışkanlık. Bir
bakarsın ters gidiverir işler, bir bakarsın birden düzeliverir, ya da birşeyler elde edilir,
ölçüyü hiç kaçırmamalıyız. Ürünleri satınca vergiyi ödemeli. Ortakçıyı savdığımıza önce
sevinmiştim. Sonra da bir ortakçı bulduk diye sevindim.»
Genç kadın yere oturuverdi ; alçacık taburede oturan Christian şimdi ondan biraz daha
yüksekteydi. Kadın, çözdüğü kemerini yere bıraktı. Çakıl taşlarını andıran öylesine mavi
maviydi ki, şıkırtıları duyulur gibiydi,
Christian: «Benim içeriyi bir görmek istersin her halde!» diye sordu.
Fakat Liese hiç oralı olmadan yine anlattı :
«Kocam askerlikten bir türlü vazgeçemedi. Köye dönmesi lâf olsun diye. Saçma barış
yakında hapı yutacak diye düşünüyor gibime geliyor. Makineli tüfeği hazırladın mı gerekli
yonca tarlası hemen elde edilir sanıyor. Bunun için kanter içinde çalışmak gerektiğini aklı
almıyor. Vergileri ve ödenecek taksitleri de düşündüğü yok. Biri gelip ineği geri almak, ya
da taksitlerden birini isterse bir kurşun sıkıvermek yeter, diye düşünüyor.»
«Şenden uygun karı bulamaz kendine. Sana düşüyor onun her işine bir çare bulmak.»
«Evet. Çocuklara herşeyi düzgün bırakalım istiyorum. Ben de olmasam kim koruyacak
mallarımızı onlar büyüyünceye kadar ? Wilhelm bir yerde tüfek sesi duydu mu hemen o
yana koşuyor. Bundan ötürü de her iş bana düşüyor.»
Bir vapur düdüğü duyunca ikisi birden başlarını o yana çevirdiler. Koskoca bir bulut
gölgesinin yarısı göle, yarısı da fundalığa vurmuştu. Bulut ağır ağır yükseldi. Bulutlar
arasından yanlamasına vuran ışıkta bir köy ortaya çıkıverdi, epiy uzaklarda. Hepsinin
aklından çıkmış olan köy, kilise kulesini sivri bir işaret parmağı gibi göğe doğru
kaldırmıştı. Vapur bir önceki iskeleye bir dakikalığına uğradı, ikisi birden başlarını
vapurdan çevirdiler ve birbirlerine baktılar aynı anda. Halâ yerinde mi diye gizlice ve
çabucak bakmak ister gibi. Fakat karşılaşan bakışlarını hemen kaçırdılar birbirlerinden.
Christian çekicini birkaç defa salladı. Liese bir ot sapını çiğnedi dudakla-

rımn arasında. Adam şuracıktaydı şimdi. Onundu. Nasıl adammış, kimin nesiymiş hiç
önemi yoktu. Adam nasıl biri olursa olsun, sakinletecekti. Yoksa şu aşağılık hayatta asla
rahatlıya-mıyacaktı. Herşeyi kılı kırk yararcasma düşünüp mahvolma-mak için biraz
yatışması gerekirdi. Liese'yi yatıştıracak başka hiç birşey yoktu bu dünyada. Ne çalışmak,
ne çocuklar, ne kendi erkeği, ne de bir başka erkek! Hattâ bu Christian'dan bin kez daha
sağlam da olsa, onun gibi içinden pazarlıklı olmasa da.
Christian, genç kadının kafasından geçen bütün bu düşünceleri anlamıştı; gözetliyen var
mı, diye çevresine bir bakındı. Sonra, bacağının izin verdiği kadar çevik bir davranışla
kalktı ve : «Gel!» dedi.
Kulübenin içerisi kayıkhane ile kundura tamircisi arası kokuyordu. Yerlerde, hattâ seyyar
karyolada, bile sazlar ve deri parçaları vardı. îki çeşit tutkal kokusu genzi tıkıyordu. Deri
yapıştırmak için ve kontrplaklar için kullanılan tutkalların.
Christian ve Liese az sonra kulübeden çıktıklarında vapur gölün sonuna varmış
dönüyordu. Arkada bıraktığı pırıl pırıl köpüklerin incecik izi henüz kaybolmamıştı.
Christian yine çöktü taburesine ve az öncesi gibi çekiç sallamağa başladı. Liese, kısaca :
«îyi akşamlar!» diledi.
Christian Nadler, anlaşılmaz birşeyler homurdandı.
Liese, arkasını dönüp tarlalara doğru uzaklaştı.

YEDĐNCĐ BÖLÜM
Wilhelm Nadler, karısının kayıkhaneye uğrayıp epiyce kaldığı söylentisini haftalarca sonra
duymuştu. Christian'ın kemiklerini kırmamak için günlerce nefsiyle çekişmek zorunda
kaldı. Wilhelm Nadler, topraklarının yakınında Christian'm topallıyarak şaşkın şaşkın
dolaştığını, taburesini, makinesini, kendisi gibi çarpuk çurpuk düzineyle eski papucun
arkasından koştuğunu hayalinde görür gibi oluyordu. Fakat sadece hayalinde.
Günün birinde iyice öfkelenip oraya giderken yine Levi'ye rastladı; son taksitlerden birini
istemeğe geliyordu. Wilhelm arttırabildiği bütün parayı makinenin onarımı için fabrikaya
ödemişti. Firma, yazılan mektuplar bir işe yaramazsa, taşrayı iyi bilen memurunu
gönderip köy köy dolaştırıyor ve taksitleri topluyordu. Memur her defasında değişiyordu.
Kimisi kumral, kimisi esmer oluyordu. Fakat hepsi de taksitlerin sektiril-memesinde aynı
sertlikle davranıyordu. Zira bu yüzden aylık alıyorlardı. Kimden aldıklarını pek
bilmiyorlardı. Zira aylıklarını ödeyen veznedar da kendileri gibi aylıkçıydı o firmada.
Firmanın nenin nesi olduğunu Nadler gibi onlar da bilmiyorlardi. Gölün bu yakasında-,
Nadler'in sapan sürdüğü buralarda yıllardır iş yapan inekçinin kim olduğunu biliyorlardı.
Nadler'e göre birşeyi sevmek, ya da nefret etmek için göz-
le görülür bir yanı olmalıydı; bir firmayı, ya da bir düşünü si-
per alan bir şey değil. Đşte, Levi'nin yaklaştığını görünce bun-
dan ötürü kanı tepesine çıktı. Oysa firmanın memurlarından
birini görünce yelkenleri suya indiriyordu. Tanımadığı biri,
omuzuna vurup, firma tarafından gönderildiğini söyleyince öf-
kesinden kuduruyor, fakat güvensizleşiyor ve kolu kanadı kırı-
lıyordu. ,
Wilhelm Nadler'in inekçi yahudiye kalan borcu, kardeşi sayesinde son taksitin en son
parasıydı. Christian, kalan bu para için bir süre daha beklemeğe razı etmişti inekçiyi.
Levi, Nad-ler yine parasızlıktan söz açınca : «Kardeşinizi iyi tanırım, sizi kötü durumdan
kurtarır bu defa da,» dedi; zira köylülerin durumunun her zamandan daha kötü olduğunu
biliyordu. Yem fiyatları yanına yaklaşılır gibi değildi. Darı da öyle. Pazarların yumurta,
tereyağı ve içyağı isteği de azalmıştı. Zira işsizliğin arttığı Berlin'de alıcı bulmak çok
güçtü. Nadler: «Sen bir dene!» cevabını verdi.
Wilhelm Nadler, Christian'a kendi gideceğine yahudiyi gönderdi. Öfkesini boşaltmak
olanağını şu anda yitirivermişti. Patlıyacaktı kızgınlıktan. Evine, mutfağa döndü. Sonra,
bulutsuz bir gökyüzünde birden şimşekler çakması gibi, hiç birşey-den habersiz Liese'yi
saçından yakaladı bütün öfkesini ondan çıkarmak ister gibi.
Liese : «Ne yaptım ben sana?» diye haykırdı.
Wilhelm :« Ne yaptığını sen kendine sor pis karı..!» diye bağırdı.
Liese, kocasının birden patlayıvermesinin nedenini hemen anlamıştı gerçekte.
Kayıkhaneye uğradığını bunca zaman sonra öğrenmesine akıl erdirememişti sadece.
Kocası yorgun düşünce, Liese de ahıra döndü ve saçlarını düzeltti. Bir yandan da,
Christian'a şimdi ne yapacağını tanrı bilir, diye düşündü; onu uyaracak durumda bile
değildi.
Đnekçi bir saat sonra döndü. Keyifli keyifli : «Biliyordun bu işin olacağını,» dedi.
«Wilhelm'in bir daha imzalaması gerek bir senet getirmişti. Nadler, bakalım daha neler
olacak, tanrı bilir diye aklından geçirdi ; işim rastgitti de bir çıkar yol bulundu.
Christian, Levi'yi daha geldiğinde görmüş ve : «Kardeşime uğradınız mı?» diye sorup
tuhaf tuhaf bir süzmüştü. Đnekçi : «Beni o gönderdi buraya,» cevabını verince, isteği
hemen yerine getirdi. Hattâ, herzamandan daha da çabuk.
Christian, kardeşinin o ziyareti öğrenmiş olduğunu haber alalı epiyce vardı. Zira gölün öte
yanında oturan yakınlarını görmeğe vapurla giden Scbwalm adında bir köylü, Liese ile
Christian'ın kulübeye girdiğini güverteden görmüştü. Christian bunu haber alalıberi,
Wilhelm'in çıkagelmesini bekliyordu. Kulübenin içinde çalışmağa başlamış ve kardeşi
tartaklamağa kalkışırsa önce lâfla bir gözdağı vermek için kapıyı sağlamla-mıştı. inekçinin
gelmesinden, Wilhelm'in kavgayı göze alacak durumda olmadığını anlıyordu. Liese'nin de
evde durumu pek parlak olmamalıydı. Ne var ki, bütün bunlarda eninde sonunda hep
oydu suçlu.
Christian böyle belirsiz düşünceleri bırakmış ve sert gerçeklere yönelmişti. Ortakçıyla olan
anlaşma sonbaharda bozuluyordu. Topraklar yonca ekimine gerekli diye bunu kendileri
istemişlerdi. Şimdiyse bol bol yoncaları vardı ama, çocukların karnı yoncayla doymazdı.
Sütü son damlasına kadar toptancıya veriyorlardı, giderleri karşılayacak parayı
toplıyabilmek için.
Çiftliğin ipotek edilmesini, ya da icraca satışa çıkarılmasını, Wilhelm kadar o da
istemiyordu. Wilhelm de tıpkı ağabeyi gibi düşünüyor, çiftlik çocuklara kalsın istiyordu.
Ne var ki o bu konuda daha başka düşünüyor, gözleriyle uzaktan görebildiği bir noktayı,
tek bir çocuk başını, açık sarı saçlarından ötürü köylülerin alay için yumurta kafalı adını
ver-

diği küçüğü gözünde canlandırıyordu. Fakat kendi miras payının bir sürü kardeş arasında
ona nasıl ulaşabileceğine de bir türlü akıl erdiremiyordu. Ancak bir mucize, ya da çok güç
bir hileyle olabilirdi bu.
Wilhelm Nadler kardeşini dövemiyecek duruma düşünce, her söylenenin ille de gerçek
olamıyacağma inandırdı kendini. Liese eniştesine kuyruk sallamış ve işi daha ileriye
götürmemiş de olabilirdi. Zira iş o duruma varsaydı, kendisi gibi bir insan, kardeşini
kovmaktan çekinmezdi.
Liese, zorba kocasından korkup önceleri çocukların koynunda yattı. Fakat korkusunun
yersizliğini anlamakta gecikmedi. Wilhelm'in öfkesi geçmişti. Herşeyin eskisi gibi sürüp
gideceği her halinden belli oluyordu. Wilhelm Nadler, böyle bir söylentiye inanmasa da,
şehre giderken Liese ile Christian'] yalnız bırakmağı göze alamıyordu. Bankadan bir ihbar
mektubu gelmişti. Bu defa faiz paraları çoktan hazır olduğu halde Wilhelm şehre
gidemiyordu hâlâ.
En son ihtar mektubunu da alan Wilhelm Nadler'in aklına bir çözüm yolu geldi.
Christian'm oturduğu kulübeye bitişik küçük bir bölme vardı. Eskimiş kayığın kalıntısını
oraya koymuşlardı. Kayık çürümüştü onarılmıyacak kadar. Parçalanıp sobada yakılacak
hale gelmişti. Wilhelm, büyük oğlunu bu işi yapsın diye oraya gönderdi.
Christian Nadler bir şaşırdı, küçük Nadler'in elinde kazmayla geldiğini görünce. Sorunca,
babasının şehre bankaya gittiğini öğrendi; Liese'nin kimse görmeden buraya girmesini
önlemek için çocuğun bekçi diye gönderildiğini anlamıştı.

Wilhelm Nadler, Potsdam istasyonunda banliyö treninden inip bir kaç sokaktan geçince,
uzun süre köyde yaşadıktan sonra şehre gelen herkes gibi oldu. Herkesin müthiş bir
acelesi varmış gibiydi. Nadler'e göre saçma amaçlara varmak için kosusuyorlardı. Fakat
şehrin uzakça bir alanında bulunan kendi
hedefine varması da engelleniyordu hep. Đncecik, fakat buz gibi
bir yağmur, insanları sürüler gibi bir araya topluyordu. Nadler,
sık sık durmak zorunda kalıyordu. Bankadan yeniden borç is-
temek de şimdiden sıkıntı veriyordu. Zira bunu sağlıyabilmek
için faizleri vaktinde ödemişti. Evin durumu tersine gitmesey-
di, taksitleri geciktirmeseydi, paranın hepsini çoktan ödemiş
olacaktı. ,
Wilhelm Nadler, şehre son gelişinden bu yana yapılmış çok yüksek bir yapıya baktı. Güz
yağmuru köyde olduğundan daha çok rahatsız ediyor ve soğuk âdeta ısırıyordu. Sokak
satıcıları sırsıklam şemsiyelerin altında söver gibi bağırışıyorlardı.
Nadler, bir gün bile birşey satın almıyacağı mağazalara baktı; neye kullanıldıklarını hiç
bilmediği şeyleri öven reklâmları okudu. Buz gibi bir yağmur aralıksız yağıyordu. Gittikçe
daha çok sayıda insan, itişe kakışa koşuyordu. Ne bu insanlar onun, ne de o, bu
insanların umUrundaydı. Đnsanlar tramvayda ve otobüste onun yerini elinden alıyorlardı
hep. Bir türlü akıl erdiremediği nedenlerden ötürü, tam da onun indiği yerlere iniyorlardı.
Wilhelm Nadler bu şehrin sokaklarından müzik ve bayraklarla geçişini hatırladı. Đnsan
kalabalıklarını dilediği yana yöneltebiliyordu o sıra. Silâhlıydı. Đnsanlar onu görünce
hemen geriliyorlardı. Koskoca bir alan bir anda boşalıveriyordu.
Wilhelm Nadler bir afiş kulesinin önünde durdu. Ufak tefek bir pinpon, kâğıtları çekip
yırtıyor, kovasından aldığı çirişi eski afişlere sürüp bir yenisini yapıştırıyordu. Yarın bir
başka yenisi de o afişin üstüne yapıştırılacaktı. Tuhaf bir mesleği vardı şu ihtiyarın.
Nadler'in köyü için çok yeni sayılan bir afişin burada başka afişlerle örtülmesi de tuhaftı.
Hattâ bir afişin uygun bir yerde uzun süre kalabilmesi köyde Nadler'e bağlıydı. Köydekiler
hayretle okumağa yeni yeni başlamışlardı. Buradaysa herkes biliyordu afişte ne yazılı
olduğunu. Hepsi de okumuştu Alman Milletinin köleleştirilmesi' bildirisini, Birleşik
Amerika'nın Joung plânını öğrenmişlerdi. Yağmur altında çabuk çabuk yürürken bir daha
bakıp başlarını salladılar iki yana. Hiç bir suçu olmıyan çocuklarının ve torunlarının altmış
yıl süreyle ceza alacağından dehşet duymuşlardı. Zira hiç biri kendini suçlu
hissetmiyordu. Savaş biteli on yıl geçmişti, Yağmur altında sırsıklam olmuş ve herbiri bir
yana koşuşan bu insanların yüreği korku, tasa, umut ve açlık gibi karmakarışık duygularla
doluydu ama, suçluluk duygusunun en ufak bir izi yoktu. Olağan zamanlarda ancak
gökyüzündeki yıldızların sonsuz sayısına bakıp şaşıyorlardı. Markın değerini yitirdiği
günlerde olduğu gibi. Şimdi kendilerinin böyle sayıları elde etmesi gerekmekteydi. Gün
yeni başladığı halde yoruluvermişlerdi. Kış gelmeden donuyorlardı soğuktan. Yağmur
inceden inceye yağıyordu ama hepsi iliklerine kadar ıslanmıştı. Pinpon ihtiyar az ötedeki
sokak başında fırçasını çıkarmış yeni yeni afişleri çirişle yapıştırıyordu.
Nadler, bankaya borçlarını ödedi. Fakat yeni bir borç için görüşmeği başaramadı. Oysa,
şehre inmesinin başlıca nedeni buydu, ilgili memur ya sahiden yerinde değildi, ya da
böyle bir görüşmekten kaçındığı için onu atlatıyordu. Nadler, nasıl olsa vakti olduğunu
düşünüp birkaç kadeh bira içmeğe karar verdi. Köye öğle treniyle giderse aşağı yukarı
tam zamanında varmış olurdu; zira oğlu kayığı ancak parçalayabilirdi o saate kadar.
Wilhelm Nadler, birkaç sokak geçtikten sonra, eski başçavuşu Struve'ye rastladı. Büyük
bir mağazada kapıcı olmuştu. Otomobillerden inen bayanları kocaman ve renkli bir
şemsiyeyle karşılıyordu. Bu görevi sırasında karşılaştı Nadler'le. Stru-ve, yakındaki bir
gazinoya gidip nöbetten çıkıncaya kadar beklemeğe razı etti onu.
Nadler, beklerken hatırladı ve Liese yemek pişirmek ve hayvanları sağmak için nasıl olsa
benden önce döner diye biraz yatıştı. Bu saatte köyde olsaydı gazinoya gidecekti.
Struve, bıyığından bile yağmur suları damlıyarak geldi. Nadler, biraz da kıskanarak genç
kalabilmiş hâlâ, diye aklından geçirdi. Üniformayı andıran bir sürü düğmeli kapıcı cake-ti,
eski güzel günleri hatırlatan bir hava veriyordu arkadaşına. Struve, Nadler'in hesap
ödememesi için direndi. Eliaçık görünmeği eskidenberi severdi. Savaştan önce gedikli
okuluna gitmişti. Şimdi evliydi ve bir sürü çocuğu vardı, iyi belgeleri ve düzgün yaşayışı
sayesinde oldukça kolay bulmuştu o işi.
içtiler ve eski arkadaşları konuştular. Struve, Spor sara-
yında bir toplantıya birlikte gitmeğe Nadler'i razı etti. Kendi-
si de hemen dönmiyecekti eve. Kadınları böyle alıştırmağa gel-
mezdi. ;
Nadler, toplantıda konuşacak adamı arkadaşı pek öğünce : «Ha. o mu?» dedi. «Ufak
tefek ama yamandır.» Oysa, kendisinden kısa boyluları hep alaya alırdı.
Nadler, Spor sarayına girince arkadaşına hak verdi. Kürsüdeki ufak tefek adama bakınca,
kalabalık daha da büyüdü gözünde. Adamın sesi, çelimsiz bir vücuttan geldiğinden
olacak, daha da gür gibiydi. Nadler buraya gelirken kuşkuluydu. Köydeki Çelik Miğferliler
ve konuşucuları, Goebbels'i tutarlardı çoğu; Nazilerin sersemce hükümet darbelerine ve
çocukluklarına atıp tutsalar da.
Nadler, sahnedeki ufak tefek adamı büyük bir hayranlıkla dinliyordu. Ona göre bu adam
bütün milletin belkemiğiydi; onun «ağzı, Alman vücuduna sağlıklı kan veren bir çeşmeydi.
Konuşucunun yaradılıştan kusurlu olması, dinleyenlerin gücünü ve ağırlığını daha da
arttırıyordu:
«Sizin gibiler savaşların en doğuşken askerlerisiniz. Ordu sizlersiniz! Neyi savunduğunuzu
biliyorsunuz. Yeryüzü boş bir kavram değildir sizler için. Sizler bu toprakları kanlarınızla
su-ladmız!»
Adam, Nadler'in bildiği herşeyi biliyordu ama, ondan farklı olarak bunları söyliyebiliyordu.
inek satıcısı Yahudiyi bile unutmamıştı. Köyleri sömüren Yahudi satıcıları, kendisi de

ölüler Genç Kalır — F. : 15 oralarda bulunmuş gibi, tıpkı tıpkısına anlattı. Nadler,
başından geçenleri, müthiş korkularını ve sömürülüşünü bir daha yaşarmış gibi oldu.
Nadler bakışlarını bir ara çevresinde dolaştırınca, balkonda bir sütunun arkasında Baron
von Ziesen'i gördü. Ziesen, Nadler'i müthiş tesir altında bırakan bir yüz anlatımıyla
heyecan içinde dinlemekteydi. Nadler iyi tanırdı onun yüz anlatımını. Von Ziesen'in de
tıpkı kendisi gibi hayran kalıp bağlandığı bu konuşucu için derin derin düşündüğünü
anlamıştı. Von Ziesen'i burada böyle bir yüz anlatımıyla görmek, Nadler'e, sahnedeki
çelimsiz konuşucunun sesi kadar tesir etmişti.
Wilhelm Nadler, masallardaki deve benzerdi; her zaman en güçlü efendinin hizmetinde
çalışmak ister ve güçlü efendi onu daha güçlü bir başka efendiye verince eskisini
unuturdu. Nadler'in, von Ziesen'e duyduğu bağlılık, kendi de farkında olmadan,
gevşemişti.

Klemm ve Castricus birlikte bir otomobil yolculuğu yaptıklarında önce hep aynı çekişme
olurdu. Becker, kendisi için uygun bir çözüm yolu bulunacağını her defasında umar ve
çoğu da haklı çıkardı. Castricus'un kızı önce hep direnirdi kendi otomobiline binilsin diye.
Şoförünün kullandığı otomobile çocuksu bir düşkünlüğü vardı. Ciddi bir nedenden ötürü
değil, kafasına koyduğunu yaptırmak isteğinden belki de! Becker de bundan ötürü hiç
alınmazdı. Dediğini yaptırırdı eninde sonunda. Becker bu inatçı kızı Herr von Klemm'le bir
iki defa dolaştırmak isterdi. Fakat kız hep kaçınmıştı bundan. Böyle gezintilere hep kendi
şoförünü almıştı. Aşırı ciddi, az konuşan bir insandı ve kimi kimsesi yoktu o şoförün de.
Becker, Castricus'un mutfağında kendi evinde gibi hisseder olmuştu yavaş yavaş ama, o
şoföre pek yakmlaşamamıştı. Klemm ve Castricus, birlikte otomobil gezintilerinde küçük
bayanın da bulunmasından pek hoşlanıyorlardı. Fakat ikisi de kendi otomobiline binilsin
istiyordu. Klemm, Becker'in kullandığı arabayı, Castricus da kızının otomobilini. îşte
bundan ötürü, neşeli neşeli çekişirler ve sonunda Becker'de karar kılarlardı.
Castricus yazları kendi otomobiliyle giderdi önemli toplantılara, fakat kızını yanına
almazdı. Castricus memnun kaldığı önemli sonuçları von Klemm'e anlatırken Becker de
duyardı hepsini. Hitler'in Ren ve Ruhr bölgesi endütri kıratlarına plânlarını açıkladığı
Düsseldorf toplantısına von Klemm gitmemişti. Von Klemm, Bad Godesberg'e arada bir
şöyle bir uzanmaktan hoşlanmıyor değildi. Kız yalnız bulunduğu sırada ilgileneceğini
babaya söz verdiği için yapıyor değildi bunu sadece. Fakat otomobilde olunca da hemen
hiç ilgilenmiyor diye Becker'in canı sıkılıyordu. Küçük bayan bu konuda yanma yaklaşılır
gibi değildi. Sonradan işi nereye kadar götürdüğünü Becker anlı-yamıyordu. Zira von
Klemm ve evin küçük bayanı akşam yemeğine gidince Becker'i mutfağa gönderiyorlardı
hemen. Eve dönerlerken ise, Klemm her zamankinden daha az konuşkan oluyordu.
Eltville'deki hizmetçiler, sevgili bayanlarıyla efendileri arasında bir tatsızlık hissetmişlerdi.
Herr von Klemm çalışma odasında yalnız yatıyor ve oğluyla gevezelik için sadece bir
saatliğine eve uğruyordu. Helmut, Mainz'deki lisede okuyordu. Büyük baba Klemm de
kendi oğlunu orada okutmuştu. Höchst'e otomobille giderlerken oğlanı Kasti köprüsünde
indirirlerdi bazı bazı. Efendisinin oğlunun arkasından hüzünlü hüzünlü bakışı Becker'in
gözünden kaçmazdı. Helmut güçlü kuvvetli ve neşeliydi. Becker seziyordu efendisinin
neden ötürü pek üzüldüğünü.
Castricus Düsseldorf'tan döneliberi baba kızla otomobil gezintileri yine başlamıştı. Her
defasında aynı söz çekişmesi yapılirdi. Castricus yolda giderlerken: «Hayatta sadece
doğruyu yapmak yetmez, en doğru davranışı en gerekli anda yapmalı,» derdi. «Yoksa en
doğru şeyden bile ters bir sonuç çıkabilir. Eski partilerin hiç birisinin metelik etmediğini
size epiyce önce söylemiştim,. Programlarına yaşlı kediler bile dönüp bakmaz.
Endüstrimizi biraz olsun verimli bir duruma getirdik. Yüklerimizi de epiyce hafiflettik.
Fakat şimdi yelkenleri iyice şişirmek için kuvvetli bir rüzgâr gerekli, derim Herr von
Klemm! Yoksa, sizin küçük Helmut'un oğulları ödiyebilecek savaşı kaybeden büyük
babalarının borçlarını.»
Klemm : «Ben savaş kaybetmedim,» cevabını verdi.
«Biliyorum.» Borçların neden ötürü olduğunu belirtmek için böyle diyordu. «Cephe gerisi
uzun süre dayanmadı. Askerler silâhları bıraktı ve imparator Wilhlem kaçtı. Fakat böylesi
bir daha başımıza gelmemeli. Bir sürü beceriksizlik ettik. Hiç bir şey başaramadık. Şimdi
Luxembourg'a yatırım yapmak istiyorum. Geçen yıl olduğu gibi ikide bir grevler patlak
verirse nereden sağlamalı gerekli parayı. Đşçi çıkarmak ve lokavtlarla sürgit yürümez
işler. Yoksa savaş kadar kötü biter. Cephe ge-risindekiler bıktı ve askerler silâhlarını
bıraktı.»
Becker, Herr Castricus buna benzer bir şeyleri bir defa daha söylemişti iyi hatırlıyorum,
diye aklından geçirdi; Berlin'den Ren'e dönerken söylemişti. Zira bütün açıklamalar,
toplantılar, otomobil yolculuğunda arkada bırakılan kilometre taşlarıydı onun şoför kafası
için.
Castricus : «Đşçiler sosyalizmden başka lâfa kulak vermiyorlar,» diye devam etti.
«Sermaye ye aldırdıkları yok. Yarın altmış kişi daha işten çıkarmam gerekiyor.
Gündelikleri de kısa sürede indirmek zorundayım. Bütün bunları keyfimden yapıyorum
sanmayın Herr von Klemm. Luxemburg'ta yapacağım yatırıma gerekli sermayeyi az
zamanda elde edebilmek için işçi çıkarmam gerekiyor. Yanımda çalışanlarla iyi geçinmek
istediğimi ötedenberi söylerim. Ortaklaşa bir sosyalizm gerekli iki tarafa da. Acı hapı
yutmak zorundayız. Daha doğrusu sadece reçetesini.»
Castricus kendi de farkında olmadan sesini hafifletti; eninde sonunda bir yabancı olan
şoförün konuşmalardan bazılarına kulak verebileceğini kavramıştı. Söylediklerinin yabancı
bir kulak için hiç de uygun olmıyacağmı fazla düşünmeden akıl etti. Şoförü dostu von
Klemm gerçi pek seviyordu ama, önünde herşeyin tasasızca konuşulabileceği kişilerden
de değildi.
Becker direksiyonla pek meşgul görünüyordu. Castricus büyük bir dikkatle sesini
alçaltarak devam etti. Becker'in asıl şimdi kulak kesildiğini farketmemişti.
Klemm : «Đlâcın sadece reçetede kalacağını bize kim garanti edebilir?» diye sordu.
«Yığınların bu sözümüzü senet say-mıyacağmı nerden bileceğiz?»
«Düsseldorf'ta konuşan adam işte bu konuda üzerimde iyi bir tesir bıraktı. Neyi
söylemenin gerekli olduğunu seziyor. Biliyor, demedim, seziyor dedim. Adam pek zeki
değil. Fazla derin bilgisi yok. Biz patronların önündeki davranışları Berlin'de yığın
karşısında davranışlarından daha başka olmalı. Bizim gibi aklıbaşmda kimseler onun
sözlerine benzer şeyler söylese kimse inanmaz. Fakat o kendi buluşu reçetesine öylesine
inanıyor ki, kutsal ruhun ışık tuttuğunu sanarsmız.»
Klemm : «Kim bilir, belki de öyle!» demekle yetindi.
Castricus, ufacık gözleriyle, von Klemm'i yandan bir süzdükten sonra, kahkahalarla
güldü; sağlık taşan dolgun yüzünde kırışıklar ortaya çıkmıştı.
«Sizin böyle konuşmanız yapılacak iş için en uygun adamı bulduğumuza işarettir.
Yaptıklarının bir oyun hilesi olmayıp birer ilham olduğuna en ön sıradakileri inandırabilen
bir hokkabaz elbette ki, çok usta bir büyücüdür. Böyle birisi kendi hilelerine kendisi de
inanırsa hoş görmeli. Bu adamı sahneye çıkartmanın tam zamanı şu sıra. Zira Versailles
andlaşması yapılalı on yıl geçtiğini tam da şu sıra hatırlamaktayız.»
Klemm : «Sosyalizmin böylesine herkesin ille de pek hayran kalacağım pek sanmıyorum
ben,» dedi. «Yığınların epiyce yorgun olduğunu, on yıldan aşırı bir süredir öteki
sosyalizmi, yani yalancı sosyalizmi tanımış bulunduğunu unutmayın. Mülklerin
devletleştirilmesi ve benzeri şeylerle. Siz kendiniz bile o tarihte Locarno andlaşmasına ve
Sovyet Rusya ile ekonomik anlaşmalar yapılmasına karşı çıkmadınız.»
Castricus, Becker'in kulağı dibinde böylesine yüksek sesle konuşulmasını doğru
bulmamıştı. Bir çocuğun yanında açık saçık hikâye anlatılmasından utanan bir yetişkinin
duygularını hissetmişti; Becker'e duyurmak ister gibi bile bile yüksek sesle konuştu :
«Zayıf olduğumuz sürece Sovyetlerle alışveriş yapmalıyız. Oradan gelecek her petrol
tankeri Almanya için yararlı olacaktır.»
Sonra, yine sesini alçaltarak devam etti :
«Bereket bizim eski sosyal demokratlarımız var; ihtilâlin böyle bolşevizm gibisinin emekçi
çıkarlarına karşı olduğunu işçilerimize canla başla anlatıp duruyorlar. Sosyal demokratlar,
Sovyetler devletinin karşüaştığı güçlükleri durmadan anlatarak bizi ağır bir yükten
kurtarıyorlar. îşte bundan ötürüdür ki, Rus sosyalizminden pek korkmamız gerekiyor,
işçiler kendi aralarında öylesine tartışmalara giriştiler ki, eski duruma bir son verecek yeni
bir şeye sevinirler, işte bundan dolayı da Na-ziler'e biraz para vermeğe hazırım.
Luxemburg'a sermaye yatırmak için nakit paraya tam şu sıra pek ihtiyacım olduğu
halde.»
Klemm : «Bilmem, bilemiyorum!» dedi, «Bu işde aşırı bir saçmalık var gibime geliyor.
Hele yahudilere karşı o aşırı saldırı !»
Castricus'un sağhk taşan kıpkırmızı yüzünde yine bir sürü çizgi belirdi ve yanakları
büsbütün şişti:
«Beni dinleyin dostum. Şube direktörlerimden Sonneheimer adında biri var. Pek de işe
yarar adamdır. Fakat bütün işçilerimden olmaktansa onu işinden atmağa razıyım.
Makinelerim, ya da Godesberg'teki evim tahribedileceğine sevgili Sonneheimer'in
kemiklerini kırsınlar da sonradan sanatoryomda baktırıp parasını ben vereyim daha işime
gelir.»
Castricus'un sevgili Sonneheimer'in kemiklerinin kırılması pahasına da olsa elden
kaçırmak istemediği villânın önüne varmışlardı. Castricus : «Herr Becker!» dedi.. «Şimdi
bizim mutfağa gidip karnınızı güzelce bir doyurun.»
Kızı da, babasının ve konuklarının önü sıra merdivenleri çıktı sıçrıyarak. Von Klemm'in
hoşlandığı şaraplardan bir şişeyi hemen açtırdı. Masanın üstünde duran karanfilleri,
sırtındaki giysi renginde kırmızılı mavili bir başka çiçekle değiştirdi. Fraeulein Castricus
bütün yolculukta hep susmuştu, ama von Klemm'in gözlerini üzerinden hiç ayırmadığını
biliyordu. Kendisi de bütün yemek boyunca içleri gülen o koyu kestane rengi gözlerini
Klemm'in epiyce asık yüzünde dolaştırdı hep.

Klemm, o akşam işler yüzünden biraz daha kalacaklarını eve telefonla bildirmesini
Becker'e söyledi. Bahçeli bir gazinonun önünde otomobilden indiler. Klemm şarap
ısmarladı. Bec-ker'i de maöasma çağırdı, ikisinin suratı aynı anda kırmızılaştı. Genç ve
sağlıklı yüzlerde bu şarap böyle bir tesir yapardı. O güne kadar gizli kalmış, hattâ
bilincine varılmamış bir sürü düşünce hücum etti Klemm'in beynine. Becker efendisiyle
arasında bir mesafe bulundurmak ister gibi sandalyesini masanın köşesine çekip biraz
geride saygıyla oturmuştu. Efendisini heyecanlandıran düşüncenin ne olduğunu çok iyi
biliyordu. O esmer ve neşeli kız, kuru ve suskun ev kadınından daha hoşuna gidiyordu
Becker'in de,
Klemm, dalgın dalgın: «iyi yemek verdiler mi, Becker?» diye sordu.
«Hem de nasıl! ilerde kocasını mutlu kılar, hiç kuşkum yok bundan.»

Şoför, çok sevdiği bir oğul için babasının beslediğine benzer duygular hissediyordu
efendisi için. Devam etti :
«Pek genç olmasına rağmen ev işlerinden çok iyi anlıyor. Anasının hastalığmda öğrenmiş
olmalı!»
Klemm, bir baş işaretiyle doğruladı ve hiç birşey söylemedi. Becker'in kızı anlatışı hoşuna
gitmişti. Bu sözler kızın canlı bir resmini masanın başına getirivermişti.
Von Klemm, ikinci şişe şarabı ısmarladı. Gazinonun bahçesinde ikisinden başkası yoktu.
Klemm, şarabını içerken derin düşüncelere dalmıştı. Mezarında yatan babası haklı
çıkmıştı, oğluna bu kıza benziyen bir gelin düşünmekle. Fakat dürüst bir insan, oğlunun
anasına, cephe hastanesine bakıp hayatını kurtaran kadına borçlu değildi sadece, kendi
alınyazısına da bağlıydı. Klemm, düşüncelerini yüksek sesle tekrarlıyor ve cevap falan
beklemiyordu. Becker, derin bir saygıyla dinliyordu. Efendisinin söyledikleri yüreğine
işliyor ve içini sızlatıyordu. Becker, efendisi umutsuzlukla içini boşaltıp da susunca, erkek
çocuğun babaya düşeceğini söyledi çekinerek. Klemm, hiç bir neden olmadan bir ananın
elinden çocuğunun alınamayacağını ve böyle bir kanun bulunmadığı cevabını verdi.
Becker, görüşünü açıkladı ama, aralarında koruduğu mesafeyi bir an elden bırakmadı;
sözlerin nazik ahengini senli benli bir edayla değiştirmedi. Becker'e göre, savaş günlük
hayat için de olağanüstü şartlar ortaya çıkarmıştı. Bir savaş alanında otomobil sürmek
Ren kıyısında araba kullanmaktan çok daha başkadır.
Klemm, onun bu sözlerini biraz da şaşırarak dinliyordu. Şoförü Becker'in böyle temel
düşünceleri olmasına hayret etmişti. Onbeş yıldır yanındaydı ama onun böyle düşünceleri
olabileceğini hiç aklına getirmemişti. Klemm, daha önceki emir erlerine gereği gibi değer
vermediğine şu anda pek üzgündü. Zira Becker, çeşitli düşüncelerle yetinmiyor, sevdiği
bir başkasının olağanüstü fikirlerini de izliyordu.
Savaşın yüklediği olağanüstü kurallara subay olsun, asker olsun hiç bir insan ömrü
boyunca bağh kalmaz, diye de-
j .
vam etti Becker; dostluk, sevgi ve evlilik de, savaşta barışta olduğundan biraz daha
başkaydı elbette.
Klemm, yüksek sesle konuşur gibi aklından geçirdi; evet, savaşta Leonore'nin yüzü bir
güneş gibi parlamıştı hastane yatağının üzerinde. Sargı bezinden şırıngaya, hattâ gece
oturaklarına kadar herşey güneşle aydınlanmış gibiydi. Evet, şu lânetli barış dünyasının
herhangi bir yerinde savaş denilen bir ada ve orada bir cephe hastahanesi vardı bir
tarihte. Ondan daha çok benim çocuğum, diye düşündü, oğlunu vermiyecekti. Fakat
ayrılırsa çocuk anaya düşerdi. Klemm buna dayanamazdı. Çocuğun hatırına herşeye
katlanacaktı.
Becker, efendisine yardım edebilmek isteğiyle yanıyordu. Acı çeken oğluna kurtuluş yolu
aranan bir baba gibi. Şarap şişesi ancak yarı olmuştu. Becker'in de canı şarap istiyordu.
Hem şimdi daha da çok. Fakat efendisi onun bardağına şarap koymağı unutmuştu.
Becker, bana önemli görev düşüyor diye aklından geçirdi ve tutuk tutuk konuşmağa
başladı. Çocuğun von Klemm'de kalabilmesi için bir çözüm yolu bulunabilirdi her halde!
Klemm, şoförünün bardağına şarap doldurmağı sonunda akıl etmişti. Ama kendisi daha
çok içiyordu: «Çocuğu anasmdan ayırmak imkânsız!» dedi.
Becker : «Hiç de böyle değil,» cevabını verdi. «Kadın ana Olduğunu unutmuşsa çocuk
ondan alınabilir.»
Klemm : «Nasü ayırmalı?» dedi yüksek sesle. «Kanun böyle bir hak tanımıyor.»
Becker, kendi de farkında değildi, efendisine yardım için bunca şeyi nerden akıl ettiğini.
Şarap, insanların aklına bir sürü şey getiriyordu. Başka zamanlarda hiç düşünemedikleri
şeyleri. Evet, Becker'in aklına bir sürü şey geliyordu: «Evet, evet,» dedi. «Ayrılık kadının
suçluluğundan ise çocuk babaya bırakılır!»
Klemm, üçüncü şişe şarabı ısmarladı. Kendi bardağını ve şoförün bardağını
doldurdu.Becker, susuzluktan dili damağı kurumuş gibi aşın bir istekle içti. Oysa kendini
tutmak istiyor-

du. Evet, aşırı istekli görünmek ona yakışmazdı. Şu anda aşırı bir saygıyla ve aşın bir ara
gözeterek oturmaktaydı.
Klemm, yazık ki, karım gerçekten bir melek, onu hiçbir yargıç suçlıyamaz, dedi.
Becker, bir davrandı. Şimdiye kadar saygı gereği hep sakladığı gerçeği söylemeliydi.
Efendisine yol göstermiş olacaktı, mutluluğa kavuşması için.

Von Klemm o geceyi Godesberg'de bir otelde geçirdi. Odada yalnız kalıp da yatağına
uzanınca bir tedirginlik çöktü üzerine. Şoförünü çok özel işlerine gerektiğinden fazla
karıştırmıştı.
Becker, efendisinden izin alıp "VViesbaden'deki Kaiserhof oteline gitmişti. Sevgililerinden
biri olan küçük oda hizmetçisi halâ orada çalışıyordu. Becker, eski olayı kıza hatırlattı ve
mahkemede tanıklığa razı etti. Kaybedeceği zaman için ve bundan ötürü başına birşey
gelirse karşılığında para vereceklerdi.
Von Klemm, şoförünün açıklamalarına pek bel bağlamamıştı. Fakat şimdi aklı yatıyordu.
Böyle bir davranıştan müthiş tiksinti duymaktaydı. Kısa kesmek ve zaman kaybetmemek
için de gerekliydi. Ok yaydan çıkmıştı.

III

Leonore, halasının evinde, genç kızlık karyolasında yatıyordu. Eski günlerinde olduğu gibi.
ilk geldiği gün oğlunu sormuşlar, o da sudan bir cevapla geçiştirmişti. Gece ağlamış
olduğunu Amalie hala ertesi sabah anlamıştı. Yeğeni daha da sol-gunlaşmış ve
tersleşmişti. Fakat Amalie hala, anlatılmak is-tenmiyen şeyleri sormazdı.
Komşular bu umulmadık gelişe pek şaştılar. Sonunda Mal-zahn, gazinoda öğrendikleriyle
bir açıklama buldu. Önce karısıyla görüştü. Zira nasıl davranmaları gerektiğine karar
vermek güçtü. Fraeulein von Wenzlow'un hatırına yeğeni bayana katlanmak gerekiyordu.
Fakat von Klemm şimdi Berlin'e geliyordu sık sık. Klemm, dostlarının yakınıydı.
Sprangerler'in evinde sevilen ve aranılan bir konuk olmuştu. Genç kadmdan ayrılması
kadının kendi suçuydu. Sonunda, hiç bir şey bilmiyor görünmek en iyisi olacağında karar
kıldüar. Amalie halanın alınmaması için, Leonore'ye karşı nazik davrandılar. Fakat Amalie
hala az sonra hayrete kapıldı; Malzahn çiftinin tuhaf tuhaf bakışları, yeğeninin
ağlamaktan kızarmış gözleri ve avukat adresli mektuplar, kötü şeyler akla getiriyordu.
Hala, bunu olağan bir ayrılma saymıştı önce; Klemm'e hiç bir zaman pek ısınmış değildi.
O adam gibi biri gönlünün düediğine göre yaşardı, bundan yana hiç kuşkusu yoktu.
Malzahn'ların genç karısı bu ara yeni bir doğum için gelmişti. Aile kişüeri şimdi daha sık
sık bir araya geliyordu. Hala, dokundurmalı sözlerden gerçeği sezmişti. Aklı almıyordu. Bu
kız — yeğenini böyle hatırlardı — şu kendi evlerinde yetişmişti. Çok yanlış davrandığı su
götürmezdi. Cezası da müthiş olmuş ve oğlunu elinden kaçırmıştı. Büyüdüğü şu evden
gayrı bir yuvası kalmamıştı, başını sokacak. Fakat yeğeni bütün bunlardan söz açmadığı
süre halanın yapacağı en doğru şey, susmak olurdu.
Leonore evdekiler arasında sessiz bir ömür sürüyordu. Hiç kimse birşey sormuyordu.
Korumaktan çok, kaçman bir halleri vardı. Bu beklenmedik gelişin nedenini hiç kimse
sormak istemiyordu. Amalie hala, yeğeninin adına gölge düşürecek bir lâf etmekten
kaçmıyordu komşularıyla. Malzahn çifti de bu onuruna pek düşkün kadını incitmemeğe
dikkat ediyordu.
Leonore ne kin, ne öfke, ne de kızgınlık duyuyordu. Ağlamaktan da vazgeçmişti. Hala,
onun geceleri odasında bir aşağı bir yukarı dolaştığını duyuyordu.
Leonore pek memnundu kimse bir şey sormadığı için. Zira

yapacağı bir açıklamayla rahatlamış olmazdı. Bu odada bir tarihte oğlu da yatmıştı.
Oğlunu da kendisi gibi yetiştirmeği hayal ederdi. Fakat bu hayalini şimdi yitirmişti.
Çocukluk günlerini unutulmazlaştırmış bu evin sevimli yanlarını da. Klemm'in bütün
isteklerini hemen kabul etmişti. Mahkeme kararından korunmanın bir yolu olduğunu da
bilmiyordu. Hiç birşey sormamakta direnen yaşlı halasına pek borçluydu. Bütün bunlar bir
yana bırakılırsa. Scharnhorst caddesindeki bu evde yaşayış oğlu Helmut'la kalmış olduğu
günlerden pek farklı değildi.
ikinci çocuğunu doğurmuş olan yengesi, yatağında yatarken dişlerini yine kenetlemişti.
Doğururken acı çekmiş olmasından değil. — Çocuklarını dünyaya getirirken acı çekeceksin
diye yazardı tncilde —, ikinci çocuğunu da kız doğurmanın üzüntü ve tasasından.
Leonore, yeni doğanı ve birlikte içeri giren öteki kızı kucağına aldı. Her şeyi isteksiz
yapıyordu. Lohusayı birkaç sözle olsun yatıştırmağı beceremedi. Hattâ oğlan doğursa
daha iyi olurdu elbette, diye aklından geçirdi; böyle zamanlarda bir kız çocuğunu kimbilir
neler neler bekliyordu!
Leonore, kendi dünyasmı daha başka bir dünyayla değiştirmeği hemen hiç akıl
etmiyordu. Bir başka ormana kaçmağı akıl edemiyen bir ağaç gibiydi. Bir ağaç, olduğu
yerde hep daha derinlere kök salardı sadece.
Wenzlow, karısını ve çocuklarını kendi evlerine götürmek üzere garnizondan gelmişti.
Leonore kendi üzüntüsünden gayrisini düşünmüyordu. Fakat gelinleri Đlse kocasını
karşılarken özür diler gibi gülümseyince, nedenini açıklıyamadığı bir tedirginlik duydu.
Başına gelenlerden ötürü kuşkuyla baktığı çevresini bulanık görüyor, fakat silkinip
uzaklaşamıyordu.
Malzahn'larda sık sık buluşan dostlar olup bitenleri yavaş yavaş öğrenmişlerdi. Her
sorunun evin rahatını bozacağını bildiklerinden susuyordular. Leonore Klemm, hiç
konuşmadan, hattâ bazı bazı asık bir yüzle oturuyordu aralarında, elindeki çay kaşığıyla
oynıyarak. Erkek kardeşi bir yandan konuşuyor, bir yandan da cevaplar veriyordu. Evin
konuğu olarak bütün sorular ona yöneltiliyordu. Genç subayların orduda Milliyetçi
Sosyalist gizli hücreler kurmasına ses çıkarılmamış, hattâ des-teklenilmişti. Leonore erkek
kardeşinin uzun yüzünü hayretle süzüyordu. Bu yüz her zaman böyle miydi? Kardeşi hep
böyle mi konuşurdu ? Tutuklanmış gençleri anlatırken kendisi de çek gençmiş gibi bir hali
vardı. Yeni düşün eğilimlerine katılmıştı gençler. Oysa bir subay ordudan gayrı birşey
düşünemezdi. Zira ordu demek millet demekti. Hangi şartlar altında olursa olsun milletin
en güvenilir gücü orduydu. Şartlar devamlı değişse de ordu kalırdı. Kız kardeşinin,
sizlerde de hücreler kuruldu mu sorusunu, hayır bizde böyle birşey olmadı, diye
cevaplandırdı; böyle birşeyle acımasızca mücadele ederdi.
Arkadaşlardan Stachvritz : «Onlar da senin gibi düşünmüşlerdir belki!» diye lâfa karıştı
birden. «Senin eski orduyu değişen şartlar altında düşünmen gibi! Bu bir halk ordusu
olabilirdi ancak, andlaşmayla sınırlı bir hükümet ordusu değil!» Sonra, büyük bir dikkatle:
«Bana kalırsa o gençler böyle düşünmüyor.» diye ekledi sözlerine.
Wenzlövv kabaya yakın bir sertlikle cevap verdi : «Savaşta iki ayrı yönden hangisine
yürüyelim diye düşünülmez. Yeni bir saldırı plânı uygulayacağız diye gizli hücre kurulmaz
savaşırken. Đnsanların istekleri iki yönde ortaya dökülür. Emretmek ve emirleri yerine
getirmek. Hür bir insan için, buyruğu yerine getirmek de emretmek kadar istekli bir
davranıştır.»
Stachvvitz. evindeki konuşmaların iki anlamlılığını hatırladı; bu tedirgin ve karmakarışık
dünyadan kurtulmağı Bağlıyacak bir çıkar yol arıyordu belki de. Anlattığından daha
fazlasını da bilebilirdi şu yeni parti için!
Stacbvritz yine eskisi kadar sessizleşmişti. Her zaman böyle yapardı. Bir lâfa karışıp
birkaç söz atar ve daha çok şey söyliyeceği kanısını verirdi. Buraya gelişi, izinli çıktığı şu
sıra, Amalie halayı görmekti; çocukluğundanberi onu pek severdi.
Klemm'le şoförü aylarca sonra yine o gazinoda oturuyor-dular. Düğünün yapılacağı gün
belli olmuştu. Hazırlıklar bitirilmiş, tatsızlıklar giderilmişti. Leonore evden ayrılalı epiy
olmuştu. Oğlunu vermemek için bile fazla direnmiş değildi. Hel-mut, anası gideliberi,
Godesberg'de oturuyordu; Klemm, bir konuda nişanlısıyla çekişmiş, fakat son anda onu,
kızdırmamak için, dediğine razı olmuştu. Fraeulein Castricus yeni evinde de kendi
şoförünü kullanmak istiyordu. Becker, yeni kayın babası Castricus'un evinde de kendi
yanında olduğu kadar rahat ederdi. Castricus da razı gelmişti şoförlerin değiştirilmesine,
Böylece hem Becker iş aramaktan kurtulur, hem de Klemm onun işine son verince
ödenmesi zorunlu bir sürü paradan kurtulmuş olurdu. Fakat Klemm yalnız kalınca yine de
kızdı, nişanlısına bu konuda söz verdiğine. Ama, evlendikten sonra genç karısı Becker'e
ısınır da onu yine işe alırım düşüncesiyle biraz yatıştı. Klemm, tatsız olayları çabuk
halletmeli diye düşündü ve eve dönmeden bunu Becker'e söylemeğe karar verdi.
Efendisinin masasında şarap içmeğe çağırılmak Becker'in her zaman hoşuna giderdi.
Öteki müşterilerin hayran bakışlarını üzerinde hissetmek pek hoş oluyordu. Fakat her
defasında da, masanın ve sandalyelerin izin verdiği kadar bir arayı koruyarak oturmağı
hiç unutmazdı.
Son defa karşılaşılan insana da ilk görülen birisi kadar alıcı gözle bakılır. Klemm,
şoförünün babacan ve alçak gönüllü oturuşunu, onu çıkarmağı değil de yanma almağı
düşünüyormuş gibi süzerken, bu Becker işi tatsız oldu, diye aklından geçirdi. Bizim küçük
hanım ne diye kafasına böyle şeyler koyar? Böyle insanlar kolay kolay bulunmaz bir daha.
Son derece güvenilir insandı, hem hiç birgün aşırı senli benli olmadı.
Klemm bir davrandı ve : «Dostum Becker!» diye söze başladı. «Başımızdan birlikte neler
geçmiş olduğunu düşününce ..»
Becker: «Gerçekten de böyie, sayın Herr von Klemm,» cevabını verdi.
Klemm : «Size şimdi söyliyeceklerim bana pek ağır geliyor,» diye devam etti. «Fakat
inanın ki, hizmetlerinizi asla unutmıyacağım...»
Şoför, lâfı nereye getirmek istiyor, diye düşündü ve Klemm'in şarap içtiğini görünce o da
içti. Yandaki masada içen yol işçileri de onu efendisinin masasında içerken görüp hayran
kalan her zamanki işçilerdi. Buna pek sevindi.
Klemm : «Bugüne kadar benim için yaptıklarınızı nasıl unuturum?» diye sürdürdü
konuşmasını. «Dostum Becker, ben böyle şeyleri unutacak insanlardan değilim. Tasalarım
ve zorluklarım ne olursa olsun bunun böyle olacağını herzamarı bilmenizi isterim.»
Becker, tuhaf şey bugün buna ne oldu, diye aklından geçirdikten sonra : «Elbette sayın
Herr von Klemm,» dedi ve loav-dağmdaki şarabı sonuna kadar içti. Efendisi de bardağını
boşaltmıştı. Klemm, kendi bardağına da şoförünün bardağına da yeniden şarap koydu :
«Dostum, durum gereği birbirimizden ayrılmak zorundayız. Hiç değil belirli bir süre için.
Nişanlım ille de kendi şoförünü beraberinde getirmekte ayak diriyor. Becker, buna karşı
elimizden birşey gelmez. Hiç değil şimdilik. Fakat sizi en geç bir yıl sonra yine yanıma
almak için elimden geleni yapacağıma güvenebilirsiniz. Bu sırada sizi iyi bir işe
yerleştireceğim. Sanırım iş de daha az.»
Becker, hayretle baktı ve hiç kımıldamadı. Klemm: «Castricus'un ev düzenini bir tarihte
övmüştünüz bana,» diye devam etti. «Sanırım sizin için iyi bir dinlenme olacak...»
Becker, boğuk bir sesle : «Sayın von Klemm, benim için tasalanmayın,» diye sözünü
kesti,
«Fakat dostum, size karşı daha başka türlü davranabilir miyim? Uzun yıllar tek bir vücut
gibi yaşadık. Yazık ki, genç bayanlar böyle şeylerden hiç anlamıyorlar. Hem sanırım, No-
ra'nm bir saplantısı bu. Kocasını sıkı bir kontrol altında bulundurmak istiyor. Bir çaresini
bulacağız. Gelecek yıl Avrupa'ya yaz tatilimizde otomobili sen kullanacaksın gibime
geliyor..!»
Von Klemm, az önce doldurduğu şarabı sonuna kadar içti. Becker de boşalttı kendi
bardağını. Dimdik oturuyordu. Bugüne değin bütün ömründe böylesine akıl almaz,
iyileşmez bir darbe asla yemiş değildi. Ne vücuduna rastlıyan bir kurşundan, ne de bir
gönül yarasından. Öğrendiği şeyin korkunçluğu karşısında akh durmuş gibiydi ve sudan
nedenler düşünüyordu. Öyle ya, efendisiyle evlenmesine yardım etmişti. Boşanmayı da o
kolaylaştırmıştı. Şimdi ise onu uzaklaştırıyordu. Belki de bütün bunlardan ötürü onun
kontrolundan kurtulmak istiyordu.
Klemm : «Haydi bakalım, Becker!» dedi. «Mainz'de Fraeu-lein Class'a ayaküstü bir
uğrayıp Kastle köprüsü yoluyla dönelim eve.»
Yol işçileri masalarını birleştirmişler içiyorlardı. Daha da kalabalıklaşmalardı. Klemm ve
Becker önlerinden geçerken bir ikisi şöyle bir bakıştılar. Sonra kafa kafaya verdiler. Von
Klemm'in parayla kimleri desteklediğini, evine kimlerin girip çıktığını Fransız sivil
polislerinden daha iyi biliyorlardı. Becker, Klemm'le şoförünün bir işçi lokalinde aynı
masada şarap içmelerine şaştıklarını görmekten pek hoşlanırdı eskiden. Bunu onların
kafası almaz, diye düşünürdü. Vatan, savaş ve ortaklaşa anılar nedir bilmezdi bu
döküntüler. Fakat şimdi önlerinden geçerken, Herr von Klemm beni bir kölesi gibi Castri-
cus'a devredebileceğine sahiden inanıyor, diye düşünmekten kendini alamadı.
Becker, otomobile binip motörü çalıştırdı. Kafasının içindeki belli belirsiz üzüntü ve hayâl
kırıklığı duyguları durulduğundan şimdi daha iyi düşünebiliyordu.. Şu adam için yapmadığı
kalmamıştı ve bir çok kez canını kurtarmıştı. Karısından ayrılmağı pek istediğini ve kendi
kendine bir çıkaryol bulamadığını görünce yaptığı iyilikse, unutulamıyacak kadar yeniydi.
Bir erkek evlâda, bir babaya bağlılıktan da çok yakınlık göstermişti. Temiz bir iş
yapmamıştı belki de! Fakat, ona yardımı dokunsun istemişti. Ne var ki, Klemm şimdi,
böyle işler çevirebüen biriyle fazla yakınlık kurmamalı diye düşünüyordu belki de!
Otomobil, Ren nehrinin sağ kıyısında Budenheim ve Morrr bach üzerinden şehre
yaklaşmaktaydı. Klemm öne doğru eğilip şunları söyledi :
«Birbirimizden ayrılmak zorunda kalmamız beni gerçekten ne kadar üzüyor, bilemezsin.
Size yaptığım teklifi düşünüp taşının. Benim kızı bir yıl geçmeden yola getiririm. Bundan
ötürü de birbirimizden pek uzaklaşmayalım. Birbirimize içimizi dökmeğe alıştık.»

Becker önündeki aynadan görüyordu von Klemm'in yüzünü, îyi yürekli ve halâ genç bir
görünüşü vardı. Gözlerinin içi hâlâ gülen, bu kızıl ve kaim bıyıklı, burnu biraz küt yüze
yıllardır öyle alışmış, onun yüz anlatımına öylesine değer vermişti ki, aynada yine
görünce içi sızladı.
Klemm : «Bu geçici durum ikimiz için de bir çeşit dinlenme olacak,» diye devam etti.
«Ayrılmak diye birşey sözkonusu olamaz. Kadın huysuzluğu diyelim buna. Đki erkeğin
birbirleri için ne büyük bir değer taşıyabileceğine kadınların aklı ermez. Ardenne cephesini
hatırlıyor musun? Bir yığın ölü arasında ikimiz yerde sürünerek ilerlemiş ve makineliyi
doldurup doldurup ateş açmıştık. Düşman bizi iki değil yirmi kişi sanmıştı. Hatırladın mı
Becker? Gece olunca beni düşman hatlarından geçirişini de., hatırladın mı?»
Becker boğuk bir sesle : «Fransızların köyü işgaletmiş olduğunu da bilmiyorduk,» dedi.
«Ya sonra Balkanlarda bana bir otomobil verdiklerinde. Senden ayrı düşmemek için, emir
erim eskiden şofördü demiştim, hatırladın mı?»
Becker, anıların her damlasıyla biraz daha boğuluyormuş gibi kendisini zorlıyarak: «îki
haftada öğrendim otomobil kullanmasını,» cevabını verdi.

Scanned By hlecter
«ikimizin de kemikleri parça parça olsaydı bunda senin hiç suçun yoktu. Fakat
istanbul'dan Sofia'ya kadar kazasız belâsız ulaştık. Sofia'dan Budapeşte'ye,
Budapeşte'den de Vi-
yariö.'yâ...»
Becker, o tarihte otomobili parçalasaydım. her ikimiz de parçalansaydık hiç suçum
olmazdı, diye aklından geçirdi.
«Macar sınırında otomobile aldığımız delikanlıyı hatırladın mı? Ters yönde yol alıyorduk
ama o bunun hiç farkında değildi. Az sonra Çekoslovakya'ya varacağımızı sanıyordu.
Basma geleni farkedince yüzü nasıl da kireç gibi olmuştu, hatırlıyor musun?»
Becker : «Evet,» dedi ve bu adam bana neler yaptırtmadı diye düşündü; ağzından çıkan
her söz on buyruk kadar kutsaldı benim için.
Mainz liman gümrüğü köprüsünde bir an durmaları gerekti, iki memur döner küçük
köprüyü otomobillerin ve yayaların geçebileceği duruma getirdiler. Klemm : «Berlin'e tam
zamanında varmıştık,» diye devam etti «kızılları dağıtmak için. imparatorluk saray ahırları
daha önce temizlenmişti kızıllardan. Sen beni bir karakoldan ötekine taşıyordun. Arabanın
ön siperine bir kurşun çarpmıştı, bir başka kurşun da arka döşemeye. Sonra, Nowa\ves'e
dönerken, tutuklu bir kızıl deniz erini taşıyan otomobile rastlamıştık. Kolaylık olsun diye
herifin hesabını görmüştük bir kurşunda...!»
Becker, asık bir yüzle : «Hayır, ben yoktum o işde,» dedi.
Klemm : «Elbette sen de oradaydın!» dedi çabuk çabuk. «Unuttun mu? Bizim araba
bozulduğundan öteki otomobile binmemiz gerekmişti. Kızıl deniz erinin hesabını
görmemiz için arabadan çabucak inmiştik. Şu rezil Lieven de vardı.»
Becker : «Evet, o da vardı ama ben yoktum,» cevabını verdi.
«Eski kayınbiraderim Wenzlow da vardı.» Becker, tek bir düşünceye saplanıp kalan bütün
sarhoşlar ve umutsuzlar gibi : «O da vardı, bir de nöbetçi vardı» dedi.
«önce beş kişiydik. Sizler indiniz, fakat ben otomobilde kaldım. Tutukluyu sizler
öldürdünüz. Ben olmadan, öteki üç kişiyle... Gömülmesine yardım ettim sadece.»
«iyi ya, sen de gömülmesine yardım etmiş oldun. Tunus caddesi 11 numaraya ayak üstü
bir uğrayayım ben. Yaşlı Fra-eulein evde değildir umarım.»
Şehire girdiler. Becker, evin önünde bekledi. Bir sigara yakacaktı, fakat sigara içmenin
sırası mı şimdi, diye düşünüp vazgeçti. Sigara içmeğe bile hevesi kalmamıştı. Klemm az
sonra göründü: «Bayan evde değildi, çok şükür,» derken ağzı kulaklarına varıyordu.
Becker, kapıyı açmak için otomobilden indi alışkanlıkla. Fakat kapının tokmağını tutar
tutmaz, alışkanlığın verdiği uysallık daha güçlü bir duygunun tesiriyle gevşemişti. Klemm,
otomobile binerken şoförden yana bakmadı. Becker, Klemm'in yüzünü ona her zaman
sevimli gösteren duyguyu yitirmişti. Benzeri bütün duygular bir anda sönüvermişti.
Efendisinin bunca yıldır dost görünen yüzü şimdi kinlendiriyordu ancak. Ona. kapıyı
açarken bir küçülme hissi duydu.
Klemm : «Haydi bakalım!» dedi. «On dakikada evde olabiliriz.»
Becker, haydi bakalım, tam sana uygun böylesi, diye düşündü; ilerde benimle daha başka
bir tarzda konuşmağa alışman gerekecek. Öç almak duygusunu dizginliyemiyordu ? Hem
de çok çabuk ve esaslı öç almalıydı. Kendisine davranıldığı gibi. Elleri, direksiyonu ve
fireni alışkanlıkla kullanıyordu, ilk rastladıkları dönemeci sert aldı. Kastle köprüsünün
karşısındaki Mainz köprü başına giden yolda ilerliyorlardı. Becker, köprüde izin verilenden
daha hızlı sürüyordu otomobili. Klemm : «Dikkatli ol, Fransız nöbetçileri var!» dedi. Fakat
Becker, otomobilin hızını daha da arttırdı. Klemm. şoförün koluna dokundu eliyle. Fransız
nöbetçilere bir kaç metre kala duran bir Alman polisi, elini havaya kaldırdı ve çılgın bir
hızla yol alan otomobili Kastle köprüsündeki polise haber vermek için düdük çaldı.
Becker, yavaşlaması için koluna dokunan efendisinin elini hissedince iç dünyasının en son
fireni de koptu — direksiyonu yöneten oymuş gibi — ve otomobil, köprünün korkuluğunu
parçalayıp bütün hızıyla Ren nehrine uçtu.

Mutfakta patates soyan Amalie hala, kardeşinin kızıyla oğlunun her zaman pek
hoşlandıkları paslanmış bir salıncakta oturduğunu, pencereden gördü. Ne konuştuklarını
anlıyamıyor-du. Leonore'nin, kardeşine heyecanlı heyecanlı birşeyler anlattığını görünce
rahatladı. Kızcağızın hakkı vardı, içini dökebileceği tek insan, erkek kardeşiydi. Leonore
son zamanlarda geceleri bile ağlamaz olmuştu. Amalie hala bundan ötürü gizli bir saygı
besliyordu ona karşı. Olup bitenleri karısının ailesinden öğrenmiş olan Wenzlöw : «Lieven
ile von Klemm hiç karşılaştılar mı?» diye sordu. «Döğüş falan ettiler mi?»
Leonore : «Bunu da nereden çıkardın?» cevabını verdi. «Lieven uzun süredir ortalarda
yok. Nerede olduğunu ben hiç bilmiyorum. Ona sadece birkaç saat âşık olmuştum. Böyle
şeyler siz erkeklerin de başına gelir. Onu bir daha görmek bile istemiyorum. Klemm de
onu bulmak için fazla bir çaba göstermedi. Beynine bir kurşun yemeğe hiç niyeti yok.
Yeniden evlenecek.»
Wenzlow : «Çok büyük bir budalalık yaptın sen!» dedi. «Kocana neden anlatıverdin
herşeyi?»
«Daha başka davranamazdım. Bu yüzden olsa olsa boşanacağımızı sanmıştım. Oğlumu
elimden alacağını hiç düşünmemiştim.»
Sonra : «Bütün bunlar şoför Becker'in başının altından çıktı.» diye sözlerine ekledi.
«Ondan hiç hoşlanmazdım. Klemm'-den hiç ayrılmazdı. Klemm isteseydi ona adam
öldürtebilirdi sanırım.»
Wenzlow : «îyi bulmuşlar birbirlerini,» demekle yetindi.
Ölümle sonuçlanan kazanın haberi birkaç gün sonra duyuldu. Leonore, oğlunu yanma
alma iznini mahkemeden çıkarabildi. Savaş sırasında fabrikayı yönetmiş ve bundan böyle
de işleri yürütecek olan büyük yeğen Kurt Klemm'e verilmişti çocuğun vasiliği,. Kurt
Klemm, her zaman ikinci plânda kalırdı. Her zaman keyifsiz ve biraz da manyak bir
insandı. En küçük ayrıntılarına kadar çıkarlarını düşünüyordu. Kendi oğullan vardı,
başkasının çocuğunun yükünü almağa hiç de hevesli değildi.
Leonore'nin böyle bir adamdan korkacağı yoktu çocuğu bakımından. Kurt Klemm, hattâ
memnun bile kalırdı durumundan bir değişiklik olmazsa. Leonore, oğlunu almak için Bad
Nauheim'a gitti.
Castricus'lann yaşlı mürebbiyesi de onunla birlikte gitti Bad Nauheim'a. Klemm'in
kaymbabası olacak adamın evinde aylarca bulunmuştu. Yaşlı mürebbiye, çocuğu böyle bir
anaya vermek zorunda kaldığına ağlıyordu. Çocuk ona pek alışmıştı. Çevresine de pek
alışmıştı. Ayrılırken ağladı. Bu hal Leonore'-yi biraz üzdü. Oğlunu çabucak yatıştırmağı
beceremiyecek kadar neşeli ve tasasız bir kadın değildi. Kuru ve asık yüzlü Amalie hala
ve evinin sıkıcı havası. Helmut'un yitirdiği o alabildiğine eğlenceli hayatın yerini
dolduramazdı.

IV

Lieven'in her çevre ve ev değiştirmesi, memleket değiştirmekle hemen hemen bir


olduğundan, Klemm ailesinde olup bitenleri bir süre haber alamazdı. Hattâ, Klemm onu
her yerde aratmış olsa bile. Fakat gerekli tanıklan daha başlangıçta ölmüş ve her
istediğini sağlamış olan von Klemm'in Lieven'i arattırması hiç de lüzumlu değildi.
Lieven, yoksul görünüşlü kapıcı dairesinin bir odasmda oturuyordu halâ. Eski arkadaşı
Lütgen de, hoşuna gitmiyecek kadar sık sık, divanında yatıyordu. Zira, Lütgen epeydir
işsizdi. Jimnastik kursu projesi fiyasko vermişti. Küçülmüşlük saydığı durumundan
duyduğu üzüntü arttıkça, hayalinde kurduğu bir başka yarın için yaptığı uzun uzun gece
konuşmaları, gittikçe aşırılaşıyordu. Gece olup da divana uzandığında açlığının ve
tasalarının artması ölçüsünde, korkudan titreşen insanlara emretmek ve şeytanca ağını
kurmak gibi müthiş bir güce kavuşmak umutlarına kapılıyordu.
Lieven. Milliyetçi Sosyalist Alman Đşçi Partisi'ne düşündüğü şartlar altında girdi. Đnancını
açığa vurmak dediği şeylerden uzak kalmıştı. Nümayişler, hücre arkadaşları, akşam
toplantıları; çalıştığı ışıklı reklâm firmasındaki hizmetlileri partiye kazanmak gibi şeylerden
hiç hoşlanmazdı. Bundan sonra da durumunu hiç değiştirmemesi ve ekmek parasından
bile yoksun bir subay görünmesi kararlaştırılmıştı. Nazi temsilcileriyle asker grupları
arasında her hangi bir görüşme olsa, Lieven becerikli biri olarak ortaya çıkardı; Nazileri
bir bütün olarak reddediyordu ama, ekonomik bir işbirliği olabilir, diyordu. Böyle
davranmakla hemen her defasında gizli gruplarla bir ilişki kuruyordu.
Mutluluk ve felâket insanlara birer birer gelmez. Tam tersine, arka arkaya gelir. Lieven,
önce Steffel'in adamı bir yüzbaşıyla karşılaştı. Adam, Çelik Miğferlilerin temsilcisi olarak
toplantılara katılıyordu. Lieven ona son olarak Herr Castricus adlı birinin Berlin Adlon
otelindeki çağırışında rastlamıştı. Steffen, yakın dostlar için verilmiş bir ziyafete
çağırılanlar arasında Lieven'in de bulunduğunu hatırlıyordu. Lieven ile ilişki kurmağı
bundan ötürü uygun gördü. Lieven'in durumunun biraz bozulmuş olduğunu farkedince,
ona yardımı düşündü günün birinde.
Steffen hem içiyor, hem de çene çalıyordu Lieven'le. Onu banker Heims'le tanıştıracaktı.
Doğuyla ilişkilerini şu sıra geliştiren banker, dil bilir ve gözünden hiçbir şey kaçırmaz
kişiler arıyordu :
«Herr Lieven, benim Heims tam da sizin gibi birini arıyor sanırım. Hattâ sanırım adınızı da
duymuş. Sizin doğuda Le-tonya'da çiftlikleriniz var.»
«Vardı, elimizden aldılar.»
Oysa yeğeninin çiftlikleriydi sözkonusu olan. Onun hiç bir gün çiftliği olmamıştı. Adları her
zaman karıştırılırdı.
«Fakat Nazilere yakınlık duyduğunuzu Heims'e sezdirmeyin sakın! Sosyalist sözünü
duymağa bile katlanamaz. Korkacak bir şey yok. Ben sezdim düşüncelerinizi. Ben de
Nazilere yakınlık duyuyorum ama işimde kimseye açılmam.»
Lieven, Nazilere gizlice yakınlık duyan bir sürü insan bulunduğu anlaşılıyor, diye aklından
geçirdi.
Steffen : «Nazi olduğunu gizliyerek aramızda dolaşanlar sanıldığından daha çok sayıda
belki de!» dedi.
Bir süre gülüştüler.
«Hattâ Katolik merkez partisi başkanı Brünnig'de gizli Nazilerden belki!»
«Hayır, hayır, o değil. Olağanüstü bir kanun çıkartması gerekse, vicdanını rahatlatmak
için eline bir mum alıp kilisenin çevresinde yedi kez dolaşır.»
Bu konuşmadan birkaç gün sonra, Lieven o ışıklı reklâm firmasından ayrıldı. Yeni girdiği
işte gözüne çarpan önemli yazışmaların birer kopyasını Nazi partisinde üstü olan Remer
adında birine vermeğe başlamıştı.
Lieven akşam yemeklerini gönlünün çektiği bir lokalde yi-yemiyordu henüz, fakat aylığı
daha yüksekti ve akşam yemeklerini odasında tek başına yemekten, ya da meyhaneye
gitmekten kurtulmuştu. Bir akşam. Kurfürstendamm'daki lokallerden birinde oturuyordu.
Lütgen'in bitmez tükenmez lâflarını birkaç saat daha az dinlemek için odasına geç
gidecekti. Lokalin kötü çalgısı, sarı ipekli döşemeleri, gümüş rengi tabakları, loş
lambalarıyla alay ediyordu içinden. Bütün bunlar, müşterilere zengin bir lokale geldikleri
kanısını uyandırmak içindi. Ne var ki, hem alay ediyor, hem de öteki müşteriler gibi bütün
bunlardan hoşnutluk duyuyordu. Lokale yeni girenleri gözden geçirmek de hoşuna
gidiyordu. En yeni filmlerden halk arasına karışmışa benziyen çiftler ve kadınlar, lokale
ayak basarken kendi önemlerine güvenli olarak çevrelerine — başkaları da bunun
farkında mı gibilerden — yakman erkekleri seyrederken, ipince ve upuzun bir kadın girdi.
îpek çoraplı uzun bacaklı ve yüksek ökçeli iskarpinleriyle aşırı boylu görünüyordu.
Boynuna bir tilki kürkü dolamıştı. Lieven, içi doldurulmuş tilki kafası, kürkü boynunda
taşıyanın yüzünden daha sevimli, diye aklından geçirdi. Kadının saçları öyle kısa kesilmişti
ki, küpeleri iyice göze çarpıyordu. Fasulye sırığı gibi upuzun kadın, masasına yaklaşınca,
Lieven'in keyfi kaçtı.
Genç kadın, bacağının birini uzatarak: «Đyi akşamlar Lieven,» dedi ve kahkahayı bastı :
«Hiç değişmemişsin!»
Lieven : «Kiminle tanışmak onurunu duyuyorum?» dedi hiç istifini bozmadan.
Genç kadın, uzun süre güldü, sessiz sessiz. Çoktan boşaltılmış bir kaptan geçmişin en son
damlacıklarının dökülmesini hatırlatan bir gülümseyişle. Şakaklarda bir anda ortaya çıkı-
veren saç örgüleri masallarda olduğu gibi topuklara kadar uzandı. Pudranın örtemediği
küçük ve solgun yüzde umutsuzluk göze çarpıyordu. En son bir iki parıltı, iri göz yaşlarını
andırıyordu. Genç kadın : «Eski dosta birşey ısmarlarsın herhalde,» dedi ve yanı başına
oturuverdi. Lieven, genç kadının tuttuğu parmaklarım kurtardıktan sonra : «Sen çok
değişmişsin,» dedi.
Genç kadın zeki bir cevap verdi : «Đhsanları zaman kadar hiç birşey değiştirmez.»
Lieven'in elini bırakmış, parmaklarıyla tempo tutuyordu. Elleri pek iyi temizlenmemiş gibi
göründü Lieven'e; genç kadıha: «Gleimların çiftliğinden ayrılıp yola çıkarken babanı
görmüştüm,» dedi. «Seni o ailenin yanında sanıyor halâ.»
«Ah, babam böyledir! Onların yanındayken hiç kimseyi alamıyordum odama. Bunun
üzerine başıma buyruk yaşamam gerekti.»
«Hiç mi dönmek istemiyorsun memleketine?»
Genç kadın : «Hayır!» diye kestirip attı. «Orada başıma gelen bunca şeyden sonra. Sana
tutulmuş olduğumu biliyorsun. Hem de nasıl? Aklın almaz.»
Çok ciddi bir sesle konuşuyordu. Küçük ad yerine sen ve ben kullanıyordu ama, ben
dediğinin kendisi ve sen dediğinin de şimdi yanında oturduğu şu erkek olduğunun
farkında değildi :
«Seni yine elde etmek için hem budalaca, hem kurnazca yapmadığım kalmadı. Fakat
başaramayınca da herşeye boş verdim. Şimdi öylesine boş veriyorum ki, bir tarihte buna
böylesine önem verdiğimi aklım almıyor. Babamın senden ayrılırken ağlamasına da aklım
ermedi.»
Sonra, neşeyle : «Sen nasılsın?» diye sordu. «Bunca yıl sonra seni yine gördüğüme pek
sevindim. Yarm öğleden sonra bir yerde buluşabiliriz istersen..!»
Lieven : «Gerçekten üzüldüm işte buna,» dedi. «Zira yarın sabah sabah Berlin'den
ayrılmak zorundayım.»
Bir yemek ısmarladı ve parasını verdi. Sonra hemen ayrılıp Stgelitz'e gitti. Lütgen'i yine
evde bulduğuna ilk defa sevindi. Lütgen'in söylediklerini dinliyerek uykuya dalmak değil,
kendisi birşeyler anlatmak istiyordu ilk kez. Lütgen sessizce dinledi ve Lieven o kızın
şimdiki durumunu anlatınca kendisi de lâfa karışıp: «Sözlerimi bağışla Lieven,» dedi.
«Slavların iyileşmez hastalığı olan kendi kendini suçlamak, senin de kanına bulaşmış. Rus
ediplerinde sık sık rastladığımız bu gibi kişiler pişmanlık getirmekten bir çeşit zevk alırlar.
Seni bu zevkten yoksun bırakıyorum diye bana gücenme! Zira o kız, umduğun gibi tam
da aradığın olsaydı böylesine yoldan çıkıvermezdi. Bir gönül işi ters gitti diye hemen
doğru yoldan sapmazdı. Bu gibi kızlar doğru yoldan çıkmak için her zaman bir neden
bulur. Bu gibi kızlarda yaradılıştan bozuk bir yan vardır.»
Başka zamanlar hep Lieven'di Lütgen'e umut veren; fakat bugün de o, küçük dostunun
öğütlerini ve yatıştırmalarını dinliyordu.

Geschke^ eskiden çalıştığı yere yeniden alındığına pek mutluydu. Aylarca işsiz kaldıktan
sonra bulduğu bu iş de geçici süre içindi aslında. Bunun başarılması için partili
arkadaşlardan sadece Kahle'nin söz vermesi yetmemiş, üç dört kişinin daha yardımı
gerekmişti.
Eski politikasından ayrılmadığı iyi olmuştu. Bağlı kaldığı partisi karşılığını ödemişti.
Duygularına uymayıp kafasını kullanması iyi olmuştu.
Sabahları depoya varması için kırk beş dakikalık bir yolculuk gerekiyordu. Sekiz saatlik iş
gününde de eskisinden daha çok kilometre yapması ve boşaltmaların bir kısmına da
yardım etmesi gerekiyordu. Hem eskiden bu iş için yardımcı verilirdi. Yine Siemens'de
çalışıyordu ama, başka yerlerden daha kötüydü durum. Siemens, şehrin dışında
kurulacak yeni bir işçi sitesi için bütün kamyonları çalıştırdığından, Geschke'ye iş çıkmıştı.
Geschke'nin bu defa görevinin adı yükletme şefliğiydi. Siemens, kötü iş şartlarını
unutturmak ister gibi işçilerine böyle çekici unvanlar veriyordu. Bundan ötürü de bir beyit
dolaşıyordu işçiler arasında : «Siemens'de para yerine güzel unvanlar dağıtılır,» diye,
Geschke, gündeliğiyle işsizlik sigortasının ödediği arasında büyük bir fark olmadığını da
anlamıştı. Yol parasını ve giysilerinin aşınma payını da çıkartınca, alışveriş için fazla bir
para kalmıyordu. Şimdi ancak pazarları et alabiliyorlardı, hepsine yetecek kadar. Hans'a
sözverdiği pantolonu bir süre daha alamayacaktı. Marie, yeni işinde üç ay kalabUirse
pantolon parasını arttırabileceğini söylüyordu.
Fakat Geschke, hiç beklemediği halde bulduğu bu işi yine de şöyle bir kutlamak istiyordu.
Kiraz ağaçlarının çiçek açmasını göstermeği epeydir söz vermişti karısına. Fakat her
defasında da gerçekleştirememişti üç çocukla kır gezisi yapmağı. Đşsizlik aylarında hepsi
gelecek bahara bırakmışlardı umutlarını.
Helene, üvey anasının kocaman bir ekmek paketi hazırlamasına yardım etti. Bir paket de
çekilmiş taze kahve aldılar yanlarına. Kız, bir türlü tamamlanmadan dolabın gözünde
duran giysinin dikilişine de bütün gece yardım etmişti. Oğlanlar bu kır gezisine gitmeği
pek istemiyorlardı. Büyük oğlan, öğretmen Degenreif'in bir yürüyüşe, ya da spor şenliğine
götüreceğini ummuştu en son dakikaya kadar. Zira okulu bıraktığı halde öğretmen onu
her zaman götürürdü. Fakat Degenreif, o hafta sonu öteki oğlanlarla bir yere gitmişti.
Franz bu defa unutulduğuna pek kızdı. Oğlan şimdi bir yapı yerinde çırak olarak
çalışıyordu. Sonra ne olacağı ise evin durumundan belliydi. Arada bir çalışacak, iş
bulamayınca çalışma müdürlüğüne başvurup karnesini damgalatacaktı. Oysa Franz çok
daha iyisini istiyordu, hem de şiddetle. Dünyadaki bütün insanlar gibi o da daha iyi
yaşamağa lâyık olduğuna inanıyordu. En çok korktuğu şeyin hiç birşey yapmamak, yaşan
tısız bir hayat olduğunu kendi de bilmiyordu. Onu bazı bazı beraberlerine alan komşu
çocukların böyle istekleri yoktu. Onların türküler söyliyerek yürüyüşleri, Franzin umutları
ve korkuları yanında pek zavallı kalırdı. Hattâ kürek sporu yapmaları ve yüzmeleri de.
Öğretmenleri Degenreif daha okuldayken, bir Alman genci'nin çok daha fazla şeyler
yapması gerektiğini söyler, daha fazla çaba gösterilmesini isterdi. Gözünü budaktan
sakmmazcasına hünerler Franzin duygularına uygundu. Zira o, çok daha büyük işler
başarmak için bu dünyaya gelmişti. Degenreif, aya birlikte gelmesini istese, Franz gözünü
kırpmadan koşar ve arkasına dönüp bir kez olsun şu dünyaya bakmazdı.
Hans, saçları iyice taranmış olarak anasıyla kız kardeşinin arasında banliyö treninde
oturmaktan hiç hoşlanmamıştı. Vagonun içi pek daraşmahk ve sıcaktı ama, pencereden
görülen yerler yeşil renge bürünür bürünmez oturanlar bir rahatladılar ve keyiflendiler.
Gökyüzünün uçsuz bucaksızlığı karşısında Marie, memleket özlemi duydu. Evine gitmek
olanağını yıllardır düşünmemişti. Ama şimdi kafasını kurcalıyordu, saçmalığını bile bile.
Geschke, buram buram terlerken, pazarları evden çıkmamalı diye düşündü. Fakat bu kır
gezüıtisini yapmak kafasında iyice yer etmiş, vazgeçilmez olmuştu.
Werder istasyonunda trenden indiklerinde yorgun argındılar. Yolcuların hepsi kan ter
içinde yollara döküldü ve söylenerek gazinolara dağıldı. Çiçek açmış yemiş ağaçlarını
görünce pek şaştılar-. Zira ağaçların hepsi de çiçekteydi. Helene, kocaman gözlerini
açarak ve iri burun delikleriyle soluyarak önden koşuyordu. Toprağın böylesine güçlü
koktuğunu ilk kez duyuyordu. Boş bir arsadaki çalıların yeşerdiğini görünce sevinirdi, îki
erkek kardeş çalılara dokunuverirlerdi. Geschke, eskiden tanıdığı bir kır gazinosuna doğru
yürüdü ve bütün aile bir masanın çevresine oturdu. Ağaçlar tepelerine değecek kadar
yüklü çiçek açmıştı. Geschke bu kır gezintisini sonunda başardığına ve ailece bir masanın
çevresinde oturmalarına pek memnundu; Marie'nin evde gibi suyu kaynatıp kahveyi
filitreden süzdüğünü görmek de koltuklarını kabartmıştı.
Geschke, bakışlarını kızının yüzünde dolaştırınca, bu kır-gezisinin başarılı olduğunu
anladı. Kiraz çiçekleri masaya dökülünce dünyalar Helene'nin olmuştu. Açık havada
yemek yediklerini daha da iyi anlamıştı.
Geschke, birden : «Bizim büyük oğlan da hayatta olsaydı pek hoşlanırdı bu geziden...»
dedi.
Marie, hüzünle başmı sallayıp onu doğruladı. Üvey oğlunun ölümünü asla unutamamıştı.
Fakat şimdi Geschke'nin 'Bizim büyük oğlan' demesi hoşuna gitmişti. Babanın ısmarladığı
beyaz birayı ikide bir yudumlıyan oğlanları hafifçe azarladı. Herkesin tereyağlı ekmeğini
dağıttı. Sonra, başmı elleri araşma aldı ve çevresinde gülüşen, gevezelik eden insanları
süzdü anlamsız bakışlarla.
Onun bu halini gören Geschke : «Nen var?» diye sordu. Marie, çabuk çabuk : «Hiç!»
cevabını verdi Geschke bu cevap üzerine kalktı ve gazinoya doğru uzaklaştı. Marie, önüne
eğdiği bakışlarını yandaki masaya çeviriyordu arada bir. O masada bir sürü insan
arasında ufak tefek bir erkek vardı; adam, iri ve pırıl pırıl dişlerini göstererek
kahkahalarla gülüyordu. Bir tarihte Anker gazinosunda da tıpkı böyle gülmüştü.
Yanındakileri, birinin sözleri hoşuna gidince parmağını şaklatmıştı.
Marie bu kır gezintisini bir pazardan ötekisine neden ötürü hep geri attığını şimdi
anlamıştı. Tren parası ne diye tam da bugün denkleştirilmişti? Geschke neden bu
gazinonun bahçesine girmişti? Bütün bu düşünceler, ter içinde bir sürü surat arasında
gözüne çarpmış olan bir tek yüzden dolayı mıydı? Marie de bilmiyordu, sadece sevgili
Envvin'e değil onun çevresindeki herşeye böylesine dikkat etmiş olduğunu. Masanın
altından Hansi dürttü diziyle. Öz çocuğuna üveylerinden daha başka davranmaktan her
zaman kaçınmıştı. Fakat şimdi böyle yapmak zorundaydr.
Oğlan anasının yüzüne baktı. Anasının sakin ve biraz solgun yüzü müthiş değişmişti.
Buna pek şaştı. Gökyüzü, ya da ayağını bastığı şu toprak gibi hiç değişmiyeceğine
güvendiği birşey birden parçalanıvermişcesine. Anasına iyice sokuldu; onun hemen bir
şey söylemek istediğini kavramıştı. Marie, kolunu oğlunun beline doladı ve gözlerinin içine
baktı. Oğlan hiç sesini çıkarmadı; kardeşlerinin duymaması gerektiğini anlamıştı.
Ana : «Şu karşıdaki masalardan sağdan ikincisinde oturan adamı görüyor musun?» diye
başladı. Bütün dişlerini göstere-

rek gülen adamı. Onu hiç gözden kaçırma. Onun nerde oturduğunu öğrenmelisin.
Kimseye de birşey söylemiyeceksin ? ikimizin arasında kalacak.»
Sonra herkes ve o sırada masaya dönmüş olan Geschke de duysun diye sesini
yükselterek : «Hansi eve göndereceğim,» dedi. «Bütün düğme iliklerini halaya teslim
etmek gerekiyor.»
Geschke söylendi. Fakat oğlan beklemeden kalktı masadan. Anasının gösterdiği adam
başını arkaya atarak bir daha güldükten sonra, yanında iki arkadaşıyla bahçeden çıkmıştı.
Geschke, pazarın keyfi kaçtı, diye bir süre daha söylendi .Sakinliğini hiç bozmıyan Marie,
kocasını razı etti beyaz bir bira daha içmeğe.
Hans da o adamın bindiği vagona bindi. Adam, halâ gülüyor ve arkadaşlarıyla
konuşuyordu. Potsdam istasyonunda hepsi indiler trenden. Oğlan hemen arkalarında
duruyordu. Onların bindiği otobüse bindi. Bülovv caddesinde indiler. O da arkalarından
yürüdü. Bir eve girdiklerini görünce ön bahçeyi geçip eve girdi ve bir karar veremeden
durup bekledi. Onların üçüncü kata çıktıklarını anlayınca uzaklaştı. Sonra, pek seyrek
geldiği buraları görmek için, Landlvvehr kanalı boyunca dolaştı. Kim acaba bu adam, diye
de düşündü. Anasıyla kendisinden gayrı hiç kimsenin bir şeycikler bilmediğine pek
seviniyordu.
Hans eve döndüğünde anasıyla babası masa başında oturuyordu. Renk renk giyinmiş ve
kokular sürmüş olan Emilie hala da oradaydı. Baba, söz dinlemeyip de şehirde sürttüğü
için söylenmeğe başladı. Anası oğluna dikkatle baktı. Küçük Hans, anasıyla ortak bir sırrı
olduğuna pek sevindi,.
Marie, oğlunun yanma gitti, herkes yatınca. Hans. anasının sakin yüzünü anlatılamıyacak
kadar güzelleşmiş buldu. Adamın gittiği adresi söyledikten sonra : «Kimdi o?» diye sordu.
Marie, biraz düşündükten sonra : «Eskiden tanışlığım varmış gibime geliyor,» dedi.
«Erkek kardeşlerimin cephe arkadaşlarından birine benziyor.»
Oğlan, ertesi gün okul yerine BülOw caddesindeki o eve gitti. Üçüncü kata çıktı. Kapıyı
açan şişman kadın oğlanı fena tersledi. O katta böyle bir yabancı oturmuyordu. Oğlan,
kadından hiç hoşlanmamıştı. Sözlerine de inanmadı. Birşey öğrenmeden eve dönmek
istemiyordu. Büyük kapının yakınında bir yere gizlenip bekledi.
Hans, yabancı adamın kapıdan çıktığını görünce hiç şaşmadı. Pek acelesi varmışa
benziyordu. Şehrin kuzeyine doğru yürüdü. Hans arkasını bırakmadı. Metroların iniş çıkış
kargaşalığında izledi. Bir sürü yan sokaktan geçtiler. Bir evin önünde uzun süre bekledi.
Yabancıyı temelli gözden kaybettim diye ödü patlıyordu. Çekingen davranıp yolda
konuşmadım diye kızdı kendine.
Yabancı tam bu sırada göründü. Bir valizle bir paketi vardı. Hans fırladı hemen ve :
«Yardım edeyim size!» dedi. Yabancı onu şöyle bir süzdü. Adamın bakışı oğlanın hoşuna
gitmişti. Çocuğun bakışlarından da yabancı hoşlanmıştı. Valizini ve paketini ona taşıttı.
Adam bir otomobil çevirdi ıslıkla, istasyona otomobil yolculuğu, yabancının bakışları ve
güzel koltuklu otomobile kadar herşeyi. çocuk kendi anasıyla ilgili sanıyordu.
Hans, adamın eşyasını istasyona kadar taşıdı. Yabancı, saat tam on ikide gelip yine bu
masadan eşyasını alırsa para vereceğini söyledi, Hans hemen eve koştu ve adamın
istasyonda oturduğunu, hemen gelirse onunla konuşabileceğini söyledi. Marie,
sabahtanberi hep bu haberi beklemişti. Adam belki de kısa bir ziyaret için uğramıştı
Bülow caddesindeki o eve. Bir erkek isterse bu şehirde hiç bir zaman göze çarpmadan
yaşıya-bilirdi. Marie, oğlunun arkası sıra yürüdü. Şimdi yol gösteren Hans'tı. Anasının
yüzü öyle sakindi ki, oğlan hiç birşey soramadı.
Akıllı geçinen komşu kadınlar haklı değildi; zaman hiç bir derdi geçirmiyor, hiç bir yarayı
iyileştirmiyordu. Gençlikte başa gelen şeylerin hiç önemi yoktur, hayatın ciddi yanları
daha sonra başlar sözleri de yalandı. Hayat, insanı yoksulluklar, güçlükler ve küçük küçük
sevinçlerle uyuşturup körletiyordu.
Gençlikten sonra gelen şey, yani hayatın ciddi yanları, aslında budalalık ve sersemlikti, ilk
aşkta boşuna bekliye bekliye bitik düşünce hayatın ciddi yanları ancak anlaşılıyordu. O
büyük kapı, sonunda açılınca biraz sevinç duyulabiliyordu, gerçekten sevinilebilecek
birşeyle karşılaşıldı diye. Bir yerde çıraklık bulmak, patronun gündeliği arttırması, bir
pazar gezintisi gibi şeyler, gerçek sevince değmezdi. Sevgili günün birinde çıkıp gelmezse
umutsuzluğa kapılmamak elde değildi; zira çok değerli birşey bir daha ele geçmemek
üzere yitirilmiş demekti.
Hans : «işte, şurada oturuyor!» dedi. Marie görmüştü adamı. Oğlunu geriye itti. Hans,
gazinonun kapısı önünde duran bir el arabasına oturdu ve anasının çekinerek o yabancıya
yaklaşmasına baktı.
Marie : «Beni belki de hiç tanımadınız!» diye başladı. «Yıllarca önce bir gün Anker
gazinosuna gelmiştiniz. Sonradan sevgilim olan delikanlıyla birlikte. Adı Erwin'di sanırım.
Arkadaşıydınız onun. ikinize de ben servis yapmıştım. O tarihte garsonluk yapıyordum
Anker'de.»
Genç kadın şimdi daha da tesirli bir sesle konuşuyordu; yabancının biraz daha sıcak
bakışlarla süzdüğünü sanmıştı :
«Sonraları onunla buluştuk, ikimiz de birbirimize çok iyi davranıyorduk. Erwin her zaman
tam vaktinde gelirdi. Fakat sonra gelmez oldu. Kayboluverdi. Ne olur, söyleyin bana,
neden böyle yaptı? Onun en yakın arkadaşıydınız elbette!»
Adam, onu dalgın dalgın süzdü, kaşlarını çattı ve alnmda iki çizgi belirdi ünlem işareti
gibi; sonra : «Bayanın kimden söz açtığını anlamadım,» dedi.. «Erwin adında birini
tanımıyorum. Sizi de hiç görmüşlüğüm yok.»
Adamın bakışlarındaki sıcaklık kayboluvermişti. Marie : «Siz olduğunuzu çok iyi
biliyorum,» dedi. «Sizi tanıdım. Onun ne olduğunu söyleyin bana!»
Adam, başını iki yana salladı. Şu anda ne gülüyor, ne dişleri görünüyordu; bundan ötürü,
dünkünden çok daha yabancıydı :
«Erwin adında hiç tanıdığım yok. Bütün ömrümde bir kere bile uğramadım o gazinoya.
Berlin'de yüzbinlerce insan var bana benziyen. O tarihte gördüğünüz adam bana
benzemiş olabilir. Bunca yıl geçmiş o günden bu yana.»
Marie, birşeyler daha söylemek istedi. Fakat sadece dudaklarını kıpırdattı ve omuz silkip
uzaklaştı. Yabancı adamın belki de çok şey başından geçmişti ve unutmuştu. O pazarı
unutmuş olabilirdi; Erwinie belki de çok kısa bir süre beraber bulunmuştu. O pazar
gittikleri gazinonun adına hiç dikkat etmemiş de olabilirdi. Birçokları için büyük şehir
hayatı bin çeşit olayla dopdoluydu. Bazılarının pek önemli saydığı bir olay başkaları için
sadece bir gezintiydi. Kendi bile dünkü kadar güve-nemiyordu bu çok önemli konuda
yanılıp yanılmadığına.
Marie kapıdan çıkarken oğluyla karşılaştı, el arabasında oturuyordu halâ. Çocuğa : «Haydi
okula!» dedi. «Birşey çıkmadı. O adama bir daha gitme sakm. Tanıdığım değilmiş,
yanılmışım!»
Marie, evine gitmeden önce Emilie halalara uğradı. Bereket, Emilie hala evde yoktu.
Paspasın altında duran anahtarı aldı., içeri girince komodinin üstündeki aynanın karşısına
geçti. Adam onu neden tanıyamamıştı? Iç dünyası hâlâ taptazeydi, fakat Emilie halanın
aynasında herşey solgun görünüyordu. Elmacık kemiklerine kadar küçük ve yorgun bir
yüz vardı aynada. Divanın kenarına ilişti, yorgun ve canı sıkkın. Ağlıyama-dı, göz pınarları
kurumuştu. Yüzü gittikçe yaslı ve tazeliğini yitirmiş görünüyordu.. Anahtarı yine eski
yerine bıraktıktan sonra evine döndü.
Hans okula dönebilirdi çoktan. Anasını görünce yüreği sıkışmıştı. Nedenini bilemiyordu.
Anasının yüzü soluvermiş ve anlamını yitirmişti. Oysa dün birden aydınlanıvermişti.
Hans bir bıçak satın alıncaya kadar öteberi taşımağa karar vermişti. Sedef saplı bıçağı
gözüne kestirmişti çoktan. Onu

Ölüler Genç Kalır — F. : 17 hiç bir zaman satın alamayacağım düşünürdü hep. Fakat bu
sabahtanberi düşüncesini değiştirmişti. Gerçi anası o yabancıya bir daha gitmemesini
söylemişti; anası yanılıyordu bundan. Fakat Hans, bıçağından vazgeçmek için hiç bir
sebep göremi-yordu. Çabucak bıçak satın alacak parayı kazandığını kimse bilmiyecekti.
Hans, adamın oturduğu masaya koştu. Yabancı onu görünce : «Sen misin?» dedi. «îyi
ettin. Trene taşı bakalım.» Peronda ayrılırken de : «Bu para kadarını bir daha kazanmak
istersen bu gece yine burada bekle beni,» diye ekledi.

Yabancı adam üçüncü mevki vagonda bir kompartımana girdi; yer çoktu. Valizi ve paketi
yanma koydu. Kompartımanda kendisinden başka yaşlıca bir köylü kadınla çocuğu vardı,
bir de dosyasmı hiç yanından ayırmıyan ufaktefek bir adam. Bir köşeye çekilip gözlerini
yumdu, keyfi yoktu konuşmak için.
Marie yanılmamıştı. O adam kendisiydi. Fakat Marie'nin yanıldığı bir yan vardı. Bir
karşılaşmayla herhangi bir pazar gezintisini bir tutan insanlardan değildi. Đnsanların
böylesin-den de hoşlanmazdı. Kendilerini büyük görevler beklediğini ve bundan ötürü de
insanlara tepeden bakmağa hakkı olduğunu sanan kişilere eskidenberi kuşkuyla bakardı.
Böyleleri günlük hayatları pek renkli olduğu için tek tük gönül işlerine ve karşılaşmalara
sadece bir iki boya lekesi diye bakan insanlara benzerdi. Fakat o, düşünmeği başarabildiği
günden bu yana, yolu üzerinde rastlıyacağı herkesin dikkatle incelenecek bir değer
taşıyabileceğine inanırdı; hele olağanüstü özellikleri ve istekleri bulunan kişileri hafızasına
iyice yerleştirirdi. O kadını gerçi hemen tanıyamamıştı. Solgunlaşmış yüzünde o eski
parıltıdan sadece alnında ince bir çizgi kalmıştı. Kadının anlattığı o günü çok iyi
hatırlamıştı. O pek kısa süren dostluğun sıcaklığr kolay unutulamazdı. Sonraları daha nice
dostlukla karşılaştığı halde o günlerin parıltısı hiç birinde yoktu. O yıldızlar sönmüştü.
Bunu iyi biliyordu.
Kompartımanın bir köşesinde oturmuş; Anker'de onlara servis yapmış olan kızı gözünde
canlandırıyordu. Kız onu hemen tanımıştı. Kendisini hiç kimsenin tamyamıyacağmı
sanıyordu. Oysa kız onu, pasaport fotoğraflarında seçilemiyen en küçük ayrıntılarına
kadar tanıyıvermişti. Memleketten uzaklaşmak için sağladığı kâğıtlarda anlaşılmayan
ayrıntılarıyla. Adam, o tarihte Berlin'den ayrılalıberi üçüncü tutuklama emri çıktı, diye
düşündü. Köylü kadın, uslu duran çocuğuna yaramazlık etmemesini söyledi. Yabancı
adam, öldürülmüş olan dostundan özür diler gibi, o adamın ben olduğumu
söyliyemezdim, böyle bir tehlikeyi göze alamazdım diye aklından geçirdi. Yine tutuklama
emirleri ve sahte kimlik kâğıtları. Yine kovalanıyoruz. Şu sıra tam da o günlerde gibiyiz
yine. Aynı umutlar ve aynı mücadeleler.
Adam, genç dostuyla cepheden dönmüştü. Đhtilâl beklemişlerdi. Döğüşmüşler ve bir
kurşunla vurulmağı göze almışlardı. Kendi ölümlerini hiç önemsememişlerdi. Zira
dünyanın bir mahşer günü eşiğinde olduğunu sanıyorlardı. Bütün ölüler dirilecekti nasıl
olsa! Erwin, saray ahırlarına yapılan saldırıda yakalanıp götürülmüştü. Bir süre sonra
ölüsünü Berlin yakınında bir ormanda bulmuşlardı. Fakat kendisi kaçabilmişti. Adam,
vagon penceresinden dışarılara söyle bir göz attı. Şehrin dış mahallelerindeki evler
düzlüğe dağılmışlardı. Göller ve ormanlar vardı. Yeşil yeşil ve sarı sarı düzlüklerde
demiryolu kavşakları vardı. Kompartımandaki ufak tefek adam dosyasına eğilmiş, gazete
okuyordu. Köylü kadın, gözlerini yabancı adamdan hiç ayırmıyan çocuğunu paylıyordu.
Adam. ölmüş dostunu şimdi iyice görür gibiydi. Olay sırasında ne vakti olmuştu, ne de bir
gerekçe vardı iyice bakması için. Gözünün önünde beliren ölü dostu yanında şu köylü
kadın ve dosyalı ufak tefek adam birer hayalet gibiydiler.
«Biliyor musun istasyonda kime rastladım. Anker'de bize servis yapan kıza. Onunla bir
gönül işin de olmuştur belki! Bana birşey anlatmıştın buna benzer. Herşeyi söylemen
gere-

kirdi. Dostların arasında böyle olur. Sen benim en iyi dostum-dun. Senden sonra hiç
kimseyle böyle yakın dostluk kurmadım.»
Ölmüş dostunun yüzü her zamanki kadar sakindi. Tren tekerleklerinin tangırtılı sarsıntısı
da, şu sözler de onu hiç heye-canlandırmamıştı. Genç dost her zaman böyleydi. Ne şen,
ne hüzünlüydü. Sadece sakindi. Martin, söylenir, bağırır', hattâ kimi zaman kendini
tutamayıp gülerdi. Fakat Erwin asla he-yecanlanmazdı. Şimdi de öyle.
«Garson kıza hiç bir açıklama yapmadım. O benden bir açıklama umuyordu belki de!
Buna çok üzgünüm. Ben şimdi Brandenburg'a gidiyorum.. Bir çok eyaletten gelecek parti
yöneticileri o şehirde toplanacak.»
Martin, her zamankinden daha buz gibi ve sakin görünen ölmüş dostunun yüzüne
bakarak heyecanla sürdürdü kafasının içindeki düşünce konuşmasını.
«Şimdi çok büyüdü partimiz. Böylesine güçlü olmamıştı. O tarihte eski partilerinden
ayrılmak istemiyen işçilerle bizler arasındaki uçurum daha da büyüdü. Her şehirde, her
sokakta, her evde ve her odada iki taraf da birbirinden nefret ediyor. Herkes birbiriyle
çekişiyor. Bir erkek kardeş öteki kardeşe kar-şr çrkryor.»
Martin hayalinde yaşattığı o çok değerli yüzü bütün ayrıntılarıyla yakalayabilmek için
büyük bir çaba gösteriyordu. Fakat başarabildiği tek şey, ben öldüm, sözlerini acı bir
gerçek diye duyar gibi olmaktan öteye geçmedi.
«Bir tarihte bizlere önderlik edenlerin hepsi öldü. Rosa Luxemburger, Liebknechtler,
Jogischesler hep öldü. Fakat kendi canınızdan daha çok değer verdiğiniz yeni partimiz ve
bizden o tarihte de nefret eden eski parti, karşılıklı nefretlerini daha da sertlikle
sürdürüyorlar. Kızıl olan, ya da kızıl rengi hatırlatan herşeyden ,nefret edenlerin
topumuza kin duyması gibi. Beyaz birliklerini üzerimize saldırtıyorlar, Öylesine per vasız
ve vurdum duymaz oldular ki, hepiniz öldünüz diye kendi saatleri geldi sanıyorlar. Şimdi
hiç kimse ciddi bir direnç göa-termiyecek, büyük yangın sona erdi, büyük sesler söndü,
devlet yönetimi kucaklarına düşüverecek, sanıyorlar.»
Martin, ölmüş dostunun yüzünü öylesine seçemez olmuşta ki, yüz çizgileri bazı iyice
beliriyor, bazı da karanlıkta kayboluyordu.
«Kapp, Erhardt ve beyaz çeteleri Berlin üzerine yürüdüler. Birden vazgeçiverdik
birbirimizle çekişmekten. Sadece tek bir gün. Az önceye kadar hiç bir konuda uyuşamıyan
işçiler, Kapp'ı Berlin'den elbirliğiyle kovduk. Bütün işçiler beyaz çetelerden öylesine nefret
ediyorlardı ki, bu duygu bütün öteki duygulardan daha baskm geldi. Fakat hemen sonra
yine herkes birbiriyle çekişmeğe başladı. Ebert, kısa bir süre önce korkup kaçtığı beyaz
çeteleri bizleri susturmak için yardımına çağırdı.»
Köylü kadın: «Bayı ikide bir rahatsız etmeğe hakkın yok!» dedi çocuğuna.
Martin : «Beni hiç rahatsız etmiyor,» dedi ve çocuğun bir cetvelle yarılmışa benziyen
saçlarını okşadı.
«Ruhr'da, orta Almanya'da, Thübingen'de ve Saksonya'da birbirimizle dövüştük yine.
Almanya'da bir şuralar hükümeti kurabileceğimize hâlâ inanıyorduk. Bütün Avrupa bir
şuralar hükümetleri birliği olacaktı. Rus şuralar hükümetleri gerçekleşmiş ve Sovyetler
Birliği kurulmuştu. Yıkılmamış ve daha. da güçlenmişti. Đnsanlar şimdiye kadar sadece bir
düşünce, bir ülkü için mücadele etmişlerdi. Şimdiyse bir dünya gerçeği vardı karşılarında.
Sen ölmüştün, fakat o gerçekleş misti.»
Köylü çocuğu bu yabancı yüzü dikkatle gözden geçiriyordu, bir vahşi görmüş gibi. Şişman
kadın durmamacasına: «Hiç gözünü ayırmadan bakmak çok ayıptır,» diye tekrarlayıp
duruyordu. Martin, ilgilendiği o yüzü, arada bir de olsa, gittikçe daha seyrekleşerek de
olsa, çocuğun yusyuvarlak suratında buluyormuş gibiydi :
«Ülkü gerçekleşti diye bizleri kovalıyorlar; kovalıyor ve

bizden nefret ediyorlar. Ne var ki, gerçekleştirilenden biraz daha aşırı kovalıyor ve nefret
ediyorlar bizlerden.»
Martin, dostunu birden iyice inandırmak isteğine kapılıver-ınişti, kendine özgü aşırı
heyecanla. Dostunun yüzü sakinleştikçe onun heyecanı artmıştı. Ceketinin bir
düğmesinden yakalamıştı dostunu. Düğmeyi hâlâ avucunda hissediyordu, elinde kalmış
gibi. Şu anda, Anker'de çalışan o garson kız sonradan dikmiştir diye düşündü. Şimdi
sadece düğmeyi hatırlıyordu, ölmüş dostunun yüzünü göremiyordu artık.
«işte böyle, güçlü daha güçlendi, kötü giden durumlar daha kötüledi. Nice hayâl kırıklığı
ve nice umut gerçek oldu. Nicesi de boşa gitti. Bunca kan aktı. Bütün bunları yüzümüzde
okuyabilirsin, sen hiç birini görmedin. Varşova üzerine ilerleyişi kaçırdın ama, gerileyişin
büyük hayal kırıklığından da kurtuldun. Lenin'in ölümünü görmedin. Daha başka bir çok
adı da. Polonya'da mareşal Pilsudiski, Đtalya'da Mussolini'yi de. Zira sen ölmüştün.
Ebert'in ölümünden sonra devlet başkanlığına seçilen Hindenburg'u tanırsın. Milletimizin
savaştan aldığı büyük ders bu sonucu verdi. Çekilen bunca acı ve bunca paranın sonucu
bu oldu. Başımıza bir Feldmareşal geçti.. Polis müdürü Zörrgiebel sokaklarda üzerimize
ateş açtırdı. Eskiden de kurşunlandığımız sokaklarda. Bir Mayısta bayrak taşımamızı
yasakladı. Sırtlarında bir gömleği bile olmıyan işsizler, şimdi parasız dağıtılan kahverengi
yepyeni gömlekleri bir deri bir kemik vücutlarına giymekten pek memnun görünüyor.
Bunun karşılığını ödemek için türküler okuyorlar. Senin de bildiğin o aşağılık türküleri.
Taşınmasını yasakladıkları bizim bayrağı, orta yerine gamalı haç ve beyaz bir yuvarlak
koyup şimdi kendileri taşıyorlar.»
Tren, Brandenburg istasyonuna girmişti. Ufak tefek adam, dosyayı gözetliyor gibi, yan
yan bakıyordu kuşkuyla.Köy-lü kadm, çocuğunu azarladı. Martin bütün düşüncelerini
kompartımanda bıraktı. Peronda onu bekliyenler vardı. Tanış ve dost iki yüz. Martin,
ölmüş arkadaşının yüzünü unuttu.

SEKtZtNCt BÖLÜM

Martin aynı akşam trenle döndü Berlin'e. Valizi biraz daha ağırlaşmıştı. Hamal bulmak için
bakındı. Hans hemen koştu. Martin unutmuştu çocuğu. Valizi güçlükle taşıdı istasyonun
dışına kadar; istasyonda yük taşıma hakkını başkalarına vermi-yen yetişkin hamallara
ürkerek bakıyordu. Fakat yabancı, hamallara : «Akrabam oluyor,» dedi. Çocuğa, valizi
apartıman merdivenlerini çıkarıp odasına taşıyıp taşımayacağım sordu. Hans çok
istekliydi. Đstasyonda o yabancıyla buluşacağını anasından saklamağı daha uygun
görmüştü. Anasının yüzü yine eski halini almıştı. Hans, anasının yüzünü görünce neden
tedir-ginleştiğini bilemiyordu. Anası : «Adam değilmiş,» diye kestirip atmıştı. Hans, şu
sıra o yabancının sözünü etmekle bile tatsızlığa yol açacağını seziyordu. Fakat hoşuna
gidiyordu o yabancı. Anasıyla herhangi bir işi olmasa bile.
Hans. istasyondaki çoğu yetişkinlerden daha kurnaz olduğunu göstermişti. Martin bir
taksi çağırdı ıslıkla. Hans. önce dimdik oturmuş, sonra arkasına yaslanmıştı. Martin'in
hoşuna gidiyordu bu çocuğun yüzü. Bu olağanüstü otomobil yolculuğu sırasında gözleri
parlıyordu çocuğun. Dudaklarını kısmıştı. Hiç birşey kaçırmamak, hiç bir duyguya ve
sevince alt olmamak istiyen bir hali vardı. Martin birkaç şey sordu; kaç yaşındasın, okula
gidiyor musun, baban işsiz mi gibi.
Alexandrin caddesinde bir evin önünde taksi durdu. Hans, adam Bülov caddesinde
sahiden oturmuyormuş, diye aklından geçirdi. Anası umurunda değildi. Valizi yüklendi.
Yabancı da yardım etti. Bundan ötürü daha az verirse diye de korktu. Bereket, evin
koridorundan odaya kadar tek başına taşıdı eşyayı. Çakıyı seçtiği vitrini daha iyi gözden
geçirmişti. Hattâ ok ve yay, hava basınçlı bir tüfek gibi şeylere de bakmıştı ama şimdi
onlara yetmezdi. Hele, tekerlekleri pırıl pırıl bir bisiklet vardı!
Martin'in odasında salıncaklı bir sandalye vardı. Hans sallanmaktan kendini alamadı.
Martin güldü parasını verirken ve ertesi akşam yine gelmesini söyledi. Zira bu oğlana her
iş güvenilebilirdi.
Evdekiler bu kadar uzun nerelerde dolaştığını sordular. Bir sürü azar işittiği halde doğruyu
söylemedi. Yetişkin bunca kişi arasında sadece kendisinin bildiği bir sırrı vardı. Saklamak
hoşuna gidiyordu.
Martin alışmıştı, bu oğlanın arada sırada uğrayıp, yapılacak bir iş var mı, diye sormasına.
Kimi zaman bir paket, bazı da bir mektup verip bir yere yolluyordu. Ya da, Berlin'e gelen
bir tanışını istasyondan alıp kalacağı yere götürme işinde. Çoğu zaman birkaç kuruş
veriyor, arada bir de unutuyordu. Hans bu adama yardımı kendisine bir görev biliyordu.
Martin'in bir kitap okumasını, ya da bir işi bitirmesini beklediği çok oluyordu. Böyle
durumlarda salıncaklı sandalyeye oturuyor ve Martin'in verdiği sigarayı dudakları arasında
çiğniyordu. Odanın her yanma saçılmış kitaplar ve gazeteler arasında renkli birşey varmı
diye de arardı. Pek birşey anlamazdı hiç birinden. Sigaranın acılığı, yabancının varlığı
kalemin kâğıtta çıkardığı sesler, elektrik düğmesi çevrilince duyulan gürültüyü ve hiç
birşeyi kaçırmazdı. Bütün bunların bir araya gelmesi, okul, sokak ve evindekine
benzemiyen daha başka bir durum çıkarmıştı ortaya. Martin de alışmıştı çocuğun ikide bir
uğramasına. Kapı aralığında görünüveren sipsivri tilki suratı hoşuna gidiyordu. Tasalı ve
öfkeli zamanlarmda ortaya çıkardı hep. Aslında,. Martin, her zaman için tasalı ve öfkeli
insanlardandı. Bütün insanlara gittikçe sertlikle yöneltilen bütün ortak sorular Martin için
dört duvar arasında görüşülür ve kuru bir raporda toptan ele alınırdı. Bütün bunların
arasında kendi hayatıyla ilgili tek bir çizgi vardı. Memleketinden gelecek bir mektup.
Sevdiği kadın tek basma bir hayat sürüp ömrü boyunca onu beklemek istemiyordu. Oysa
yakında daha da uzaklara gidecekti. Kadın, belki de bütün ömrünü onu beklemekle
geçiremezdi. Martin'in cansıkmtısı bundandı ve başkalarının cansıkıntılarıyla ilgisi yoktu.
Üzüntüden kıvrandığı anlarında o oğlan çıkageli-yordu. Çok önem verdiği bir insan
karşısındaymış gibi bakıyordu Martin'e. Geldiği yere geri gönderilivermekten korkan bir
hali vardı. Kalmasına ses çıkarılmayınca sivri yüzü rahatlar ve sakinleşirdi. Burnunda çiller
vardı. Saçlarının rengi kızıldı. Bir iki perçemi açık kumraldı sadece. Martin biraz
yatışıyordu küçük oğlan arkasında durup sessizce bekleyince; salıncaklı sandalyenin sesi
bir müzik gibi geliyor, daha rahatlıkla okuyor, daha rahat yazabiliyordu. Ev sahibi Gerlach
da gelirdi çoğu. Yaşlı ve sessiz bir insandı. Fakat son günlerde sık sık tedirginleşiyor ve
konuşmak isteği duyuyordu. Kiracısına çok önem vermekteydi. Oğlan pek birşey
anlamadığı konuşmaları can kulağıyla dinlerdi. Kendi evlerinin mutfağında da buna
benzer şeyler konuşulurdu. GerJach. yorgunluktan bitkin dönmüştü işinden. Yeri kolay
kolay doldurulmıyacak usta işçilerden olduğu için çıkarılmamıştı. Verimsiz çabalardan
hayâl kırıklığına uğruyor ve öfkesinden deliye dönüyordu, sık sık : «Patronlara sormak
isterim,» diye başlardı, «makineye bir kolumu kantırırsam iki kolumu da kaptırmadım
diye daha mı az sayılacak başıma gelen bu felâket? Akciğerlerim yavaş yavaş çürürse on
beş günde dört nala veremden ölmedim diye felâketim daha mı hafifleyecek? Ne onu, ne
ötekini isterim. Bunlardan birini ille de seçmeğe beni hiç kimse zorlıyamaz.»
Hans, ayaklarını yere basmış, sallanmağı bırakmıştı. Kendi evlerinde tartışan babasıyla
TriebePden acaba hangisi Mar-tin'den yana olur, diye düşünüyordu.
Martin, her hangi bir yerde aşırı tasalanınca evde bekliyen o sivri ve küçük yüzü
düşünürdü. Hans, tereyağlı ekmeği ısırırken, çocukluğunda eve müthiş aç dönüp tereyağlı
ekmeği yerken duyduğu keyfi yeniden yaşıyordu. Gösterdiği bir resme çocuk şaşıp
kalınca, çoktan unuttuğu hayret etme duygusunu yeniden hissediyordu. Bir kaç meteliğin
nereye kullanılmasından, para atınca sandviç çıkaran otomatiklere kadar herşey hep
böyleydi. Bir gün onu beraberine aldı ve Petersburg'un son günleri filmine götürdü. Martin
yolda anlatmıştı, Petersburg'a şimdi neden Leningrad adı verildiğini. Hans hiç
konuşmadan dinlemişti. Filmi seyrederken de hiç sesi çıkmadı. Fırınlanmış badem doluydu
ağzı, fakat gürültü olmasın diye çiğnemiyordu. Başka zamanlar yapışık duran dudakları,
filmin sahnelerini ısırmak ister gibi sonuna kadar açılmış, dişleri ortaya çıkmıştı; yoksul
bir evi polisler basmış, eve dönen kocasını uyarmak isteyen kadın eline geçirdiği ilk şişeyi
pencereye fırlatmış ve durumu kavnyan adam kaçmıştı.
Martin, 1917 sonbaharında sandı kendini. Aradan geçen yıllar silinivermişti. Duvarlara
çarpan kurşunların yeri daha duruyordu ve ölüler de gömülmemişti.
Marie oğlunun bir gün öğleden sonra mavi gömlek ve kırmızı kıravatla aynaya baktığını
görünce güldü ve : «Nereden geliyorsun?» diye sordu. Hans : «Bir arkadaştan eğreti
aldım,» cevabını verdi, «Oskar Berger'den.» O oğlan bir kez gelmişti onlara; biraz hantal,
somurtkan, uzun boyunlu, gözleri fırlakça bir oğlandı ama iyi çocuğa benzerdi. Hans
anlatmamıştı nasıl tanıştıklarını. Martin'in ev sahibi Gerlach'ın yeğeni oluyordu. Berger'in
babasıyla Gerlach aynı yerde çalışıyordu. Bayan Berger'in de boynu upuzun ve gözleri
fırlaktı. Ailece namuslu insanlardı. Oskar'ın ağabeyi Heiner de işsizdi. Babası gibi
kısaboylu ve tıknazdı. Bakışları sert ve keskindi. Aynanın karşısında bir sağa bir sola
dönen Hans pek memnundu. Oğlunun bu halini görünce pek öfkelenen Geschke : «Kim
geçirdi bunları sırtına?» diye sordu.
Marie : «Keyfini bozma çocuğun,» diye lâfa karıştı. «Gömleği de eskimemiş olur!»
Geschke : «Ayna karşısında ağzı kulaklarına varan SA giysilerini gören analar da senin
gibi düşünüyor,» diye homurdandı. Marie bakışlarını önüne eğdi. Kocasının bu
sözlerindeki suçlamayı kavramıştı. Komşularından bayan Melzer, büyük oğlu Franz'ı
geçenlerde şehrin uzak bir semtinde bir sürü Nazi arasında gördüğünü soluk soluğa
yetiştirmiş ve çocuklar evde azarlanmamak için şehrin ıssız ve uzak semtlerine
savuşuyorlar her halde demişti. Tam o sırada eve dönmüş olan Geschke: «Tanımadıkları
insanların evlerini yağma etmek ve tanımadıkları işçilerin kemiklerini kırmak, komşularına
saldırmaktan daha kolaylarına geliyor,» diye söylendi.
Marie. aklı böyle şeylere ermiyen, hiç birşey okumayan ve bilmiyen sersem karının biri
olduğuna pek üzülmüştü. Bildiği tek şey, öz oğlunun bu gibi topluluklara katılmaması
gerektiğiydi. Yabancı işçilerin kemikleri kırılırsa, Geschke ikisinin de canına okurdu.
Kocasının o sözlerinden bir başka sitem de sezmişti, üvey oğlunla yakından
ilgilenmiyorsun gibilerden.
Marie pek memnundu, oğlu Hans daha uzun yıllar okula gidecek diye. Büyük oğulları
haftada iki gün babasıyla çalışma müdürlüğüne gidip işsizlik damgası vurduruyordu
karnesine. Franz, pantolonun yaması pek belli diye söylenip duruyordu. Mari° üzüntüyle:
«Şu sıra yeni bir pantolon alamam fana.» dedi. Franz : «Daha iyi yama vursaydm,» diye
homurdandı. Geschke pek öfkelendi. Marie elini tuttu hemen vurmağa kalkışmasın diye.
Sonra : «Elden geldiği kadar dikkatli ya-

madun,» cevabını verdi üvey oğluna. «Eski etekliğimi kestim yama için sağlam parça
bulayım diye. Renk pek uymazsa ben ne yapabilirim!»
Geschke : «Şu aşağıdaki kaba herife gidip de özür dileyecek misin sen?» dedi.
Bu sözleri duyan Franz, büyük bir umutsuzlukla : «Susie bana söz vermişti,» diye
haykırdı. «Herbert'e değil. Merdivenleri bir kez de bana temizletsin diye Lorke'ye ne diller
döktüm. Susie'yi pazar günü kahveye götürecektim. Şimdi ne halt edeceğim?»
Marie susuyordu. Küçük Hans pencerenin kenarında ders çalışıyordu. Süsüne düşkün
değildi daha. Odanın alacakaranlığı, sözlerden daha çok içini daraltıyordu Franz'm.
Buradan nasıl uzaklaşsam diye düşünmekteydi. Geschke, evden çıkınca, Marie babanın
pazarlık gömleğini verdi oğlana. Gömlek yıllarca önce dikilmişti ama, iyi korunmuştu.
Genç kadın, oğlanın öfkesine hak verdi içinden. Boylu boslu güzel bir oğlan olmuştu.
Yamalı giysiler bundan ötürü daha da gücüne gidiyordu.

Franz o pazar gezmeğe giderken, kızların önden yürümesi çok yerinde, diye düşündü, gri
pantolonda açık renk yama göze çarpmıyor. Aschinger kahvesinde kızla bir masaya
karşılıklı oturunca biraz rahatlamıştı.
Franz birkaç hafta önce iş bulma müdürlüğünde eski bir tanıdığa rastlamıştı. Önünde sıra
bekliyen saçları düzgün taranmış ve uzun boylu adamı tanıyıvermişti. Đnsanların dış
görünüşleri yirmiyle otuz arasında, yirmiyle on yaş arasında olduğundan daha az değişir.
Franz, öğrenciliği sırasında pek sevdiği eski öğretmenini kolay tanımıştı. Fakat öğretmen
Degreif, güleryüzle kendisini selâmlıyan gencin kim olduğunu hemen çıkaramadı.
Franz, halâ genç görünen bu dimdik ve kumral öğretmenin sınıfta Brandenburg eyaletinin
bin yıl öncesini anlatışını bir anda hatırlayıverdi. Sadece aile çevresinde ve komşularla
değil, büyük bir millet arasında yaşadığını Franz o gün kavramıştı.
Öğretmen Degreif, en ön sıralardan birinde oturan saçları karmakarışık öğrencisini
güçlükle hatırladı : «Okuldan ayrılalıberi işsiz misin?» «Evet saym öğretmenim. Ya siz?»
«Sen sondan bir önce sınıftaydın o tarihte. Benim de işime son verdiler. Birinci dereceden
demir haç nişanının karşılığı
olarak.»
Franz, «erkek kardeşimin şimdi gittiği okulda iki sınıfı birleştirdiler,» dedi,. «Bir düşünün,
altmış kişi bir sınıfta. Okula daha fazla öğretmen gerekliyken.»
«Devlet birkaç öğretmen daha kullanacağına son meteliğe kadar bütün paraları tamirat
borçları diye düşmanlara veriyor.»
Franz : «Herr Degreif siz eşsiz bir öğretmendiniz,» dedi. «Benim için gerçek bir ışık
kaynağıydınız. Sizi okuldan çıkarmalarını kafam almıyor bir türlü.»
Degreif : «Đlk önce benim gibileri çıkardılar,» cevabını verdi.
«Neden?»
«Siz gençlerin kafalarına vatan kavramım soktuğumdan. Kızılların Marksizm
propagandasına azbuçuk göz yumuyorlar. Hele yahudiler daha da göz yumuyor.» Sokağa
taşan uzun sıra yavaş yavaş karidora sokulmuştu. Degreif, eski öğrencisini gözden
kaybetmemek için yan yan yürüyordu. Sevgili öğretmeninin de kendisi kadar kötü
durumda olması Franz'ı pek üzmüştü. Degreif, çocuğa bakıp, senin gibi güçlü ve sağlam
karakterli bir gencin bu duruma düşmesi beni kendi durumumdan daha çok üzdü, diye
aklından geçirdi. Öğretmen acı acı güldü ve eski günlerde yaptığı gibi; oğlanın saçlarını
çekti:
«Senin bir başka iş bulma şansın benden daha çok. Zira sen daha gençsin. Burada sıraya
girip beklemen tabiat kurallarına karşı, tabiatın kutsal kanunlarına uymuyor.»
Franz bu sözleri hayran hayran dinliyordu. Bunun böyle olduğunu hep sezmişti ama, söz
olarak bugüne kadar hiç duymamıştı. Ne babasından, ne anasından, ne de sevgilisi
Susie'den. Onun yamalı bir pantolonla iş bulma müdürlüğünde sıra beklemek zorunda
kalması felâketten de kötü birşey, kutsal kanunlara aykırı bir durumdu. Degreif'in
söylediği bu sözler, sıcak bir sevgi dalgası gibi bütün vücudunu sarıvermişti.
Öğretmen az sonra : «Say bakalım, kaç Yahudi var burada?» dedi.
Franz : «Yahudiler hemen göze çarpmaz,» cevabını verdi. «Bu semtte sayıları pek fazla
değil. Öteki mahallede daha çok Yahudi var sanırım.»
Degreif : «Oğlum,» dedi. «öteki mahallede gerçekten çok Yahudi var da iş bulma
müdürlüğüne gidiyorsa, bankada hesaplarının olduğu anlaşılmasın diye böyle
yapıyorlardır.»
Franz hayretle baktı öğretmenine; Degreif'in derslerinde kafasına yerleşmiş ışıklı anıları
hatırladı :
«Rüzgârın memleket memleket savurduğu tohumluk buğday tanesi sonunda bir kaldırım
çatlağında bile tarlasını bulur.»
«Alpler'den çıkarak Boden gölünden geçen Ren nehri gölden sonra yine Ren nehridir.
Binlerce yıldır hep Ren nehri kalmıştır. Binlerce yıldır daha da genişliyerek ve
sessizleşerek denize akan ve bundan binlerce yıl sonra da akacak o büyük su her zaman
Ren olarak kalacaktır.»
Böylesine doğru ve güzel şeyler bilen bir öğretmen günün birinde ters düşüncelere neden
kapılsın? Degreif'in uzun süredir Nazi olduğu konuşmalarda ortaya çıkmıştı. Partiye yazılı
Naziler listesinde sıra numarası pek küçüktü. Göğsünde demir haç nişanıyla savaştan yeni
döndüğü günlerde Franz kadar gençti, işsizdi ve onun kadar üzgündü, yatıştıracak
birşeyler aranıyordu O tarihte birisinin ona, seni büyük görevler bekliyor demesi — az
önce Franz'a olduğu gibi — rahatlatmıştı. Bundan kuşkulanması için hiç bir neden yoktu.
O gün de yoktu bugün de. Şimdi tıpkı Franz'a olduğu gibi bu umutla onun da içi
rahatlamış, kafası aydınlanmıştı. Tabiat onu partallar içindeki bütün öteki işsizlerden daha
yüce yaratmıştı. Yüceler arasında yer almak hakkını ona vermişti. Nerede başlayıp nerede
bittiği belli olmıyan insanlık kavramı değildi Degreif'in seçeceği, onun yeri büyük
milletinin arasındaydı. Sadece orasıydı onun yeri. Degreif o günden sonra her öğrenciyi
çok uzaklardan da gelmiş olsa, kuşkuyla karşıladı hep. O yabancı düşünceler, açlığa ve
yoksulluğa katlanmak pahasına tabiatın ona verdiği bir hakkı, olağanüstü bir milletten
yaratılmış olmak hakkını çalabilirlerdi. Eski öğretmen Degreif, eski öğrencisi Franz'a :
«Hiç değil bunu kimse alamaz elimden,» dedi.
Franz öğretmenin evine gitti. Degreif : «Modası geçmiş öğretmenlerdenim ben,» dedi.
«Öğrencileri bütün hayatlarında gözümden kaçırmak istemem. Sizin oralarda yanlış yol
göstericilerin tuzağına düşmenizden korkarım. Ters düşüncelere kapılabilirsin. Evinde sık
sık duyduğunu sandığım sınıf mücadelesi, dayanışma gibi o yanlış öğütlerden seni
korumak istiyorum. Serseriler ve dilencilerle birlik olmıyacaksm. Senin yerin güçlülerin ve
doğruların yanıdır. Böyle yaparsan milletine hizmet etmiş olursun.»
Degreif, karısının baba evine taşınmıştı. Kaynana ve kayın baba da emekli öğretmendiler.
Franz, bu insanların kendi aile çevresinden çok daha başka kişiler olduğunu gittikçe daha
yakından hissediyordu. Oysa oturdukları yer pek küçüktü. îki torunla daha da küçülmüş,
Geschke'lerin daire kadar daraş-malık olmuştu. Yerleri cilâlı oturma odasındaki kitap
raflarının üzerinde Bismarck'ın, Luther'in ve Goethe'nin resimleri asılıydı. Geceleri yatmak
için kullanılan divanın arkasındaki duvarda Hitler'in imzalı bir fotoğrafı vardı. Franz
ayrılırken Degreif, gamalı haçlı bir kıra vat iğnesi armağan etti. Fakat oğlan, evine girince
iğneyi çıkardı, babası ve komşular görmesin diye.

O günden iki hafta sonra gençlik yurdunda asılı bir bay-

rakta kocaman bir gamalı haç gördü. Gamalı haça hayranlık ve şaşkınlıkla bakakalmıştı.
Bu olay, yamalı pantolon için ev-dekilerle tartışmasından aylarca önce geçmişti. Yoksul
durum larmda üvey anasının bir suçu olmadığını biliyordu. Onunla sert konuşmuş
olduğuna pek üzgündü. Ne var ki, o da akılsızın biriydi. Öğretmeni Degreif in anlattıklarını
usulca söylü-yemez miydi?

Mertin, Hans'la Oskar'ın gezintiye gitmelerini sağlamıştı. Ne var ki, Hans buna pek
sevinmiş değildi. Yabancı bir çevreden ürken bir hali vardı.
Buz gibi bir sonbahar akşamıydı. Çocuklar bir gençlik yurdunun ocağı çevresinde
toplanmışlardı. Oğlanlardan biri armonik çalıyordu. Boylu boslu ve çok güzel bir kız, hafif
ve biraz boğuk alto sesiyle okuyordu. Çocuklar gürültü edip armonik çalanı susturdular.
Sessizlik çökmüştü.. Güzel kıza hayretle bakıyorlardı. Az önce çorba pişiren, fakat bir peri
kızı olduğu sonradan anlaşılıveren masal kızlarına benzetmişlerdi. Kız hafif bir sesle
türküler söylüyordu arka arkaya; ezgiler aklına öylesine geliyormuşcasına. Kız ise,
dudaklarından ve mandolinde dolaşan parmaklarından dökülen küçük küçük türküleri,
sıcak salonu, arkadaşhk havasını düşünüyordu sadece. Alnına düşmüş saçları salonun
hafif ışığı altında parıldıyordu. Hans, anasını düşündü ve peri kızma benziyen bu kızı
komşu evde sık sık görmüş olduğunu hatırladı; Emilie halanın atölyesine giderdi her
sabah. O kızın akşamları insanların soluğunu kesecek biri olabildiğini Hans nereden
bilsindi! Salondakiler arasında tanış bir yüz daha gözüne ilişmiş, babasının Zimmer
caddesinde eskici dükkânı olan kahverengi kıvırcık saçlı oğlanı görmüştü. Kamburdu ve
gözlüklüydü. Hep alay ediyorlardı çocukla. O çocuğun şimdi kendisiyle aynı yerde oturup
sıcaklığı, türküleri ve çorbayı paylaşması Hans'a tuhaf gelmişti. Hans'ı gö
F. : 18
rünce koşup kaçması, babasının dükkân kapısında durup üzgün bakışlarla bakması
gerekirdi. Türkü söyliyen kız mandolini bir başka kıza verdi. Kız öteki kadar güzel değildi,
ama sesi daha pırıl pırıldı. Şimdi hepsi birlikte türkü söylüyorlardı. Çocuklardan bazıları
açıkhavaya çıktı. Hans'da onlara katıldı. Çitle çevrili bahçe batı yönünde şosede bitiyordu,
doğuda tarlalarla sınırlıydı. Tarlaların azmlı toprakları ay ışığı altında daha olgun
görünüyordu. Kuzeyde az ötede çam ormanı vardı, güneyde de bir göl. Gençlik yurdu
denilen büyük kulübenin çevresinde alçak tavanlı barakalar göze çarpıyordu. Penceresi ol-
mıyan bu barakaların bazılarının kapı aralığından hafif bir ışık sızıyordu. Türküler de
duyuluyordu. Çocuklarla birlikte koşmaktan soluk soluğa kalmış bir yaşlıca erkek, ateş
yakıp çevresinde oturmağı ileri sürdü. Çocuklardan bir kaçını, çalı çırpı toplamağa
gönderdiler. Hans şimdiye kadar sadece sokakta dolaşmıştı geceleri. Ama kırlarda ilk kez
gece çıkıyordu. Dünya ne büyüktü! Dünya karanlıkta daha da genişliyor ve her ışık bir
insan oluyor gibiydi. Evlerinin balkonunda bazı geceler yıldızları seyrederdi. Öğretmeninin
dediğine göre onlar da birer dünyaydı. Öğretmenin dediği doğruysa gökyüzünde bir sürü
dünya vardı. Hans neden bu dünyada yaşamaktaydı? Neden daha başka bir dünyada
değildi? Yanında yürüyen küçük bir oğlan ondan daha çabuk topluyordu çalı-çırpıları.
Yakılacak çalı-çırpılarm nasıl demet edilmesi gerektiğini de biliyordu. Hans açıkhavada
ateş yanarken hiç görmemişti. Odunlar çatır çatır yanıyordu ve onu ta içinden sarıyordu.
Gökyüzündeki yıldızların birinde de bir ateş yakmışlardı belki de! Hans, heyecandan hiç
kımıldamıyordu. Onun içinde de bir şeyler kıpırdanıyordu, odunların arasmda çıtır çıtır
yanmak için. Onun içinde de küçük küçük kıvılcımlar havaya saçılmak istiyordu. Hans,
birlikte çalı topladıkları oğlanın gerçekte bir kız çocuğu olduğunu şimdi farketmişti. Saçları
kısa kesilmişti ve kısa-

Ölüler Genç Kalır —: cık burnu vardı. Kız, alnını kırıştırmış, Hans'ın hiç duymadığı türküler
okuyordu hep birlikte. Gençlik yurdunda tek başına türkü söyliyen kız da Hans'ın gözüne
ilişti; onlardan epiyce ötede, ışıktan uzakta bir yere oturmuştu. Ateşin parıltısı kızın
dizkapaklarına hafifçe vuruyordu.
Türkülerin ve odun ateşinin en hoş parçaları, şimdiye kadar hayatın ona verdiği en güzel
şeyler, kafasının içinde bir araya gelmişti, Anasının yüzü, Martin'in saçları dibinden
kazınmış yuvarlak başı, hayatının yaşantılarıyla karışmış bazı filim sahneleri onu her
yanından sarmıştı. Hans, yıldızlar üzerine açıklamalar yapmağa başlıyan ve kendinden
daha büyük olan bir çocuğa sokuldu. Ateş sönünce birer ikişer döndüler barakalarına.
Yıldızları açıklıyan zayıf ve uzun boylu oğlana bir iki çocuk daha sokuldu. Aralarında Hans
ve kambur çocuk da vardı. En çok soranda oydu. Yıldızlar üzerine en çok onun bilgisi
vardı. Uzun boylu ve zayıf oğlan, kolunu onun omuzuna koydu. Hans, o gece samanların
üstünde yattı. Martin'in ev sahibinin yeğeni Berger'le birlikte. Üstlerine bir battaniye
örttüler.

Geschke, gazinodan eve geldiğinde iki oğlanın hâlâ dönmemiş olduğunu görünce pek
kızdı. Marie, Emilie halanın yardımıyla eve bulduğu işleri hazırlıyordu. Enstitüde gayet
güzel dikiş öğrenmiş olan Helene'de pazar gezmesine gitmeyip evde kalmıştı. Pek güzel
olmadığından erkek arkadaşı yoktu daha.

Geschke'nin büyük oğlu Franz, eski öğretmeni Degreif'la Berlin'in bir başka semtinde bir
başka gençlik yurduna gitmişti. O da orada pazarını pek mutlu geçirmişti. Hans'ın öteki
gençlik yurdunda mutlu olduğu kadar. Orada da türküler söylenmiş, orada da kamp ateşi
yakılmıştı. Gökyüzünde aynı yıldızlara hayret ve saygıyla bakarken onun da yüreği
kabarmıştı. Sokaktan şöylesine tanıdığı çocuklardan bazılarını orada görünce o da Hans
gibi şaşırmıştı. Sonra aralarında çekişmişlerdi, Berlin sokaklarında dalgalanması yasak o
bayrağı sarılı olarak hangisi taşıyacak diye. Sonunda, hem önlerine, hem arkalarına
gözcüler koyarak bayrağı kısa bir süre için, dalgalandıra dal-galandıra taşımışlardı.
Degreif, gençlik şefine: «Bayrağın şehirde dolaştırılması yasak değil,» diye fısıldayınca,
beriki: «Aldırma, böylesi daha hoş oluyor,» esvabını vermişti.
Dönüşte metroda o kambur ve gözlüklü oğlana rastlayınca, bir tebeşir alıp elçabukluğuyla
sırtına yahudi yıldızı çizivermişlerdi. Franz eve girerken bütün işaretleri sakladı
babasından korktuğu için. Marie, eve ilk gelenin öz^ oğlu olmadığını ayak seslerinden
farketmişti. O pazar günü büyük oğlan da, küçük oğlu da eve pek keyifli dönmüştü.
Küçüğün güldüğünü görünce, Marie de güldü. Fakat, Franz'm arkadaşlarından ayrılırken
gülüşünü duyunca bir tuhaf oldu. Oysa buna hiç bir neden bulamamıştı.
Đki oğlanın da evden sık sık savuşmasında şaşılacak bir şey yoktu. Geschke,
sandalyesinde bir buz kalıbı kadar soğuk ve hareketsiz oturuyordu. Saatler saati
düşünüyor, sonra birden ayağa fırlayıp şiddetli bir tartışmaya başlıyordu. Triebel'le böyle
olmuştu. Eskidenberi birbirleriyle tartışmağı pek severlerdi. Zira Triebel hem çok eski bir
komşusu, hem de savaş arkadaşıydı. Ne var ki, şu en son tartışmadan sonra Triebel bir
daha görünmemişti. Prusya'da bir sosyalist hükümete karşı halk oyuna başvurmaktan
çıkmıştı son tartışma. Geschke: «O heriflerle ortak liste yapacağınızı herşeye rağmen
ummazdım,» diye haykırmıştı. «Sadece bizim partiye ve bizim bakanlara kötülük olsun
diye yapıyorsunuz bunu. Bizimkileri düşürmek için birleşiyorsunuz o madrabazlarla.
Onlardan hiç farkınız yok.»
Onun bu sözlerini elden geldiğince sakin cevaplandıran Triebel: «Kapa çeneni,» demişti.
«Onların istediği halkımızı elden gelen çabuklukla yokedecek bir hükümet. Bizler ise, bize
artık yararlı olacak bir hükümet istiyoruz.»
Marie, hangisinin haklı olduğunu anlamak için büyük bir dikkatle kulak vermişti. Zira
sonradan Geschke'ye birşey sormak istemiyordu. Kocası öfkesinden donup kalmıştı.
Kadın, sonradan aşağıya Triebel'lere de gitmedi. Yoksa, kadın kocasından daha sabırlı ve
anlayışlıydı, ona aklının ermediği bazı şeyleri açıklarken.
Ne var ki, son defa Triebel mutfak kapısını pek öfkeli vurmuştu çıkarken. Geschke de
arkasından : «Bize bir daha gelmez bundan böyle,» demişti.
Marie, kollarını kavuşturmuş bunları düşünüyor ve Hans'-ın dönmesini bekliyordu.
Sonunda Hans'ın da geldiğini ve ağabeyinin yatağına usulca girip yattığını duydu. Fakat
Geschke halâ uyumamıştı. Bu oğlanlar nerelerde sürtüyorlardı bu saatlere kadar? Hem de
birlikte değil, ayrı ayrı! Bu yaşta çocukların düşmiyeceği tuzak, kanmıyacağı yalan yoktu.
Babaları birşey buyursa homurdanırlar da dışarda her söylenileni hemen yaparlardı.
Oğullarına kendi babalarından daha büyük bir istekle el uzatan kimdi acaba?

Wenzlovv'un keyfi kaçtıkça çevresinden daha çok gizliyordu bunu. Beyninin içinde sadece
kendisinin bildiği gizli bir çekme vardı. Oraya kimseyi yaklaştırmazdı. Ne karısını, ne de
sevgililerini. Kendisi bile iyice yalnız bulunduğu ve kimsenin görmediğine inandığı anlarda
acırdı o çekmeyi. Geceleri karısı uyurken, ya da işden sonra bir kâğıdı okur gibi yapar ve
o gizli çekmenin anahtarını usulca çevirirdi. O çekmede yabancı gözlerden böylesine
kıskançlıkla gizlediği ne bir hazine, ne sevgili sırları, ne de anıları vardı. Orası bir başka
çeşit hazine dairesiydi. Hayat korkusu, bilinmez yarınlardan duyulan korku ve bunalıma
hazine gözüyle bakılabilirse. Fakat kışlada, mah-felde ve evinde sürdüğü alışılmış hayatta
ele geçirebildiği olağanüstü şeyler işte bunlardı.
Wenzlow, bir manevradan sonra eski savaş arkadaşlığını yeniledikleri teğmen Boland'm
anlattıklarını, açığa vurmadığı bir umutla dinlemekteydi. Boland'm akrabalarından biri iki
yıl önce Çin'e gitmiş ve yeni ordunun kurulmasında görev almıştı. Boland, bu konuda
yaptığı teşebbüsleri destekleyecek ve yardım sağlıyacak ilişkileri bulunan kimselerin
adlarını sayıyordu. Durumu yerinde görüp kesin karara varmak için izinli sayıla-bilmek
olanaklarını düşünüp taşınıyordu. Wenzlow'un uzak doğu üzerine bilgisi zuhal yıldızı için
bildiklerinden fazla değildi. Boland'm bu konuda bilgi edinmesi için verdiği kitapları ve
haritaları önceleri herkesten sakladı. Karısı ilse, onun gazete okurken bazı sorularını çok
iyi açıklayıvermesine şaşmakla yetiniyordu, Genç kadın, uzak doğunun eski ve en büyük
ülkesinden yepyeni ve güçlü bir millet yapmak isteyen adamın adını pek çabuk
anhyamıyordu gerçi. Sarı renkli yabancıların tıpkı buralardaki sorunlarla karşı karşıya
bulunmaları pek tuhaftı ama, kızılları temizlemek için o karışık adlı sarı adama güçlü bir
ordu gerektiğini çok iyi anlıyordu.
Weuziaw, hiç beklemediği bir sırada karşısına çıkan bu umut sayesinde her zamankinden
daha az surat asıyordu. Bütün gençliğini burnundan getirmiş olan asık suratlı babasını
çoktan unutmuştu. Boland, akrabalarının teklifini kabul etmeğe çabucak karar verdi. O
sırada uzak doğuda görevli subaylarla gerek kendisi ve gerek Wenzlow adına ilişki kurdu.
Wenzlow teşebbüs kabiliyetinden her zaman yoksundu ve aşırı hayâl kurmasını hiç bir
zaman başaramazdı. Emekliye ayrılmasına ve ölümüne kadar bütün dereceleri ve
dönemleri önceden bilinen şu daraşmalık ve sınırlı hayattan bir kurtuluş yolu olabilirdi bu
belli belirsiz umut. Yoksa, sorumluluktan ve beklemekten hiç hoşlanmazdı. Fırtınaların
oradan oraya attığı bir denizcinin kendisini hep memleketinde sanmasına benziyen bir ruh
hali içindeydi şimdi. Wenzlow, yürüdüğünden daha başka bir yola sapmağı kendiliğinden
asla düşünmezdi. Yaradılışı böyleydi. Yolculuk etmeği ve düşüncelere dalmağı da
sevmezdi. Şimdi bir kurtuluş yolu vardı önünde. Esrarlı bir güç, her zaman ölçülü yaşayan
ve artık pek de genç sayılmıyan Wenzlow'u köşesinde buluvermişe benziyordu. îşte o
esrarlı güç, Boland'm aracılığıyla ona bir mesaj göhdermişti; seni gözden geçirdim ve bir
yol gösterene içinden pek borçlu kalacağını anladım, diyordu; yürekliliğini ve birşeyler
yapmak isteğini bir defa olsun denemeği pek istiyorsun. Bu gibi denemelerin pek geçer
akça olduğu yerler de vardır bu yeryüzünde.
Tanrıdan henüz umut kesmemişlerdi bir erkek evlât için. Wenzlow ve karısı bazı geceler
bunu birbirlerine söylüyorlardı. Fakat şimdiye kadar hep kızları olmuştu. Wenzlow'un
şimdi sık sık Berlin'e gitmesi gerekiyordu. Uzak doğu yolculuğu umutları artmaktaydı, ilse
!Wenzlow bu doğum için, kocasının akrabalarının yanına gitmeyip Hannover'de kendi
evlerinde kaldı.
Günün birinde haber Amalie halaya ulaştı: bir oğlan doğmuştu. Leonore Klemm, halasının
yüzünü o güne kadar asla böylesine mutlu görmüş değildi. Mutluluk, halanın böyle
heyecanları anlatacak belirtilerden yoksun yüzünde sadece bir buruşma gibi açığa
vurulmuştu. Yaşlı genç kız, kendisine pek aşırı görünen sevinci gizlemeği birkaç defa
denedi. Ömrü boyunca hep yalnız yattığı yatağına geceleri uzanınca bazı düşüncelere
kaptırıyordu kendini. Bu düşünceler çiğ gün ışığı altında uygun düşmezdi. Kendisini
tutamıyor ve kurduğu kabilenin gelişip sayıca arttığım gören bir ana gibi koltukları
kabarıyordu. Amalie hala, babası kazada öleliberi burada anasıyla oturan küçük yeğenini
pek fazla sevmediğini anlamıştı. Yeni doğan oğlandan gayrisini gözü görmüyordu. Aile
adlarını o sürdürecekti.
Küçük Helmut yaz tatilini Eltville'de akrabalarının yanında geçiriyordu. Amca, vasiliği
altında bulunan çocuğun daha fazla kalmasını bir gün olsun istememişti bereket; kendi
çpcukları vardı ve derdi başından aşkındı. Bu oğlanın kendi çocuklarının çıkarını bozacak
istekler ileri sürmesinden korkmaktaydı.
Amalie hala, Ren tatili dediği o konukluktan hiç hoşlanmıyordu. Helmut oradan pek
değişmiş ve çenesi düşmüş dönerdi hep. Halaya göre aşırı alaycı, şımarık oluyor, bazı
yemeklere, hiç alışılmamış gezintilere ve daha buna benzer şeylere düşkünlüğünü hiç
gizlemiyordu. Anası korkuyla gözlerini açarak oğlunu süzüyordu. Amalie halanın bütün ev
işlerini ve bahçe işlerini şimdi Leonore yapıyordu. Eve hizmetçi tutmak için dilediği kadar
gelir bulabilirdi. Ama o, kötü sonuçlanmış bir evlilikten gelecek miras parasına el sürmek
istemiyordu. Helmut'a gerekli olanı kadarını alıyordu.
Görmeğe gelenler, Leonore'nin Amalie halaya benzemeğe başladığını söylüyorlardı
gülümsiyerek. Kuru ve dik vücudunda eskiden arada bir göze güzel gelen yanlar şimdi
büsbütün kaybolmuştu. Gözleri hep donuk donuktu ve rengi hiç değişmiyordu. Yattığı
genç kızlık odasının ışığını bu evde olağan sa-yılamıyacak kadar söndürmüyordu bazı
geceler. Okuduğu romanları gündüzleri halasından saklıyordu. Genç kızlığında da böyle
yapardı. Sabahları yorgun görünüyordu. Geceleri okurken gizlice bir seyreden olsa kitabın
bazı yerlerinde gözlerinin yeşile çalan açık renk, bazı yerlerinde de koyu bir siyah
olduğunu görürdü. Kitaplıkta çalışan küçük bayandan başka bilen yoktu Leonore'nin neler
okuduğunu.
Leonore, Lieven'i iyiden iyiye unutmuştu. Kısacık süren sevişmelerini, savaşla barış
arasından geçmiş silik gençlik günlerinin kaçınılmaz bir sonucu sayıyordu. Şimdi,
Lieven'in nerede olduğunu bilmiyordu. Hiç de umursamıyordu. Lieven'in genç kadının
hayatında izler bırakmak ihtirası, bazı kitap adlarını Leonore'nin aklına koymuş olmaktan
öteye geçmiş değildi. Genç kadın okurken kendisini rahat hissediyordu ancak. Kitapların
anlattığı ihtirasların hayatta da bulunduğuna hiç kuşkusu yoktu. Ne var ki, kitaplarda işin
hemen başında bitiyorlardı. Okuyup bitirdiği bir kitabı kapatırken gerçeğin yazılmağa ve
okunmağa daha yeni başlandığını düşünürdü çoğu. Kitabın aslmda nasıl bitmesi
gerektiğini hayalinde canlandırmağa alışmıştı. Unutulmuş aşk, günlük hayata dönüş ve ne
kadar çırpmılsa da kurtuluşu olmıyan bir ağ.
Leonore, Berlin'e çıkagelmiş erkek kardeşi Fritz Wenzlow'u görünce pek sevindi. Kardeşi,
herşeyin açıkça konuşulabileceği bir insandı onun gözünde. Fakat kardeşinin kafasınm da,
görevin yüklediği işler, karısının ve çocuklarının sorunlarıyla dolu olduğu çok geçmeden
anlaşıldı. Evden söz açınca, sevgili oğluyla ilgili bir sürü ayrıntı anlatıyordu. Leonore,
Fritz'in keyfi varken bile kendisiyle uzun boylu konuşmakdan kaçındığını farketmişti.
Hangi konuyu açsa sözün dönüp dolaşıp aynı yere çıkmıyacağma güveni yoktu.
Amalie hala her zamankinden daha keyifliydi. Çok mutlu bir gün için saklamış olduğu iki
şişe çıkarıp getirdi. Yol parası olmadığı için vaftize gidemiyecekti; Klemm'den miras kalan
paradan diye, Leonore'den de istememişti. Komşulara ve bir iki arkadaşına evinde şarap
sunabildiği için pek mutluydu. Yeni doğmuş oğlanın sağlığına kadeh tokuşturuldu. Yarınki
günlerin, küçüğe kendi babasının yaşadığı günlerden çok daha ışıklı olacağına hepsi de
inanıyordu. Küçük oğlanın büyüyünce katılacağı savaş hiç bir zaman bir Versailles
andlaşmasıyla sona eremezdi. Bu küçük oğlan vatanın ne olduğunu anlıyacak yaşa
geldiğinde Almanya bugünkü utanç verici durumdan kurtulmuş bulunacaktı. Amalie hala,
bir erkek toplantısında tek kadın kendisi olduğu için büyük bir onur duyuyordu.
Malzahn'm karısı evine gitmişti. Yeğeni Leonore sudan bir nedenle salondan çıkmıştı;
yalnız kalıp kitap okuyabilmek için elden geldiğince erken yatağa giriyordu her zaman.
1
Amalie halanın, çenesi sert yakanın üzerine çıkmıştı. Mal-zahn, Milletler Cemiyeti'nin
Alman ordusunun artırılmasına sonunda izin vermesi hiç yoktan iyidir, diye anlatıyordu
yüksek sesle. Boş kaldıkça hep Wenzlow'lara gelen Stacbvvitz: «Hayır, daha da kötü
oldu,» diye lâfa karıştı. «Bu bir yumuşatma politikası eninde sonunda. Askerlik kanunu
belki yine yürürlüğe sokacak olan yasaklanmış düşünceleri başka konulara yöneltmek
istiyorlar.»
Amalie hala, Stachwitz'in sözlerini anladığını göstermek için, başını salladı ; Wenzlow'un
arkadaşları arasında en çok onu severdi. Đhtiyar Malzahn da söze karıştı. Ona kalırsa, bu
beceriksiz ve saçma hallere, bütün bu SA palavralarına son verebilmenin tek çıkaryolu,
askerlik kanununun yürürlüğe girmesiydi. Nazilerin gençlere cart curt talimler yaptırması,
düzenli bir orduda yeri bulunmayan ve Bolivya'da çetecilikten başka birşey yapmamış
olan Röhm gibilerin ortada at oynatabilme-sindendi.
Fritz Wenzlow : «Ben sayın kayın babam gibi düşünmüyorum,» diye cevapladı bu sözleri.
«Özür dilerim ama ben bu düşüncede değilim. Bütün bunlarda daha başka bir şeyler var
gençliği kaynatan. Gençler silâh taşımaktan onur duyuyor. Silâhsız bir insanın
mahvolacağını kendi sezişleriyle anladılar. Nazilerin eğitimine gönüllü katıldılar.»
Đhtiyar Malzahn alaycı bir bakışla damadını süzerek: «Son gelişinde daha başka
düşündüğünü hatırlıyorum,» dedi. «Orduda hücreler kurmuş delikanlıları o
konuşmalarında hep suçlamıştın.»
«Ortaya çıkan bu yeni güç orduya yararlı olacaktır.»
«Bakalım. Şimdiye kadar hep birbirleriyle çekişmeleri daha çok hoşuma gidiyor benim. Şu
Stennes olayında burada bulunmadığın belli.»
«Evet. Fakat Hitler onları tepeledi. Kalanlar da hemen ayak uydurdular ona. Kimin haklı
olduğunu bu örnek açıkça gösteriyor. Milletimizin yoksun kaldığı buyruk alma yeteneği ve
askerce disipline alışkanlığı da böylece karşılanmış oluyor.»
Stacbvvitz hiç birşey söylemedi.. Konuşma kendisinin de ilişki kurduğu kimselere gelince,
dilinin ucunda duran bir sözü söylememek için dudaklarını ısırdı. Đhtiyar Malzahn, verecek
cevap bulamadığı zaman yaptığı gibi : «Görürüz!» demekle yetindi.
Helmut bir köşede oturmaktaydı. Halanın gözüne çarpıp çıkarılmamak için pek sessiz
duruyordu. Konuşmaları pek iyi kavrıyamıyordu ama, her sözü büyük bir heyecanla
izliyordu. Şimdi on ikisindeydi. Okul arkadaşlarından bazıları SA'lar ür.e-rine evde
duyduklarını alaycı alaycı anlatıyorlardı. Fakat okul çantasında sakladıkları Hitler
fotoğrafını geceleri gizlice yatağına alan şu Brauns gibi olanlar da vardı. Böyle yapan
çocuklar, vatanı Hitler'in kurtaracağını duymuşlardı. Tatsız ve biteviye buldukları bu
hayatın yerini parlak ve başdöndürücü daha başka bir hayat alacaktı. îki ders arasında bir
olay geçmişti kısa bir süre önce. Bir hekimin çocuğu olan Çustav Helmer kendisini
tutamayıp SA'lar bir sürü it ve Hitler'de serserilerin başı diye bağırıvermişti. Bu sözleri
duyan Brauns, Helmer'in ön dişini bir yumrukta kırmıştı. Babası gelip şikâyetçi olunca,
öğretmen Brauns'tan yana çıkmış, çocukların büyüdüğünü ve dövüşmelerinin
yasaklanamıyacağmı söylemişti. Helmut Klemm, Brauns'tan yanaydı. Hitler'e değer
vermiyen ihtiyar Malzahn'-dan hiç hoşlanmıyordu. Pek fazla hatırlıyamadığı ölmüş
babasına karşı gizli bir sevgi besliyordu; Hitler'in değerini bir çoklarından erken sezmiş
olduğunu Eltville'deki amca bir gün söylemişti. Helmut Klemm, babasının bütün
görüşlerine saygı beslemeğe kararlıydı. Şimdi de Wenzlow amcaya içinden bağlanmıştı,
Hitler'i savunduğu için. Öylesine heyecanlanmıştı ki, masa örtüsünün püsküllerini örgü
gibi düğümlemeğe başlamıştı. Çocuğun aralarında olduğunu farkeden Amalie hala: «Sen
daha yatmamışsın!» diye bağırdı. Wenzloiw'un : «Bırak biraz daha otursun, yarın pazar,»
sözleri küçük yeğenin ona karşı beslediği yakınlığı daha da arttırdı.
III
Lieven, halinden pek memnundu. Şimdi daha çok para kazanıyordu. Bahçenin arka
tarafındaki odacı dairesinden çıkıp
Kaiserdamm'da cadde üzerinde bir oda tutmuştu. Savaşta saman üstünde, ya da kuru
toprakta yatmağı hiç umursamamış, hattâ bunu savaşın vazgeçilmez bir gereği saymıştı.
Fakat barış olunca da alışkanlıklarına ve hoşlandığı şeylere uygun bir çevrede yaşamak
isterdi. O şişko kapıcı karının tek odasından kurtulduğuna pek seviniyordu. Yeni ev sahibi
geçim sıkıntısından odasını kiraya vermek zorunda kalmış bir kadındı, iyi giyiniyordu ve
saç tuvaletinde hiç bir aşırılık yoktu. Kiracısını selâmlarken, ya da arada bir içini dökmek
için olsun konuşurken arada bir mesafe korumasını başarıyordu. Kadının bu hali,
insanoğluna vergi özelliklerden ötürüydü. Lieven, geceleri divana uzanıp saatler saati
anlatan Lütgen'e az mı katlanmıştı?
Lieven, genç dostunun gece söyleşilerinden de, karmakarışık saçlı ev sahibi kadının
gevezeliklerinden de şimdi kurtulmuştu. Kadın ondan ayrılırken pek duygulanmış ve
gamalı haç işlenmiş bir yastık armağan etmişti. Lieven, inançları sembol-leştiren
herşeyden ve bu arada önder sembollerinden de nefret ederdi. Nazi partisine yazıldığını
eski arkadaşlarından ve üyesi bulunduğu derneklerden gizlemesine halâ izin verildiğinden
rozet falan takması gerekmiyordu. Lieven, hiç değil italyan olsaydım dedi bir gün, şu
Mussoli'nin daha başka bir havası var. En kötü fotoğraflarında bile Mantegna'nm
resimlerine, ya da röne-sans ustalarının bir tablosuna benziyen bir hali vardı. Lütgen:
«Sembolümüzü etimizle ve çelikle ölümsüzleştireceğimiz günler de gelecek,» cevabını
verdi. «O günler gelinceye kadar kuş-beyinlilerin yastık işlemelerini önliyemezsin.»
Lütgen, şimdi kendisinin kalacağı o odanın iki aylık kirasını önceden ödeyen Lie-ven'e
büyük bir borçluluk duyuyordu. Bundan böyle divanda değil, karyolada yatabilecekti. Iş
bulmak için yaptığı bütün teşebbüsler boşa çıkmıştı. Iş bulma müdürlüğüne gidip
karnesini damgalatmak pek ağır geliyordu.-

Lieven'in sevgilisi falan yoktu, yaz tatilini birlikte geçireceği. Bundan ötürü de yeğenine
bir mektup yazdı, seni pek göreceğim geldi, diye. Gerçekten özlediği yoktu ama, birşeyi
öz-lemenin özlemini duyuvermişti. Bindiği kompartımanda can sıkıntısıyla bakındı
çevresine. Ortayaşlı ve derli toplu bir karı koca, hekime benzeyen sivri sakallı biri,
kaybedecek vakti yokmuş gibi durmamacasına yün ören yaşlı bir kadın, siyahlar giymiş
bir genç kızdı yol arkadaşları. Lieven, genç kızı iyice bir süzdü, güzel mi, diye. Bir sonuca
varamadı. Yüzünde alaycı ve buz gibi bir anlatım olmasaydı, alnma düşmüş saçları ve
üçken biçimi uzunca yüzüyle çirkin sayılmazdı. Gözlerinin altındaki halkalar, birisi için yas
tutmaktan da olabilirdi, daha başka yorgunluklardan da. Gözleri güzeldi, hattâ ışıl ısıldı.
Lieven, buz gibi bakan gözlerin de ışıltılı olabüdiğini hiç görmüş değildi. Genç kız farkında
değil miydi, yambaşmda oturan sivri sakallının iskarpinli ayağını kendi ayağına
yaklaştırdığının? Sivri sakallı adamın giysilerinden taşan kloroform kokusu,
kompartımanın içini hasta bekleme odasına çevirmişti az sonra. Genç kız ayağını
çekmemiş, bacak bacak üstüne atmıştı. Daha sonra kompartımandan çıktı. Sivri sakallı da
arkasından. Lieven'in canı bir kadeh içmek istemişti. Kalkıp lokanta vagona gitti. Siyahlar
giymiş genç kız ve sivri sakal oturmuş kahve ve sigara içiyorlardı. Genç kızın tiz
kahkahalar attığını duyunca pek şaştı. Lieven, lokanta vagonun en sonunda bir koltuğa
oturmuştu. Kızın tiz ve alaycı olduğu kadar hüzünlü kahkahalarını bir çok defa daha
duydu. Kızın onu görüp görmediğini anlıyamamıştı. Fakat onun da gönül işleri hayal
edecek vakti yoktu.
Đstasyondan köye giden yolda yürürken de düşündü o kızı arada bir; dizlerine
bırakıverdiği elleri gözünün önüne gelmişti. Pek güzel değildiler ama, böyle ellere eski
ailelerde rastlanırdı ancak. Fakat gülüşü arsız gibiydi.
Lieven köye vardığmda gece olmuştu. Onun şerefine bütün pencereler aydınlatılmıştı.
Küçük ev o buradan uzaklardayken bir güzel dinlenmiş gibiydi. Toprağa biraz daha
ağırlığını vermişe benziyen bir görünüşü vardı. O tarihte yenilenmiş olan ve kapıda asık
duran aile arması, aradan geçen zamanda hava şartlarıyla bozulmuştu. Lieven'in buraya
en son gelişindenberi yüzlerce yıl geçmiş gibiydi. O günlerde dikilmiş ağaçlar dalbu-dak
salmıştı. Burada herşey, başka yerlerden daha çabuk geli-şiyora benziyordu.
Otto Lieven yeğenini kucakladı. Onun gelmesini hep beklemiş olduğunu — geçen defa da
böyle demişti — söyledi. Çocukluğunda yaz tatillerini geçirmek için gittiği çiftlik evini
hatırlattı Lieven'e. Otto Lieven'in odası da, buraya son gelişindenberi hemen hiç
değişmemişe benziyordu. Spengler ve Moel-ler van den Bruck'un kitaplarını görünce,
nereye gitsem bunlar karşıma çıkıyor, diye düşündü. Rüzgârın bilinmez yollarıyla en ıssız
yerlere taşman tohum taneleri gibi buraya kadar sokulmuşlardı.
Lieven, bir kanapeden yükselen bir kahkahayla irkildi; odada kendisinden başka biri daha
bulunduğunu yeni farkedi-yordu. Birlikte yolculuk ettiği siyahlı genç kızı hayretle süzdü.
Genç kız : «Đkimiz de fena fena kloroform kokuyoruz,» dedi. «Kompartımanımızda bir
hekim vardı.»
Otto Lieven : «Kız kardeşimi tamyamadın, sanırım!» dedi.
«Yeğenim Susie'yi hatırlamıyorum ama, bebeği hep aklımda. Kocaman bir bebekti ve hep
yol ortasında dururdu.»
Genç kız : «Bebeği hatırlıyorum, oysa unutmuştum,» dedi. Yüz çizgilerinin biraz
yumuşaması güzelleşivermesine yetmişti :
«Kaçarken bile bir süre taşıdımdı bebeğimi. Sonra trenimiz bombalandı ve bebek de
orada kaldı. Anam ve ben, bir sürü insanla birlikte bir köye koştuk sığınmak için. Köy,
kızılların eline geçmemişti daha. Valizlerimizi ille de kurtarmağa uğraşan uşağımız bir
kurşunla öldü. Anam ağladı. Ben de. Uşak için değil, bebeğim için ağladığımı kimseye
söylemedim.»
Otto Lieven: «Anamız geçen ay Dresden'de öldü.» dedi «Elisabeth şimdi ora
hastahanesinde çalışıyor. Anamızın hastane giderlerini ödemek için.»
Elisabeth, çabuk çabuk : «O işte kalacağım,» dedi «her tatilde sana gelirim. Hayır, hayır
şimdi hiç birşey söyleme bu konuda. Yeğenimizin önünde çekişmeğe başlamayalım
hemen. Sana yük olmak istemiyorum..»
Sonra, Lieven'e döndü :
«Ağabeyim her zaman korkardı benim yüzümden başı derde girecek diye. Onun gözünde
küçük bir kızım halâ. Böyle olunca ben de ona hep o küçük oğlan diye bakarım...
Korumam gereken küçük kardeşim diye..»
Dudaklarını büzdü :
«Akşamları küçük bir vadide oynardık, hatırlar mısın? Uzaklara koşmıyalım diye birbirimizi
uyarırdık hep. Yalnız kalmaktan ikimiz de korkardık.»
Ağabey güldü ve kızkardeşini öptü. Sonra: «Ersnt ve ben bütün o yerleri bir kez daha
gördük,» dedi. «Gölü, evimizi, vadiyi. Çiftliğimizi de gördük o tepeden aşağılara
bakarken.
Ernst Lieven : «Birkaç zaman sonra oralara kavuşacağımızı sanmıştık,» diye anlattı,.
«Oysa geri atıldık. Sen de yaralandın.»
Elisabeth, çiftlikte çalışan ırgat ailelerinden biriyle karşılaşmasını anlatan ağabeyini
heyecanla dinliyordu.
Ernst Lieven de daha sonrasını anlattı :
«Gerçi çekilişte hepsini yine gördüm. Kurşunla delik deşik vücutlarıyla odanın şurasına
burasına uzanıvermişlerdi. Canlı kalabilmiş tek kişi olan küçük kız, karmakarışık eşya
arasında emekliyerek yürüyor ve kahvaltı kalıntılarını büyük bir oburlukla yiyordu. Şimdi
sen yaşta olmalı yeğenim! Güzel kız olmuştur sanırım.»
Otto Lieven, kolunu kız kardeşinin omuzuna koydu :
«Bunun gibi güzel olamaz!»
Ersnt Lieven, genç kıza sertçe bir baktı :
«Sevgili Elisabeth, sözünü ettiğim o kız çocuğunda siz de buhmmıyan bir öz vardı
sanıyorum.»
«Nasıl bir öz? Söyler misiniz?» «Sıcaklık.»
Genç kızın yüz çizgilerinde herhangi bir şaşkınlık belirtisi göreceğini sandıysa, yanılmıştı.
Zira o, sakin bir sesle : «Bu memlekette hangi ateşle ısmabileceğimi bilemiyorum,»
cevabını vermişti.
Otto Lieven : «Burası bizim memleketimiz,» diye lâfa karıştı. «Almanyanın heryeri senin
kendi ülken..»
«Ağabeyim, kızma bana. Beni yetişkin saymıyorsun halâ. Vatan, benim gibi küçük bir kız
için çok kudretli bir şey! Çocukluğum, her ikisi de eşit güçte Almanya ve Rusya gibi devler
arasında geçmiş olsa da! Gözlerimin ulaşabildiği herşeyi, bahçeyi, gölü ve ormanları
yeterince hatırlıyorum. Yani, o sırada tepelerden bakınca gördüklerinizi. Fakat sana göre
hepsi de benim olan bütün o şehirlerin ve büyük nehirlerin ne işime ya-rıyacağım
bilemiyorum.»
Elisabeth, köşedeki koltuğa oturdu. îki yeğen, akıllarına ne gelirse söylüyorlardı
birbirlerine :
«Uzun kollu uzun bacaklı öğretmen ne yapıyor?»
«Şimdi gerçekten iyi dostlar olduk. Eskiden akıl erdiremediğim bir sürü şey öğrendim
ondan. O da benden epiyce şey öğrendi. Tartışmalarımız ikimize de yararlı oldu. Bir sürü
ön yargıdan, yersiz bir sürü kendini beğenmişlikten vazgeçtim. Dostum öğretmen de aşırı
hayallerini ve 'bütün dünyaya selâm' hayallerini bıraktı.»
Otto Lieven, bir an bekledi yeğeni birşeyler söyler diye. Fakat bir ses çıkmayınca: «O bir
sürü milletlerarası örgütlerinin birşeye yaramıyacağım öğretmen de anladı sonunda,»
diye devam etti. «Zira milletler birbirleriyle boy ölçüşmekten vazgeçmedikçe yeryüzünde
her zaman savaş olacaktır. Ben de olağanüstü ve yüceltici düşünceleri kafamdan attım,.
Ernst Lieven, coştu bizim yeğen, diye aklından geçirdi, sabırla beklemeli. Koltukta oturan
Elisabeth, başını ellerinin araşma almış, ağabeyini süzüyordu; oyuncak oynıyan çocuğu
sey-
*
reden biraz alaycı, biraz duygulu bir anayı hatırlatıyordu.
Otto Lieven, şimdiye kadar sadece düşünmekle yetindiklerini bu iki konuğuna
söyliyebildiği için büyük bir heyecanla: «Millet,» diye devam etti «tarlaları sürer yer
altındaki kömürleri çıkarır; buğdayları yetiştirir ve kömürleri çıkarırken de, hiç ara
vermeden yüzyıllar boyunca hep kendi ana dilini ko-nuşur^endi ezgilerini, kendi
tablolarını, büyük kiliselerini yaratır ve ordularını donatır, büyük şairlerini, güçlü devlet
adamlarını ortaya çıkarır ve bu arada sen ve ben gibi tekleri de yetiştirir.»
Ernst Lieven, şu tatil günlerimde de Berlin'de duyduklarıma benzer şeyler dinlemek
varmış kısmetimde, diye aklından geçirdi.
Yeğeni : «Đkimiz de Milliyetçi Sosyalist olduk birbirimizden habersiz,» dedi.
«Ayrı ayrı yollardan. Üçüncümüz de bizim öğretmen. Tuttuğu yolda yabancı bir milletin
türküsünü taklit edebileceğini, fakat yaratıcı olamıyacağım o da anladı. Onun benim gibi
milliyetçi duyguları var. Benim de onun gibi sosyalist duygularım. Partimizin yaratıcısı
olan o büyük insanın yüceliği bu örnekten de anlaşılıyor. Herkese yetecek koskoca bir
dam altı..»
Ernst Lieven, umarım pek sağlam bir dam olmaz, diye aklından geçirdi.

Geceler, Lieven'in korktuğundan daha az sıkıcı geçiyordu. Zira Elisabeth de bulunuyordu


aralarında. Fakat soruların hiç birini cevaplandırmıyor ve bunda direniyordu. Ernst
Lieven'e karşı da böyle davranıyordu. Bu evde biz ikimiz anlaşıyoruz, onların aşırı
ciddiliklerine kanmıyor, kutsal inançlarına, programlarına ve analarına uymuyoruz, der
gibilerden şöyle bir bakıyordu olsa olsa. Öğretmen, köyde birden ortaya çıkıveren bu
yabancı ve güzel kızı gözleriyle yiyiyordu.
Elisabeth, son gece Ernst Lieven'in odasına uğrayıp : «Seninle şimdiden vedalaşayım
istedim,» dedi.
Ernst Lieven, kadınları iyi tanıdığı halde yine de şaştı.
Genç kız iyice yaklaştı ve «Hoşuma gidiyorsun,» dedikten sonra, bir adım gerileyip
duvara yaslandı. Sonra, anlatmağa başladı, odaya bunun için gelmiş gibi :
«Bombardıman edilmiş trenden kaçıyorduk. Bebeğim trende kalmıştı. Bir köyden ötekine
kaçıyorduk ana kız. Rastgele bir köye, rastgele bir limana kaçıyorduk ve kızıllar arkamızı
bırakmıyordu bir an bile. Şurada burada, tepelerde alevler içinde yanan şatolar
görüyorduk. O arada bizimkini de yakmışlardı. Babamızın işkenceyle öldürüldüğünü çok
sonraları öğrendik. Anam yollarda duruyordu arada bir. Dinlenmek için değil, beni öpmek
için. Sonunda bir limana varmıştık. Stettin'e. Đki gündür hiç birşey yememiştim. Ne
bulursa bana veren anam daha da uzun süredir açtı; beni elimden tutup şehrin en iyi
lokantasına girdi. Yolda yürürken çantasından çıkardığı küpelerini ve yüzüklerini takmıştı.
Doyuncaya kadar yedik. Fakat verecek paramız yoktu. Müşteriler bize bakıyordu. Garson
gürültüye başlamıştı. Bize bakan müşterilerden biri yerinden kalkıp bütün hesabı ödedi ve
: «Rahatsız ettiğim için bağışlayın,» demekle yetindi. Sonra otel paramızı da o ödedi.
Sonradan benim yatılı okulun parasını da o verdi. Günün birinde çok uzaklara gitmesi
gerekti ve ondan sonra da arkadaşlarından biri anamla yakından ilgilendi. Tatillerde eve
gelince güzel anacığımı gördüğüm için pek sevinirdim. Çok iyi bir kadındı. Sonraları
hastalandı. Hekim parasını ve benim okul parasını bir süre ödediler. Bütün bu giderleri
ödiyen dost insan, anamın hastalığının geçmiyece-ğini günün birinde farketti. Bu
durumda, Dresden hastanesi başhekimi bana orada bir iş buldu, klinik parasını
karşılayabilecek bir ücretle. Anam, kardeşine bir şey yazıp ona sakın yük olma, derdi her
zaman. Çok geçmeden anam öldü. Onun ka-

Scanned By hlecter

dar şanslı olmadığımdan, bütün paraları ödedikten sonra bü-


yük bir saygıyla eğilip: «Rahatsız ettiğim için bağışlamanızı
dilerim,» diyen biri çıkmadı karşıma. Fakat başhekim işimde
bıraktı. Şimdi de alıştım hastaneye. Hastaları kabul servisinde
çalışıyorum. Aylığım bana bol bol yetiyor. Bana yardım edecek
bir erkek de aradığım yok. Çok hoşuma giden birisi olmadık-
ça...» 1
Başını duvara yaslayıp hafifçe sallanırken ellerini küpelerine götürdü :
«Anam kaçarken bunları çantasında taşımıştı. Satmağı bir gün bile düşünmedi. Onları
bana miras bırakmak istiyordu. Sadece bir kez daha evimize döneyim istiyorum.
Herşeyler bir kere daha yine o günlerdeki gibi olsun istiyorum. Bir tek saat için de olsa!
Bu işlerin sonunun neye varacağını bilmiyorum. Fakat şu tek isteğimden gayrisi
umurumda değil.»
IV
Wilhelm Nadler'in Baron von Ziesen'e beslediği büyük hayranlık, Spor sarayında
Goebbels'in nutkunu onun da kendisi kadar heyecanla izlediğini göreli, sarsılmıştı. Fakat
bundan henüz kesin bir karara varmış değildi. Đyice bağlanacağı yeni bir düşün
bulamamıştı daha. Von Ziesen'in yerine koyabileceği elle tutulur, gözle görülür, eti ve
kanı olan bir adam gerekliydi. Büyük ülkülerin habercileri, temsilcileri, aracıları oluvdu.
Köylü Harms gibi SA başkanlarından bir adamın buyruğuna girmek istemezdi, Köylerinde
Harms'a katılan bir iki oğlan çıkmıştı. Harms'in yıkıldı yıkılacak bir evi olan kendi köyünde
de katılanlar vardı. Gerçi, Nadler'in kendi durumu da parlak değildi ama, örnek alacağı bir
insanın hiç değilse düşün bakımından yüceltici olmasını isterdi. Yeni ülkünün ne olduğunu
pek bilmediğinden şimdilik eskiye bağlıydı daha.
Köyün karşı kıyısındaki ev, von Ziesen geleceği için onarılacak diye kışın çıkarılan söylenti
hoşuna bile gitti. Mülk sahibinin bu dönüşünün von Ziesen'in banka iflâsında büyük
paralar kaybetmesiyle ilgisini bilmiyordu. Baron von Ziesen, son olarak da kızının
düğünü için büyük giderleri göze almıştı. Kız, kadınların pek hoşuna giden sevgili Lothar
ile evlenmişti sonunda. Düğün olur olmaz Lothar, Efganistanda bir konsoloslukta görev
aldığından şehirde bir apartıman ve bir sürü tuvalet gibi hiç de hoş olmıyan çeyizlerin lâfı
da unutulmuştu.
Wilhelm Nadler, kendisini hiç de ilgilendirmiyen böyle para sıkıntılarını bilmese de, çok
yakından kafasını kurcalıyan temel konuda işler gittikçe karışıyordu. Ortak ülküye inancı
paylaştıkları için değil, fakat bir çeşit bağlılık sözüyle bazı görevler yüklenmiş sayıyordu
kendisini. Eski sembolüne bağlantıları koparıp atamazdı birden. Gelecek seçimlerde
Hindenburg'a bir ikinci defa oy yermesi gerektiğine aklı yatmıştı, Kendisi de
Hochenzollenler gibi protestan olan Hindenburg, o katolik Brünning'e ne diye bağlanmıştı?
Nadler, doğu eyaletlerindeki büyük çiftlik sahiplerine yardım eden Brünning'ten hiç
hoşlanmazdı. Memlekette yoksul köylü sayısı pek mi azdı? Đyiden iyiye yaşlanmış olan
Hindenburg'un ağzına bir parmak bal çalmasını becerirdi o Brünning gibileri.
Wilhelm Nadler, göl kıyısındaki otele gitti ve von Ziesen'in Yurtsever taşralılar yönetim
kurulu üyelerine anlattıklarını dinledi. Dönüşte gazinoya uğrayıp adamlarını iyice
inandırma-lıydı ki, bütün köy Çelik Miğferliler'in adamı Duesterberg'e oy versindi. Heryere
onun resmini asmışlardı. Yakışıklıydı. Fakat yine de Hindenburg'a oy verenler olursa, o
toplu iğneli sayım metoduyla akşama ortaya çıkardı. Yaşlılık resimlerinde belli olmuyordu.
Hindenburg beş yıl öncesinden pek farklı değildi resimlerinde? O tarihte Nadler kendi
eliyle asmıştı resimleri. Oysa ihtiyarın yönetiminde geçen hayat günden güne kötüye
gitmişti. Komünistlerin adayı Thaelmann'ın resimlerini yol işçileri getirmiş olmalıydı. Zira
bütün köyde bunu göze alacak tek kişi çıkmazdı. Thaelmann, Rusya'da olduğu gibi
tarlaları ayıran bütün engellerin yıkılmasını istemiyor muydu? Wilhelm Nadler'in en
korktuğu şey de buydu; tarlasının sınır işaretlerinin günün birinde kaldırılmasından ödü
patlıyordu.
Hitler'in seçim afişlerine kimse dokunmuyordu. Hitler'in resmi yoktu afişlerde.
Yoksulluktan bütün gücünü yitirmiş halktan bir karı kocanın resmi göze çarpıyordu, ikisi
de iyi insanlardı. Gür kumral saçlı kadın Liese'den güzeldi ama, perişan ve hüzünlü bir
hali vardı. Oysa, Liese dayak yemiş bile olsa, neşesini hiç yitirmezdi. Afişteki erkek de
perişan ve mahzundu, işçiydi ama askere benziyordu. Acınacak bir hali vardı. Resmin
altında şunlar yazılıydı: «Bu durumlardan kurtulmak için oyunuzu Nasyonal Sosyalistlere
verin!»
Wilhelm Nadler, şu Goebbels'den öylesine hoşlanmıştı ki, hemen girerdi hizmetine. O spor
sarayı toplantısından sonra baron von Ziesen'in kararsızlıktan vazgeçip Nazilere
katılacağını ummuştu. Fakat nedense yine kalmıştı şimdilik. Nadler, bundan ötürüdür ki,
Çelik Miğferliler'in afişlerini asıyordu. Seçimlerden önce hiç ummadığı birşeyle karşılaşınca
pek şaştı. Kendi topraklarında ,kendi samanlığının kapısına komünistler afiş yapıştırmıştı.
Afişte, Hindenburg'a oy veren Hitler'e oyunu vermiş olur, yazılıydı. Küçük yan kapıların
nasıl açılabileceğini kim bilebilirdi? Kendi çiftliğinden ve bu köyden biri olamazdı. Karısını
ve bir iki komşusunu çağırdı bu haydutluğu görsünler diye. Afişteki yazıdan birşey
anlamamıştı.. Zira böyle olsa kapı komşusu Müller, ne diye oğluyla kavga etsindi?
Harms'a katılmış olan büyük oğlan, köyün SA takım başıydı. Oğul Hitlerci, babası da
Hindenburgcuydu. Hitler ve Hinden-burg arasında bir fark yoksa baba oğul neden
çekişiyordu?
Köydeki kargaşalık von Ziesen'in düşüncelerini altüst etmişti. Seçimlerde ikinci bir tur
gerekince Nadler pek sevindi. Ziesen'in görevlendirmesiyle yeniden afiş asması gerekli
değildi. Şimdi bütün örgütler Hitler üzerinde anlaşmış bulunuyordu, Ziesen rahat bir soluk
almıştı. Onunla birlikte Nadler de. ikinci tur, ışık tutucusunu değiştirmek zorunluğundan,
ya da iste-miye istemiye bağlı kalmaktan kurtarmıştı Nadler'i. Fakat Hitler yine de
seçilemeyince, paylaştıkları hayâl kırıklığından ötürü baron von Ziesen'e bağlı kaldı.

DOKUZUNCU BÖLÜM

Baron Ziesen bundan kısa bir süre sonra göl boyunca bir otomobil gezintisi yaparken
rahibin evine uğramak aklına geldi. Rahip tam da o sırada, Christian'la görüşüyordu.
Konuğu görünce: «Christian, çabuk çöz fotin bağlarımı,» dedi yüksek sesle. Christian
rahibin pençeletmek için çıkardığı kunduraları paket etti. Yazı masasının arkasında asılı
Dürer tablosundaki Luther'in bakışları rahibin yamalı çoraplarında dolaşıyordu sert sert.
Christian : «Basüştüne sayın rahibim,» dedi; rahibin evinde alçak sesle konuşurdu.
Çıkarken von Ziesen'le karşılaşınca, bakışlarını yerden ayırmadan; «iyi akşamlar,» dedi
ağır ağır. Von Ziesen, Christian'm hoşlanmadıklarına ısırır gibi yan-yan bakan gözlerini
üzerinde hissetti. Bunalır gibi oldu hafifçe. Rahibin çalışma odasına girince : «Sizin
kunduracı pek zavallı bir adam,» dedi.
«Gerçekten zavallıdır. Hayatı topallamakla geçiyor. Yıllardır ağabeyine yardım ediyor
büyük bir iyi kalplilikle. Onlara biraz yardım edebilseniz! Her yerde işler kötü gidiyor.
Bizim kıyıda icra yoluyla üç satış yaptırıldı. Günün birinde Wilhelm Nadler'in de başına
gelebilir. Christian'm emeklilik parası da azaltıldı.»

«Ben kendim de büyük kayıplara uğradım. Đşlerin pek çabuk düzelebileceğini de hiç
sanmıyorum.»
Von Ziesen, bankasının iflâsından ve daha bir sürü tatsız olaydan söz açtı. Rahibin
arkasındaki toblodan bakan Luther, hayatın kendisince de bilinen güçlerini dinlemekteydi.
Baron Ziesen : «Bereket, sevinilecek şeyler de oluyor,» di-
ye devam etti. «Brünning başkanlığı bırakmak zorunda.
Hindenburg'a yaranmak için pek çabaladı, ama boşuna çıktı.
Đhtiyar Hindenburg'un kafası biraz daha iyi işliyor da ona kar-
şı herhangi bir zorunluk duymuyor. Dalkavukluğun böylesini
farkedebiliyor. Sayın rahip, bağışlayın bu sözümü, ağzımdan
kaçtı. Brünning'in yeri Hitler'e verilse bari! Gerçi o da katolik
ama — Avusturyalıların hepsi katoliktir — papaya bağlı de-
ğil. , ■
Rahip, Sinod meclisinin bir hıristiyan devleti için ancak Hitler'e güvendiğini açığa vurdu.
Günün olaylarını konuşarak ve rahibin beyanınm yasaklamasına rağmen mantarı yine
açılan kiraz rakısıyla bir süre vakit geçirdiler.
Von Ziesen'in otomobili göl kıyısında yol alırken Christian Nadler yürüyordu halâ. Baron,
zavallı adam, diye düşündü. Sakat bacağı yüzünden yol uzadıkça uzuyordu? Tahta
bacakla daha hızlı yürürdü ama, insanoğlu kendi bacağından kolay kolay vazgeçemiyor.
Christian, kulübesine varınca küçük demir sobasını hemen yaktı. Hava halâ soğukçaydı.
Saçağın altına oturmak için mevsim daha erkendi. Kapıyı aralayıp taburesini oraya çekti.
Vücudunun yarısı donarken yarısını ateş basıyordu. Göle ve sonsuz düzlüğe baktıkça içi
rahatladı. Uçsuz bucaksız yeryüzü kendi hareketsizliğini unutturmuş gibiydi. Đlkbahar
aydınlığı havaya bir cam parlaklığı vermiş, dünyanın üzerine gerili bir tül kaldırılmış gibi
olmuştu. Gölün kırışmış suları öylesine berraktı ki, bir köy kilisesinin ve karşı kıyıda bir
sapanın akisleri iyice seçiliyordu. Güneşin önünden beyaz pamuk bulutları geçiyor,
makineyi kullanan zayıf ellerine, sakin olduğu kadar ciddi ve upuzun yüzüne ışık ve gölge
vuruyordu.
Christian'ın şunu bunu umursadığı yoktu. Kimseye verecek bir hesabı da. Fakat
kulübesinin önünde uzanan şu uçsuz bucaksız dünyayı umursamazlık edemiyordu hiç bir
zaman. Tek tek şurasında burasında, gazinoda, köyde, ağabeyinin çiftliğinde pek yalnız
hissediyordu kendini. Fakat dünyayı bütün olarak düşününce rahatlar, hiç bir yabancılık
duymazdı.
Gölden doğru bir motor sesi duyuldu. Bugün herşey daha iyi duyuluyor, daha iyi
görülüyordu. Bir kaç erkek işe gidiyordu motorla. Đçlerinden biri Christian'a el salladı.
Motor gölün bu kıyısında az ötedeki bir köyde durdu. Adamlardan birinin tarlalar
arasındaki yoldan geçip kulübeye gelmesi için epey zaman gerekti. Kısa deri ceket giymiş
iri yarı bir delikanlıydı ve dişlerinin arasında bir ot sapı çiğniyordu. Mavi boyun atkısı vardı
ve dudaklarını büzmüştü. Şimdi iyice yaklaşmış önünde duran bu delikanlı, Christian'ı hiç
ilgilendirmemişti.
Delikanlı : «Beni tanımadınız mı, Christian?» diye sordu. «Paul Strobel'im; dört yıl önce
ağabeyinizin yanında gündelikçi olarak çalışmıştım. Siz arada sırada bana yiyecek
birşeyîer verirdiniz gizlice..»
«Fakat müthiş büyümüşsün! Yine birşeyîer ister misin tıkınmak için?»
Sandığa yaklaştı topallıyarak ve bir dilim ekmek kesip üzerine jambon koydu. Delikanlı
sandığın üstüne oturmuştu eskiden yaptığı gibi. Yine gevezeliğe başladı : «Arslan
kardeşin anladı mı acaba?» diye. «Thaelmann'm resmini ahırının kapısına kimin
yapıştırdığını? Son yıllarda işleriniz pek bozuldu,. Yeni bir anbar yaptıracak paranız da
yok..»
«Siz deme! Bütün bu işlerle ilgimi keseli çok oldu.»
«iyi, şimdi öteki köye gideceğim. Haenisch'in toprakları icra eliyle satılacak. Geçen hafta
bunu önlemiştik. Açık arttırmayı sadece bir hafta için geri bıraktırabildik. Ağız dolusu
Alman sosyalizmi ve Alman köylüsü diye bağıran Nazileri prog

ramlarına bağlı kalmağa zorluyoruz. Haenisch sapına kadar Alman köylüsü..»


Christian: «Evet, öyle,» dedi. «Bizim Wilhelm de. Ben de bir Alman kunduracısıyım.
Pençelediğim şu çizmeler bir Alman rahibinin..»
Delikanlı pek keyifliydi. Üstperdeden: «Sizin köylerdeki bütün yarmalan, hattâ Nazileri
bile canlandırdık,» dedi. Aile, köy ve devlet üzerine ikide bir birşeyler söyleyip onu
kışkırtıyordu. Küçüklüğündenberi kavgacıydı. Tartışmak için her zaman bir şey aranırdı.
Fakat Christian onun hiç bir sözüne uymadı. Delikanlı onun bu sessiz atölyesinin havasını
bozmağa başlamıştı. Birkaç defa : «Yaa! Sahi mi?» demekle yetindi. Paul'u tartışma
umudundan vazgeçirinceye kadar. Sonunda, delikanlı tarlalara doğru uzaklaştı. Mavi
boyun atkısı küçük bir bayrağa benziyordu, ilkbaharın parlak ışıklarında; kafa şişiren bir
varlık olmaktan çıkıp hoşa giden bir çizgi, bir şey oluvermişti Christian'ın gözünde.
Christian bundan birkaç gün sonra ilk defa olarak yine saçağın altında oturuyordu. Arada
bir bulut güneşi örtmez ve yağmur boşanmazsa hava sıcaktı. Christian taburesinde şöyle
biraz yanlamasına oturunca, tarlada çalışan ağabeyini, yengesini ve çocukları uzak da
olsa görebiliyordu. Ortanca oğlanın saçları açık sarıydı. Christian, onu uzaktan olsun
arada bir görebiliyorum, diye düşündü. Geçen ay kardeşine vergi öderken yardıma
yanaşmamıştı. Emekli aylığım azaltıldı diye. Kardeşi öylesine borçlanmıştı ki, büsbütün
mahvolmasına kıl payı kalmıştı.
Güneş, gözlerini yormuştu. Taburesini çevirdi. Pençeye çivi üstüne çivi vurdu. Şu Paul
Strobel hiç tanımadığı bir köyde tanımadığı birisinin çiftliği icra eliyle satılmasın diye
çabalıyordu. Bütün insanlarda başkalarının birşeyi için her zaman nasıl da çabalıyorlardı!
Fakat en mutlu olanlar, hiç çabalamadan geliyordu çoğu zaman. Gölün üzerindeki bulut
kümelerini rüzgâr kolayca parçalamıştı. Güneş, yazın olduğu kadar yakıyordu. Vapur
düdük çalıyordu. Wilhelm de borçlarım arttırdıkça arttırıyordu ağır ağır ve yavaş yavaş.
Herhangi bir çaba gerekmeden.
Arkasından doğru yaklaşan birisinin ayak seslerini duymamıştı. Yerinden kımıldamıyacak
kadar tembeldi. Bir ses : «Christian!» diye seslenince, kaşlarını kaldırmakla yetindi. Onun
arkasına döndüğünü gören Liese yaklaştı ve önünde durdu. Christian bir baktı yüzüne ve
yengesinin çillerini görünce iliklerine kadar titredi. Tedirginleştiği için kızdı ve öfkeli bir
sesle : «Yine ne istiyorsun?» diye sordu. Tarlada çalışan ağabeyi onları bir arada
görebilirdi. Buraya gelişini de izlemiş olmalıydı. Liese : «Đçeri girelim de biraz oturayım,
olmaz mı?» dedi. Christian : «Hayır!» diye kestirip attı. Liese bu cevabı alınca, yıkık
iskelenin tahtalarına oturdu. Christian, yengesi karıyı görünce yine eskisi kadar
tedirginleşiveriyordu. Liese hemen söze başladı. Geçen defa ağabeyine yardıma
yanaşmamıştı. Bugün de bankadan son ihbarname gelmişti. Ne yapacaklarını
bilemiyorlardı. Christian yardımlarına koşmazsa onların durumu da Haenisch gibi olacaktı.
«Fakat biliyorsun, emekli aylığımı azalttılar..»
«Haydi canım, sende para çok. Yıllardır metelik harcamıyorsun. Đyi para kazanıyorsun.
Para vermiyen köylüler de içyağı getiriyor. Az çok bir emekli aylığın var. Paralarını ya bir
çıkında, ya da bankada saklıyorsun! Hafta sonuna kadar ödeme yapmamız gerekiyor.
Ancak bundan sonra tehlikeyi önlemiş olacağız. Üç taksitte ödemeği bankaya karşı
üzerine almalısın. O zaman hepimiz kurtulmuş oluruz.»
Christian bir süre sustuktan sonra : «Seni buraya Wilhelm gönderdi her halde.» dedi. «Bu
işi başaracağını umuyor olmalı!»
«Beni dinle! Çiftliği kaçırdık mı bir daha zor geçiririz ele. Hiç düşündün mü?»
Christian susuyordu. Onun bu susuşu karşısında Liese kafasında ne varsa söyledi.
Kopardığı bir ot sapını işaret parmagına doladı ve sakin bir sesle : «Evet, bütün bunları
sen de enine boyuna düşünmüşündür,» dedi. «Ben bir başka şey daha düşündüm. Senin
de düşünüp düşünmediğini bilmiyorum. Bir-şey bir kez elden çıkınca bir daha ele geçmez.
Bunu düşünüp taşındın mı hiç? Açık arttırmayla satıştan gayrı durumlar da olabilir.
Birisine miras da bırakılabilir. Şu da var. Wilhelm'in elinden almaktan üzülmiyebilirsin.
Fakat istesen bile, sadece onun elinden almış olmazsın, çocukların mirasını da birlikte
yürüteceksin. Çocukların elinde avucunda da birşey kalmaz ve sonunda dilenirler.»
Christian, rahibin acele istediği kunduraya pençe vuruyordu. Liese'nin böylesine uzun
konuşabileceğini hiç bilmezdi.
«Meteliğim olmadığını sana bir kaç defa söyledim.»
«Haydi, haydi ben seni bilirim. Her ay para koyuyorsun bir kenara. Bin iki yüz Mark kadar
paran olmalı.»
Tam tamına bilmişti yengesi. Christian, acaba ağzımdan mı kaçırdım, diye aklından
geçirdi. Miras işi açılınca da lâfın nereye geleceğini anlamıştı. Christian hep düşünmüştü,
bu ailenin işleri büsbütün kötülerse küçük sevimli oğlanı çekip yanıma alırım diye. Ona
çok bağlıydı. Bütün parasını ona verip: «Haydi bakalım, bunların hepsi senin. Başının
çaresine bak!» demek isterdi. Fakat bir çiftlik daha iyi olurdu. Oğlan paralarla gerçi
birşeyler yapabilirdi ama, başaramaması da akla yakındı. Ağabeyi Wilhelm Nadler'in
toprakları eninde sonunda çocuklara kalacaktı. Fakat o da topraklarının en iyilerini
büyüklere verir, küçük oğlana bir şey kalmazdı. Wilhelm'e verdiği bunca paranın küçük
oğlana santimi santimine kalması için bir çıkar yol bulmalıydı. Bunun gibi ve buna benzer
çetrefil işlerle uğraşan avukatların şehirde bulunabileceğini işitmişti.
Christian'ın derin düşüncelere daldığını gören Liese bekliyordu. Düşünüp taşınma pek
uzun sürmüş geliyordu genç kadına. Sonucu daha fazla bekliyemezdi. Onu düşündürmek
bugünlük yeterli diye aklından geçirdi ve kalkarken : «Söylediklerimi bir daha iyice
düşün,» dedi.
Liese kocasının yanına dönünce : «Hiç cevap vermedi ama sonuç alacağız bana kalırsa,»
dedi. Wilhelm de böyle düşünmüştü. Düzenbaz kardeşine birşey yaptırabilecek birisi
varsa o da ancak Liese'ydi. Onun sözünden çıkamıyordu. Yalvarıp yakarmaktan, önüne
gelene avuç açıp sürtmekten, sözün kısası yaşadığı bu hayattan bıkmıştı. Ne var ki, şu
sıra durum biraz değişmişti. Sadece biraz sabretmek, gölgede yaşamak gerekiyordu bir
süre. Sonra ışık doğuverecekti. Bugünkü dünyanın günün birinde batıp yepyeni bir
dünyanın başlıyacağmdan hiç kuşkusu yoktu. Düşünebildiği kadarıyla böyle bir dünya,
gözlerinin şimdiye kadar gördüklerine hiç benzemiyecekti. Böyle bir dünyada onun, daha
doğrusu onunla birlikte herkesin büyük gücü ve eşsiz bir yaşayışı olacaktı. Böyle bir
dünyada verimsiz çilelerin yeri bulunmıyacaktı. Fakat yine de korkuyordu. Şu Liese
yanılmışsa, kardeşi yeni bir borç vermezse, ailece sonları nereye varırdı?

işsiz erkeklerin kadınları, savaş yıllarındaki duruma düşmüşlerdi. Mutfak mutfak


dolaşıyor, elma kabukları, karnabaharın dış yaprakları, ekmek kırıntıları, hattâ kahve
telvesiyle neler yapılabileceğini birbirlerine danışıyorlardı. Patates kaynatılan suya
kurumuş bezelye kabukları koyup çorba pişirmeği sağlık veren biri çıkıyordu. Berlin,
muhasara altında bir şehir olmuştu da insanlar açlıktan ölmemek için akıl almaz şeylerle
beslenmeğe çalışıyor gibiydi.
Marie, pazar günü et kızartmasını sofraya koyduğunda çocuklar : «Yaşa daha daha!» diye
haykırışmca, üzüntüden dünyayı görecek halde değildi, işte böyle günlerinden birinde oda
kapısı hızla açıldı ve içeri giren Helene: «Iş buldum!» diye haykırdı. Anası babası da,
kardeşleri de şaşkın şaşkın baktılar.
Yolda gelirken Helene de bunun böyle olacağını aklından geçirmişti. Oysa şimdiye kadar
bir gün olsun güleryüzle, ya da sevgiyle karşılanmış değildi. Şimdi hepsi değişivermiş,
büyük bir buluş yapmış birisine bakar gibi onu süzüyorlardı. Babası bile bir sandalye
uzatmış ve anası tabağı önüne koymuştu.
Helene'nin açıkladığına göre, büyük bir örücü dükkânı için bir iki örnek denemişti
onlardan habersiz. îş bulma müdürlüğüne birlikte gittikleri bir kız ona örücülük hakkında
birşeyler göstermiş, ipliklerin birleştirilmesinde kullanılan özel bir iğneyle nasıl
çalışılacağını da öğretmişti. Berlin'in kibar bir semtinde olan o ünlü ve lüks mağaza,
düzinelerle kadına birer deneme işi yaptırmıştı. Anası bilirdi elbette, kızının ne becerikli
elleri olduğunu! Yarın saat sekizde işe başlıyacaktı. Önceleri on sekiz Mark haftalıkla.
Baba: «Demek böyle!» dedi kısaca. Ana da : «Senin elinden herşey gelir, Helene!» dedi.
Kızın önüne bir tabak çorba koydular çabucak. Helene, alınyazısının hep ters gitmesine
üzülür dururdu. Çirkinliğe sessizce katlanıp neşe ve şakadan yoksun bir köşeye sessizce
çekilmesinin karşılığını görüyordu sonunda. Şimdi ailede, hattâ bütün katta, en çok
haftalıklı bir işi olan tek kişi oydu. Hem de onun cevherini ortaya çıkaran bir iş,
herkesinde üstesinden gelemiyeceği bir iş!
Helene ertesi sabah metroya binip şehrin batı semtine giderken, yararlı olabilmenin
verdiği güven ve onur duygusu daha da artmıştı. Ağzına kadar dolu vagonda yol alırken,
ne de çok insan işe gidiyor, tuhaf şey, diye düşünüyordu. Bizim ailede benden başkası
yok işe giden. Bizim apartmanda da pek az var işi olan.
Đkindi üzeri döndüğünde, evin anası işten dönmüş gibi yemeğini hazırlamışlardı. Herkes
birşey soruyordu. Biraz için denemek üzere işe alınmıştı ama, üstesinden geleceğine hiç
kuşkusu yoktu. Umduklarından daha becerikli bulmuşlardı. Ustalığını hemen göstermişti.
Otomobilini kendisi kullanan yüksek sosyeteden bir bayan dükkâna girmiş, sigara içerken
ısmarlama kostümünde küçük bir yanık yaptığını ağlıyarak anlatmış, hemen örüp
verirlerse kaç para isterlerse ödiyeceğini dükkânın sahibi bayana söylemişti.
Kombinezonu bir balo tuvaleti kadar pahalı olan bayan, pek üzgündü beklerken. Helene,
yanan yeri örmüştü; onardığı yer için kadının dükkâna ödediği paranın işsizlik
yardımından daha çok olmasına hiç şaşmamıştı. Dürbünü evrende dolaştırırken küçücük
bir yıldızı buluveren bir gökbil-ginin şaşmaması gibi.
Deneme süresi bir ay sonra bitince evdekiler onu yine heyecan ve korkuyla beklediler.
Helene, iki yüz elli gram kahveyi babasının önüne bıraktı hiç birşey söylemeden. Đşe
temelli girdiğini belgelemek ister gibi. Hans da yastığının altında bütün bir çikolata buldu.
Helene mutfakta, çadırbezi kaplı kanapede yatardı. Küçük Hans gece usulca sokulup ayak
ucuna oturdu ve çikolatasını yedi ağır ağır, Helene gülümsüyordu ama; aşırı sevilen
birisine bakar gibi bakıyordu. Büyük oğlana birşey getirmemişti. Helene ve Hans,
aralarındaki yakınlığın nedenini biliyorlardı. Oğlan biraz geç de olsa, hediyenin nedenini
anlamıştı. Kemikli yüzlü ve burun delikleri kocaman Helene'i çocuklar eskiden «Ölü
kafası!» diye alaya alırlardı. Onu kızdırmak için heryere bir ölü kafası çizerlerdi. Bir gün,
aylak oğlanlardan birkaçını yakalayıp suratlarını kömür ve tebeşirle pek
korkunçlaştırmalardı ? Tam bu sırada okuldan dönen Hans avluya girmişti. Küçük Hans,
kendisinden daha boylu aylak oğlanlara yetişememişti ama, hepsinin kıçına birer tekme
yapıştırmıştı. O günden sonra kızı hemen rarhat bırakmışlar ve bir daha sa-
taşmamışlardı.

Pazarları Hans'ı gazino bahçesine götüren Berger'lerin oğlu sık sık uğruyordu,
Geschke'lere. Marie, çok sulu da olsa her zaman hazır kahve bulunduruyordu. Büyük
oğlan Franz, Berger'e kuşkuyla bakıyor ve arkadaşlarına : «Dostum, bu oğlanda hiç iş
yok!» diyordu. Fakat evde çekingen duruyor ve görüşünü kimseye açıklamıyordu. Marie
sezmişti, Franz'ın kimlerin çevresine girdiğini; bir gün üvey oğluna : «Evden daha iyi
karnın doyacak diye nasıl gidiyorsun öyle yerlere?» diye sordu.
Franz : «Bazı şeylere senin aklın ermez,» cevabını verdi. «Anam sağ olsaydı senden daha
iyi anlardı beni. Oğlunun karın doyurmak için oraya gitmediğini anlardı.»
Marie : «Kendi anan sağ olsaydı şimdi sana birkaç tokat atardı,» karşılığını verdi, «iyi
insanmış kadıncağız. Böyle şeylere hiç katlanamazdı.»
Franz, buz gibi bakışlarıyla onu kinle bir süzdü. Marie, bu oğlanı ne zamandır
kollayamadığını hatırlamağa çalıştı, üzüntüyle. Geschke'nin çocuklarına hiç bir gün üvey
analık etmek istememişti. Oysa, Franz yanından öfkeyle uzaklaşmış, mutfak kapısını küt
diye çekip kapatmıştı. Marie kapının gümbürtüsünü bir, daha hiç duymıyacakmış gibi
ürktü. Bu oğlanı kendi çocuğundan hiç ayırdetmemiş ve dikişini dikmiş, yemeğini
pişirmişti. Fakat uykusunu kaçıracak kadar asla tasalanmış değildi bu çocuk için. Babası
Geschke de, nedenini bir türlü anlıyamadığı, hattâ utanç verici bulduğu sürekli işsizlikler
yüzünden öylesine bitkindi ki, hemen hiç ilgilenmiyordu oğluyla, îşte bundan ötürü oğlanı
elden kaçırmışlardı. Fakat küçük Hans'ı hiç bir zaman kaybetmiyecekti. Geschke kendi
oğluna olduğu gibi ona da sövüyordu, evin bunaltıcı havasından savuşup şurada burada
sürttüğü için. Marie arttırabildiği birkaç kuruşu Hans'm eline tutuşturuyordu yol parası
yapsın diye. Oğlu her defasında pek mutlu dönerdi. Oğlunu böylesine mutlu eden şey
mutlu olmağa değerdi herhalde. Marie onun anlattıklarından pek anlamıyordu. Kimi
zaman bir kamp ateşinden, kimi bir yıldızdan, bazı Sovyetler Birliğinden, ya da Emmi adlı
bir kızdan söz açıyordu. Patlak gözlü Oskar : «O yerinin neresi olduğunu biliyor,» diyordu.
Marie, onun yerinin neresi olduğunu bilmiyordu; kendisinin, Geschke'nin, kızının, hattâ
komşuların ve Emilie hala'nın yerinin neresi olduğunu da bilmiyordu.
Patlak gözlü oğlan günün birinde bir gazete getirip küçük bir resim gösterdi ve bakmak
için eğilen Marie'ye: «tşte bizlerin yeri orası. Hepimizin yeri orada,» dedi. «Bunların hepsi
de işçi. Bir tanesi Çinlilerin temsilcisi, biri biz Almanların, ötekisi zencilerin, dördüncüsü de
Rusların.»
Bu sırada odaya giren Franz bunları duyunca şaşaladı ve: «Ne oluyor bu oğlana?» diye
sordu. «Bizim yaşadığımız bu ülkenin adı Almanya..»
Bu sözler üzerine iki oğlan, kavgaya tutuştu. Zira Oskar, Franz'a sen işçilerin düşmanısın
demiş, öteki de saçmalama diye cevap vermişti; sınıf falan yoktu bu dünyada. Sadece
ırklar vardı. Üstün ırktan olduğunu bilmiyen patlak gözlü Oskar kanı bozuğun biriydi.
Patlak gözlü Oskar'a göre de zenci bir işçi bir Alman işçisine, ana dili rastlantıyla Almanca
olan Herr Siemens'ten daha yakındı. Babası orada çalıştığı için bunun böyle olduğunu
bilirdi.
Marie bu sözleri dinlerken kaşlarını çatmıştı düşünceyle. Kendileri kadar yoksul bir zenci
ana dili Almanca olan büyük bir efendiden daha yakın olabilir miydi onlara? Hem evet,
hem hayır. Hiç aklının ermediği bir sürü şeye kafa yormak, taş ocağında çalışmak kadar
yorucuydu.
Helene odaya girince oğlanların çekişmesi sona erdi. Os-kar'm büyük kardeşi Heiner'in bir
süredir gözü vardı kızda. Akşamları bekleyip alıyordu örücü dükkânından. Fakat
apartmanın merdivenlerini hep daha sonra çıkıyordu. Suskun ve ağır bir gençti. Helene
de fazla konuşkan değildi. Heiner'in masada olduğu zamanlar kız gülüverince bütün aile
şaşıyordu. Helene'-nin o güne kadar hiç bir gençle ilgisi olmuş değildi,. Günün birinde
Heiner'in ondan hoşlanmasını, ailede iş bulabilen tek kişi olması gibi, alınyazısma
bağlıyordu. Marie pek memnundu. Zira genç kızlara sevgi gerekliydi. Bu yabancı oğlana
karşı şimdi Geschke de daha iyi davranıyordu. Şimdiye kadar onu hep suçlardı, küçük
Hans'ı kışkırtıyor diye. Evlerine gelmesine de kızardı. Marie bazı pazarlar Heiner yetişkin
kızı da yanlarına alıyor diye seviniyordu; zira böylelikle kız kardeşi Hans'a gözkulak
olurdu. Fakat o bunu pek yapmıyordu. Zira gençlik yurduna varır varmaz ikisi bir kenara
çekiliyorlardı. Helene, bir işe yaramazlıktan da çirkinlikten de sıyrılmış olduğunu
sanıyordu. Bir zamanlar utandığı koca koca burun delikleri şimdi küçülmüş gibiydi. Gölde
yüzmesini de öğrenmişti. Oysa bunu rüyasında görse inanmazdı. Rengi atmış, şurası
burası yamalı giysiler içinde gizlediği körpe vücudunu sere serjpe ortaya çıkarmak
onurlandırıyordu. Evde giysiler içinde çirkin yüzlü bir kızdan başka birşey değildi.
Buradaysa, göğüsleri yeni büyümüş boylu boslu bir genç kızdı. Yatışmış ve neşelenmiş-ti.
Şehir dışındaki kampa yaşlı bir adam geliyordu. Çocuklar taşırdı onun kitaplarını. Orta
yerde bir taşa oturup okur ve açıklamalar yapar, gençler de çevresinde toplanıp onu
dinlerlerdi. En güç sözleri aklında tutabilen ve en karışık düşünceleri izliyebilen Helene
olurdu. Yaşlı adamın açık mavi gözleri, genç kızın üzerinde dururdu hayranlıkla. Adam,
epeydir beklediği öğrencisini bulmuşa benziyordu. Helene de aradığı öğretmenini.
Şimdiye kadar bildiği tek şey, bütün öteki kızlardan daha iyi yüzücü olduğuydu. Oysa
şimdi, başkalarının pek güç anladığı bir sürü yabancı konuyu da açıkhyabiliyordu. Hans,
pantolonu yırtılınca, ya da bir yardım aranınca kız kardeşinin yanına koşuyordu.
Helene'nin elinden her iş geldiğini bütün çocuklar anlamıştı çok geçmeden. Bütün büyük
topluluklarda ayrıca küçük küçük gruplar ortaya çıktığı gibi bu gençlik yurdunda da
ortaklaşa beraberlik dışında bazı kişilerin çevresinde tek tük toparlanmalar oluyordu.
Kimisi kitaplar okuyup açıklamalar yapan yaşlı öğretmen çevresinde toplanıyordu, kimisi
de yıldızlar üzerine bir sürü bilgi veren o kuru ve uzun oğlanın etrafında. Bu ikinci
gruptakiler arasında babası eskici olan küçük kambur oğlan da vardı. Hans böyle bir
babası olsun hiç istemezdi. Fakat oğlanla dostluktan pek hoşlanırdı. Bazı akşamlar Belle
Alliance alanında başını arkaya atar, uzağı pek seçemiyen sevimli gözlerini gökyüzüne
çevirir ve yıldızlar' üzerine açıklamalar yapardı. Bir başka grup çocuk da, başından pek
çok şey geçmiş olan buldok köpeği ağızlı ve herşeye boşveren bir oğlanın çevresinde
toplanırdı. Çeşitli konularda akıl danışan bir sürü genç kız ve genç kadın da Helene'nin
çevresini sarardı. Kimisi elbise boyamasını; kimisi yaşlı öğretmenin açıklamalarını sorar,
mutfak işleri konusunda bilgi isterdi.
Helene, istasyonun yolunu tutunca pek mutlu olurdu. Zira özlemini çektiği yepyeni bir
dünya vardı her hafta ve birkaç istasyon ötede. Çirkin ve bilgisiz bir kız olarak yaşadığı
bozulmuş eski dünya o anda sona ererdi. Hemen başlayıveren yepyeni dünyada en
sondaküer en öne çıkmakla kalmaz, bilgisizlerin kafası işler ve çirkinler güzelleşirdi.
Kız kardeşi Helene ile Heiner'in bir çift meydana getirdiğini gören Hans, kısacık kesilmiş
saçlarıyla oğlan çocuğuna benziyen Emmi'ye yakınlaşmıştı. Emmi, Berlin'in onlara çok
uzak bir semtinde oturuyordu. Oturdukları kata hiç çıkmazdı. Fakat Hans yine de bilirdi
onun çıktığını görmek için caddede beklediğini. Bütün kadınlar gibi.
Martin yakında Berlin'den temelli ayrılacağını Hans'a söylemişti epiydir,. Fakat çocuk bu
konuda hiç birşey söyleme-yince, ayrılacaklarına üzülmediğini sanmıştı. Hans, gençlik
yurdundaki yakın arkadaşlara öylesine bağlanmıştı ki, pek bir işi olmazsa ve çok seyrek
gidiyordu Alexandriner caddesine; Martin'i pek az düşünüyordu. Günün birinde Martin,
valizini istasyona taşımasını söyleyince Hans pek şaşmadı. Martin biraz üzülmüştü,
benden ayrıldığını umursamıyor diye. Fakat Hans'm hayatında yine de bir iz bırakacağını
— hattâ kendisinin kim olduğunu o unutsa bile — düşünerek biraz yatıştı. Martin,
istasyonun önünde : «Herşeyin karşısmda her zaman kuvvetli olmalısın küçüğüm!»
deyince Hans : «Ne zaman döneceksin Berlin'e?» diye sordu. «Bu akşam mı, yarın mı?»

Scanned By hlecter

«Bir daha hiç dönmiyeceğimi çok önceden söyledimdi sana.»


Bir trene dikkatle bakmakta olan Hans, gözlerini ona çevirdi; yetişkinlerin asla
başaramıyacağı bir bakışla. Uzayıver-miş yüzünde bir dargınlık belirmişti.
Gözbebeklerinde arada bir uçuşan küçük küçük beneklerde hayranlık kıvılcımları parlayıp
sönüyordu. Sonra gözler donuklaştı. Dişler meydana çıktı. Oğlanın gözlerine uzun süre
bakmaktan ürken Martin, bakışlarını, önüne eğdi ve : «Bugün yola çıkacağımı haftalarca
önce bildirdim. Dün de söyledim,» dedi. Hans : «Hayır,» cevabını verdi. Martin :
«Nereden uyduruyorsun bunu?» diye sordu. «Sana bir çok defa söyledim, yakında
Berlin'den ayrılmam gerektiğini.»
«Fakat buradan büsbütün gideceğinizi, hem de bensiz çok uzaklara gideceğinizi hiç
söylemedinizdi..»
«iyi dinle sözlerimi. Buradan ayrılırken seni yanıma ala-mıyacağım çok belli birşey. Seni
elbette alamam yanıma.»
«Neden olmasın?»
Martin, bir sürü neden ileri sürdü ve Hans asık bir suratla dinledi. Martin daha iyi
açıklamak istedikçe büsbütün saçmalıyordu. Hans, sonunda bakışlarını ona çevirdi.
Yetişkin dostunun gerçeği söyliyen gözlerine bakmaktan bıkmışa benziyordu. Tren
memuru yolcuları vagonlara binmeğe çağırıyordu. Martin : «Akhbaşında davranacağına
söz veriyorsun, değil mi?» dedi. Hans : «Öyle olsun» cevabını verdi. Sonra trenin
hareketini bile beklemeden, ıslık çalarak ağır ağır çıktı istasyondan. Dönüp arkasına
bakmak, ya da el sallamak pek saçma gelmişti. Kalp denilen şeye türkülerde, ya da
komşu gevezeliklerinde rastlanırdı. Oysa şimdi parmaklarının ucunu dolaştırabilirdi
yüreğinin üstünde. Martin onu gerçekten üzmüştü. Zira ona pek bağlanmıştı. Son
günlerde ona eskisi kadar sık gitmiyordu. O da Hans'ı eskisi kadar kullanmıyordu. Kamp
ateşi çevresinde genç arkadaşlarıyla toplanmak, az konuşan bir adamın odasında tek
başına saatler saati oturmaktan daha keyifliydi. Ne var ki, bütün bunlar o adamın bir
işaretiyle girmişti hayatına. Yeni dostlar, türküler, sinema ve hattâ yıldızlarla. Bütün
bunlar kahyordu ona. Fakat Martin gitmişti. Evet o, bütün bunlara rağmen Hans'a bağlı
kalmamıştı. Hans'ı fazla sevseydi alırdı yanma. Fakat Hans, o adamı çok sevmişti. Daha
önce ve hiç bir zaman böylesine sevmemişti kimseyi. Anasının varlığı, güneş, ya da kar
kadar olağandı.
Hans, geç saatlere kadar şehirde dolaştı. Koca şehir bom-boşlaşıvermişti. insan dolu
sokaklar, hepsi birbirinden çekici sinemalar kasvetli bir ıssızlığa bürünmüştü. Şimdi ne
olacaktı durumu?

Lieven, otomobile binmek üzere olan bir tanısıyla burun buruna geldi bir akşam; adam
onu görünce ayağını taksinin basamağından geri çekti.
Wenzlow, eve gecikmemek için taksiye binecek kadar bir parayı yanında bulundurmağa
bir türlü alışamamıştı. Saate her bakışta ürkerdi. Berlin'de yapacağı kısa bir ziyaretin
taksi ücretinin yol avansı olarak cüzdanında duran para yanında hiç önemli
sayılmıyacağmı düşünmüştü o gün. Fakat taksiye binip uzaklaşamadı. Lieven'i epiydir
görmediği için zayıf ve kumral adamı hemen tanıyamadı. Biraz çıkık elmacık kemikleri,
pırıl pırıl tıraşlı yüz, ilk sözleri söyliyen boğuk sesin uyumu, bir tarihte Lieven adlı biriyle
tanışmış bulunduğunu Wenzlow'a hatırlattı.
Her ikisi de aynı şeyi hissettiler. Geçmiş günlerden bir tanışı karşısında hiç değişmemiş
buluveren herkesin hissedeceklerini. Zaman ne de çabuk geçiyor ve gençliği nasıl da
sürükleyip götürüyordu.. Ne var ki, daha genç sayılırlardı. Fakat o taptaze ve hayattan
habersiz gençliğin rolü ve önemi neydi? Şimdi karşılaşıverdiğim şu adamda o taptaze
gençlikten ne kalmıştı? Pek çok değişmişti. Kendisi de.
Lieven de nasıl bir değişme olmuştu da Wenzlow onu tanıyamamıştı hemen? Sivil giysiler
vardı sırtında üniforma değil. Anısında yaşıyan üniformalıydı ve apoletsiz bir Lieven'i ilk
bakışta Lieven sanmamıştı. Fakat bir daha bakıp Lieven'in pek az değişmiş olduğunu
görünce hayretini açığa vurdu. Gri gözlerinin kaçamak bakışlarında eski umursamazlık ve
alaycılık olduğu gibi duruyordu. Güzel ve küstah ağızda göze çarpan biraz ufak dişler yine
pırıl pırıldı. Lieven'in koltuğunda bir dosya vardı. Wenzlow, kimbilir nerede ve tuhaf bir
görevdir diye aklından geçirdi. Fakat Lieven bu konudaki soruyu: «Yok yahu,» diye
cevaplandırdı. «Heims bankasında çalışıyorum.»
Köşedeki bir lokalde oturup bu karşılaşmayı kutlamağa davet ettiler birbirlerini. Fakat
daha kapıdan girerken ikisi de, davet etmeseydim daha iyiydi, diye aklından geçirdi.
Đkisini de yakmdan ilgilendiren bir durum vardı arada. Şöylesine bile do-kunamıyacakları
çok üzücü bir olay geçmişti. Oturur oturmaz ikisi birden aynı şeyi düşündü : Wenzlow'un
kız kardeşinin boşanma olayım. Von Klemm'in şoförüyle biriikte bir kazada öldüğünü
duyalı da epeyce olmuştu Lieven. Bunu hiç umursamış değildi. Bu gibi söylentilerle hiç bir
zaman ilgilenmezdi. Geçmiş sevişmeleri hiç bir zaman düşünmemek Lieven'in prensibiydi.
Anılan arasında Leonore'nin hiç yeri yoktu. Bundan ötürüdür ki, Wenzlow'un pek çekindiği
konuya hiç dokunmadı.
Wenzlow, zavallı kızkardeşim serüven hevesini Amalie halanın yanında tüketti diye
düşündü. Bir tarihte şu delikanlıya gönlünü kaptırmış olmasına hiç şaşmamalı. Güzel
erkek.
Lieven : «Halâ ordudasınız demek?» diye sordu. «Bulunduğunuz birliğe ordu demek
kabilse!» Bakışlarını yere çevirmişti ama. güzel ve sakin yüzünde alaycı bir anlatım göze
çarpıyordu yine de. Bu anlatım hiç eksik olmazdı yüzünden. Az önceki gibi alaya hiç de
uygun düşmeyen konularda bile.
Wenzlow, hoşlanmazlık ve hayranlık gibi duygularını Lieven'in yanında açığa vurmaktan
her zaman çekinmiş olduğunu hatırladı. Sözü değiştirmiş olmak için, yakında bir
yolculuğa çıkacağını anlattı.
Lieven : «Sizin Çinlilere gideceğinizi aklım almıyor,» dedi. «Sizin gibilerin gerçek
görevlere kavuşacağı günleri neden beklemiyorsunuz sabırla?»
Her ikisinin bardağını dolduran uzun eller, ellerin hareketi, hattâ o şaşılacak kadar uzun
ve gür kirpikler, Wenzlow'un hiç hoşuna gitmemişti. Nedenini bilemiyordu; kız kardeşim
Leono-re'ye bu karşılaşmadan hiç söz etmemek en doğrusu, diye aklından geçirdi. Pistte
dans başlamıştı. Đlk çiftler masalar arasından pisti boylamış, dirsekler ve dizkapaklarını
kırıp sallamağa başlamışlardı. Bardakların parıldadığı masaların üzerine, kalın sigara
dumanları çökmüştü. Dişler ve küpeler de seçiliyordu sigara dumanları arasında.
Buğulanmış vitrinlerin dışarısına basık burunlar yapışmıştı. Hayretle şaşıp kalmış bakışları
salonu merakla süzüyordu.
Wenzlow : «Đşe yarıyacağım bir işde çalışmak için gidiyorum Çin'e,» dedi.
Lieven : «Bizim gibilerin her biri her mevkide gerekli, hele Almanya'da!» cevabını verdi.
«Gerekli bir mevkide çalışabilmek için Almanya dışına yolculuk yapmak istemez.» Alaycı
anlatımdan hiç bir iz kalmamıştı yüzünde; VVenzlovv'un gözlerinin ta içine bakarak: «En
önemsiz çabalar bile bizler için şu sırada çok gerekli.» diye devam etti. «Şu sıra bize
herşey ve herkes gerekli. Hattâ şu günlerde.» Vitrine iyice basık burunları gösterdi:
«Köylüler ve tarlaları bizlere gerekli. Sen ve ben de gerekliyiz.»
Lieven, yurd dışında kendisi bir iş aradığı sırada yeğeni Otto'nun söylediklerini farkında
olmadan tekrarlıyordu. Bu sözler Wenzlow'u düşündürmüştü. Oysa, Lieven yeni partili
arkadaşlarının umduğu zafer kazandırsa şu tatsız ve miskin hayatın değişeceğinden
kuşkudaydı epiydir. Hangi zafer, hangi parti ve hangi yarının dokundurulduğunu Lieven'in
ses tonundan anlamakta gecikmiyen Wenzlow, demek o da aralarına katılmış, diye
düşündü. Wenzloıw, her yanından sınırlanmış bir yolda, eli kolu bağlı durumdan
kurtulmak özlemi içindeydi. Şimdi çok uzaklara gidebileceği ve arkasında yığınla kuşku
bırakacağı halde. Konuşmalarda Hitler'in adı geçmediği halde eli kolu bağlanıyor, bazı da
heyecanlanıyordu; zira düşünülmesinde bile müthiş bir çekicilik vardı. Kendi hayatında
bulunmı-yan aşırı bir yürekliliği, sonsuz bir pervasızlığı vardı onun.
Bir arada bulunmalarından iyice yararlanmak istiyen Lieven, elini Wenzlöw'un eline koydu
ve : «Dışarda bizler için sağlıyacağınız kilit noktalarının yararlı olacağı muhakkak,» dedi.
Wenzlöw : «Evdekileri daha fazla bekletmeyim,» dedikten sonra, kız kardeşi Leonore'nin
sözü açılmasın gibilerden : «Zira karım yola çıkmadan bütün dakikalarımızı birlikte
geçirelim istiyor,» diye çabuk çabuk ekledi. «Çocuklarımla şimdilik burada kalacak da. Bu
akşamı birlikte geçirmeğe söz vermiştim.»
Liven: «Potsdam'daki evinizde bir tarihte konuk kalmıştım,» diye hatırladı. «Çatınız
altında uyudum da. Geceleyin yatağıma gelmiştiniz. Birşeyden tedirgindiniz. Neydi?
Hatırladım. Grunewald'da bir cesedin ortaya çıkarıldığını yazıyordu gazete. Siz de o
tarihten birkaç gün önce aynı yerde bir delikanlıyı öldürmüştünüz..»
Wenzlow : «Siz ve von Klemm'le birlikte» diye doğruladı çabuk çabuk. «Delikanlıyı
otomobilden indirip ormana götüren biri daha vardı. Şimdi hatırlıyorum. Daha önce
bozulan otomobilimizden inip ötekine binmiştik.»
Bu eski olayı çoktan unuttuğu halde, Lieven'in bakışlarından az önce duyduğu tedirginliği
yine hissetti. Đçinde belli belirsiz bir duygu vardı her zaman, bu Lieven'in benden üstün
bir yanı var diye. Lieven gözkamaştırıcı ve hazırcevap bir oğlandı, yanında hiç açık
vermeğe gelmezdi.
Lieven : «Yazık ki şimdi ikimiz de yaşlandık,» diye devam etti. «Böyle tasalar sinirlerinize
hiç iyi gelmez. O yaşlı bayan yaşıyor mu daha?»
«Amalie hala mı? Hem de nasıl! Daha yaşıyor mu sorusu bana tuhaf görünür her zaman.
Amalie hala nasıl ölebilir günün birinde?»
Lieven masada bir süre daha oturdu tek başına. Kalın kürklere bürünmüş ince tenli
kadınları gözden geçirdi. Herşey-leri yüzüstü bırakıp şu Wenzlow'un yaptığı gibi
buralardan uzaklaşmak isteğiyle kavruluyordu. Az önce kuşku gösterdiği ne varsa şimdi
yapmak için müthiş bir özlem duyuyordu. Wenzlow'a böyle amaçlar ve uzak yolculuklar
sağlıyan alın yazısının onu hatırlamamasına kızıyordu. Wenzlow dürüst ve sıradan bir
insandı, üstleri ve karısıyla anlaşmış olarak, hattâ o kemikli ve korkunç halayla birlikte,
güvenlik içinde yaşamak isterdi. Uzak doğuda en tehlikeli ve güç işlerde bile sadece
buyruk ve övgüyle yetinecek, heyecanlı bir hayatın tadını çı-karamıyacak. Fakat o, bıçak
ağzı kadar incecik bir sınır parçasının üstünde, sıradan insanların dehşetle kaçınacağı bir
ölüm kalım durumunda bile olsa, yaşamanın tadını çıkarmaktan gayrisini düşünmezdi.
Gündelik hayatta başı dönerdi. Tel üstünde güvenlik duyan fakat ayağı yere basınca
güvenini yi-tiriveren bir tel cambazından farksızdı. Oturduğu şu bar, Orkestrası, aceleci
garsonları, müziğe uyarak ağır, ya da coşkun danseden çiftleri, sarı renkli hahlarıyla
canını sıkıyordu elbette. Zira burası da şu yeryüzü düzlüğündeydi ve tehlikelerden uzaktı.
Yeni dostlarından Weidel : «Sabretmeğe alışmalısın,» demişti, «insanların her zamanki
yürüyüşleriyle bize gelmesini bekliyeceğiz. Ondan sonra yeni havalar çalmağa başlıya-
cağız.
Lieven, Wenzlow şu anda ailesiyle birlikte oturmakta belki de, diye düşündü. Belki de
yattı. Evden kurtulmak için önce bir evi olmalı insanın. Aile çevresinden kurtulmak için de
önce bir ailesi bulunmalı...
IV
Malzahn, eski dostu Spranger'in bürosunda ve karşısında oturmaktaydı, bir sabah.
Spranger'in dudaklarında her zaman göze çarpan alaycı ve hileci bir gülümseyiş zamanla
yavaş yavaş kaybolmuşa benziyordu. Son yıllarda karışık bir sürü dâvayı kazanması
varlıklı ve itibarlı durumunu iyice sağlama almıştı. Đnce burunlu, kısa bıyıklı ve düzgün
yüzü, bazı ağaçların belirli yerlerde yaşaması gibi, bazı dâvaların havasına pek uygun
düşüyordu. Son yılların ünlü bütün dâvalarında, Nasyona-list'lerin kışkırttığı politika
cinayetlerinin duruşmalarında hep ona rastlanıyordu. Bu gibi duruşmaları izliyen ve hiç
değişmi-yen dinleyiciler de, şenlik ve törenlerde belirli generallere, belirli bakanlara ve
güzel kadınlara alışılması gibi, hep onu görmeği hiç yadırgamıyorlardı. Ağzının çevresinde
ve gözlerinin altında uçuşan hileci ve alaycı çizgiler, onu ölçülü bir acımaz göstermeğe
başlamıştı halka.
Malzahn : «Sen önemli bir adamsın ben ise emekliye ayrılmış bir binbaşıyım,» dedi.
Spranger: «Şu halde arada sırada sana bedava öğüt vermeme lütfen razı gel,» dedi
gülerek. «Bu öğütler için müşteriler avuç dolusu para ödüyor. Bunları dinlersen boşuna
kafa yormaktan da kurtulmuş olursun.»
«Kafamı yorduğum yok. Fakat Wenzlow'un şu sırada çok uzaklara hem de kimbilir ne
süre gitmesi bizim için çok önemli bir sorun.»
«Delikanlı çok uzaklara gidiyor, hem de tam şu sırada! Damadın üç çocuk babası da olsa,
delikanlılıktan hâlâ kurtulamamış diyeceğim, izin verirsen. Benim gözümde hep o eski
çocuk. Şurada sessizce oturup ciddi sorular soran küçük. General Kapp'm günlerini
hatırlasana! Üniformasını giyip Brandenburg kapısına koşarak general Kapp'ı
selâmlamasını güç önlemiştik. Neden tam da şu sırada diyorsun? Tam şu sırada böyle bir
mevkii tanrının bir bağışı saymalı! Herr Çankayşek, ya da adı ne olursa olsun o sarı suratlı
Duçe, gökyüzünden — elbette gökyüzünün batı tarafından — bir işaret almış bulunmalı ki,
kızılların üstesinden gelmek için ordusunu kursunlar diye general von Seeckt'le adamlarını
angaje ediyor. Bizim delikanlının ve bizlerin özel durumu da böyle; yukarılardan gelen bir
işaret. Sovyetlerin daha da genişlemesine yol açacak yeni bir kızıl ülkenin ne demek
olduğunu düşünsene! Yeryüzünde ye-diyüz milyon bolşevik ile karşı karşıya olacağız. Biz
Almanlar ise sadece altmış milyonuz,, düşünsene bir! Gerçi bu durum Lenin'in hayâl ettiği
dünya ihtilâli demek değil, ama hiç de hoşa gitmiyecek bir komşuluk olurdu. Zira Asya,
tekin yer değildir. O Çinli Duçe ise, suratı sarı olsa da, hiç budala değil, Bir yerde düzeni
kurmağı, düzen sağlamağı bizim subaylarımızdan, evet, bizim subaylardan gayrı kimse
başaramaz. Đyi bilirler bu işleri. Dünya düzeni konusunda söyliyeceklerim bu kadar. Aile
işlerine gelince : bizim delikanlının general Kapp günlerinde nasıl da coştuğunu ve
güçlükle önlendiğini az önce hatırlatmıştım. Şimdi de öyle günler yaşıyoruz sevgili
dostum. Şu farkla ,ki, ters belirtilerle. Zira eski düzen temelinden alaşağı edilecek
yakında.»
«Bunun böyle olduğuna pek güveniyorsun da bizim delikanlının oralara gitmesini neden
istiyorsun?»
«Hele dur. Daha o duruma gelmedi işler. Devletimize ve ordumuza yine kavuşursak senin
delikanlı da memlekete döner. Fakat şimdilik daha erken. Alman milletine üç hokkabaz
gösterdik arka arkaya, hem de büyük bir rahatlıkla! Üçü de bütün hünerini gösterdi. Sağa
dönüp boyun kırdılar, sola dönüp boyun kırdılar. Baronlar yakınmasın diye doğudaki
büyük toprak sahiplerine para yardımı yaptılar. Aç yığınlar için de tarım yardımı. Prusyalı
toprak ağalarının ahırlarım süpürüp temizlediler ama yeni atları — nasıl kişnerlerse
kişnesinler — yemliklere salmadılar daha. Önce, evet önce SA. Peki. Güzel. Alman
milletinin askerlik isteği ve daha buna benzer şeyler. Fakat SA'larm resmi ordudan üstün
tutulmasına ne buyurmalı? Ya bir çatışma olursa aralarında? SA'ların, yani Saldırı
Birliklerinin ne olduğunu azbuçuk biliyorum. Halkçı demekmiş! Fakat açık söylemek
gerekirse, halkın ne olduğunu pek iyi bilemiyorum. Hem, Alman halkı tek bir ordu yerine
iki ayrı ordudan yana olursa? Bizim delikanlı daha başka düşünür de halkın ordusuna yani
SA'lara ateş açıverirse pek tatsız kaçmaz mı? Zira o kendi yerini orduda biliyor. O gün
odada alıkoyup Brandenburg kapısına göndermemiştik. Şimdi de onu Çin'de buradaki
kargaşalıklardan uzak tutacağız.»
Malzahn : «işlerin böyle biteceğini nereden biliyorsun?» diye sordu.
Bu sırada bayan Spranger girdi odaya. Aksaçları ve uzunca yüzüyle hâlâ güzel kadındı.
Gençliğinde güzel kadın olduğu üzerine anlatılanlar ölümlü herşeyin zamanla geçip
gideceğine uyaran belgelerdi. Gözkapaklarmda ve mavi mavi çıkmış damarlarında kaim
bir pudra tabakası vardı. Eskisinden daha sık gülüyor ve gülümsüyordu, yanak çukurları
güzel görünsün de yüzündeki kırışıklar ve derin çizgiler göze çarpmasın diye.
Malzahn sert bir davranışla ayağa fırlayıp kadının elini öptü. Spranger, karısı konyak
şişesiyle bardakları tepsiye koyarken : «Bir şeylere inanmaktan vazgeçtim,» cevabını
verdi. «Đnsanoğlunun üç temel sorunu sayılan inanç, sevgi ve umuttan ilk ikisini bıraktım
ve sadece umudu alıkoydum. Bundan böyle sadece umuyorum. Şimdi bütün umudum,
büyük bir büyücülük başarıp halk denilen yığını dizginlemesini başaracak çok güçlü bir
adamın ortaya çıkmasında. Yağmur altında olsun, güneşte olsun caddelerimizi dolduran,
kimyanın henüz bulamadığı bir formüle göre azalan, ya da tehlikeli bölümlere ayrılan o
kapkaranlık ve koyu sulu yığını sürükliyecek bir adam bekliyorum. Brünning. her çeşit
tütsülerine ve olağanüstü kanunlarına rağmen işin içinden çıkamadı. Bütün kurnazlığına
ve ustaca davranışlarına rağmen Papen de başaramadı. Korkarım ki, Schleicher de. Hitler
günün birinde gerçekten üstesinden gelebilir. Kendisi de alt tabakadan geldiği için onların
dilinden anlar. Đsterik ve dikkafalı bir küçük burjuva olabilir! Ne var ki, kafasına iyice
yerleşmiş bazı düşünceleri bizim pek işimize yarayabilir. Şu da varki, işime yarıyacak bir
hazineyi bana biri getirsin de onu neyle bulursa bulsun, hiç umurumda değil. Gözlerini
devirip istediği kadar bangır bangır bağırsın ve perçemini alınma düşürsün, bana göre
hava hoş. Kızımı ona verecek değilim. Kızımı elçilik sekreteriyle evlendirdim çoktan.
Benim nâçiz görüşüme göre bu adama bir kaç yıllık bir zaman ve elbette yeterince de
para vermeli. Fakat bunu yapacak olanlar da gerçeği kavramak.
Sözün kısası, sizin damat ve benim delikanlının bir süre yurt dışına gitmesi çok iyi olur,
derim. Zira o döndüğünde Almanya'da işler durulmuş olur. Kimin kime karşı olduğu da
anlaşılır bu arada.»
Bayan Spranger : «Aziz binbaşım, bir kadeh daha sunmama izin verin,» dedi. «Şişenin
tozunu almamı kocamın yasakladığını biliyorsunuz. Ona bakılırsa bu toz bir eskilik belgesi,
bana göre ise kirpas..»

BĐRĐNCĐ CĐLDĐN SONU

ONUNCU BÖLÜM

Amalie hala postacının /Scharnhorst caddesinde görüneceği anı her zaman dört gözle
beklerdi. Fakat, yeğeni merdivenleri koşarak inince de, yerinden kımıldamazdı. Bahçe
kapısının kapanışından sonra duyulan hayal kırıklığı, ya da sevinç gibi değişik anlatımlı
seslerden, Wanzlow'un yandaki evde oturan genç karışma mı, yoksa yarı anası sayılan
kendisine mi mektup yazmış olduğunu, anlardı. Gelen mektup kendisine ise, renkli camlar
zayıf gözlerine dokunduğu halde, balkona kapanırdı tek başına. Mektubu yazanın kendisi
kadar düzgün olan harfleri Amalie hala için bütün hayatının en büyük, hattâ biricik
armağanıydı.
Amalie hala renkli camlı balkonda tekbaşma otururken dünyanın öbür ucunda birisiyle
arasında bir bağlantı hissediyordu; kendi kanından ve özünden bir parça, ta oralarda
görevdeydi. Mektubu az buçuk söktükten sonra, Leonore'yi çağırır ve yüksek sesle
okuturdu:
«Sevgili Amalie halacığım, şu sırada bulunduğum yeri, genel kurmay haritasında
görebüirsin. Dostum Boland'la be-

raberim. Memlekette sana onun sözünü etmiştim epeyce. Hansın Lian adlı bir tercüman
da var. Onu da daha önceki mektuplarımdan tanırsınız. Buraya vardığım gün yanıma
verilen ve yammdan hiç ayrılmıyan o tercüman. Boland, Alman üstlerimizin öğütlerine
uyarak aramızda bir mesafe bulundurmamız için pek direniyor ama, ben bu adamı âdeta
bir arkadaş sayıyorum. Sarı ırktan birisiyle ne denli arkadaşlık kurulabilirse elbette.
Yabancı memleketlerde eğitim görmüş olan bizim tercüman, benim kadar iyi Đngilizce
konuşuyor, hattâ biraz da Almanca biliyor. Yerlilerin hileciliğiyle hiçbir benzer yanı yok.
Bütün davranışları kusursuz. Bütün yolculuklarımızda ülkesinin güzelliklerini ve
özelliklerini bize tanıtmak için büyük çaba gösteriyor.
Tabiat güzellikleri, ya da sanat eserleri konusunda bunu mutlulukla başarabiliyor. Fakat
bunun dışında buralarda her yanda öylesine bir yoksulluk göze çarpıyor ki, Berlin'in
kuzeyinde ve doğusunda gördüğün en kötü durumlarla bile kıyasla-san bir fikir
edinemezsin, sevgili halacağım. Bizim oralardaki işçilerin yakındığı yemeklerle burada bir
aile bütün hafta yetinirdi. Bu sarı ırkın insanları paçavralar içinde yoksulluğa, salgın
hastalıklara, açlığa ve hattâ ölüme öylesine alışık ki, bizlerin ı klı almaz.
Sevgili halacığım, son günlerde aşırı bir babayla çalıştığımdan sana epeydir mektup
yazamıyordum. Anlattığım durumda insan malzemesini asker yapabilmenin güçlüğünü
orada kavrayabileceğini sanmıyorum. General Çankayşek, böylesine çetin bir görev için
Alman subaylarını seçmekle çok bilinçli davranmış.
Hiç birşeyi vaktinde yapmağa alışmamış olan bu insanları, savaş ve barışta edindiğimiz
tecrübelerle ancak bizler yola getirebilir ve kronometreye göre hareket edecek bir
eğitimden geçirebiliriz. Fakat onları gereği gibi eğittiğimizi sandığımız kesin fjılarda karşı
yana geçtikleri oluyor yine de. Bura insanlarının böylesine güvenilmez olmasını sizler
orada hiç bir zaman
Kavrıyamazsınız. Buyruk dinlemek ve disiplin bu sarı renkli yarı köle insanlar için boş
kavramlar. O anda ağır basan duygudan gayrı hiçbir şeyi umursamıyorlar. Köylülerin hiç
umulmadık bir anda kızıl propagandayla zehirlenivereceğini her zaman göz önünde
bulundurmak zorundayız. Bijim büyük şehirlerimizde, bilindiği gibi, nasıl kızıl semtler
varsa, burada, dış yanıyla çok sakin ve herşeyin çok büyük ölçülerle hesaplandığı bu
ülkede başlıbaşına kocaman eyaletler var kızıllardan yana. Bundan ötürüdür ki,
istihkâmlar ve motorlu birliklerin ilerli-yehüeceği yollar yaptık. Bunu okurken pek ön-
îmsemiyeceksi-niz belki de; paçavralar içinde yaşıyan bu insanların bize karşı sa'dırıya
geçecek silâhtan yoksun olduğunu düşünerek. Oysa, köylülerin çoğu bizim çember içine
almamıza vakit kalmadan güneye, kızıllara göç ediyor. Fakat çabuk davranıldığından ka-
çamayıp şuraya buraya gizlenmiş olanlar da var elbette. Bütün bölgede onları
araştırıyoruz. Ölüm, az önce de yazdığım gibi, buralarda hiç önemsenmiyor ve kuşkulu
kişilerin halk arasında bulunması kızıl eyaletlere ilerleyişimizi tehlikeye düşürdüğünden,
yakaladığımızın hemen hesabını görüyoruz. Zira bunların çoğu sıradan ve zararsız işlerde
çalışır görünürler ve Çankayşek ordusu yaklaşınca birleşip tehlikeli çeteler kuru-
veriyorlar. Ah halacığım, sözgelişi,1 bizim evde çalışan bahçıvanın, ya da semt
postacısının çetecilerin elebaşılarından biri olduğunu bir düşün! Geçenlerde bütün tümen
genel kurmayını büyük bir soğukkanlılıkla boğazladılar bu taktikle.
Birkaç zamandır burada herkesin keyfi kaçtı. Zira Japonlar Şangay'a girdi ve ülkenin
kuzeyindeki binlerce yülık Man-çuko devletini Çin'den koparıp aldılar. Yabancı düşmanlığı
öylesine işlemiş ki, şu sıra düşman saydıkları Japon'ların kendilerinden pek çok üstün
olduğunu ve bundan ötürü böyle basanlar kazandığını göremiyorlar. Bana kalırsa, yabancı
düşmanlığını kışkırtmaktansa üstün düşmana saygı beslemesini öğret-

Scanned By hlecter

racli bu insanlara. Fakat bura insanlarının çoğu, hattâ benim tercüman bile, böyle bir
düşünceyi kendilerine büyük bir hakaret sayacaktır.
Tercümanım şu anda odaya girdi, mektubuma son veriyorum, iskambil oynamak için söz
vermiştik. Öyle alçak gönüllü ve saygılı bir insan ki, yerlilere karşı her türlü yakınlaşmayı
yasaklıyan talimat ta gerçekten pek üzücü. Sevgili Amalie halacığım, bu örnek insamn
davranışlarını bir görsen, sarı renkli olduğunu sen bile unuturdun bazı bazı. Öylesine bir
yurt sevgisi var ki, daha yüce bir yüzde uygun düşerdi bu denlisi.»
Amelie hala: «Bu Çinli Hans'ı, asıl adı ne olursa olsun, tanımağı gerçekten pek isterdim,»
dedi.
Leonore : «Gönderdiği fotoğrafa bir bakalım!» cevabını verdi. «Ilse'ye bir fotoğraf
göndermiş. Amelie hala,» Wenzlo\v günlük hayatının bir bölümünün sadece yandaki eve
ulaştırdığı zamanlar duyduğuna benzer bir kıskançlık duydu ve belli etmedi. Bütün güven
ve umutları, hayatla bütün bağlantısı yeğeniy-le sınırlıydı ve bu konuda en ufak bir
vageçişe yanaşmazdı.
Wenzlow'dan her iki eve ayrı ayrı gelen mektupları birbirlerine göstermek gerçi âdetti
ama, Amelie hala kendisine gelenleri saatlerce, hattâ kimi zaman günlerce sonra
gönderirdi yandaki eve. Komşu bahçede oynıyan küçük kızların gülüşmeleri bile
mutluluktan uçan o insanların kendisine karşı bir saygısızlığı gibi geliyordu.
Amalie hala, somurtkan, çirkin, oğlan gibi büyük kız olan
Annaliese'ye neşesi ve sevimliliğiyle bütün ailenin gözdesi küçük
Marianne'dan daha yakınlık duyardı, ilk erkek torun gözüyle
baktığı küçük oğlanı, elinden gelse beşiğiyle alıp şu balkona
vcrleştirirdi. %
Leonore Klemm, her mektup gelişte, uçsuz bucaksız dünyanın ona kapanmış olduğunu
hissediyordu. Erkek kardeşinin pek övdüğü o Çinli tercüman, genç kızlık karyolasında
gizlice okuduğu bir sürü kitaptaki erkeklere benzetiyordu. Hep kitap okuyan Leonore ve
hayalleriyle başbaşa yaşıyan hala arasına sıkışıp kalmış olan Helmut, uçsuz bucaksız
dünyadan vazgeçmek için hiç bir neden göremiyordu. Dünyanın tadım çıkarmak istiyordu.
Şimdiden tadını almağa başlamıştı bile. Hemen hiç tanımadığı Fritz amcasını pek
seviyordu. Uzaklara gittiği ve yazdığı mektuplarla ailenin biteviye yaşayışım azbuçuk
değiştirdiği için.
Von Klemm'in oğlunun kısacık ömründe iki dayanak vardı. Biri, şunun bunun anlatmasına
ve kendi pek az anısına dayanarak gözünde canlandırdığı babasıydı. Öteki de, şu sırada
u-zaklarda bulunan, fakat her an dönebilecek olan Fritz Wenz-lovv amca. Anası ondan
gelen mektupları halasına okurken Helmut da evdeyse pek mutlu oluyordu. Yandaki eve
gelen ve ihtiyar Malzahn'la emekli ve memurlaşmış subay arkadaşlarına okunulan
mektupları da dinlerdi. Ona ışık tutan ve yol gösteren bir üçüncü kişi daha vardı ama pek
uzaktaydı. Hitler'in resmini yatağının altına saklıyor ve bu sırrını sınıf öğretmemeden
gayrı kimse bilmiyordu; zira o da, Weimar Cumhuriyeti adamlarının gözüne çarpıp işten
atılmamak için kendi Hitler resmini sınıf dolabının iç kapağına çiviliyordu. Eltville'deki
Klemm amcanın çocukları bu konuda kendisinden daha iyi durumdaydılar. Zira onların
yatak odasında Hitler'in çeşit çeşit resmi asılıydı.. Hem de sadece gazetelerden kesilip
duvara raptiyelenmiş olanları değil, parlak kâğıda basılmış ve sahici çerçeve içmde olan
pek güzel fotoğraflar da. Babaları, konuklarımı; takılmalarını şakayla geçiştirirdi. Fakat
Pottdamm'daki bu evde, Helmut'un duvara serbestçe asabileceği bir Hitler resmine doya
doya bakmasına bile izin yoktu. Hitler bir yıldız gibi parlıyordu ve ölmüş babasına, şu
sözüm ona yaşıyan ve aslında çok uzaklarda olan insanlardan pek çok daha yakındı. Zira
yıldızlar, öteki dünyayla ve öteki dünyaya göçmüşlerle şu yeryüzünden daha çok
ilgilenirlerdi. Halalar, hiç evlenmemiş yaşlı kızlar ve inatçı koca karılar öyle pek
yüksekleri, yıldızları göremezlerdi. Bu gibileri, Helmut öğretmeniyle Hitler gençlik örgütü
toplantılarından birine, ya da bir gezintiye gitmek isteyinoe dırdır ederler, öteki
çocuklarla, memleketin gençleriyle arasında mevcut engeli yıkma çabalarına karşı
çıkarlar, kasap, posta dağıtıcısı ve işçi çocukları gibi aşağı ailelerin çocuklarıyla yanyana
yürüyüşlere katılmasına izin vermezlerdi. Oysa, Eltville'deki amca, çocuklarının gidişiyle
hiç ilgüenmiyordu. Onun böyle davranması, tanrının insanlar arasına koyduğu sınıf ve
zümre farklarının Almanya'nın bazı bölgelerinde ne yazıt, ki, önemsenmemesinden
ötürüydü. Amalie halaya göre. Ren'deki bu durumun Fransız ihtilâlinin hâlâ giderilmemiş
kalıntıları olduğunu söylüyordu öfkeyle. Oysa, Elville'deki amcanın evinde, bu duruma
ancak Nasyonal Sosyalizmin son verebileceği söyleniyordu sık sık.
Helmut, bunalacak gibi olduğu bazı günler başını alıp çıkardı evden. Jugfer gölünde
bekliyen bir okul arkadaşıyla kürek çekmeğe giderdi. Kayığı sazlıklara çekip birbirlerine
içlerini dökerler, ya da olağanüstü hayallere dalarlardı. Almanya neydi? Helmut'un yüce
ve değerli bildiği şeyleri topraklarında, kanında ve ana dilinde saklıyan ve barındıran tek
ülke, Almanya'ydı. Anasının güzel ve sakin yüzü, babasının mezarı, çok saydığı sınıf
öğretmeni, kuşları ve kürekler dokunmadığı anlarda sonsuz ıssızlığıyla Jugfer gölü,
geçmişin büyük eylemleri, sararıp dökülen güz yapraklarının havada uçuşları, yazları
rüzgârla dalgalanan altın sarısı buğday başakları, baharları karlar arasından çıkarmış gibi
patlayıveren küçücük tomurcuklar ve bunun gibi daha nice güzellikler, Berlin, ya da pek
pek Bal tık denizinden öteye yolculuk etmemiş okul arkadaşının bilmediği uçsuz bucaksız
yollar, hep Almanyadaydı. Çocuklar, rasgele birşeyi yüce ve büyük saymaktan yana
değildi ama, bir babanın mezarı, ananın güzel yüzü, altın gibi başaklar ve suları hiç
kırışıksız bir göl karşısında daha başka düşünemezlerdi. Çoğu kişinin alaya aldığı, bir çok
insanın da nefret ettiği Hitler, çocukların yüce bildiği herşeyi barındıran Almanya'yı
öylesine güçlü bir ülke yapacaktı ki, bütün milletler onun değerini anlayıp sevmek
zorunda kalacaklardı. Bunu anlamıyan milletlerin Almanya'ya boyun eğmesi gerekecekti.
Hitler onları şu daraşmalıktan kurtacaktı. Onlara gerekli eylem alanını açacaktı. Hitler
gençlere egemenlik ve zafer vadediyordu. Neye egemen olacaklardı? Neydi kazanacakları
zafer? Bu sorulara kafa yormağa değmezdi. Sazların arasında öyle ilerlemişlerdi ki, kayığı
şimdi kimse göremezdi. Başbaşa söyleşiler için seçtikleri küçük bir koya bir kaç kürekte
vardılar. Korkup uçuşan kuşlara pek güldüler. Sınıfta yüksek sesle okumaktan çekindikleri
o çok sevdikleri türküleri de, ölüm ve aşk gibi henüz hiç bilmedikleri şeyleri anlatan eski
çağlar halk türkülerini de okudular. Sadece, ezgilerin yanık ve ürkütücü uyumundan
birşeyler seziyorlardı, aşkla ölüm arasında bir üişki var gibilerden. Yasaklanmışa ve
bilinmeze duyulan düşkünlüktü gençleri çeken. Sazlıklar arasında gözlerden uzak küçük
koy ve suların kokusu bunu daha da arttırıyordu.
Sonra, kayığı kıyıda bir babaya bağladılar ve hemen hiç konuşmadan, evin yolunu
tuttular. Geç kaldıkları için azarlanacaklarını biliyorlardı. Sazlıkların sessizliğinde ve
türkülerin duygululuğunda aralarında kurulmuş gizli dostluktan ötürü tuhaf bir yorgunluk
hissetmekteydiler.

II

Christian Nadler, ağabeysinin eski kayıkhanede bozma kulübesinde geçirdiği bunca yılda,
pek pek, köyde müşterilerine giderdi, ya da kiliseye; fakat komşu köylere, hattâ şehre
gitmek için ne bir olanak çıkardı, ne de en küçük bir heves duyardı. Bir kıyıda unutulmuş
ve herkesten uzak yaşadığına pek memnundu. Köyüne ve kardeşinin aile çevresine bağlı
yaşayıp gidiyordu. Ağabeyinin verdiği borç senetlerini düşünmek de hoşuna gidiyordu.
Fakat Wilhelm'in borç falan düşündüğü yoktu. Kötü durumunu düzletmek için fazla bir
çaba da göstermiyordu. Yakında herşeyin düzleceğini sık sık dokundurmakla yetiniyordu.
SA takımbaşı Harms çağırınca en acele işini bile hemen bırakıyordu. Christian'ın kundura
atölyesine uğrıyan köylüler, herkese ağzını bozan ve babalarına karşı kışkırttığı oğlanları
kamyona doldurup dağ-bayır çılgınca götüren Wil-helnre atıp tutuyorlardı. .
Christian, köylülerin bu yakınmalarına hiç karışmazdı. Köylüler de, onun yanında bol bol
konuşmaktan hoşlanırlardı, kendi görüşlerini ileri sürüp lâflarını kesmediği için.
Christian'ın kafasının içi bir süredir bazı düşüncelerle allak - bullaktı. Ağabeysinin işleri
büsbütün kötülerse o kendi paymı — şimdiden ve her zaman için sağlama almalıydı. Yine
bir sürü karışık işe girmiş olan kardeşi günün birinde ölebilirdi de. Gırtlağına kadar borçlu
ağabeyinin mirasından ona pek az birşey kalacaktı i:elki de! Gerçi, ona şu oturduğu
tabureyle altında çalıştığı saçaktan gayrisi gerekli değildi. Mirastan kendisine kalacak pay,
ölse bile yine onun sayılacaktı; bu hakkını sadece hayalinde canlandırıyordu. Köylülerin
gevezeliklerinden öğrendiğine göre, Berlin'de Kant caddesinde bir avukat böyle çetrefil
işlere az bir para karşılığı akıl veriyordu. VVilhelm'in kendisine imzaladığı bir sürü borç
senedini kanuna uygun ve mirasta da hakkını koruyacak resmi bir kâğıt yapmasını o kâğıt
herhalde becerirdi. Bu düşünceyle atölyesini bir gün kapadı. Ormandan geçerek istasyona
varmak onun sakat bacağıyla pek uzun ve yorcuydu. Kundurasını çiviletmeğe gelen bir
yol işçisiyle, Paul Strobl'i çağırttı. Yıllarca önce kardeşinin yanında çocuk, yaşta ırgatlık
etmiş ve geçen yıl birden çıkagelmiş Strobl'i. Hiç bir işte çalışmadığı için bol vakti olan
delikanlı, onu karşı kıyıdaki tren istasyonuna kayıkla götürdü.
Hemen bütün ömrü oturduğu yerde geçen Christian'ın kafalı iyi çalışırdı önemli işlerde.
Berlin'in hemen hemen yabancısı olmasına rağmen hiç de şaşırmadı. Köyün bir alay
söylentisini ve olayını hiç umursamazdı. Koca şehrin uçsuz bucaksızlığını da umursamadı.
Hepsi birbirine pek benziyen ve hiç biri de ilgisini çekmiyen binlerce yapı arasında onu
ilgilendiren biricik yere elden geldiğince çabuk varmak istiyordu.
Christian, onu Kant caddesine götürecek bir otobüse bindi Otobüste giderken görüp
duyduklarından, VVilhelm'in bu kez akılsız davrandığı sonucuna vardı. Zira heryerde
gamalı haç göze çarpıyordu. Belki de yakında devletin koskoca bayrağında da gamalı haç
dalgalanacaktı; benim pürüzlü işi bir an önce düzletmeli, diye düşündü.
Avukat, şişman ve ufak-tefek bir adamdı. Küçük ve yuvarlak gözleri vardı. Altın bir saat
kösteği sallanıyordu göbeğine doğru. Christian, uzattığı kâğıtlara bakan avukatı
süzüyordu. Avukat da, nenin nesi acaba, diye aklından geçirdi. Zira anlayabildiği
kadarıyla, bu Christian Nadler öyle yüzde yüz kr'y'ü sayılmazdı. Resmi kişiler önünde
tutuk davranmamasından anlaşılıyordu.
Christian, neden ötürü geldiğini açıkladı. On dört yıl boyunca arttırabildiği bütün paraları
ağabeyine borç vermişti son meteliğine kadar. Karşılığında yazılı bir belge alıp almadığını
öğrenmek istiyen avukat: «Zira kanun,» dedi. «Yazılı belgeden gayrisini geçerli saymaz
da bay Nadler...»
Avukat, yoksul ve perişan müşterilerinin imza yerine güvene ve inanmağa işi bırakmış
olduklarını çok görmüştü. Fakat bu tuhaf delikanlı onlara pek benzemiyordu.
Christian: «Elbette, bay avukat!» dedi. «işte herşey şu kâğıtlarda yazılı.» Zamanla
koskoca bir tomar olmuş kâğıtları avukatın önüne bıraktı. «Benim istediğim bütün
bunların şöyle daha bir sağlam birleştirilmesi. Bir de, bunların bir miras durumunda ne
olapağmı öğrenmek istiyorum. Ben ölürsem, ağabeyim de ölürse, benim mirasçımın
durumu ne olur?»
Christian bu dileğinde olağanüstü ve ters bir yan görmüyordu. Ömrü boyunca olağanüstü
ve ters pek çok istek elinden geçmiş bulunan avukat da hiç bir şeye şaşmaz olmuştu.
Birkaç soruyla anladı sözkonusu mirasçının kim olduğunu. Savaş sonunda peydahlanmış
bir çocuktan asıl babası kuşkulanmadığına göre, avukat için şaşacak bir durum yoktu.
Kanuni babadan bir miras kalmazsa şimdiden güvene alınması isteğinde de şaşacak
birşey yoktu.
Christian, önce sevimsiz bulduğu avukattan şimdi hoşlanmağa başlamıştı. Onunla herşey
açık açık konuşulabiliyordu. Bir hekim muayenehanesinde olduğu gibi hiç çekinmeden.
Avukat, Christian'm miras konusundaki isteklerini önce iyice bir gözden geçirmeğe, sonra
da sağlama bağlamanın yolunu bulmağa söz verdi. Herşeyi bildirecekti taahhütlü
mektupla Christian, ayrılırken: «Şu sıra devlette bir değişiklik olur da Hitler işbaşına
geçerse sizin çare yine işe yarar mı?» diye sordu.
Avukat, alınmış gibi: Fakat bay Nadler!» dedi. «Devlet her zaman devlettir, kanun da her
zaman kanun? Mülk de her zaman mülktür. Gerçi, Roma hukukunun yürürlükten
kaldırılacağından şu sıra epeyce söz ediliyor. Yeni bazı Alman kanunları çıkarılacağı
söyleniyor. Ama bence, Alman toplumunun temel kuralı olan mülkiyet hakkma hiç bir
suretle doku-nuîmıyacaktır. Olsa olsa, birkaç Yahudinin serveti devletleştirilecektir. Siz
Yahudi değilsiniz, değil mi bay Nadler?»
Christian, rahibin karşısındaki yüz anlatımı ve sesiyle: «Tanrı korusun, bay avukat!»
cevabını verdi.
Avukat: «Bazı devlet düşmanlarının da mülkü elinden almır belki!» diye devametti. «Ama
siz o gibilerden de değilsiniz bay Nadler...»
«Tanrı korusun, sayın bay avukat!»
Christian, avukatla bu görüşmesinden sonra, günlük hayatında en küçük bir değişiklik
yapmağı aklına bile getirmedi. Ölüm başka. Ağabeyinin günün birinde ölebileceğini asla
ciddî düşünmedi. Hattâ böyle bir durumda en küçük kardeş yumurta kafalı tarlalardan
miras alınca kaba saba, en büyük oğlanın nasıl davranacağım kestiremediği halde. Ne
kadar kaçınılmaz da olsa, ölüm bulup bulup da Wilhelm'i, ya da kendisini mi bulacaktı?
Zira kendisinin daha yıllar yılı pençeliyeceği eski kunduralar vardı; Wilhelm'in de yıllarca
tarla sürmesi, ekin biçmesi, harman yapması gerekiyordu.
Avukata gittiğinden birkaç gün sonra, tedbir alma teşeb-. büsünün ne kadar haklı
bulunduğunu gösteren bir olay geçti. Nadler'in kızı bir akşam soluk soluğa çıkageldi
kulübeye; tıknaz ve ağırkanlı bir kızdı. Christian'm kapıyı açmasını bir süre bekledikten
sonra, amcası görününce: «Bizim evde önemli şeyler oldu, amca,» dedi. «Babam ölüm
halinde...»
Wilhelm Nadler, bir gün önce Harms'in ömrüyle köyün SA gençlerini bir araya toplamıştı.
Sonra, Werder'e yürümüşler ve orada bekliyen kamyonlara binmişlerdi. Kamyonlardan
ikisine daha önce Harms'm adamları binmişti. Wilhelm, Harms'in buyruklarını hiç
aksatmadan yerine getirdiği için pek böbürleniyordu. Öteki köylerden gelenler biraz
gecikmişti. Wilhelm, Harms'in or>u hiçbir buyruğu aksatmaz en yakın adamı bildiğini
sezmişti. Harms da, gırtlağına kadar borç içinde ve adı kötüye çıkmış biri değildi bundan
böyle. Tanrı ona insanlar ü-zerine yargıya varma yetkisi vermişti. Şimdi o, sadece parti
üyesi bir kaç SA'ya değil, bunca kısanın yaşadığı, bunca tarlan ve büyük baş hayvanı
olan bir sürü köye de sözünü geçiren büyük bir adamdı. Zira, Harms şöyle bir parmağını
oynatınca, kamyonlar, motosikletler, üniformalılar, bayraklar ve süâhlar hemen geliyordu.
Wilhelm, barış olalıberi bütün yüreğiyle silâh öziemi duymuştu her gün. Arabaya çavdar
yüklerken de*, yemiş ağaçlarının gövdelerini kireçlerken de. Zira ancak silâh insanlara
sınırsız bir iktidar verebilir, hayat ve ölüm üzerine insanoğlunu da Tanrı kadar egemen
kılardı. Yüzbaşısı Degen-hardt bir tarihte ona da böyle bir güç bağışlamıştı ama, general
Kapp'm Wilhelm'in de gücü elden gidivermişti. Gölün karşı kıyısında oturan Baron von
Ziesen de ona uzun süre çekici görünmüştü, bir çeşit iktidar parıltısıyla. Ama parıltıdan
öteye de pek geçememişti. Gündüzleri yamalı iş gömleği içinde böyle birşey hiç
umulmıyan şu Harms ise, iktidarın yolunu başarmıştı.

O gün kamyonlarla Oberschoneweide'nin arkasında fabrika çevresinde bir yer vardı, bir
parçası köyündü. Bir parçası da işçi mahallesi. Đşçi mahallesindekiler ayaklanmıştı, SA'ları
buradan geçirtmeyiz diye. Berlin'den gelen polisler sokakları boşaltmış ve en önde
ilerliyen Harms'in otomobüini durdurtup toplantı yerine mahallenin çevresinden dolaşarak
gitmeleri gerektiğini söylemişlerdi. Harms bu sözlere gülmüş ve şoförüne gaza basmasını
emretmişti. Şoför gaza basmış, öteki kamyonlar da arkasından, köyü baştan başa yıldırım
hızıyla geçmişlerdi. Fakat işçiler anayola tel gerdiklerinden kamyonlar durmak zorunda
kalmıştı. Bu arada pencereden bakan bir işçi : «Bizim. Nadler!» diye seslenmişti «Hava
yağmurlu, samanların ıslanacak. Köye dönsen daha iyi edersin..» Wilhelm Nadler deliye
dönmüştü. Pencere karanlık olduğundan o melunun suratım seçememişti ama tüfeğini o
yöne boşaltıvermişti. Bu sırada SA'lar kamyonlardan atlamış ve işçilerin gerdiği teli
kesmişlerdi. Telin kesilmesiyle de, iki tarafı, insanları, hayatı ve ölümü ayıran engel de
ortadan kalkmıştı. Pencere camları şangır şungur kırılmış, kapılar parçalanmıştı. Birden
yere yığılıveren Wilhelm Nadler'e, tüfek sesleri boğuk ve hafif, yüksek kenarlı çizmelerin
gacırtıları kıyasıya gürültülü gelmişti.
Bütün bunları ağır ağır ve bir bir anlatan Annie, ora hastanesinde sargısı yapılan
babasının ertesi günü eve getirildiğini de söyledi. Yaşayıp yaşamıyacağmı tanrı bilirdi.
Polis, işçi mahallesinde bir çok kişiyi tutuklamıştı, pencerelerden kamyonlara ateş açtıkları
için.
Christian ne tasalandı, ne de öfkelendi. Kardeşinin şu sıra ölmesi akla yakındı ama, yine
de pek yüzde yüz değildi. An-nienin göğüslerinin büyümeğe başlamış olduğunu da onu
dinlerken farketmişti.
Christian Nadler, içini çekip kulübesini kilitledi ve kızın arkasından yürüdü. Yıllardır
yatmamıştı ağabeyinin evinde. Liese ona ahırın bir köşesinde yatacak bir yer hazırladı.
Yengesi hiç konuşmuyor ve bakışlarını ondan kaçırıyordu. Fakat
Christian, onun her zaman parlak ve mavi gözlerine bakınca, W.ühelm'in öleceğine
inanmadığını anlamıştı.
Wilhelm gözleri kapalı ve sargılar içinde yatıyordu. Çevresinde ayakta duran bir sürü
insan, onun soluk alışlarım izliyordu. Aralarında bir iki SA ile sıradan bazı komşular da
vardı. SA gençleri hastanın durumunun kötü olması yüzünden atıp tutuyorlardı yüksek
sesle. Komşular ise ancak sokağa çıkınca: «Bu işlerin sonu böyledir.» dediler «En iyisi hiç
karışmamak.» Evde oğullarının önünde bunları söylemekten korkmuşlardı.
Harms yanında adamlarıyla geldi. Odadaki sandalyeye oturmadan önce bir an ciddi bir
tavırla ayakta durdu. Kızılların saldırısına uğramış bir partiliyi ziyarete giden Hitler'in
böyle durduğunu fotoğraflarda görmüştü.
Ertesi günü de rahip geldi. Liese, rahip otursun diye yatağın yanma ittiği sandalyeyi
önlüğüyle sildi. Rahip, yaralının bitkin yüzünü tasalı bakışlarla süzdü. Liese o sıra sinekleri
kovuyordu hastanın yüzünden. Rahip, beşinci kutsal buyruktan bir-şeyler söyledi, büyük
bir felâkete uğramış bir insanın öç alma duygusundan vazgeçmesini istemenin pek güç ve
fakat bunun bir hiristiyanlık gereği olduğunu da belirtti.
Wilhelm Nadler'i daha yüksek kişiler de görmeğe geldi. Evin önünde duran otomobilden
Baron von Ziesen indiği gün, iyice düzelmiş olan Nadler pek böbürlendi bundan ötürü.
Köylü Savaşçılar Milli Birliği'nin başkanı olan Wilhelm Nadler'e geçmiş olsun, demeyi
uygun görmüştü.
Wilhelm Nadler yorganın altında tepeden tırnağa haz içindeydi. Kendisi gibi ölümlü bir
kişinin böyle bir ziyaretle onurlandırılacağım uzun süre aklı almamıştı. Nadler, von
Ziesen'in bu ziyaretine başka bir anlam da veriyordu; Ziesen'in gözünde önemi artmış
bulunuyordu. Wilhelm'in, bu ziyaretten ötürü arkadaşlarının, hele Harms'm, karısının,
çocuklarının yanında koltukları kabarıyordu. Herşeye katlanan ve şu sırada ahırda yatıp
kalkan Christian'm önünde yücelmiş sayıyordu kendini.
Fakat Christian, böyle ünlü bir kişinin hasta ziyaretini hiç umursamadı. Baron von Ziesen
onun gözünde ancak iskarpinleri açısmdan sözkonusuydu. Christian, Berlin sokaklarından
otobüsle geçerken düşündüğü gibi, Wilhelm sanırım bu defa ya-nılmıyor diye aklından
geçirdi; böyle bir sersemin böyle şeyler başarabümesi çok ilginçti. Christian, ağabeyi
yataktan kalkıp biroz kendini toplayınca, kayıkhaneden bozma kulübesine döndü

III

Marie her çeşit işi yapıyordu, Geschke yine boşta kalalı-beri Emüie hala ona iş
bulamıyordu. Zira çalıştığı atölyenin de, atölyesinin iş aldığı fabrikanın da durumu
bozulmuştu. Emi-lie hala genç sayılamıyacak bir yaşa gelmişti. Bir kaç yıl önce tanıştığı
gezginci bir iş adamı ile ara sıra dansa gidiyordu. Adamın sonra yine Dresden'deki
karısına dönmesini de umur-samıyordu.
Emilie hala bir akşam Marie halaya uğradı ve epeydir gö-rünmiyen bu eski dostunun bir iş
için Berlin'e yolu düşünce kendisini yine aradığını anlattı. Onu, «Yedi Dargın» adlı bir dans
lokaline götürmek istemişti. Fakat rugan iskarpinleri pek eskimiş olan Emüie buna razı
gelmemiş ve adamı kendi evine çağırmıştı. Marie'den, pazar için sakladığı kahveyi ödünç
aldı. Dres-denli de bir şişe likörle pasta getirmişti. Boş midesinden ötürü Emilie biraz
çakır keyif olduğu halde, Dresdenli sevişmelerinden eskisi kadar keyif duymadı. Adam, eli
açıklığını belirtmek ister gibi, avluya bakan bu odada geçirdiği bu akşamın doğru dürüst
bir gece lokali kadar pahalıya geldiğini, fakat eski dostlar için bu gibi şeylerin
aranmıyacağını söyledi. Adam, ertesi akşam yanında bir iş arkadaşıyla geldi. Ertesi sabah
pazardı.
Marie oldukça erken uğradı, Emilie halaya. Ödünç verdiği kahveyi istemeğe. Zira bütün
haftayı bomboş geçiren Geschke'nin tek zevki bu pazar kahvesiydi. Emilie'nin masasında
bir sürü kirli bardak, dün akşamdan arta kalmış biraz mayonez ve likör duruyordu. Hala,
yeşü ipekli kombinezonu sırtında, esniyerek yataktan çıktı. Kızü boyalı ve ondüleli
saçlarıyla büyücü karılara benziyordu. Yüzü kırış kırış olmuştu esnemekten. Mari'ye para
verdi, kahve alsın diye. Emüie'nm on dört yıl önce savaşta ölmüş kocası, bir eli
üniformasının palaskasmda ve başında miğfer, yusyuvarlak gözleriyle, kahvaltı masasına
bakıyordu duvardaki fotoğraftan.
Emilie : «Helen'in güzel bir kız olmaması pek yazık.» dedi.
Marie: «Sen iyi tanımıyorsun kocamı.» cevabını verdi. «Kizm kemiklerini kırardı.»
Marie, gidip kahve aldıktan sonra yine uğradığında, akşamdan kalma içki masası hala
toplanmamıştı. Emilie, yüzü elleri rasında, hüngür hüngür ağlıyordu. Marie, bir gün bile
aklına getirmemişti, Emüie halanın ağlıyabileceğini. Hala «Kemiklerini kırarmış!» diye
söylendi. «Ya ben ne yapayım? Ev sahibi buradan çıkartmak istiyor. Bundan büyük yüz
karası mı olur benim için? August'la evlendiğimizde buraya taşınmıştık. Atölye
kapanıncaya kadar burada oturdum. Ev sahibi herif, dördüncü kattaki Graupe'lere
taşınmamı söylüyor. Onların da kira borcu varmış. Birlikte ödersiniz borcu, diyor. Herif iyi
hesaplamış. Hiç değilse iki dairenin bir tanesinden para alacak. Fakat ben o Graupe'lerle
oturamam ki!»
Marie, gürültüleri bazı geceler aşağı kattan duyulan Grau-pe'leri gözünün önüne
getirdikten sonra : «Doğru, halacığım,» dedi «onlarla oturamazsın» Ve Emüie'nm dipleri
aklaşmış kızıla çalan, seyrek saçlarını okşadı.
Geschke ailesinde her zaman keyfi yerinde olan tek kişi, Franzd'ı. Fakat onun bu neşesi
başkalarına geçmiyordu. Oğlanın merdivenleri çıkarken ıslık çalışını duyan Marie, hemen
kaşlarını çatıyordu. Oğlan, üvey anasına karşı kabalık etmiyordu,

fakat soğuk davranıyordu. Bazı geceler onun geldiğini duyunca yataktan kalkıyordu.
Franz, mutfaktaki iskemleye çöküyor, bacaklarını uzatıp bir cıgara yakıyordu. Marie, onu
düşünceli düşünceli süzerek : «Çorba ısıtayım mı?» diye soruyordu. Franz : «Đstemez!»
cevabını veriyordu «Çorbanızı kendinize saklayın.» Sonra, yumuşak bir sesle: «Benim için
tatlı canını sıkıntıya sokma, eve gelinceye kadar da uykusuz kalma!» diyordu vBir yerde
birşeyler bulurum karnımı doyuracak..»
Franz üvey anasını yine yattı sanmıştı amma, o arkasında duruyordu, sırtında uzun
geceliğiyle ve yalınayak. Marie, çapkın oğlan güzel çocuk oldu, diye düşündü; iri yarı ve
güçlüydü de, Epiydir hiç birşeyini yamadığım yok. Üstü başı şimdi neden daha bakımlı
acaba? Neden şu anda böylesine yorgun? Geschke, oğluna gözdağı vermiş olmak için
birkaç defa : «Eve uğraman hiç de gerekli değil, sokakta, ya da dostlarında
geceleyebilirsin.» demişti «Bundan ötürü hiç utanç duymam..»
Franz herşeye rağmen evinde yatmak istediğinden, nerelerde ne yaptığını birgün bile
ağzmdan kaçırmamıştı. Bodrumundan damına kadar her yanı insan dolu bu kocaman eve
onu bağlıyan bir şey vardı. O insanlara çocukluğundanberi alışmıştı. Buraya bağlı kalması
için başka hangi neden vardı? Yemekten ötürü olamazdı; zira başka yerde karnını
doyuruyordu. Babasıyla çekişmekteydi. Kız kardeşiyle bir gün olsun ilgilenmiş değildi.
Küçük kardeşiyle alay ediyor, Mari'ye karşı bir yabancı gibi davranıyordu. Babanın
gözdağı vermesi tesirini, göstermişe benziyordu. Yüreğinin köşesinde azbuçuk bir
çekinme duygusu kalmış olmalıydı ki, en son bağı bir türlü kopara-mıyordu.
Franz, Marie'nin ense kökünde durduğunu birden hissetti ve arkasına döndü ağır ağır;
uykulu gözleri incecik bir çizgi oluvermişti: «Ne dolaşıyorsun hala buralarda?» dedi.
«Bütün vaktini bizlere vermek istemen hiç de hoş değil. Babamın saçma lâflarına da hâlâ
inanıyorsun. Böyle şeylere inandıkça onun durumu düzelmez hiçbir gün. Küflenmiş
düşüncelerinden bir türlü ayrılamıyor. Fakat ana, sen ondan çok gençsin, yeni bir şeyden
korkman için hiç bir neden yok. Yeni bir dünya kapının eşiğine ayak bastı. Benim de
babam olan ihtiyar kocana bosyerir de söylediklerimi dinlersen, yakında hepimiz daha iyi
günlere kavuşuruz.»
Marie, mutfaktaki kanapeye oturdu, ayaklarını uzun gece gömleğinin altına çekti. Helene,
geceleri Heiner'le sokağa çıkınca kullanmadığı yorgana da iyice sarındı. Franz'ın dili
çözülmüş, heyecanla konuşuyor ve anlatıyordu.
Marie : «Baban o adamların, yani Nazilerin halka karşı olduğunu söylüyor.» dedi.
«Babanın söylediğine göre Hitler, milleti kandırmak için şundan bundan para alıyor ve bu
paralarla, siz gençlere kahverengi, ya da beyaz gömlekler ve deri kemerler satın alıyor.
Bunları ilerde size nasıl ödeteceğini tanır bilir! Bu arada kendisine de birşeyler alıyordur
elbet...»
Franz, öfkeyle: «Babamın sana ne saçma şeyler anlattığı bu sözlerinden belli.» dedi. «O
kendisine hiç birşey almıyor. Ağzına bir lokma et bile koymuyor. Ne karısı var, ne de
çocuğu. Babama göre, Nazüer halka karşı kişiler! Söyler misin bana, halkın kimlerden
meydana geldiğini? Sen de, ben de halktan insanlar değil miyiz? Durumumuz düzelir,
hepimiz bir iş bulur, sen de kurumuş üç mercimek kabuğuyla uydurma çorba pişirmekten
kurtulursan, aldatılmış mı oluruz?»
Marie : «Hitler'in et yemediğine inanırım. Fakat bu yüzden de bizim et lokmamız biraz
daha büyümez. Yakın dostları arasında kuzu budunu hiç de fena bulmıyan kişiler var
sanıyorum. Hem sonra, bir gram etsiz de yapılabilen pek lezzetli bir sürü şey daha var.
Sözgelişi, kremalı vişne pastası..»
Geschke: «Nerede kaldın Marie?» diye seslendi yatağından. Marie : «Haydi git yat
Franz!» dedi «Çok yorgunsun. Ananın pişirmediği bir yemeği yerken de düşünmeği
unutma, parayı kimler ödüyor diye..»
Franz, ters bir cevap verecekti, vazgeçti. Marie, ayağa kalktı ve oğlanın perçemlerini
okşadı; Franz'm saçlarını bugüne kadar kimse okşamış değildi. Sadece öğretmen Degreif,
o da bir tek defa. Marie, gözlerini ayırmadan Franz'a bakıyordu; gözleri, gökyüzünün
akşam rengi kadar tatlı gri bir mavilikteydi: --Halka gelince!» diye devam etti. «Sen de,
ben de halkız el-bet+e. Fakat şu sıra sizleri yemeğe çağıran yüksek efendiler, sanırım
halktan değiller. Sayıca pek az olan o efendilerin ödü kopuyor, halk kendilerini kovacak
diye. Amma onlar halkı bir yere kovamaz. Bizler pek çok kalabalığız. Ne var ki, bizleri
birbirimize düşürüp sayıca üstünlüğümüzü yitiriyorlar biraz.»
Marie, yorgunluktan bitkin olduğu halde uzun süre uyuya-mad). Hayatın büyük bir
kısımnm hep beklemekte geçtiğini zamanla öğrenmiş bulunuyordu. Sadece dükkânların
önünde kuyrukta beklemekle, ya da eve geceleri geç dönenleri sessizce beklemekle değü.
Bekleyiş insanoğlunu da, zamanı da yitiriyordu. Bekleyiş bir tarihte gençliğini sadece
birkaç saatte yitirivermiş-ti, sevgilisini odasında boşuna beklerken. Şimdi de her gece
oğullarım, özellikle kendi oğlu Hans'ı bekliyordu. Franz geç kaldığı geceler uykusundan
kalkmıyordu. Helene de mutfakta yattığı zamanlar onun yerine beklerdi. Fakat kız şimdi
çoğu zaman Heiner'lerde geceliyordu. Marie, kocası ve iki oğluyla kalıyordu evde. Küçük
oğlunun nerelerde sürttüğünü pek büemiyordu eskisi kadar. Oğlan da eskisi kadar neşeli
ve konuşkan değildi. Aslında, Hans hiç birgün gürültücü çocuk olmamıştı. Her za-mar:
sessizdi. Öfkeli değil, suskundu küçüklüğünde de. Şimdi de üzüntülerini ve sevinçlerini bir
gün olsun açığa vurmuyordu. Okulu yakında bitirip iki paskalya arasında bir yarının
başlıya-cağına, önceden kestirilemiyen yetişkinler hayatına, baskısız, fakat hürriyetsiz bir
hayata katılacağına gizlice üzülüyordu belki de! Hans bütün bütün sorulara can sıkıntısıyla
ve ters cevap! ar verdiği için Marie onu evden böylesine uzaklaştırıp kendisine bağlıyan
bilinmez kişinin adını olsun öğrenmiş değildi. Öz oğluna beslediği sevginin onu herşeyden
koruyacağım sanmıştı amma, sağlam bir bahçe parmaklığında ufacık bir çatlaktan
geçiveren bir köpek yavrusu gibi eüerinin arasından kaçırı-vermişti Hans'ı.
Hans, pazarları yine o gençlik konuk evine gidiyordu, eskiden olduğu gibi. Kamp ateşinin
çevresinde oyunlar oynuyor ve türkünün birini bitirip ötekine başlıyordu. Fakat bunları
yapsa da, eskisi kadar neşeli olmadığı için, şaşkın görünüyordu yine de. Neşesi
kaçıvermişti. Martin, Hans'm neşesini de alıp götürmüşe benziyordu. Fakat, Emmie üe
ilişkisini sürdürüyordu. Soğuk bir kış günü ormanda kalmış iki çocuk gibi birbirlerine
sokuluyorlardı. Emmie'nin tasaları da, Hans'ın kaygularmm tıp-kısrydı; büyük ablası,
demiryollarında çalışan kocasıyla başka yere taşınmıştı. Sadece o ablaya bağlı olan
Emmie, şimdi bütün ailesine müthiş bir yabancüık duyuyordu; anasıyla babası arasında
çekişmelere, kötü yemeklere, açlığa, ya da erkek kardeşimi: gönül işlerine uzaktan
bakıyordu. Zira o ufak tefek fakat yaşça kendinden epeyce büyük ablası bütün bunları,
yerine göre, tek bir sözle ona açıklardı. Ablası, gerektiğinde çekişir, gerektiğinde
yatıştırırdı. Böylelikle her zaman herşeyi yoluna koyardı. Şimdi bu abla evden ayrılmıştı
ve Emmie şu koca dünyada yüzüstü bırakılmış hissediyordu kendini. Kardeşlerinin
arasında Fritz adlı bir oğlan vardı. Emmie, onu ablası kadar sevemezdi, amma yine neşeli
oğlandı. Baba somurtkan ve ters adamın biri, anası da her zaman tasalı ve ağlamaklıydı.
Fritz gençlik yurduna epeydir uğramaz olmuştu; çocuk bahçesi diye alaya alıyordu. Sert
ve çetin şeylerden hoşlanıyordu. Bir toplantıya saldırmak, hele salondakileri kapı dışarı
edebilirse pek hoşuna gidiyordu. Đki defa hapse girmiş ve babası öfkesinden küplere
binmiş, anası da gözyaşı dökmüştü. Fakat Fritz hapisten eskisi kadar neşeli dönmüştü.
Emmie, onun etrafında dönenmek-ten hoşlanıyordu; zira bütün ailede neşeli olan tek kişi
oydu. Bir- gün öğle yemeğinde pek kötü bir at eti vardı. Kızartılmışı bile bir ceset eti gibi
bulantı vericiydi. Fritz, önündeki tabağı

Scanned By hlecter

birden itip dışarıya koşmuş, yediklerini çıkarmıştı. Fakat sonra eski neşesiyle odaya
dönmüş ve : «Bugünlük bu kadarı bana yeter!» demişti. Ertesi gün eve iki çanta dolusu
sucuk getirmişti. Fritz, bir kaç arkadaşıyla birlikte bir kasap dükkânına açılış saatinden
önce kapıyı kırıp girdiklerini ve herşeyi çabucak önüne gelene dağıttığını, kimini güldürüp
kimini öfkelendirerek, anlatmıştı. Beyaz bir önlük bağlamış olan Fritz, tezgâhın arkasına
geçmişti. Sucukları imparator Wilhelm kadar böbürlenerek yığma birbiri arkasından
fırlatırken, her defasında: «Halkımızın karnı doysun!» diye haykırmıştı. Polis geldiğinde
herşey olup bitmişti. Fritz'i ele vermemişlerdi. Baba, namuslu bir işçi için bundan büyük
bir yüzkarası olamıyacağını söylemiş ve hırsızlık malı sucuklardan yememişti. Anası da
ağlamıştı, fakat sucukları atmayıp sobaya saklamıştı.
Emmie, birkaç gün sonra Hans'a: «Bizim Fritz yine birşey-ler tasarlıyor, sen de katılır
mısın?» diye sordu.
Hans o akşam eve erken geldi. Anasının geç vakitlere kadar uykusuz kalıp beklemesi
gerekmedi. Marie, oğlunun ertesi sabah pek erken kalktığını görünce hayret etti. Hans,
evden çıkıp şehrin kuzeyine metroyla gitti. Hava buz gibiydi. Emmie ve Fritz,
bekliyorlardı. Elleri mosmor olmuştu. Bir iki delikanlı da gülüşüyorlar ve çocuklar
üşümesin diye rüzgâra siper oluyorlardı. Sonra, hepsi birer köşebaşı tuttular, polis
görünürse haber vermek için. Emmie'ye verilen görev, daha büyük yaştakiler için pek dar
olan mahzen hava deliklerinden içeriye girmekti. Kapılardan birinin sürgüsünü açması
gerekiyordu. Hans da dış duvarı aşacak ve Fritz iki defa hafifçe ıslık çalınca da iç duvarı.
Bundan sonra, Emmie'nin vereceklerini duvardan aşırtıp kaldırıma fırlatmaktı. Bütün
bunlar bir bir incelenip tasarlanmıştı. Çocukların hiç birşeyden korktuğu yoktu. Hans, dış
duvarı salonda jimnastik yaparcasına kolaylıkla tırmandı. Fakat büyük oğlanlar korkularını
belli etmemek için işi şakaya boğuyorlardı. Hepsi birer köşeyi tuttu. Emmie mahzene
süzüldü daracık hava deliğinden. Az sonra Fritz'in ıslığı duyuldu amma iki 'leğü; üç defa;
bunun anlamı polis geliyor demekti. Hans, hemen döndü ve kaşla göz arasında caddeyi
buldu. Büyük oğlanlar görünürlerde yoktu. Tabana kuvvet kaçmıştılar. Hans, kovahyan
olmadığı halde koştu sabahın alacakaranlığında. Canım kurtarmak için ilk rastladığı bir
otobüse atladı. Fritz'in ıslığım duyar gibi oldu. Polisi haber vermek için Fritz'in çalacağı
ıslık şimdi arada bir beynini tırmalıyordu. Herşeyden müthiş korktu birden. Çevresine
kuşkuyla bakındı. Kitapları yanında olmadan okula gitti. Okulda azbuçuk güvendeydi
ancak.
Büyük oğlanlar toz olmuşlar ve polis, küçük Emmie'den gayri kimseyi bulamamıştı. Kızı
bacaklarından çekip çıkarmışlardı delikten. Sonra, karakola götürmüşlerdi. Kız küçüktü
amma, mahn gözüydü. On iki yaşından da küçük gösteriyordu. Tir tir titr yordu ve pek
korkuyordu. Yetişkinlere hiç güveni yoktu. Hele; güçlü kuvvetli, üniformalı ve kılıçlı
olanlara.
Emmie'yi ite kaka bir masanın önüne götürdüler. Bir sürü şey sordular. Đri yarı adamların
sivri çeneleri, yırtıcı kuşların gagaları gibi didikliyor ve bıyıkları diken diken oluyordu.
Dağda yolunu şaşırmış bir geyik gibi şaşkın şaşkın çevresinde dolaştırıyordu kestane
rengi gözlerini.
«Adın ne?»
«Emmie.»
<vKaç yaşındasın?»
«On iki.»
«Kimin hesabına yaptın bu işi?»
Küçük kız, duraklayıp cevapsız bırakmaktansa yalan söylemenin daha iyi olacağını
sezmişti:
«Tanımadığım bir adam bir Mark para verecekti..»
«O herifi tanıyordun, değil mi?»
*Hangi herifi?»
«Duvardan atlıyanı?» Bir an düşündü. Yakalanmış olsaydı, şimdi o da burada bulunurdu.
Gerçi kendisi yakayı ele vermişti amma, Hans'ı hiç yakalayamazlardı. Bunu önliyecekti
elinden geldiği kadar. Bu düşünceyle: «O yabancının adamlarından biri olmalı! Ben
tanımıyorum.» cevabını verdi.
Yetişkinler, hep bir ağızdan ve yüksek sesle böğürdüler. Fakat küçük kız hep: «Onu
tanımıyorum.» demekle yetindi ve yaşlı başlı adamların hep bir ağızdan böğürmelerini
sürdürmelerine bakarak, doğru hareket etmiş olduğunu anladı. Bir ara, saçlarını bile
okşadılar ve: «Zavallı çocuk!» diye acındılar.
Emmie, şimdi de tatlılıkla söyletmeyi deniyorlar, diye aklından geçirdi. Müthiş yorgundu.
Korkudan öyle sarsılmıştı ki, bir ara kustu. Adamlardan biri güldü. Bir başkası da :
«Küçücük midesinde patates kabukları varmış!» dedi. Adamlar bunun nedenini sorunca o
da açıkladı :
«Anam bir deneyelim dedi, böyle kalın kalın şeyleri atmağa
kıyamadı..» »
Polisler, omuz silktüer. Đçlerinden biri, kıza biraz para verdi. Đşler bu mahalle karakolunda
gittiği gibi yürüseydi, herşey düzelecekti. Polisler, Emmie'yi evine bıraktılar. Babası
döğdü. Anası hüngür hüngür ağladı. Bir süre sonra gençlik mahkemesine çağırıldı. Sonra
yine aynı sorular. Bazı bazı sert, arada bir tatlılıkla. Fakat durumu, babasının karşısında
olduğundan farklıydı. Babası, vururken büe bir yakınlık duyuyordu çocuğuna. Anası,
ağlayıp sızlasa da, çocuğuna bir bağlılık gösteriyordu elbette. Fakat gençlik
mahkemesindekilere vızgeliyordu herşey. Onlar devletti. Mahkemdekilerin de,
polistekilerin de devleti temsil ettiğini bir süre önce küçük kıza anlatmış olan Fritz, bizler
devlete karşıyız demişti. Emmie, gençlik mahkemesi önünde de : «Yabancı adam bana bir
Mark vereceğini söylemişti, çocuğu da tanımıyorum.» dedi. Mahkeme, kişiliği zayıf ve
dirençsiz, diye onu bakım yurduna göndermeği karara bağladı.
Bu sırada Hans, eve dönmemeği, bir yerlere saklanmağı düşünmekteydi. Bugüne değin
korku nedir bümemişti. Đnsanların nelerden korktuklarını da bir türlü anlamazdı. Korku,
büyüklere özgü bir belirtiydi. Büyükler her zaman birşeylerden korkarlardı. Kimisi bir
dükkâncı kadından, kimisi işletme şefinden, kimisi işbaşından, kimisi de polisten korkardı.
Karısından, ya da kocasından korkanlar da vardı. Dostum buna ne der acaba, diye
korkanlar da görülürdü. Anasından babasından korkardı kimi çocuklar da. Hans,
büyüklerin bu korku hastalığı bulaşmış çocukları hep hor görmüştü. Fakat Emmie'nin
erkek kardeşi iki defa yerine üç ıslık çalınca korkusundan titremişti. Korkusu gittikçe ve
müthiş artıyordu. Şu anda okulda kendisini güvende sayıyordu. Ölçüyü kaçırıp
yetişkinlerin hiç bir nedensiz korkup, hiç bir nedensiz güven duyması gibi. Polisin sınıfa
kadar gelmesi olmaz şey değildi. Okul kapısında yakalanmaktan ödü kopuyordu. Yan avlu
kapısından çıktı. Ucuz mal satan, pazar kurulan o sokakta anasına rastlamasaydı, eve
dör.miyecekti. Anası, pazar çantasını Hans'a verdi, taşıması için. O, hâlâ korkuyordu,
polis belki de evin önünde beküyor, diye. Ne var ki, anasının yanında durumu daha
güvendeydi. Merdivenleri çıkarken, her basamakta müthiş korkuyordu. Fakat hiç birşey
olmadı.
Anası onun pek sessiz dolaştığını ve elden geldiğince yanından hiç uzaklaşmadığını
görünce, hayret etmeğe başladı. Marie, eskiden evden ikide bur savuşur diye tasalanırdı.
Bu kez ise, hep evde kalıyor, acaba birşeyden mi korkuyor, diye tedirginleşmeğe
başlamıştı. Marie, bir gece oğlunun odasına gitti. Hans, kardeşinin yatağında yatıyordu.
Franz eve dönmediği için koca yatakta tekbaşına yatmaktaydı. Ana, yatağa oturdu ve
oğlunun uyumamış olduğunu görünce hiç şaşmadı. Hans'ı rahat bırakmayan birseyler
olduğunu biliyordu. Oğluna: «Burada ikimizden başka kimse yok.» dedi «Nen var? Ne
oldu? Söyle bana!»
Hans : «Bana mı? Hiç!.» cevabını verdi.
Ana: «Đyi öyleyse,» dedi «sana bir yardımım dokunur diye
düşünmüştüm de.. Birşeylerden korktuğunu sanmıştım! Ya-
nılmışım demek.!» x
Hans, önce: «Ne var korkacak? Kimden korkacağım?»

dedi, Fakat anasının gitmediğini görünce «Polis hiç aklımdan çıkmıyor da.!» gerçeğini
ağzından kaçırıverdi. Marie, bu sözü duyunca pek korktu. Gerçi, kendisinin polisten
korkacak hiç birşcyi yoktu. Devletin yasaklarına aykırı birşey yapanlardan, sözgelişi şu
Triebel gibilerden değildi. Pazar yerinden birşeyler yürüten Mahlke ana da polisten
korkabilirdi. Fakat Geschke' Đerde kimse karşı gelmezdi yasaklara. Devleti küçümsiyen
Franz bile hoşuna gitmiyen birşey olunca, uzak durmakla yetinirdi.
Marie, polis sözünü duyunca müthiş korktu. Zira devlet gücünden oldum olası korkardı.
Oğluna: «Polisle ne alıp vereceğin var?» diye sordu.
Hans, hem rahatlamış, hem de şaşalayıp herşeyi anlatmağa başlamıştı. Marie, bir süre
sessiz düşündükten sonra: «Em-mie seni ele verseydi polis çoktan gelirdi buraya!» dedi.
Hans, böyle birşeyden bir an bile korkmamış gibi heyecanla : «Emmie öyle kız değildir,
bunu asla yapmaz.» dedi. Dünyada bütün suçlamalardan, döğüp sövmelerden daha
önemli birşey de olduğunu seziyor gibiydi şu anda.
Marie : «Ne diye karışırsın böyle şeylere? Her zaman yanı başında bulunamam elbette.»
diye söylenmeğe başladı «Elimden gelmez bu kadarı. Kendi vicdanının sesine kulak
vermelisin. Ne başkaları için yemek düşünmek zorundasın, ne de eski giysilere yama
vurmak! Para kazanman da gerekli değil. Kendine dikkat etmekten başka hiç bir
sorumluluğun yok. Seni baştan çıkarmak istiyen bir sürü akılsız oğlanla evinden çok
uzaklara gitsen de. Tekbaşına kaldığın anlarda bile. O Emmie denilen kızdan çok daha
küçüktür vicdan denilen şey. Vicdanının sesine kulak verirsen polisin çemberinden
kurtulabilirsin, hatta anahtar deliğinden de geçip savuşabilirsin. Vicdanının sesi sana her
zaman doğru yolu gösterir. Onun görevi de budur.
Geschke : «Marie!» diye seslendi. Ana, odadan çıkarken: «Haydi, şimdi uyu!» dedi
«Bundan sonra başına birşey gelmez.»
Hans, yalnız kalınca başını ellerine dayadı. Yatağının ayak ucunda oturuyordu. Anasının
söylediğine göre, vicdan denilen şey, pek küçük, küçücük bir şeymiş! Emmie'den bile
küçükmüş! Masallardaki cücelere benziyen ufacık bir adam belirdi birden. Gece kadar
kapkaranlıktı. Sonra alacakaranlık bir renk aldı. Kül rengi oldu. Silinip kayboldu.

IV

Geschke, bir rahatladı, karısı yanına uzanınca. Uyumuyordu. Gözleri açık yatıyordu.
Bütün apartman dakikalarca öyle üessizdi ki, üst katta yatan ihtiyar Schwanke'nin
horultusu duyuluyordu. Đhtiyar Schwanke hâlâ güçlü kuvvetliydi. Oysa, Geschke, bütün
gücünü yitirmişti. Mutfakta öfkeyle dönen-mekten, Đş Bulma Müdürlüğünde ayakta
beklemekten, rastgele bir iş ele geçirebilmek için koşuşmaktan, sokaklarda karları kü-
remekten, süprüntü süpürmekten öylesine güçsüz düşmüştü ki, rahat bir uyku uyuyamaz
olmuştu. Avluya bakan odadaki Krau-ter'ler'in meme çocuğu neredeyse başlardı viyak
viyak ağlamağa. Triebel öfkeyle kapı dışarı edileliberi bir daha uğramamıştı Geschke'lere.
Geçen yaz bir daha dalaşmışlardı ayaküstü. Krau-ter'lerin meme çocuğu viyaklamağa
başlamıştı. Üst katta oturan Müller öfkeyle tavanı vurup, «Kestirin şunun sesini» diye
bağırdı. Zavallı bayan Krauter'in elinden birşey gelirmişcesine.
Geschke'nin Triebel'le en son çatışması, çoğu zaman gibi yine uykusuz geçen bir gecenin
sabahına rastlamıştı. Fakat o geceki uykusuzluğu her zamankinden daha başkaydı.
Kimseyi uyandırmamak için usulca kalkmıştı yatağından. Sonra, mutfaktaki dolabı kendi
başından oynatmağı yine usulca denemişti. Dolabın altına gizlediği tüfeği belki yine bir işe
yarardı, ertesi sabah erken erken partiden çağırılırsa. Prusya hükümeti utanç verici bir
şekilde düşürülmüştü. Sosyalistlerden olan içişleri bakanı bir sokak serserisi gibi
kovulmuştu makam odasından.
Mutfak dolabı bir sürü öteberi doluydu ve Geschke eskisi gibi genç değildi. Gerçi, yaşlı
sayılmazdı, hatta yaşh denmezdi. Fakat bir itişte dolabı yerinden oynattığı günlerde
olduğu kadar genç değildi.
Yukarı katta oturan Müller tavanı vurup yine küfretti. Krauter de aşağıdan yukarıya
bağırıp karşılık verdi. Bu sövüp savmalar, yavrunun viyaklamalarını daha da arttırdı.
Geschke mutfaktaki dolabı o gece tekbaşma yerinden oynatmıştı, sessizce. Fakat ertesi
sabah kimse gelmedi. Makamından kovulan sosyalist bakan da, Geschke'den yardım
istemedi, Anayasa Mahkemesine başvurdu. Uzun süre hep bekliyen Geschke, sonunda
tüfeğini Spree'nin sularına atmağı düşündü. Birden öylesine yaşlı ve bitkin hissetti ki
kendini, değü tüfeğini, değil dolabı, kömür küreğini büe kaldıramıyacakmış gibi oldu. Trie-
beller'in önünden geçerken, beriki de kapı eşiğinde göründü ve «Merdiven çıkarken neye
soluyorsun burnundan?» diye seslendi «Bakanın için yas mı tutuyorsun? Elinden birşey
gelmez. Sizin bakan zorbalık karşısında geriledi. Kendi böyle söyledi.»
Geschke müthiş öfkelenip: «Onun düşürülmesine hep yardımcı oldunuz sizler.» diye
haykırdı «Olup bitenler sizce pek yerinde. Sizler böyle olsun istediniz.»
Krauterler'in meme çocuğu bu arada uyuyakalmıştı. So-»kaktan peltek peltek sarhoş
sesleri duyuluyordu. Emüie halanın sevgilisi Holm'm sesini tanıdı; kafayı çekince,
Berlin'de olduğunu unutur, Tyrol havaları okurdu yayık yayık. v
«Olup bitenler sizce pek yerinde. Böyle olsun istediniz.»
Koca kulakları öfkeden kıpkırmıız olan Triebel, yine de kendini tutup: «Bugün dün değil.»
cevabmı verdi «Sizin bakandan daha beterini bakan yapmak için onu devirdi o aşağılık
Naziler.» Fakat Geschke'nin sabrı taşmıştı; olup bitenlerin nedenlerini düşünecek halde
değildi, öfkeden titriyordu. Merdiven başında deli gibi söylenmeğe, atıp tutmağa başladı.
Herşeylerden çok değer verdiği birşeyini yitirdiğini yakından hissediyor ve öfkesi dana da
artıyordu. Triebel'in de sabrı taşmıştı: «Öğütlere kulak tıkayanlara başkasının yardımı
dokunmaz!» diye bağırdı. Geschke ve Triebel o günden sonra merdiven başında bile bir
daha karşılaşmadılar.
Geschke, tramvayın kampanasını duydu. Son tramvay olmalıydı, îlk tramvay olamazdı bu
saatte. Zira seferlere henüz ara verilmemişti. Geschke, Naziler gösterüerini Bülow
caddesinde Liebknaecht'in evine kadar uzatınca ezüip darmadağın edileceklerini
ummuştu. Oysa, dörder kişilik diziler halinde, kara ve kahverengi gömlekleriyle gelmiş ve
yine öyle dönmüşlerdi. Geschke, Nazilere ateş açmanın hiç bir işe yaramayacağını
anlamıştı. Çevrede toplanan kurşun yağmuruyla bir anda yere serilirdi. Saçma ve çocukça
bulduğu birşeyi olsun istemişti içinden. Geschke, Liebknaecht'in evinin önünden
geçmekten kaçınırdı, vebadan korkar gibi. Fakat şimdi Nazilerin Bü-low caddesine
yürüyüşü karşısında üzüntü duyuyordu. Bir süre sonra Hitler'in başbakanlık binası olarak
seçeceği o evde Berlin'in yüreği çarpıyormuş gibi. Đnsanlar, yüreklerinin nerede
bulunduğunu ancak bir sızı duyunca öğrendüer.
Şimdi dışarısı bir kaç saniyeliğine öyle sessiz bir derinliğe gömülmüştü ki, büyük şehrin
gürültüsünü yapan herşey, du-ruluvermiş gibi oldu. Fakat Geschke'nin beyni
durmamacasma işliyor, düşünceler birbirini kovalıyordu. Triebel'e bir kez daha
rastlamıştı. Fakat her zaman olduğu gibi merdiven başında değil. Şehrin kalabalık bir
semtinde. Geschke, nümayişçilerin arkasından yürüyordu. Git, ya da gitme diye hiç bir
buyruk almış değildi. Hava buz gibiydi. Yürüyüşçülerin her duraklamasında iliklerine
kadar donuyordu eski püskü giysileri içinde. Amma o gün havada kurşunlar da vınlasa
gidecekti. Özgürlük kurşunlanmış, katledilmişti. Bundan hiç kuşkusu yoktu. Özgürlük geri
getirilemiyecekti. Geschke, özgürlüğün şu son yularda ne anlama geldiğini pek
büemiyordu. Son yıllarda yaşayışı hiç de parlak değildi. Savaştan sonraki yıllarda daha da
kötü yaşamıştı. Fakat pek seyrek de olsa rastlantı mutluluklar ve günün birinde işler
elbette düzelir diye az bir umutla geçmişti ömrü.

Şimdi bu da sona ermişti. Zira, Hitler işbaşına gelirse hemen yıkılır gibi bir düşünceye
kapılan bazı dostlarının böyle tuhaf umutları da boştu. Fabrika yönetim komitelerinden
biri gevşeklik gösterince, ya da bir grevden vazgeçince gündeliklerin kendiliğinden
yükseldiği hiç görülmüş müydü. îşbaşmdakilere bir parmağını veren bütün elini kaptırırdı.
Tramvay son değil, ilk tramvaymışj Zira bir tramvay daha geçiyordu. Kampanası ve
tekerleklerin gıcırtısı yine duyuldu. Hatta, merdiven başında gıcırtılar oldu ve arkasından
da sokakta ayak sesleri.
Kendi partilerinin üyesi olan polis müdürü Zörrigiebel'in dört yıl önce bir mayıs bayramı
günü işçilere ateş açtırtması Geschke'ye pek dokunmuştu. Triebel belki de haklıydı!
Sonun başlangıcının ilk belirtisiydi olan. Sonra, kendi partisi Hinden-burg'a oy verince, bu
işin sonu Hitler'e varacak, diyen Triebel yine haklı çıkmıştı. Zira Hindenburg, bu Hitler'i
önce küçümseme, fakat sonra yanına kabul etmişti. Geschke'nin de Triebel'in yolunda
yürümesi ve kendi partisiyle bağlarını koparması belki daha iyi olurdu. Ne diye böyle
davranmamıştı? işin doğrusu, ona pek inanmamıştı. Oysa, tek bir konu dışında Trie-bei'e
güvenebilirdi. Geschke, büyük ve temelden bir ayaklanmanın hemen patlak vereceğine
inanmıyordu. Kendi partisinin önderlerine de pek inanmıyordu. Đki tarafa da
inanamıyordu. Ar-kasıdan sürükleyiverecek birini göremiyordu ortalıkta. Böylesine bir
çıkmaz içinde bulunmasının gerçek nedeni işte buydu. Hiç birşeye inanmaz olmuştu.
Uyanan şehrin bütün gürültülerini bastıran bir sesle günün ilk horozu öttü. Büyük garajın
kapıcısının kümesindeki horondu belki! Evet, gerçek neden, hiç bir şeye inanamaz
olmasıydı. Đnanılan birşeyi yapmak için insanın çok güçlü olması gerekir. Đnsanlar ağır da
olsa, arada bir gerileyerek ve yanlışlar yaparak da olsa sabırla mı ilerler bu hayatta?
Yoksa, bütün tecrübesini ve canını tehlikeye koyarak mı? Şu da var ki, inancı uğrunda
birşeyler yapabilmek için güçlü olmak gerekir herşeyden önce. Birşeye gerçekten
inanabilmek için de, müthiş güçlü olmalı. Oysa, şimdi bütün gücünü yitirmişti Geschke.
Güçsüzlüğüne inanıyordu.
Geschke, ayaklarını sürükliyerek ve burnundan soluyarak birisinin eve yaklaştığını duydu;
dördüncü katta oturan Bol-zer'd; hiç kuşkusuz. Biri ilk olarak işe gitmek için evden
çıkarken, bir başkası meyhaneden en son ayrılıyordu. Dünya böyleydi.
Özgürlük katledilmişti. Yas tutmak için düzenlenmiş büyük nümayiş yapılırken Geschke
her sabah olduğu gibi mutfakta oturamazdı elbette. Yıllardır böyle bir nümayiş yapılmış
değildi. Sokağa çıkıp bir köşe ağzında durmuştu. Bir ayak büfesinde ona sıcak kahve
sundular. Soğuktan titriyen çene kemikleri birbirine vuruyordu. Kahveyi sonuna kadar içti
ve birkaç kuruş bıraktı. Soğuktan mosmor olmuş kadıncağız: «Para almıyoruz!» dedi;
kahve güğümünü kendi mutfağından getirmişti. Geschke, kahveye, vereceği parayı parti
yardım kutusuna attı. Bütün ömründe ilk ve son olarak. Triebel'le işte tam o anda
karşılaşmıştı.
Merdiven başından doğru bir patırtı duyuldu. Hemen arkasından da karmakarışık
gürültüler, pat-küt vurmalar, ağlamalar, aşağı ve yukarı kattakilerin tavan vurmaları.
Bolzer evine bulut gibi dönmüştü yine. Krauter'lerin meme çocuğu viyaklamağa başladı.
Yine tavan vurmalar. Derin uykularından uyandırdıkları için kızan bu insanlar
mutluydular.
Geschke, kahve dağıtılan o ayak büfesinde burun buruna gelmişti Triebel'le. Her ikisinin
de dilllerinin ucunda birer lâf vardı söyliyecek. Belki çok kötü, belki de çok iyi lâflar!
Sustular bundan ötürü. Çeneleri titredi sadece. Belki de soğuktan! Birbirlerinin elini
sıkmadılar. Barışmak, ya da vedalaşmak ister gibi baş salladılar. Geschke, kendi sırasına
koştu, Triebel de kendi arkadaşlarının dizisine. Geschke ona bir daha hiç rastlamadı
apartmanda.
Krauterlerin yavrusu yatışmıştı. Az sonra, Loerke'lerin çalar saati duyulacaktı. Loerke'nin
hâlâ işi vardı. Sokağın köşesinde bir kamyon durdu. Geschke, kamyondan atlıyanlarm
gürültüsünü duydu. Sokakta rap rap adım sesleri duyuldu. Apartmanın önünde durdu
adımlar. Kapı bir omuzlayışta açıldı. Marie yatağında doğruldu birden. Ürkütücü adımlar
tırmandı merdivenleri. Polise benzemiyordu. Kapıların çarpılması, yumruklar ve tekmeler
polisten daha korkunçtu. Ayak sesleri bir kat altta, Triebel'lerin önünde durdu. Kapıyı
omuzluyorlardı. Kapının parçalandığı ve bir kadının çığlığı duyuldu. Bütün kapüar açıldı ve
herkes sahanlığa koştu. Marie yatağından fırladı. Geschke, SA' lar m. Triebel'i
merdivenlerden sürükleyişini mutfak kapısının aralığından gördü. Merdiven başında duran
SA'lardan biri, bayan Trieberin kolunu omuzbaşmdan tersine çevirdi. Kadın da herifin
kolunu dişledi' SA, bayan Tribel'in kolllarmı arkasına öyie bir çevirdi ki, kadıncağız daha
fazla dayanamayıp yere yığıldı. Nazi saldırı birlikerinin kamyonu uzaklaşmıştı. Herkes
pencerelere toplandı. Sonra, merdiven başına koşuştular. Đstedikleri evden dilediklerini
yakalayıp kamyona atan, polis kadar, hatta daha da zorba davranabilen —oysa geçen
hafta böyle şeyleri bu sokakta yapsalardı kafaları yarılırdı—, kapıları kırabilen aşağılık
SA'lar bu hakkı nereden buluvermiştiler? Neden kimse çıkmamıştı onların kafasını
kıracak? Ne diye hep birlik olup Triebel'in yardımına koşmamışlardı ? Çoğu olayda polisin
copundan ve tabancasından kimse korkmamıştı. Herkes ötekine: «Ne oluyor?» diye
soruyordu. Merdiven başındakiler açık bir kapı görünce hemen oraya koşuyordular.
«Reichstag yanıyor. Komünistler ateşe vermiş diyorlar!»
«Ne diye ille de Reichstag'ı yaksınlar?»
«Aşağılık Naziler daha inandırıcı bir yalan bulamadılar mı?»
Melzer, soğuktan çenesi atarak merdiven başına çıkmıştı; kansı pardesüsünü koydu
omuzuna. Melzer: «Ben söylemiştim kötü şeyler olacağım.» dedi «Zuhal yıldızı
döneminde hep böyle şeyler olur.»
«Çeneni kıs da gökbüim palavralarıyla kafa şişirme!»
Bayan Melzer, epeydir ayak basmadığı bu mutfağa çabucak bir göz atmak fırsatını
kaçırmadı. Geschke'nin aile işlerine dilediği gibi burnunu soktuğu zamanlar çoktan
geçmişti. Bayan Meızer şu kötü günlerde mutfak pencerelerimize bembeyaz perdeler
asmak boşuna bir lüks, diye aklından geçirdi. Bay Melzer: «Dün Triebel sokağa çıkarken
söyledim, yıldızların bu döneminde komünistler böyle şeyler yapmamalı diye..» yine
başladı.
«Sersem herif, komünistlerin bu yangın işinde parmağı yok.»
Melzer: «Yıldızlara bakıp uyandırdığım zaman benimle alay ettiler.» diye direndi «Đşlerin
böyle sarpa sarmasında şaşılacak bir yan yok..»

Lieven, ufacık otomobilini bir çiçekçi dükkânı önünde durdurdu. O yıl, banka yüklü
ikramiye verince o da Hanomag marka şu ufak otomobili satın almıştı. Lieven kendi
kendine Noel hediyesi vermekten her zaman hoşlanırdı. Çiçekleri çabucak bir gözden
geçirdi. Biraz gümüş kağıdıyla sarılı büyük ve sade bir menekşe demetini seçti sonunda.
Demeti parmaklarının arasında sallıyarak bir kaç adım yürüdü Adlon Otelinin döner
kapısına kadar. ,
Lieven, «Adlon Otelinin holüne beş çayı için ayak basanları hoş bir sıcaklık karşılar» yazılı
kocaman afişi alaycı bir bakışla süzdü. Vitrinlerin arkasından, sokaktan, hafif bir müzik
sesi duyuluyordu ancak. Đçeriye girerken yüze çarpan sıcaklık gerçekten hoştu. Masaları
dolduran ve onu farketmemiş gibi davranmak istiyenlerin bakışlarını üzerinde hissetmek
de hoştu. Olağanüstü bir yanı olmalıydı böylesine ilgi çekecek. Parmaklan arasında
menekşe demetini evirip çeviren ve kara kumaştan SS üniforması giymiş olan Lieven bir
zamanların boylu boslu genç adamı değildi artık. Holün ortasında bir süre durdu. Kimle
buluşacağım çevredekilerin gizli bur heyecanla gözlediğinin farkındaydı. Köşedeki
masadakilerden birinde oturan bir genç kızın onu görünce ayağa kalkması, çevredeküerin
merakını giderdi. Genç kızın endamı, iyi bir terzi elinden çıktığı anlaşılan etek ceket
içkiden yeterinden ne fazla, ne de eksik, beli-riyordu. Çevredeki meraklılar, genç kızın
küpeden başka hiç bir süs takmadığını da farkettüer. Vücuduna oturmuş ceketin ortaya
çıkardığı boyun ve arkaya taranmış saçlar, küpelerin göze çarpıcılığını arttırıyordu.
Anasından miras kalan bu küpeleri ağabeyinin evinde konuk kaldığı günlerde de takardı.
Masaya oturdular, çay ve rom ısmarladılar. Müziğin yumuşak ezgileri ve çevredekilerin
sürekli bakışları, birbirine pek yakışan bir çift oldukları duygusunu uyandırmıştı ikisinde
de. Konuşmağa başladılar. Elisabeth, hâlâ o hastanede çalıştığını anlattı; şefi, hafta
sonunu birlikte Berlin tiyatrolarını görmeğe davet etmişti. Dün «Halk Sahnesi»
topluluğunda Đmparatoriçe' yi görmüşlerdi. Lieven, yeğeni Otto'nun evinde rastladığı genç
kızoan şimdi çok daha güzelleşmiş görünen Elisabeth'e yan gözle bakarak : «Müziğini bir
Yahudi'nin bestelediği oyundan başka bir eser seçemediniz mi?» dedi. Elisabeth: «Sırtına
geçirdiğin bu kara üniformayla böyle düşünceler beslemek görevini de yüklenmişe
benziyorsun!» cevabını verdi «Fakat buna değer doğrusu. Zira, üniforma sana gerçekten
de yakışmış. Amma, tasalanman doğru değil bu oyun yüzünden. Führer de önümüzdeki
sıralardan birinde oturuyordu; yani, ırkımızı utanç verici duruma düşürmüş değilim.»
Lieven, başını kaldırmadı ve gözünün ucuyla bir baktı. Elisabeth de öyle bir bakışla ona
baktı. Lieven, gülerek : «Doğru söylüyorsun, Elisabeth!» dedi «Biz ikimiz birbirimize
benziyoruz. Bakışlarımızla benziyoruz, aynı şeylere gülüşlerimizle de, Benzeri şeylere boş
veriyoruz.»
Bundan ötürü birbirimize uygun düşüyor muyuz, yakışıyor muyuz?»
«Sanırım bu akşam pek yakışıyoruz birbirimize..» Lieven, kalktı. Elisabeth de onun koluna
girdi. Salak salak bakışan insanların arasından geçerken koltukları kabarmıştı ikisinin de.
Birbirlerine pek yakıştıklarından ötürü. Lieven'in küçük otomobiline bindiler. Elisabeth,
başını Lieven'in omuzuna vasladı. Büyük şehir gecesi, hayvanlar bahçesinin üzerinde,
vitrinlerde, elektrik tellerinde ve direklerinde parıldıyan bir ışıltıya bürünmüştü. Lieven'in
şimdi oturduğu apartmanın önünde, şehrin en lüks bulvarı Kurfürstendamm'da indiler
otomobilden. Lieven: «Şimdi bize çıkalım.» dedi «Zira; tam yedide hazır bulunmam
gerekiyor. Alarm durumundayım.»
Merdiven başmda halılar seriliydi ve iki yanda aynalar vardı. Lieven, önce apartman
kapısını açtı, sonra kendi odasını. Geniş oda, halılar ve aynalarla pek gösterişli
döşenmişti. Şehir hatlarına doğrudan doğruya bağlı bir telefon da vardı. Elisabeth herşeyi
gözden geçiriyordu: Lieven'in hiç yanından ayırmadığı Zeiss Đkon marka makineyle çektiği
bir sürü yabancı fotoğrafı, Nolde'nin yağlı boya küçük bir tablosu —Lieven bir kaç aylığını
vermişti satın almak için— ve eski ev sahibi kadının verdiği Hitler resmi işlemeli yastık.
Lieven, Nolde tablosunu gören arkadaşlarının alaycı sorularına karşı bir denge olsun diye
o yastığı almak zorunda kalmıştı.
Lieven, koltuğu kalorifere yaklaştırdı. Menekşe demetini hâlâ elinde tutan Elisabeth: «iyi
yanmış ,bir kalorifer radyatörünün yanında istediğin kadar otur, odun ateşi kadar
ısıtmaz.» dedi «Bizim çiftliği hatırlar mısın?» Lieven, gözlerini kapadı, eski zamandan
kalma ve hafifçe parlatılmış bir madenden yapılmış çok değerli bir vazoyu okşarcasma
derin bir hazla okşadı genç kızın başını:
«Ne o, hâlâ mı memleket özlemi?» - «Sadece memleket özlemi duyuyorum. Başka hiç
birşey hissetmiyorum. On altı yıldır oralardan uzaktayız. Her gördü-

ğüm şey bana oraları, çiftliğimizi hatırlatıyor. Karlara ve kokulara kadar her şey. Ne
dersin, oralara bir daha dönebilecek miyiz?»
Lieven: «Elbette!» cevabmı verdi; bunu hiç gülümsemeden söylemişti «Söz veriyorum
sana. Oralara döneceksin!»
Elisabeth gülmeğe başladı :
«Öylesine ciddi söyledin ki, inanmak gerekiyor.»
Yerinden fırlayıp balkon kapısmı açtı sarsarak. Đkisi birden aşağıya baktılar. Đyice
aydınlatılmış apartmanlara, parlak otornobü ışıklarına rağmen cadde, gökyüzünün
sonsuzluğu altında ne de ıssız görünüyordu. Elisabeth: «Ne diye evde görevle kalman
gerekiyor?» diye sordu.
«Hiç bir işim yok evde yapılacak. Fakat telefon gelince şehre gitmem gerekiyor.»
«Vicdanının sesine pek fazla kulak verir olmuşsun gibime geliyor! Đşini de çok ciddiye
alıyorsun sanırım.»
«Evet, fakat karşılığını da görüyorum.»
«Ne gibi? Zira bana kalırsa işleri ciddiye almanın hiç bir zaman yararı dokunmaz..»
«Hiç de öyle değil. Nedeni bilinirse önceden.»
«Nedeni neymiş? Söyle bakalım, sevgili yeğenim.!»
«Çok önemli konularla ilgili nedenler. Çiftliğine yine döne-bümen, ya da ömrün boyunca
hep o saçma hastane işinde ekmeğini kazanmak zorunda kalanlarla ügili nedenler. Seni
Adlon Otelinde çaya davet etmem, ya da pek pek otomatik bir büfeden birşeyler
sunabilmemle ilgili nedenler. Işıklı reklam propaganda örnekleri satmak, ya da üniformalı
kalabilmekle ilgili nedenler.»
«Ben bu akşamın daha eğlenceli geçeceğini ummuştum. Gelmezdim yoksa. Çok ciddisin,
elin de çok sıkı.»
«Seni eğlendirmek için neler yapmamı istersin? Buradan ayrılamam. Telefon beklemek
zorundayım. Neden hoşlanırsın? Gramofon çalayım mı?»
«Zenci türküleri plâkların var mı?»
«Neler de düşünüyorsun? Elbette yok böyle plâklarım. Senin hoşuna gidecek diye Alman
milletinin ahlâkım bozmağa hakkım yok.»
Elisabeth, kahkahalarla güldü :
«Ay, şuna bak! Üniformanın sana pek yakıştığım gerçi söyledim amma, çok pahalıya
çıkmış!»
«Hatta böylesine saçma sapan şeylere ne uğrunda katlandığımı sana açıkladım. Radyo
dinlemek ister misin?»
«Hayır, hayır. Ne sıkıcı şeyler. Ey tanrım, köyde neden kimsenin canı sıkılmaz? Issız bir
ormanda büe, insanın hiç canı sıkılmaz. Fakat bu Kurfürstendamm bulvarında, ışıklara ve
otomobillere rağmen can sıkıntısından patlıyor insanoğlu..»
«iki otobüs birbirine çarpsın mı istiyorsun?»
«Bü da can sıkar, keyiflendirmez.»
«Peki, ne olsun istiyorsun? Sen bir şey söyle!»
Elisabeth, kollarını Lieven'in boynuna doladı. Lieven bir süre hareketsiz kaldı; genç kız
onu odada yok bilsin de kafasından geçirdiği çılgınlıkları açığa vursun diye. Hiç konuşmadı
da. Koca binada ayak seslerinden, bardak şıngırtılarından, ya da anlamsız bir kaç sözden
gayrı çıt çıkmıyordu. Bulvardan bir otobüs geçerken bütün bina derinden derine
sarsılıyordu sadece. Elipabeth, epiyce sustuktan sonra : «Seni gören savaşın ortasında ve
cephede yürüyüşe geçmiş bir orduda sanar.» dedi.
Lieven, Elisabeth'den uzaklaştı ve bir cigara yaktı. Beşinci, ya da altıncı sigarayı içtikten
sonradır ki, telefon çaldı. Yerinden fırlayıp telefonu aldı ve : «Başüstüne!» derken kendine
de bir çeki düzen verdi. Elisabeth'in ceketinin de asılı bir sandalyenin arkalığına bıraktığı
kemerini alıp taktı :
* Beklediğim telefon geldi. Gitmeliyim.»
Elisabeth, uykulu uykulu: «Ne varmış!» diye sordu.
«Bunu ancak orada öğrenebilirim. Ya bir yerleri işgal edeceğiz, ya da bazı semtlerde bir
temizlik yapacağız.»

Scanned By hlecter
.'' «Hoşuna gidiyor mu bunlar?»
«Hoşa gitmek mi? Mesleğim bunları yapmamı gerektiriyor. Bazı bazı cansıkıcı olmuyor
değil. Fakat bazan da gerçekten eğlendiriyor. Sözgelişi, kızıllar birşeyler yapmağa kalkışıp
sonra kendilerini sersemce savunmağa çabaladıklarında. Onların hesabını görmek
hoşuma gidiyor. Ya da önemli birisini yaka-Iay:vermek. Sert bir direnci kırmak da pek
hoş oluyor. Yine görüşelim* Elisabeth. Ben buraya ne zaman döneceğimi kesti-
remiyeceğim. Sen o vakte kadar şefinle dönmüş olursun her halde!»
«Yarın döneceğim. Ah sahi, saat geceyarısmı geçti; yeni güne girdik sayılır.»

XI. BÖLÜM

Lieven, arkadaşlarından izin istedi ve erken ayrıldı akşam yemeğinden. Başbaşa


kalabilmek için bir lokalde ayrı bir salon tutmuşlardı. Lieven büyük salondan geçerken
bütün kollar Hit-ler selâmı vermek için yukarı doğru çarpıldı. Fundalıkta sert bir rüzgâr
esince küçük dalların hep bir yana yatması gitmesi gibi. Patron, kapıyı açmak için öne
geçip koştu. Lieven, kapıyı öyle sert vurdu ki arkasından, adamcağızın kolu sıkışacaktı az
kalsın.
Đstasyon kahvesine girdiğinde, Elisabeth'i bekler buldu. Elisabeth: «Đki saat vaktimiz
var.» dedi «Gece treniyle döneceğim Dresden'e. Şefim istasyona otomobil gönderecek,
aynı trenle gelecek hastaları da sanatoryuma hemen götürmem için.»
Kostüm ceketinin pahalı terzi elinden çıktığı belliydi. Đnce kalçalarını, küçük göğüslerini ve
düzgün omuzlarını bütün özelliğiyle belirtiyordu. Anasından kalmış küpeleri her zaman
olduğu gibi yine takmıştı.
Lieven : «Şartlar ne olursa olsun ekmeği kazanmak gibi saçma bir ön yargıdan ne vakit
vazgeçip sıkıntıdan kurtulacaksın?» diye sordu.
Elisabeth: «Sevgili Lieven,» karşılığını- verdi «Otto'nun-çiftliğinde oturamarn, can
sıkıntısından patlarım. Zira, Otto çan sıkıntısından kurtulmak için kötü bir alışkanlık
edindi. Saatler saati herşeyi enine boyuna düşünüyor. Đşin kötüsü* arada bir kendi
görüşünü açıklamak da gerekiyor. Şu sırada hemen her-gün yeni olaylar geçtiği için
bunun sonu gelmiyor. Her yaz iznimde yeni bir konuyla karşılaşıyor ve bunu büyük bir
heyecanla bana da kabul ettirmek istiyor, önemli saydığı birşey-den haberim bile
olmadığını görünce de şaşıp kalıyor.»
Lieven: «Senin haberin bile olmıyan o önemli konular neler?» diye sordu. «Otto ve
Hamburglu öğretmen, Alman sosyalizmini, sendika ve partüerin bundan böyle gerekli
olmamasını ve bütün Almanların bir mayıs bayramını gamalı haçlı bayraklarla kutlamasını
çok önemli sayıyorlar. Otto beni bu görüşe uygun yetiştirmek için pek çırpmıyor.»
Gözlerinin içi gülerek şunları da ekledi :
«Benim donuk mizacımı canlandırmak için küçük bir kıvılcım gerektiğini söyleyip duruyor
bizim Otto. Đçimde böyle bir kıvılcımm tutuşmasını ben de pek isterim. Fakat bunun
yolunu göstereceğine bol bol çene çalar benimle. Ne var ki, ben buraya kardeşimden
yakınmağa gelmedim. Başka şeyler konuşalım. Şu Dimitrov duruşmasından ne haberler
var? Radyo bu konuda sustu birden. Yabancı ülkelerden gelen hastalarımızın
gazetelerinden arada sırada birşeyler öğrenebiliyoruz ancak.»
«Duruşma korktuğumdan daha sudan ve yalın geçiyor.»
«Sudan mı? Neden? Bana kalırsa bu Dimitrov çok esaslı ve değerli biri.»
«Ben onu değil, eski biçim cübbeleri içinde kasüan kukla yargıçları sözkonusu etmek
istedim. Karşılarına çıkarılacak sanığı önceden iyice bir incelemeleri gerekirdi. Birisini
sanık sandalyesine oturtmak için onun komintern'e yazılı bulunması yeterli değil. Onların
arasında da bizler gibi aklı başında kimseler var elbette. Düşmanını hiç bir zaman küçük
görmemeli. Herif öyle küstah cevaplar verdi ki, bu konuda yatışmış olanlar bile yine
çileden çıktı. Şu sura sahici Reichstag yangınları yine görülürse hiç şaşmam.
Beyannameler dağıtılmağa başlandı bile.»
«Ne gibi cevaplar veriyor?»
«Goering o gürleyen sesiyle suçlayınca, Dimitrov : 'benden korkuyorsunuz her halde'
diyor. Goering gümbür gümbür sesiyle onu suçlayınca çenesini tutmasını bümeli. Oysa,
vahşi bir ülkenin o pis yaratığı, memleketinin barbar olmadığım, fakat her ülkede olduğu
gibi faşizmin Bulgaristan'da da barbarlık yaptığını ileri sürüyor. Savurduğu cevaplar,
beyannamelere basılmağa pek uygun amma, bunu akıl edecek kişüerin sayısı, bereket,
az.»
Elisabeth, güldü.
Lieven: «Gül bakalım.» diye haykırdı «Fakat bundan kötüsü, otuz milyon Alman da
gülüyor senin gibi. Büyük bir titizlikle yürütülen polis çalışmaları hiç bir işe yaramadı.
Bulgarin şöyle, ya da böyle biraz ilişki kurduğu bir sürü kadının adını ortaya çıkarmaktan
gayrı. Onlar da dişe dokunacak birşey söylemedi. Hatta tam tersi oldu. Karılardan biri,
herifin o yangın gecesini kendisiyle geçirmiş olduğunu söylemekten utanmadı.»
Elisabeth: «Bulgar, ilginç bir erkeğe benziyor.» dedi «Duruşmada bulunmağı pek
isterdim.»
«Sen pek hoşlanıyorsun ama, bizim keyiflenmemiz için en küçük bir neden yok. Zira
Dimitrov'u sanık sandalyesinden elini kolunu sallıyarak uzakaştıracak bir Alman hukuku
bizlere yararlı bir hukuk anlayışı değildir. Ya Dimitrov haklı, ya da bizler. O haklı
görülürse, senin şu küpeleri de koparıp alırlar. Ben de partallarımı giyeceğim sırtıma.
Bütün bunları kaç kez açıkladım sana.»
Elisabeth : «Ah, sen de, kardeşim Otto da bir kez olsun hoşnut kalmazsınız.» cevabını
verdi «Ben de tam tersine şeylere gülerim hep.»
«Senin kafanı değiştirmeğe hiç hevesli değilim. JtlgUen-mo, ama kavra olup bitenleri.
Çiftliğine bur daha dönememekten ve ekmeğini bin güçlükle kazanmaktan eğer
hoşlanıyorsan.. Evet bütün bunlar hoşuna gidiyorsa, Dimitrov konusu da hoşuna gidebilir.
Bunu kesinlikle anlamalısın.»

"'Elisabeth: «Peki, anladım.» dedi. «Bundan böyle gülmiye-Ceğim ve hoşlanmayacağım.»


Son bir kaç dakikada onu hem büyük bir dikkatle dinie-r iniş, hem de aynı dikkatle
gözden geçirmişti. Birkaç kez birşey soracak olmuş, daha sormağa vakit kalmadan
cevapları verilmiş ve böylece de sorunun değeri kalmamıştı. Ama, yine de-iyice
anlıyamadığı birşey, sıkıntı veren birşey kalmıştı. Ne? denini bilemiyordu. Zira Lieven'in
ileri sürdüğü bütün nedenler onu aydınlatıyordu.
Elisabeth, Lieven'in yüzünü her zamankinden daha uzun süzdü. Bu yüze alışmıştı. Bu
yüze yakınlık duyuyordu. Dişlen düzgün ve keskindi ama, fare dişleri gibi küçük
küçüktüler. Elisabeth, «hoşuma gitmiyen tek yanı bu dişleri,» diye düşündü. . Lieven,
Kurfürstendamm'daki apartmanına dönünce, hemen Siebert'e başvurmasını bildiren bir
not buldu, Gestapo'nuri bulunduğu binayı eskiden bir topçu alayı nesap subayları
kullanıyordu. Sonra bir hayır derneğine, daha. sonra da kızılhaça bağlı bir verem savaş
örgütüne verilmişti. Bina, bir ara halk aş ocağı, sonra vergi dairesi ve şimdi de
Gestapo'ya verilmişti ı' Lieven-'i o büroda bekliyorlardı. Üst kata çıkarıldı hemen. Bir sürü
makamın ve örgütün havası öylesine sinmişti ki, gıcır gıcır silinmiş merdiven başında bile
adeta buruna çarpıyordu. Lieven'in şefi Siebert, onu ikinci kattaki odasında karşıladı. Sier
bert'in çevresinde ayakta duran adamlar, şefin bir işaretiyle ve isteksiz isteksiz: «Heil
Hitler!» diye selâmladılar odaya gireni.
Siebert, önce bir sandalyeye buyur etti, sonra da bir cı-gâra sundu. Kendisi de koltuğuna
iyice yerleşti. Lieven, neye çağırttığını şimdi açıklar, diye düşündü; bu Siebert gibileri
böyle davranışlardan pek hoşlanırdı.
Siebert: «Seni bekliyordum.» diye başladı «Laemmle adlı birini yakaladık; haftalardır
aradığımız özel haberci işte bu adam. Apandisit ameliyatı olmuş, hastanede yatıyordu;
Hekimi de1 tutukladık.: Hemşire ihbar.etti. Odaya her..girişinde hastayla hekimin
susması dikkatini çekmiş. Bu Laemmle, bize çok gerekli adreslerin en azından dördünü,
hatta belki de hepsini biliyor Hemen getirttim buraya. Fakat ne yazık ki, ben gelinceye
kadar karnındaki ameliyat yeri patlamış. Hemen bizim hekimi; çağırttırıp yeniden
diktirdim. Bir deneyesin diye çağırttım seni. Bir süredir hemen hepimizi paylar bir halin
var. Aşırı davranışlara özeniyormuşuz ve., neydi o yabancı lâf?.. Ha., psikoloji., psikoloji
bilmiyormuşuz. Đşte sana bir fırsat.. Feleğin çemberinden geçmiş bir herife nasıl,
davranılacağmı bir göster bakalım Herif öteki dünyayı boylamadan birşeyler öğrenmeği
bir dene! Sağlık durumu sorgusunun yapılmasına şimdilik yeterli.»
Tutukluların bulunduğu kısma geçtiler. Sesler kesiliver-mişti birden. Topuklar birbirine
vurularak selâmlandılar. SS üniformalı hekim, yaşlıca ve sıska bir adamdı. Đki yana
ayrılmış saçları kırlaşmıştı. Avlu üzerindeki bu oda, hastane gibi kokuyordu. Hastayı bir
sıranın üstüne uzatmışlardı. Gömleği yukarıya sıyrılmıştı. Yeni pansuman yeri göze
çarpıyordu. Genç SS'ler duvar boyunca ve belirli aralarla sıralanmışlardı. Đçlerinden ikisi
de birbirine yaslanmıştı. Sırada yatan adama dikmişlerdi bakışlannı. Hekim, hastanın yanı
basma çömelmişti. Alkole batırdığı bir pamuğu hastanın burnuna tampon yapıyordu.
Siebert: «Haydi bakalım, Lieven!» dedi. Hekim kalktı yerinden. Lieven: «Adamlarını lütfen
dışarıya çıkart, Siebert!» dedi. Sırada yatan adam, Siebert'in: «Dışarıya çıkın!» emrini
duyunca korkusundan sıçradı. Lieven, alnını kırıştırdı ve hastanın gömleğini aşağıya çekip
pansumanlı karnı örttü. Başını kaldırınca, adamın kendisine baktığın gördü. Kara
denilecek kadar koyu mavi gözlerinde, dünya işlerinin gölgesinden kurtulmuş olağanüstü
bir parıltı vardı, ölmek üzere olanların gözlerinde rastlanılan bir parıltı.
Lieven, çok usul bir sesle: «Buraya şimdi vardım ve hemen yanınıza koştum
tutuklandığınızı duyunca.» dedi «Size yaptıklarım önlemekte ne yazık ki geç kaldım.
Fakat bundan sonraki daha kötü şeylere engel olabilirim.»
Söylediklerini hastanın anlayıp anlamadığını bilmiyordu.
Hastanın bakışlarındaki o dayanılmaz parıltıyı görmemek içi» göz kapaklarını indirdi.
Sonra, yine usul sesle devam etti: «Elimden gelen herşeyi yapacağım sizin için» diye
devam etti «Buradan hemen çıkabilirsiniz. Bir otomobil çağırtırım; Sizin gibi birisine karşı
büyük saygım vardır.»
Adam, ağzını oynattı biraz. Hekim, ıslak bir bez uzattı. Licven, adamın dudaklarmdaki
kanı sildi çabucak ve bezi alnına koydu. Adam, gözlerini kırpıştırdı. Gözlerin az önceki
parıltısı azalmaktaydı. Kara üniformalı ve yumuşak sesli bu adamın kim olduğunu
anlamağa çalışıyordu, belki de!
«Kurtarmak istediğiniz insanların bir kısmı öldü. Partili yoldaşlarınızdan hiç birini ele
vermek istemiyorsunuz. Bunu çok iyi anlıyorum. Hoşuma gider böyle davranışlar. Saygı
duyarım.»
Lieven'in söylediklerine dikkatle kulak veren Siebert, eline bir kâğıt tutuşturdu. Adam,
bütün hareketleri büyük bir dikkatle izliyordu, gözlerde eski parıltı kalmamış olsa da.
«Herbert Müller'i tanımıyor musunuz? Peki. öldü. Demek, tanımıyordunuz onu! Buna da
peki. Hem siz kendiniz de ölünce hiç önemi kalmaz onu tanıyıp tanımamış olduğunuzun.
Bu edadan çıkıp gidince size hiç bir yardımım dokunamayacağını unutmayın, öyleyse?
Bunu siz de kendi kendinize bir çok defa sormuş olmalısınız! Ya şu Betz? Anton Betz
adında birini de mi tanımıyorsunuz? Şu sırada bol güneşli bir bulvarda geziniyor. Paris'e
kaçmanın yolunu buldu ve Paris'e vardı. Kahvesini Montparnasse'de içerken kahkahayla
gülüyordur. Oysa siz onu kurtarmak kaygusuyla şimdi burada yaralı yatıyorsunuz. Peki,
Betz'in yerine geçen Berger..»
Tutuklunun gözleri donuklaştı. Lieven o gözlerde kendi üniformasından gayri birşey
göremiyordu şimdi. Islak bezi tutuklunun şakaklarında hafif hafif dolaştırdı, dudaklarının
çevresinde birikmiş kanları südi. Siebert, kapıyı çekip açtı ve merdiven başına seslendi:
«Hey, gelin buraya!» diye.
«Yazık, bay Laemmle! Çok yazık. Partinize pek güvendiniz. Fakat nerde şu sıra parti?.
Neden size hiç bir yardım edilmiyor? Sanırım size özel uçak da göndermiyecekler!
Dimitrov kadar değeriniz yokmuş onların yamnda...»
Adam, yerinden sıçradı birden. Yüzü ışımıştı: «Demek kurtuldu buradan?» diye bağırdı ve
sıranın üstüne yığılıverdi Biraz kan sızdı ağzmdan. Ölen herifin mezara rahatlamış
gitmesine sebep olan bir yanlışlık yaptığı için Lieven kendi kendini suçladı. Kapının
arkasında ayak sesleri ve bağırıp çağırmalar duyuluyordu. Gürültüyle kanat çırpan
ölümün yaklaştığını hisseden tutuklunun gözleri parladı, yüzünde bir sevinç belirtisi
uçuştu. Dünyadan ayrılırken duyduğu şu en son haberden ötürü.

II

Bir ükbahar ikindi üzeri hava öyle yağmurluydu ki, Mal-zahn ailesi, Amalie hala, Leonore
ile oğlu ve birkaç konuk, bahçede duramayıp salona geçtiler. Çayları geliyor ve görümce
veriyordu. Frau von Malzahn'ın koltukları kabarmıştı çörekleri pek öğüldü diye. Kavrulmuş
yulaf unundan yaptığı bu çörekleri savaş yıllarında öğrenmişti. Kocasının emekli aylığı
konuklarını pek fazla ağırlamasına yetmiyordu.
Bu aile toplantılarında Wenzlov'un karışma mektuplarını okumak bir alışkanlık olmuştu.
Davetlilerin en gençleri, Wenz-lownn eski arkadaşları ve Alman subayları birliğinin
üyesiydi. Büi bankada memurdu şimdi. Öteki, Wenzlow'un Hannower yıllarında bu yana
en yakın dostu olan Stachwitz'di. Stachwitz, her izinli çıkışta Amalie halaya uğradı; zira
çocukluğundan beri bütün çekişmelere ve takılmalarına rağmen ona karşı nedeni
açıklanamayan bir yakınlık duyardı. Baba Wenzlow'un da, baba Malzahn'ın da demir haç
nisam vardı. Salondaküerin arasında kahverengi, ya da ak gömlekli kimse yoktu. Sadece
He.ımutun gömleğinde gamalı haç göze çarpıyordu. Helmut pek seviniyordu binbaşı
Malzahn onu Đsrarla çağırınca. Yoksa, mektuplar okunurken odada bulunmasına Amalie
hala izin vermezdi. Posdamm'daki okul yıllarını, Eltville'de vasisinin yanında geçirdiği
tatillerin tadını kaçıran ve fakat gerekli, de olan bir parçası sayıyordu. Buradaki evde,
Führer'den söz açılınca dudaklar alay eder gibi büzülür ve iki anlamlı şakalar yapılırdı.
Eltville'de ise böyle şeylere göz yumulmazdı. Eltville'deki amcanın Helmut'a açıkladığına
göre, Hitler'e kızan eski subaylar öfkelerini dolayısıyla belirtmek istiyorlardı. Hitler'in Çelik
Miğ-ferhler'i yasaklamasını bir türlü onurlarına yedirmiyorlardı. Kendi plânlarını
yürütünceye kadar birlikten yana görüneceklerdi. SS serserileri kendilerini Prusya subayı
sanıyor diye Emi-lie halanın bu konuda görüşünü öğrenmek için hep fırsat kolh-yordu.
Fakat sözünü sakınmaz olduğu halde anasının alanına ayak basmağı göze alamıyordu
henüz. Yaz izninden Eltvilîe'den dönüşlerde Helmut'un dili açıldığı ölçüde anası
suskunlaşıyordu. Bakışlarını uzun süre oğlundan ayırmıyordu çoğu zaman. Helmut, bu
bakışların anlamını kavramıyordu. Fakat, yüreğine işlediğini hissediyordu. Umut, hüzün
ve kuşku karışımı bu duygunun hem büyüliyen, hem de soluk kesen bu duygunun, aşk
denilen şeyin ta kendisi olduğunu genç Helmut bilmiyordu daha.
Helmut'un Eltville'li küçük yeğenleri ondan daha mutluylu-Iar Zira, babaları, herkes
Hitler'i alaya aldığı bir sırada onu tutmuştu. Yeğenler, bu konuda kendi babasının pek
parlak durumda olmadığını da anlatmışlardı Helmut'a. VViesbaden'de onları gülümsiyerek
karşıdan selâmlarken özellikle Helmut'a bakan güzel bir kadın göstermişlerdi. Helmut
kadını şöylesine bir hatırlar gibi olmuştu. Güzel kadının yanında bulunan yüksek rütbeli
bir SS görevlisini görünce üçü de dimdik durmuşlardı Büyük yeğen, bu kadın bir tarihte
senin anan oluyordu az daha, diye bir açıklama yapmıştı.
Helmut, bu olayları düşünürken, bir yandan da, yapmasına izin verilmiyen bir alışkanlığa
uyarak, Malzahn'larm masa örtüsünün püsküllerini birbirine düğümlüyordu. Malzahn'ın
onu çay toplantısına ısrarla çağırmasının, kolunda gamalı haç bulunan tek kişi olmasından
ileri geldiğini bilmiyordu. Malzahn, evinde yapılan toplantıların Nasyonal Sosyalist
havadan epeyT ee yoksunluğu göze çarpacak diye korkmağa başlmıştı. Bu bacaksız
oğlandan çekinecek birşey yoktu. Fakat onun cılız kolunda göze çarpan gamalı haç ne de
olsa bir belge sayılırdı. : , !v.. Đhtiyar Malzahn, Emilie halanın ve yeğeni Leonore'nin daha
önce üç kez okuduğu mektubu yüksek sesle okuyordu. Emilie hala, konukların merakla
dinleyişlerini, gözlerini biraz kısarak seyrediyordu.
«Sevgili Emilie halacığım, bizlere uzak doğuda ulaşan memleket haberlerinin ne gibi
duygular uyandırdığını orada tahmin edemezsiniz. Hitler iktidarı ele alıncaya kadar ileri
sürülen bazı korkular, ön yargılar ve hattâ benim kuşkularım şimdi ortadan kalktı
sanıyorum. Biz Almanlar yürüyeceğimiz yolun sonunda şimdi bulmuş durumdayız. Şu
anda gerçekler ve gerçekr leştirilmiş olaylar karşısında bulunuyoruz. Hindenburg'la Hit-
ier'm büyük Friedrich'in mezarı başında buluşup birbirinin elini sıkması vatanımızın
tarihinde çok önemli bir andır. Bundan ötürü hepimiz pek mutluyuz. Böyle bir anda sen
ve ben aynı duyguları beslemeliyiz, sevgili halacığım.
Almanya'nın her türlü uyuşmazlıklardan sıyrılıp örnek bir birlik kurduğu ve yepyeni bir
dünyanın eşiğine ayak baktığı bir anda oğlum dünyaya geldiği için Tanrıya şükürler
olsun!» Mektubun okunması sona erince, Malzahn'larm salonunda çeşitli sesler ve
gürültüler duyuldu. Çayı gürültüyle içmek, gırtiağmı temizlemek, fincanları tabağa
vurmak gibi. Hiç kimsenin görüşünü açıklamağa yanaşmadığı anlarda hep böyle yapılırdı.
Binlerce kilometre uzakta bulunan saygıdeğer oğul Fritz Wenzlow'un mektubu,
Hindenburg'la Hitler'in Friedrich'in mezarı başında buluşmaları üzerine az önce söylemiş,
'ihtiyar tilkinin sonu belli oldu', ya da 'Onbaşıyla yaptığı o gezintinin Ma-

reşal için hiç de hoş olmadığı' yollu sözere karşı bir. çeşlt'-ıtyar-maydı. Zira bu arada:
'Wenzlow çok uzaklardan durumu belki de daha iyi görebiliyor.', ya da 'Bu olay yabancı
ülkelerde olağanüstü bir tesir yaptı belki.' ve 'Çocuklarımız belki daha iyi bir yarma
kavuşacak.' gibi görüşler de ileri sürüldü. Đhtiyar Malzahn ise: «Göreceğiz!» dedi her
zamanki gibi. Sadece Hel-mut Klemm, hiç bir ard düşüncesi olmadan ve gözleri parhya-
rak bakışlarını mektuba dikmişti; bu satırları yazan adam karşısmdaymış gibi. Stachwitz:
«Bizim Fritz'in Tanrıya şükretmek huyu olduğunu hiç bilmiyordum,» dedi. Emilie hala
öfkeli öfkeli bir baktı.»
Malzahn'ların kızı ve Fritz Wenzlow'un karısı Đlse, uzak doğudan gelen ikinci bir mektubu
sınıfta manzume söylerken bazı yerlerinde daha çok bağıran bir genç kız sesiyle okudu:
«Sevgili yavrum - bunu okurken kızardım ve dinliyenler gülümsediler - sen benim için
hâlâ ve hep o küçük kızsın. Üç ço-luğumuzla çekilmiş fotoğrafın masamın üstünde ve
karşımda durduğu halde. Çok çetin anlar yaşadım. Kötü bir tecrübe daha edindim. Bir
akşam, Çinli tercüman Hansin Lian ve arkadaşım Boland, oturmuş iskambil oynuyorduk.
Bir ara Çinli odadan çıktı ve bir daha dönmedi, fakat ilgilenmedik. Ama, bizim Scröder'in
otomobilini alıp kaçtığını ertesi sabah öğrenince hayretler içinde kaldık. Otomobil
sonradan şosede inzibatlar tarafından bulundu. Nereye kaçmıştı? Dosdoğru güneye, kız:)
birliklerin, bulunduğu bir şehire kaçmış olmalıydı duruma göre. Bu adamı daha önceki
mektuplarımda size uzun uzun övmüştüm, önceden de sezmiş gibi bu sarı ırka
güvenümez diye bir çok defa yazdığım halde onu ötekilerden ayrı tutmuştum.
Üstlerimizin, bu konudaki uyarmalarının ne kadar haklı olduğunu şimdi anlıyorum. Dış
yanlarıyla size eşit görünseler de bu yerlilere senli benli davranmayın diye bizi sık sık
uyarırlardı. Đşin en kötü yanı, yazı masamda duran bazı yazılan da götürmüş olması. Đki
yıla yakın bir süre görevine pek bağlı çalışmış o adamın böyle bir şey yapacağını hiç
ummazdım. Bu san ark insanlannın ne denli kurnaz ve hüeci olduğunu bundan da
acıyabilirsin. Asyalıların o sonsuz sabnm da ekleyince kur-nazhklannın nasıl tehlikeli
olabileceğini bir düşün. Bura insanlarından gayri dünyanın başka hiçbir yerinde hiçbir
kimse, inanılmaz, hattâ hayvanca bir sabır ve umursamazlıkla en korkunç acılara
katlanabüir. Hiçbirşeyle ölçülemiyen ilgüenmez ve uysal görünmek ikiyüzlülüğü,
yaradılışlarında var sanki! Fakat bu tercüman gibi kültürlü ve görgülü birisinin bize daha
yakın bulunması gerekirken en aşağılık yaratıklarla birlik olmasını akıl almıyordu.»
Mektubun okunmasına ara verilmesinden yararlanan Leo-nore Klemm, hemen kalkıp
misafirlere çörek dağıttı. Kendisini yan ev sahibi saydığından bu gibi ufak tefek
hizmetlerle bir işe yaramak istiyordu. Yerine oturmasıyla kalkması bir oldu, Stachwitz'e
çay vermek için. Anasını küçümsiyerek gözden geçiren Helmut Klemm, mavi çiçekli
porselen tabağı tutuşuna baktı. Stachvvitz, Leonore'nin gizli bir heyecanlanmadan, belki
de erkek kardeşinin mektubundan ötürü, renk değiştirdiğini farketti ve : «Bu Çinli
tercüman çılgının biriymiş,» demekle yetindi. Stachvvitz, hoşlandığı biriyle nişanlıydı ve
yakında evlenecekti. Salonun bir köşesine çekilip yabancı gibi hiç konuşmadan oturan
Leonore, en iyi arkadaşının kızkardeşiydi ve onu konuşturmak istemiyordu. Başka lâf
bulamadığı için: «Çinli neden ötürü böyle yaptı?» diye sorunca, Leonore : «Bunu ben de
merak ediyorum.» dedi. «Fakat bunu kim açıkhyabilir aramızdan?»
Đlse Wenzlow, hayretler ve tenkitlerin bitmesini bir süre bekledikten sonra, mektubu
okumasını sürdürdü :
«Sevgili yavrum, hemen hemen dost bildiğim bu adamın böylesine ihanetinden sonra ne
denli sarsıldığımı anlarsın. Bizimkilere kavuşacağım ve seni kollanma alacağım günü
gittikçe daha çok özlüyorum. Bu yabancı ülkede görevimizin bir sürü sorunla yüklü
bulunduğunu yazdığım şu olaydan anlamış-snıdır. Bunlar öyle sorunlar ki, bütün iyi niyetli
davranışlarımiza rağmen çözümlenmesi elimizde değü. Oysa bizleri büyük
görevler bekliyor. Kızıl bölgeyi bir kaleler zinciriyle ve yürü-
'yüşe uygun yollara çevirdik.. Kızılların direnç yuvalarını hava-
dan dağıtmak için hava alanları yaptık. Şangay'da Japonlara
kargı ölesiye çarpışan askerlerden seçilmiş birliklerle destek-
lendik. Bura şartlarına göre disiplinli sayılan bu birliklerin
memleket içinde düzen sağlamak yerine kuzeyde kızıllara kar-
şı kullanılmasını istiyenler de Var. Fakat general önce iç düzeni
sağladıktan sonra dış düşmanlarla uğraşmağı daha doğru bu-
lan zeki bir asker. Bütün bu pürüzlü sorunları yeni tercümanla
konuşamıyorum, zira hiç Almanca bilmiyor ve güvenilir bir
adama da benzemiyor. îngilizcesi de yeterli değil. Ondan ter-
cümanın yaptığını hatırladıkça, adamın yırık gözlerini hiç unu-
tamıyorum. Ne var ki, yerine getirilmesi gereken bir sürü gö-
rev bizi bekliyor. Sizleri yine göreceğim gün pek sevineceğimi
şimdiden düşünmeğe başladım. Benim tatlı sevgilim, bütün bu
olup bitenlerden sonra seni, bütün kadınların en temizi ve iyisi
olan seni kollarımın arasına almak özlemi içinde geçiyor gün-
lerim.» ; '
Đhtiyar Malzahn : «Mektupta her yazılı olanı bize okuman gerekmez,» dedi. Stachvvitz de
: «Aslında mektuba herşey yazılmaz,» diye lâfa karıştı. Mektubun okunması bitince, az
önceki mektupta olduğu gibi, çay takımlarının gürültüsü ve fısü-tıyla konuşmalar
yükseldi.

II!

Tamirettiği pabuçları müşteriye vermekten dönen Christian Nadler, şoseden ayrılıp tarla
yoluna sapmıştı ki, gölün ötesine gidecek bir sürü işçi arkasından yetişti. Đstasyona kadar
yürümekten ve hergün tren parası ödemekten kurtulmak için birlik olup motorlu eski bir
kayık tutmuşlar ve bunu Chris-tian'ın iskelesine bağlamışlardı. Aralarından biri, Wolpert
adlı bir işçi, Christian'a ayak uydurdu ve her ikisi de ötekilerden biraz ayrı kaldı.
Wolpert: «Bana bak, Nadler!» diye başladı. «Senin kulübenin arka kapısını bu gece
kilitleme. Kapını açık bulacak olanlar namusuna dokunmazlar, merak etme!»
Christian, Wolpert'e yan gözle bakıp sustu. Onun böyle davranmasından memnun
görünen VVblpert: «Kulübende ortada unuttuğun bir parça jambonu farelerin dişlediğini
yarın sabah öğrenmiş olacaksın,» diye devametti. «Fakat bundan ötürü de aşırı
üzüimiyeceksin, anlaşıldı mı?»
Wolpert, Christian'ı geride bırakıp ötekilere yetişti.
Christian Nadler kulübesine vardığında, işçilerle dolu motorlu kayık iskeleden ayrılmıştı.
Akşam ışığı vurmuş göl sularında iz bırakıyordu arkasından. Motörü kullanan VVolpert'in
çevresinde bütün işçiler toplanmıştı. Havaya sinmiş hafif bir benzin kokusu uçup gitti. Đşçi
yüklü motor, akşamın bir parçasıymış gibi olağanlaştı. Christian'm kafasına VVolpert'in
koyduğu bir sürü düşünce, motorun patpatları gibi yavaş yavaş dağıldı ve az sonra da
motor büsbütün durdu.
Christian'm kulübesinin önünde keten bir torba içinde tavana asılı bir jambon
sallanıyordu. Christian, jambondan önce bir parça, sonra bir parça daha kesti. Bir dilim
de ekmekten kesti. Ekmeğin kalan parçasını ve jambonu boş bir konserve kutusuna
koydu. Sonra bunu, her çeşit öteberiyi ve odunlarım koyduğu yan bölmeye götürdü.
Atölyesine açılan kapıyı içerden sürgüledi. Daha sonra, iskeleye açılan kapı ağzında
oturup akşam loşluğu çöken gölü seyrederek karnını doyurdu. Karşı kıyıda ilk, ışıklar
küçük küçük kıvılcımlar gibi pırıldamağa başlamıştı. Motorun gölde bıraktığı kırışıklıklar
öylesine kaybolmuştu ki, yeryüzünün hiç bir yerinde en küçük bir izlerine rastlanamazdı.
Christian, yürümekten pek yorgun düşmüştü. Kerevetine uzandı ve hemen uyudu. Böyle
bir gecede uyanık

bulunmanın en uygun biçimi, uyumak, diye düşünmüştü.


Omuzundan sarsılarak uyandırıldı. Wilhelm Nadler: «Bir tarla faresi gibi uyuyor,» dedi. Bir
başkası da: «Bütün köy sarıldı.» diye seslendi. Birisi ıslık çaldı. Dışardan içeriye birkaç
delikanlı öyle bir saldırdı ki, kulübe çatırdadı. Christian yattığı yerde doğruldu. Yattığı
yerle odunluk arasındaki kapı ağzında bir kaç saniyede SA gençleri bir yığın oluvermişti;
ortalarına sıkıştırdıkları birseyin ne olduğu seçilemiyordu. Az sonra, ağabeyi: «Dikkat!»
diye bağırıp onları ayırdı, bacaklarından tutukları birisini atölyeye sürüklediler.
Sürükledikleri adamın kafasını tekmeliyorlardı. Yatağında oturan Christian, yerde
sürüklenen adamın şimdi kendisinden yana dönük yüzünü görüyordu ama, kan içinde
olduğunda tanınır gibi değildi. Christian eğildi ve bir çift ayakkabıyı yatağın altına itti, ne
yaptığının farkında olmadan. Đşte tam bu sırada, bir karış ötesinde duran kan içinde
surattaki gözlerle karşılaştı. Tanımıştı. Yine Strobl'di. Onbeş yıl önce ağabeyinin yanında
çalışırken arada bir ahırda birşeyler verirdi karnı doysun diye. Sonraları bir süre mobilya
fabrikasında çalışan bu oğlana köylüler pek kızıyordu, seçim sırasında beyanname
dağıtıyor diye. Hattâ bir defasında ağabeyinin ahır kapısına komünistlerin seçim afişini
yapıştırmıştı. Köyünden SA'lar geçerken Wilhelm'le alay eden de yine o olmalıydı. Wilhelm
kendisine ateş edinin yüzde yüz o olduğunu ileri sürüyordu. Naziler iktidara gelince,
Wilhelm ve arkadaşları Strobl'in kız kardeşinin evine saldırmışlardı, ama oğlan çoktan
kaçmıştı. Onu bulamayınca eniştesini müthiş döğ-müşlerdi. Fakat Strobl bütün bunlara
pabuç bırakmamıştı. Köye gizlice sokulmaktan da çekinmemişti. Hattâ şu mart
seçimlerinde bütün seçim kulübelerini SA'lar beklediği halde bir yolunu bulup kızılların
seçim afişini Wilhelm'in ahır kapısına yapıştırmıştı.' Wilhelm onu ille ele geçireceğiz diye
and içti bunun üzerine. Bu andına bağlı da kaldı. Strobl de memleketin güneyine neden
uzaklaşıvermemişti ? Gölün kıyısında yaşıyan köylüleri ne diye kışkırttı Hitler'e karşı?
Wilhelm ve çetesiyle alay etmek ister gibi yapmadığını bırakmamıştı. Đzi bulunup da göl
çevresindeki bütün köylüler arkasına düşünceye kadar sürdürmüştü bu davranışlarını.
Şimdi ağzmdan oluk gibi kanlar akıyordu; gözünün ucuyla Christian'a baktı bir an.
Christian, çeteyi benim çağırdığımı sanmaz her halde, diye düşündükten sonra: «Ben
uykudaydım sahiden!» dedi elinde olmadan.
Wilhelm: «Hem de ne uykusu ! Verin şu teli bana» dedi ve Strobl'in göğsüne oturdu
bütün ağırlığıyla. Bundan ötesi çabuk oldu. Strobl'in ayaklarına bir kaç metre tel sarıp
ucuna bir taş bağladılar. Sonra, dışarıya taşıyıp iskeleye götürdüler ve oradan da çöp diye
sulara bırakıverdiler.
Wilhelm : «Şimdi herkes ayrı ayrı evine dönsün!» emrini verdi. Kendisi biraz dalia kaldı.
Tarlalardan geçerek evlerine dönen SA gençlerinin yüksek sesle türküler okuduğu
duyuluyordu. Wilhelm, kulübede kalmış en son adamına: «Haydi çabuk ol.» dedi. «Bizi
soranlara Stabsdorf'da kiraz bayramından geldiğimizi söylersin. En iyisi, şimdi hepimiz
çabuk oraya gidelim.» Christian'a da : «Sen de yine güzel güzel uyumana devam
edersin.» dedi. «Koca bir bebekten farkın yok. Herhangi bir kimse sana birşey sorarsa,
uykuda olduğunu, hiç birşey duymadığını ve hiç birşey bilmediğini söylersin. Bundan
fazlasını ha-tırııyacak olursan, şu iskelenin altında sularda yatan o küçük serserinin yanım
boylarsın. Burada bol bol taş bulunuyor, sende de koca bir kangal daha tel var.»
Christian, açılır - kapanır karyolasına uzandı. Đstasyona
doğru uzaklaşanların okuduğu ezgilere Wilhelm'in de ıslıkla ka-
tıldığı duyuluyordu. ...
Gece sessizdi ; açık kapıdan ay ışığı giriyordu. Elbise askılarının sivri uçları, kunduracı
makinesinin tekerlekleri, dikiş teli yumağı, nasıl da gümüş gibi parlıyordu. Sırtüstü hiç
kımıldamadan yatan Christian, gözlerini hiç ayırmadan tel yuma-

Scanned By hlecter

ğina bakıyordu. Strobl'in bu arada boğulduğu yüzde yüzdü. Christian iskeleye gidip
sandalın kancasıyla Strobl'i araştırmak istediğini duydu. Fakat Wilhelm ve aşağılık
adamlar yolda birkaç defa arkalarına bakacağı ve onu iskele başında görünce de dönüp
gelecekleri muhakkaktı. Böyle hareket etmekle zavallı oğlana hiçbir yardımı
dokunmıyacaktı. Christian ona çok önce söylemişti sonunun kötü olacağını. Bu Wilhelm
gibi itlerle işin şakası yoktu. Birisi ellerine düştü mü, basıp tekmeyi öldürürlerdi. Ah
Strobl, sen küçümsedin bu Wilhelm'i. Kafası senden çok daha az işler ama, senden daha
güçlü, insanların yaşaması, ya da ölmesi bu gibilerin elinde şimdi.
Peki ama o böylesine bir gücü nereden buluyor? Ona kim verdi bunu? Strobl'in bacaklarını
telle sarıp taş bağlıyarak göle attırmaktan çıkarı olan aşağılık herif kimdi? Christian'm
kafasına bir sürü düşünce üşüşmüştü.
. Christian birkaç gün sonra Wolpert'e rastladı; kulübesinin önündeki iskelede kayığın
motorunu çalıştırıyordu sakin sakin. Yol işçileri ıslık çalarak onu bekliyordular. Wilhelm,
çeneni tutmazsan başın belâya girer, diye bir daha gözdağı vermişti kardeşine. Christian,
iskelenin altında çürüyen delikanlının az sonra uzaklaşacak motördekilere birşeyler
seslenmesini beklemiş gibi, Wilpert'in manivelayı çevirmesine bakıyordu; Walpert'in kısa
bir sorusunu: «Tulum gibi uyudum.» diye cevaplandırmakla yetindi.
Ertesi sabah taburesini saçağın altına koyup oturdu. Ölüye daha yakm bulunmak hem
rahatlatıyor, hem de acı veriyordu. Strobl şimdi kumlara öylesine gömülmüş olmalıydı ki,
suların altında bile hiçbir izi ve belirtisi kalmamıştı. Evet, Strobl onun sözünü dinleyip de
hiç sesini çıkarmasa ve göze batacak davranışlardan kaçınsaydı ! Bu öküzlerin elinden
kurtulmanın başka yolu yoktu.
Bu dünya şöyle, ya da böyle bir dünyaydı ama, sağlam bir yanı olacaktı herhalde.
Dünyada olup bitenleri hiç yanılmadan izliyebilen bir çift göz bulunmalıydı bir yerlerde.
Strobl böyle çürüyüp gidemezdi gölün dibinde. Christian hiç alışık olmadığı ve yakasını
bırakmıyan bir terdirğinliğe kapıldı birden; birisine anlatmalıydı olup bitenleri. Gerçek, bir
taşa bağlanıp1 suyun dibine atılamazdı. Suyun dibini, hattâ gölün dibindeki küm* larm
altını da görebilecek birisi bulunmalıydı bu dünyada. Eğer Tanrı, denildiği gibi herkesin
yüreğini okuyabiliyorsa, gölün dibini de görebilirdi. Gerçi böylesine derin bîr gölün dibini
görebilmek insanların yüreğini okumaktan çok daha zordu, çok dahr, güçlü gözler
gerektirirdi.
Christian rahibin kunduralarını tamir etmişti. Bir ipe bağ-
layıp omuzuna attı. Öyle ya, rahip mesleği gereği Tanrıyla da-
ha sık alış verişi Olan kişiydi
Rahip, her zaman oturduğu yerde oturuyordu. Dr. Martin Luther resminin altında. Büyük
kızı babasının yazı masasındaki vazoya bir demet şebboy koymuştu. Christian'm eski
kunduralar elinde kapı ağzında kararsız durduğunu gören rahip: «Ne haberler var,
dostum Nadler?» diye sordu. Christian: «Sayın rahibe çok önemli birşey sormak
istiyorum,» cevabını verdi. Rabip: «Sor bakalım!» deyince, o da: «Şu sıra bazı bazı öyle
şeyler oluyor ki, insan tek başına ne diyeceğini bilemiyor,» diye başladı. Rahip,
ağabeyiyle kavga etmiş olmalı, diye düşündü; Christian ile Liese üzerine köyde uzun süre
dolaşan söylentiyi hatırlamıştı. Köylülere her biçim dünya işinde akıl verip yardım etmenin
mesleği gereği olduğunu biraz da böbürlenerek düşündü. Bu düşünceyle: «Haydi oğlum,
açıl bana!» diye onu yüreklendirdi. «Burada konuşulan hiçbir şey dört duvarın dışına
çıkmaz.»
Çekingenliği giden Christian'm dili çözüldü ve o gecenin olaylarını anlatmağa başladı.
Kardeşinin Strobl'in göğsüne oturup kendisinden tel isteyişini anlatırken rahibin yüzü bir
tuhaflaştı, önce pek anlıyamadığı bir hal aldı. Korkudan çok yalvarışa benziyen bir yüz
anlatımıydı. Christian anlattıklarına ara verip: «Sayın rahibin belirttiği gibi burada
anlatılan herşey dört duvar arasında kalır elbette!» dedi. Rahip, çabuk çabuk:
«Elbette böyle, Christian Nadler,» cevabını verdi. «Fakat baş-kalarınınm önünde
söylemek yüreklüiğini gösteremiyeceğimia şeyleri bu duvarların arasında da ağzımıza
almalıyız işte bundan ötürü. Günah çıkarmak, katiller her cinayeti işledikten sonra yüce
Tanrı bütün suçlarını bağışlar anlamına gelmez. Gerçekler bizim önümüzde yüksek sesle
söylenebilmelidir. Yüksek sesle ve herkesin yanında söylenebilecek gerçekler bize
açılmalıdır.»
Christian öylesine şaşırdı ki, alışkanlığını unutup rahibin yüzüne bakıverdi. Rahibin
gözlerini yere indirdiğini görünce elini kapmın tokmağına uzatarak: «Çizmelerinize fazla
bir tamir gerekli değil.» dedi. «Tabanın aşınmış yerlerine pençe vuracağım. Rahat bir
soluk almış olan rahip : «Çok doğru söylüyorsun evlâdım.» cevabmı verdi.
Christian kulübesine dönerken içinden atıp tuttu kendine. Bir ölünün pek yakınında ve
saçağın altında taburesinde oturmakla başına işler açmıştı. Rahip pek korkmuştu, tatsız
şeyler anlatmasına ses çıkarmazsa işler elden gider diye. Rahip böyle korkunç ve aşağılık
olayları belki de ük ondan dinlemiyordu. Bu düşünceyledir ki, o da, Wuhelm'e kargı
borçlarından ötürü davrandığı gibi yaptı, işi aptallığa vurdu; daha doğrusu öylesine
aklından çıkardı ki, böyle şeyler geçmiş olabileceğine kendisi de inanmaz oldu.

Hava o gün pek sıcaktı. Yol işçileri akşam üzeri motorie köylerine dönerken Christian hâlâ
saçak altında oturuyordu. Gözü Wolpert'e ilişince, onun gerçeklerden ürkmiyen bir insan
olduğunu düşündü. Yoksa, yine mi yanlış birşey yapacaktı? Gölün dibindeki ölü aklım
başından almıştı belki! Christian, hiç kimsenin işine yaramıyacak bir gerçeği ille de
birisine söylemem gerekiyor gibüerden bir saplantıya mı kapılıyorum, diye düşündü.
Kendine kızmasına rağmen, el sallıyarak Wolpert'i yanma çağırdı ve: «Bana bak
Wolpert!» dedi. «Sizin Strobl yola falan gitmedi. Naziler onu öldürdüler döğerek. Wilhelm
de vardı bunu yapanların arasında. Onu suya fırlattılar, ölüsü iskelenin altında, suların
dibinde.»
Tabureye eğilerek bu sözleri dinliyen Wolpert, yerinden doğrulurken kaşlarını çattı. Yüzü
sapsarı olmuştu. Christian da birden saranvermişti. Wolpert tam o sırada motöre dikkatle
binen arkadaşlarma baktı. Sessizce bir düşündü hepsini bir bir. Hitler işbaşına geceli
hepsinin davranışım, bütün yanlarıyla çabucak bir gözden geçirdi. Kimisi
suskunlaşıvermiş, kimisi kurnazlaşmıştı. Bazıları korkaklaşmış, bazıları aşırı dikkatli
olmuştu. Şu anda motorun sıralarına çömeliveren bu insanların: «Bu Hitler bir
başarabileceğe benziyor,» ya da «Ben böy'e olacağını size çok önce söylemiştim.» veya
bunun tam tersi: «Ne becerebilir? Birinde çaldığım ötekine armağan edecek.» gibi
basmakalıp görüşleri vardı.
Wolpert: «Birşeyler yapıp yapamıyacağımızı ve ne yapabileceğimizi bu gece bir
düşüneyim,» dedi. «Onu bulabüir miyiz acaba? Onu nasıl bulacağız? Seninle biraz
ahbaplık etmişti? Bir defa söylemişti bana, bu Christian bazı bazı pek dürüst ohıyor diye.»
Wolpert, Christian'm birden davrandığını görünce: «Seni göklere çıkarmıştı demedim.»
diye açıkladı. «Bu Christian da hilecinin biri ama, bazı bazı yine de daha başka bir hali
var, demişti sadece. Eh, senin için bir tarihte böyle düşündüğüne göıe yakınında
bulunmağa bir süre katlanmalısın.»

IV

Hans, Emmie'lerin oturduğu eve uğramağı göze alamıyor-du bir türlü. Vicdanının sesi
genç kızın basma neler geldiğini öğrenmen gerekir diye yakasmı bırakmıyordu. Vicdanı
geceleri «Haydi, git oraya!» diye sesleniyordu. Hans, korkuyorum, cevabım veriyordu. Bir
gün anasına: «Emmie'lere bir uğ-

rayıp sormam gerekmez mi?» diye akü danıştı. Marie pek korkmuştu:' «Neden?» dedi.
«Oraya uğrarsan. hemen tanınırsın, ıkı-za da hiç bir yardımın dokunmaz.» Hans, oğlu için
tasalanan anasının yanlış öğüt verdiğini anlamıştı. Hans'm çocukluk karyolasının ayak
ucunda oturan küçücük bir adamın her zaman onun iyiliğini düşündüğünü anası bir
tarihte göstermişti. Fakat ananın yükü ağırdı, bütün ailenin tasası ona düşüyordu^
- Hans bir gün otobüsçe iki SS arasına düştü. Bunlardan
biri: «Şu bizim Hans'a bak!» dedi. «Heil Hitler! Şimdi ne yapı-
yorsun?» Hans, kırmızı ve geniş yüzlü SS delikanlısını tanıdı.
Soygun işinde iki çocuğu kullanan Fritz'di :
«Altı yıl sonra ilk defa bir iş bulabildim. Benimle inersen otobüsten sana birşey
ısmarlarım. Hem bilsen, bizim ihtiyarın bile burnu sürtüldü. Önce sövüp saydı, bütün
hükümetlere yaptığı gibi. îyi bir şeye inanabilmeği unutmuştu. Fakat iş bulup eve
dönünce pek şaşırdı. Şimdi kendisi de işe gireceği için hâlinden pek memnun. Adolf
Hitler'in ötekilere pek benzemediğini faı kefmiş buluyor. Bizler için tasalanmaktan
kurtulalıberi anam da iyice gençleşti. Erkek kardeşim Kari henüz bir işe girmedi amma,
çalışma kampında hep karnı tok, hem sırtı pek olduğundan bize hiçbir yükü yok. Bir süre
o da bir iş bulacak bu gidişle. Emnie'yi merak ettin? Hayır, o bizim evde değil. O olaydan
sonra eğitim yurduna yerleştirdiler devlet hesabına. Orada ak-hbasmda bîr kız olarak
yetiştirecekler. Şimdi heryerde yepyeni bir ruh var. Siz çocukların o kötü sistem
yüzünden nasıl da mahvolduğunuzu şimdi biliyor başımızdakiler. Sizleri o yüzkarası
devlete karşı kışkırtırken içimiz rahattı. Emmie gibi yüzsüz bir bacaksıza biraz sert
davranılması hiç de fena değil. Serbest bırakıldığı gün bambaşka bir dünyayla
karşılaşacak. Hah, bir dondurma dükkânı. Đn bakalım., delikanlı! Olmaz mı? Tam saatinde
bir yerde bulunman mı gerekiyor? Ben burada iniyorum. Heil Hitler!»
Hans da inebilirdi o durakta ama, yalnız kalmağı, Fritz ile dondurmacıya gitmekten çok
daha uygun buldu. Sabahın pırıl pml aydınlığında yol alan dolu otobüs içinde giderken
kendisini rüzgârlı bir ormanda sanıyordu. Oturdukları apartmanda da bu Fritz'm okuduğu
palavraları tekrarlıyanlar vardı. Bayan Melezer: «Bay Geschke, oğlunuz Franz uzağı
görmüş sanırım!» diyordu. «Hitler ne yapacağını bilen biri.» Hattâ oldum olası sersem
karının biri olan Emilie hala bile, arada bir: «Sizin Franz'm nerelerde sürttüğünü ben
biliyorum,» diyordu. «Oğlanın burnu koku alıyormuş!» Franz da, kahverengi gömleği
sırtında, pek keyifli dolaşıyor ve babasının omuzuna vurup : «Aşırı öfkelenme sakın!»
diyordu. «Dünya işlerini yürütmeği biz gençlere bırakın biraz da.»
Franz, kendisinden daha büyük bir arkadaşının tavsiyesiyle Bock makine fabrikasına
yerleşmişti. Çıraklık öğrenimi için verecek parası yoktu ama, hem çalışıyordu, hem de
para kazanıyordu. Sonra, da akşam okuluna gönderildi. Hans, geceleri yatağında çoğu
zaman uyur gibi yapar ve Franz'ın boyunu, omuz genişliğini, kulaçlarının uzunluğunu,
hattâ kafasını girdice ölçüp hepsini bir bir ve büyük bir ciddilikle not alışını seyrederdi.
Franz'm ölçüleri SS olmak için yeterli olmuyordu bir türlü. Emniyet müdürlüğünde, ya da
benzeri bir örgüte de almıyorlardı. Bundan ötürü pek kızıyordu babasına. Onu suçluyordu.
Zira Franz, ailesinin yanında oturuyordu ve bu ailenin durumu da resmi raporlara göre
belliydi. Babasının yıllarca sosyal demokrat örgütlerde çalıştığı ortadaydı. Franz'a
güvenebileceğinin tek belgesi, iş yerinde birlikte çalıştığı kişilerin, davranışları üzerine hiç
aralıksız sunduğu raporlardı.
Hans, şimdi gençlik konuk evlerine de gidip rahatlıyamaz-dı. Zira Nazi yönetimi, oraların
kapısına da damgasını basmıştı. Bütün yüreğiyle bağlandığı dostları da elden gitmişti.
Zaman zaman mutlu olduğu o gençlik yurtlarını, yakın arkadaşlık kurduğu Emmie'yi
elinden almışlardı. Yıllar yılı bağlandığı sevgili öğretmenini kimbilir nerelere
göndermişlerdi! Martin adını taşıyan o yabancı inanılması güç bir anı olmuştu sadece.
Babası eskisinden daha da ters ve öfkeliydi. Anasının gözleri hâlâ sakindi. Hans, polis
korkusuna, açıldığı geceden beri daha da bağlanmıştı anasına. Ne var ki, Hans'a gerekli
olan güçlü, alışılmamış, hattâ biraz vahşice bir sevinçti? Sevinçsiz bir hayat olamazdı.
Genç ve yaşlı herkesi yuvasına çeken o çarpık bacaklı melun örümcek bu gerçeği iyi
biliyordu. Bayraklarda dalgalanıyor, okulların kara tahtasına geçiyor ve fabrika
duvarlarında görünüyordu. Kafası kelmiş gibi bir kenarda boynu bükük durmaktansa
Hitler gençliğinin kır gezilerine, oyunlarına, kavgalarına katılmak elbette daha
neşelendiriciydi. Bütün şehrin kutladığı şenliklere gitmeyip kül kedisi gibi her zaman bur
köşede durmak hiç de hoş değildi. Bayraklarla donatümış şenlik içinde Berlin'in her
köşesinde, her yanında kömür karası ve kısılmış bakışlı bir çift göz görüyordu; ortalıktan
kayboluvermiş o yabancı dostunun gözlerini. Ellerini arkasında kavuşturmuş dostu onu
alaycı bir hüzünle süzüyordu. Tam karşısındaki büyük afişte de Hitler bakıyordu ona.
Kollarını göğsünde kavuşturmuş olarak.
Hans, Alek3andrin caddesinde bir tarihte Martin'in oturduğu apartmanın önünden
geçiyordu. Ev kasvetli ve bomboş göründü. Martin'in yüzünü perdeler arasından onu
gözler bulmağı şu anda nasıl da istiyordu! Oysa pencereler de apartman kadar ıssızdı. Bir
çok sokağı hızlı hızlı geçip Walter caddesine vardı. Kız kardeşi şimdi burada oturuyordu.
Helene'nin kocası ve kocasının ailesiyle birlikte oturduğu bu evde dost Martin'-den bü-
şeyler vardı hâlâ. Hans, kız kardeşine uğramaktan pek hoşlanırdı. Bu evde herşey eskisi
gibiydi. Đhtiyar Berger, biz ikimiz, sen ve ben eski tanışlarız demek ister gibi kafasını
sallardı. Oskar'm upuzun boyunlu anası da, yuvarlak yuvarlak kuş gözleriyle
doğruluyordu kocasını. Evin en iyi odasını büyük oğulla geline ayırmışlardı. Zira Helene
bir çocuk bekliyordu. Helene, babasının evindekinden çok daha neşeliydi. Bir zamanlar
neden üzgün yaşadığım çoktan unutmuş bir hali vardi; geldiği bu evin havasına
alışıvermişti. Kayınbabasıyla Helenebeşliyordu bütün evi; üstelik herkesin yardımına da
koşuyordu. Kocasının işi azalmıştı. Okuldan ayrılmış olan küçük bacanağı Oskar, dost bir
hekim sayesinde bir yolunu bulup dönmüştü iş kampından; hâlâ bastonla ve topallıyarak
dolaşıyor ve dizkapağını kırmış sanısını uyandırıyordu.
- . Geschke, homurdanmalarıyla bütün komşuları kaçıralıbe-ri evlerine kimse uğramaz
olmuştu. Helene ve yeni ailesinin mutfağı ise herkese açıktı. Burada herkes düşüncesini
söyliye-büirdi ve hiçbir tehlike gelmezdi. Bütün apartımanda güvenile-miyecek kişiler
sadece yeni kapıcıyla karısıydı. Helene, çalıştığı lüks örgücü dükkânından yüksek rütbeli
SS çevreleriyle ilgili hikâyeleri anlatıyordu. Öylesine şakacı konuşmasını büi-yordu ki,
komşuları her akşam kahkahadan kırıp geçiriyordu. Berger de kendi iş yerinde onarımı
nasıl berbat ettiklerini ve başlarına getirdikleri güvenilir Naziden böylece nasıl
kurtulduklarını çabuk çabuk anlatıyordu. Đşte böylece, Berger'in mutfağında herkes,
Hitler'le kendine göre alay ettiğini sanıyordu. Mutfaktaki bu havaya bakılınca, Hitler'in
gülünç düşmüş, atlatılmış ve yenilgiye uğramış olduğunu sanmak gerekirdi.
Hans, kendi evinden daha çok seviyordu Berger'in mutfağında oturmasını. Nerde
bulunursa bulunsun hep heyecanlı ve tedirgindi ama, hiç belli etmiyordu. Oskar ise, asla
heyecanlı ve tedirgin olmadığından, gizliyecek birse yi yoktu. Başbaşa kalmak için yatak
odasına çekilip, gerek hayatın bütünü, gerek günlük olaylar üzerinde birbirlerine danışıp
kararlara varırlardı. Đlcisinin de yarınlarıyla ilgiliydi bunlar. Oskar, meslek okulu ve
çalışma görevini düşünüyordu. Hans da okuldan ayrılıp bir zenaat öğrenmek olanağını.
Hans, dostunun bu bomboş ve çıplak odasında — arkadaşının gözlerinde parıldıyan küçük
küçük kıvılcımlar bile seçilmezdi — çeşitli meslekler ve buluşlar hayal ediliyordu.
Tesviyecilik için gerekli parayı arada bir ış bulup çalışabilen babasından koparamazdı.
Kendi işlerine bir çözüm yolu bulmak, bütün insanlığa yararlı plânlar kurmaktan daha
güçtü. Yatak odasının bir köşesinde düşünerek, eski ar-

kadaşlarından bazılarıyla Hitler gençlik örgütüne girmeği — ve aralarında sıkı bir işbirliği
kurmağı kararlaştırdılar. Onların tutuklanması sözkonusu olamazdı. Zira güvenilir gençler
sayılıyorlardı. Kötü şeyler gelmezdi başlarına. Birbirlerini de ele vermezlerdi. Đçlerinden
hiç biri iş, mevki ve para hayırına Nazilere geçivermezdi. Onların hiçbiri tutuklanmak
korkusuyla ihanet etmiyecekti. Açlıktan da korkutuyorlardı. Saçlarının birden aklaşacağını
ve dişlerinin dökülüvereceğini akıllarına getirmedikleri kadar olsun düşünmüyorlardı
günün birinde açlık korkusuna kapılacaklarım.
Bayan Berger: «Karanlıkta ne yapıyorsunuz başbaşa?» diye seslendi ve uzun boynunu
kapıdan uzattı. Bir tava dolusu patates böreği getirmişti.
Geschkeler hep birlikte akşam yemeğinde oturmaktaydılar. 'Paça ve lahana vardı. Franz
eskiden arada bir kazandığı paraları ailesinden gizlerdi. Şimdiyse kazancından Hitler
gençliği için ayırdığı paylar sonrasını hiç direnmeden eve veriyordu. Hattâ örgütleri,
Alman genci kendisi de bir aile kuruncaya kadar evine yardım eder parolasını
benimsemişti. Gaschke, paçayı çiğnerken yüzünde yine eski yılların umutsuzluğu vardı.
Marie: «Tuzu mu az olmuş?» diye sordu ve : «Şimdi hiç değilse iyi şeyler yiyebiliyoruz sık
sık.» açıklamasını ekledi sözlerine. Geschke, iyice sıyırdığı kemikleri fırlatıp attı. Oysa
böyle birşey yapmamıştı bugüne kadar. Marie; «Ne oluyorsun?» diye sordu. Geschke,
bütün düşüncelerini kendisine saklamak alışkanlığını unutuvermiş gibi boşandı:
«Önce tuttular sözlerini. Elimize geçen parayı arttırdılar. Sözlerini tutmuşlardı. Bizim
dediklerimizi yapıp kızıl bayrağı ortadan kaldırırsanız her gün domuz paçasiyla lahana
yiyebilirsiniz hattâ, demişlerdi.»
Ayağa kalktı ve az önce fırlattığı kemikleri aldı :
«Bunların yeri çöp kutusu. Biraz daha yağlı yerleri var ama bende dişliyecek güç yok. Bir
köpeği sevindirsinler.»
Marie : «Birkaç kuruş daha kazanabiürsinî» dedi «Senin
davranışına bağlı!» . , ; V».
«Öyle! Bana bağlı! Bana bir bağış yapmıyacaklar, hakkı-, mı verecekler. Bunun karşılığı,
borçluluklarımı sunarım demek istemem. Hakkım olanı bana vermiyenin çenesini
dağıtırım. Geçen sefer haftalık zarflarımı alanların Hitler'i nasıl övdüklerini görmeliydin!»
. ; Marie : «Ya sen?» diye sordu. «Bana anlattıklarını onlara da söyledin? Bunu
yapmamışsındır. Yoksa, şu domuz paçasını şimdi burada yiyemezdin. Hattâ eve bile
dönemezdin. Orien-burg kampını boylayıverirdin.»
; Geschk, sakin sakin: «öyle!» dedi. «VValIau şimdi o
kampta. Bir mayısta gamalı haçlı bayrak asmadı diye. Triebl'i
döve döve öldürmüşlerdir çoktan. Bu işler böyle. Sen de söylüı
yorsun ya! Toplanma kampına gitmeğe niyetim yok.»
Yüzünü elleriyle örttü yine. Marie, tabağı çekip aldı koca-
sının dirsekleri arasından. Mutfağın elektriğini açma zamanı
gelmişti. Komşu apartmanların ışıkları, pencere pervazının
gölgesini, bomboş yemek masasına yanlamasına vurdurmuştu.
Marie, oğlunun ayak seslerini duydu merdivenlerden doğru,
Gelen, büyük oğlan değil, Hans'tı, Bu akşam sırtına giydiği
yeni gömleğin kolunda gamalı haç vardı. Marie bunu görünce
biraz sarardı. Geschke bir süre baktı. Ana, hiç konuşmadan
yemeği ısıttı. Geschke, dua eder gibi ellerini masaya koymuş*
tu; şimdi de çocuklarımı birer birer elimden alıyorlar, diye dü-
şünüyordu. Geschke, başını kaldırıp oğlana öfkeyle bir baktı
ve bana ne bu bacaksızdan diye, aklından geçirdi. Benim kar
nımöan değil. Benim derdim bana yeter, oğlan yediğinin ne
olduğuna bile bakmadan tabağı boşaltıyor. Hans -farketmiştî
babasının tiksinir gibi baktığını.
' Hans babasını biraz küçümserdi hep. Her zaman ve her» şeye. amin deyip hiç
kımıldamadığı için. Fakat şimdi kolundaki gamalı haçtan ötürü hor gören-Geschke'ye
saygı duyuyordu -âdeta. Babasına açılmamak için kendini zor tuttu. Ama sonra,
arkadaşlar . arasında birbirlerine : söz. , verdiklerini hatırla^,
Babasının ağzından bir lâf kaçırması, komşuların gevezeliği bütün işleri berbat edebilir
diye direnen kendisiydi.
Gesehke de, Marie'yi gencecik bir yüz, taptaze göğüsler ve karnı burnunda gebe,
almıştım diye düşündü; benim oğlum sayılır, çaresiz. Üzüntü vermesi de çaba. Hans,
babasına birden saygı duymasının nedenini söyliyemiyeceğine pek kederlendi Susmak,
her hangi bir teşebbüsü yapmaktan daha güç gelmişti. Paçayı ağır ağır dişlerken,
arkadaşlarının da kendisi gibi babalarının ve tanışlarının tuhaf tuhaf bakışlarına katlanmak
zorunda bulunduğunu aklından geçiriyordu.
Gesehke oğluna bir daha bakmadı. Pişmanlık duyacak birşey yaptığını da pek
bilemiyordu. Kendini kötü bir davranışla^ ne de korkaklıkla suçhyabilirdi. Hattâ son mart
seçimlerinde Nazilerin gözünden birşey kaçmadığı halde o yine her zamanki gibi oyunu
kullanmıştı. Bu uğurda hiç birşeyden kaçınmamıştı. Ne paradan, ne kan dökülmesinden,
ne de kurşunlanmaktan. Şu halde ne vardı üzülecek? Suçluluk duyacak ne yapmıştı.
Triebl, bir defasmda, senin o kör olasıca uysallığın yok mu. diye haykırmıştı.
Gesehke partisinin yöneticilerinin sözlerine uyduğundan ötürü hiçbir suçluluk
duymuyordu. Okula giden küçük bir çocuk olduğu yıllarda, babasının, insanoğlu söyleneni
yarine getirmeli sonu zindan da olsa, sözleri kafasında yer etmişti. Babayım, günün
birinde zindana değil, fakat cezaevine attılar. Yöneticüerin söylediklerini yerine getirmek
o tarihte insanın başım belâya sokardı. Sonraları da bazı bazı olumlu sonuçlar verdi, parti
yöneticilerinin sözlerini dinlemek. Onların iş bulma müdürlüğüne tavsiyeleriyle arada
sırada ve geçici işler bulmuştu. Fakat söz dinlemenin avantajları yine de pek büyültülecek
şeyler değildi. Yöneticiler, Triebl'in herzaman alaya aldığı koltukta değillerdi şimdi. Belki
de toplanma kampmdaydı-lar onuunla birlikte! Karısı bulaşık yıkıyor ve bir köşede
sessizce oturan büyümüş bir inşam hatırlatan oğluna arada sırada bakıyordu. Şu sıra
yeryüzünde bütün büyük adamların kafasını zorhyah bir sürü ad, kavram, ülke ve olay,
Gescheke'nĐn, de kafasını dolduruyordu. Sadece resimlerden tanıdığı, ya da uzaktan
şöyle bir gördüğü yüzler gözünün önünde canlanıyordu. Haftalıklarını veren veznedarı
görür gibi oluyordu. Neredeydi acaba? Onu içeri atmışlar mıydı? Çok önceleri ölen devlet
başkanı Ebert'i, Gündenburg'u ve kahverengi gömlek giydi diye geçen yıl dövdüğü büyük
oğlunu da görüyordu. Rosa Lu-xenburg'un tabutunun arkasından gidişini ve sosyal
demokratların başkam Otto Weber'in en son konuşmasını dinleyişi de gönünün önüne
geliyordu. Yabancı ülkeler ve sonu gelmiyen yollar da görüyordu. Yağmurlu, ya da güneşli
yollar. Sinemaların aktüalite füimlerinde, ya da ölüm döşeğinde en son anlarda görür gibi.
Açlık yıllarında Harkov şehrini ve iskeletten farksız çocuklarım görüyordu. Kızıl alanda bir
spor şenliği ve neşeli yüzler görüyordu ; «Đleri» ve «Resimli Đşçi Dergisi» haftalıklarından
fotoğraflar ve kesikler dolduruyordu kafasının içini. Şimdi her iki dergi yasaklanmıştı.
Gesehke sadece tek bir konuda suçluyabilirdi kendini; hiç birşeye yeterince inanmış
değildi ama, bu da zorla olmi yordu. Bundan ötürü de pişmanlık duymaması gerekirdi. Ne
var ki, böyle diye de rahatlıyamıyordu. Kötü bir davranışları için piş-maıdık duyanlar
rahatlardı. Geschke'nin yüreği ise gittikçe sıkışıyordu. Kafasının içi biraz yatışınca, ellerini
yüzünden çekip dizlerine koydu. Uzun uzun kafa patlatması bir sonuca götürmemişti
dünya düzeni açısından. Bir sürü bakanın konferansları ve danışma toplantılarında böyle
olurdu. O da onlar gibi kesin bir karara varamamıştı. Fakat bakanlardan yine de bir adım
ilerde sayılırdı. Hattâ daha da fazlası. Susmasını burnisti. Ayağa kalktı ve kimseye: «Đyi
geceler!» demeden, yatağa uzandı. O andan sonra pek az konuşur oldu. Müthiş canı
sıkkın ve suskundu. Đlk karısının ölümünden sonra da böyle olmuştu.
Hans, paskalyada hiç ummadığı bir olaydan ötürü pek sevindi Kız kardeşi işten çıkınca
onlara uğramıştı. Oysa, her

zaman doğruca kendi evine giderdi. Helene: «Hans okulu bitir-,


di bir zenaat öğrenimi yapmalı,» diye başladı. «Buna hemen
teşebbüs edin diye gerekli parayı getirdim.» ;
.. Marie, hayretle baktı üvey kızma; Helen'e bu dünyadan bir, yar atık değil de bulutlar
arasından mutfağa inivermiş gibi göründü gözüne. Oysa, onun büyümesini kum
havuzunda oynayışından örücü mağazasına girmesine kadar yakından izlemişti. Marie,
oğlu Hans'ın tesviyeci olmağa can attığını biliyordu.. Ne var ki, oğlunun bu şiddetli isteği,
ailenin para durumu yüzünden, düşünülemezdi bile. Aya yolculuk etmek kadar ulaşılmaz
bir hayaldi. Marie, insanları isteklerinden ayıran o açıklanması güç ve olağanüstü duvarı
sadece şu son haftalarda her zamankinden daha şiddetle duymuştu. Marie ve oğlu, en.
şiddetli isteklerin ve en üstün kabiliyetin- kurtaramayacağı bir yaşayışa hapsedilmişlerdi.
Hücreye konulmuş tutuklular gibiydiler Şu farkla ki, ortaklaşa hücreleri dört köşe değil
çok dolambaçlı ve iki yanı kaim duvarla çevrili bir geçitti; oturdukları şu yerle mezar
arasında dar bir boğazdı. Helene, yaptığı teklifle bu dar boğazda küçük bir çıkış kapısı
açabilecek bir anahtar uzatıyor ve şöyle diyordu: «Okulu bitiren Hans akşamları; meslek
kurslarına gitmek gündüzleri de Nazilerin göstereceği fabrikalarda çırak, ya da tarım
işlerinde yamak olarak birkaç kuruş için çalışmaktan kurtuldu. Ana, oğlun için kurduğun
ilk hayallerde çok haklısın. Senin oğlun biraz daha iyi şartlara kavuşmağa lâyık. Onun bu
dünyaya gelebilmesi için bunca gözyaşı döküp, bunda yalanı göze alman boşuna değildi.
Sen. o tarihte duvarla çevrili kasvetli bir dar geçitten daha başka birşey sanıyordun
dünyayı. Bu hayalinin yanlış bir yanı yoktu, haklıydın. Fakat sen o gizli hayallerinde haklı
da olsan, ona olağanüstü bir yaradılış diye de baksan, Hans bugünkü durumda pek ileri
başarıya ulaşamaz. Unutma ki, bizler hepimiz olağanüstü yaradılışlardık. Hepimiz de
üstün başarılara adaydık. Fakat dünya senin umduğun gibi herkese açık değil. Ne. var ki,
yine de öyle bir dar geçit saynmaz. Büyük bir adam olamasa da bizlerin ortamına
ulaşabilir Hans da. Tesviyeci olur günün birinde. Dünyadaki bütün tesviyecüerin en
başarılılarından biri olabüir.»
Helene, Marie'nin bütün sorularını da cevapladı : «Plans'a karşı her zaman aşırı bir sevgi
besliyebilirsin. Şu da var ki, kardeşim Hans, küçük bacanağımdan elbette daha yakınım.
Kaymbabam, Oskar'ı kendi çalıştığı atölyeye sokacak; oğlan bir yandan çıraklık edip para
kazanırken bir yandan da zenaat öğrenecek. Kocam Heiner'in şimdi sürekli işi var.
Bebeğime gelince, sevgili Tanrı onun sütünü şimdilik veriyor. Ben de bu durumda kendi
kazancımla Hans'ın bir meslek edinmesine yardımcı olabilirim.»
Marie: «Helene, şuradan bir sosis al da ye!» demekle yetindi. «Bir defa olsun soframıza
otur yine...»

XII. BÖLÜM I
Möcken köprüsünün korkuluklarına yaslanmış üç oğlan beyaz gömlekler giymişti ve
üçünün de kolunda gamalı haç vardı. Yaşıtları bütün oğlanlar gibi. Tartışma konularının
ne olduğu sırtlarından anlaşılmıyordu. Sağda duran Hans, iki arkadaşının karşılıklı
sözlerini izliyor ve tartışmaya her an karışacağı yüz çizgilerinden belli oluyordu. Upuzun
boyunlu ve patlak gözlü Oskar'm uykulu bir hali vardı ve böylesine sert konuşacağı hiç
umulmazdı. Đçlerinde en küçüğü olan Max Groh, olup bitenlerle hiç ilgilenmiyormuş gibi
elmasını yiyordu ağır ağır. Oysa, tartışma konusu kendisiydi. Oskar: «Son olarak
soruyorum, yönetim komitemize giriyor musun, girmiyor musun?» deyince, Groh: «Bu
sabah söyledimdi,» cevabım verdi «yapamam bunu.»
Oskar : «Biz de seni hiçbir sorumluluktan korkmaz sanmıştık.» dedi. Elmasının çekirdekli
yanını suya fırlatan Groh: «H.çbir şeyden korktuğum yok,» diye haykırdı. Oskar: «O
halde açıklama yap!» karşılığını verdi. «Böyle bir göreve yanaşmamak için nedenlerin
olmalı!»
Hitler gençliği örgütünde tasarladıkları bağdaşmış çekirdek komiteyi kurabildikleri için her
üçü de övünç duyuyorlardı. Gençlik önderlerinden hiç birinin tusağına düşmemişlerdi
şimdiye kadar. Bergerler'in evine her ay bölge temsilcilerini toplantıya gönderirken çok
dikkatli davranmışlardı. Her grubun parolası ve çetin soruları vardı. Yasaklanmış kitapları
birbirlerine ödünç veriyorlardı. Đş kamplarına karşı bir beyanname yazmışlardı. Yönetim
komitesi üç kişiydi. Hans, Oskar ve onlardan daha büyük yaşta olan bir matbaacı çırağı.
Bu sonuncusu, polisin kuşkulandığı bir ailenin çocuğuydu. Oğlanı ailesinin tesirinden
kurtarmak için çalışma kampına göndermişlerdi. Onun yerine aldıkları oğlanda şanslı
çıkmamışlardı. Berthold adlı bu çocuk, yaşıtlarına göre fazla şey okumuştu. Ortak akşam
toplantılarında bir öğretmen gibi herşeyi açıklayabiliyordu: Darwin'den diyalektiğe, buz
çağından Marksistlerin artık değer teorisine kadar herşeyi biliyordu. Önceleri sorularıyla
Hitler gençleri üyelerini şaşkına çevirmeği, ya da müthiş eziyet etmesini büyük bir
ustalıkla başardı. Daha sonra da kurnaz soruları kendi kendisine yöneltiverdi. Sorularla
oynamağa çok geçmeden öylesine alıştı ki, herşeyi sorularla bölük pörçük etmekten
keyiflenir oldu. Ona bakılırsa : «Naziler bir bakıma haklıydı.», ya da: «Yahudiler başkaları
gibi değildi elbette;» oğian öyle kurnazdı ki, Yahudilerin tıpkı tıpkısına ötekiler gibi
olduğunu da, Yahudilerin öteki insanlardan bambaşka olduğunu da ispatlıyabiliyordu. Bazı
konulara kendisinin de pek akıl erdiremediğini çekinerek açığa vurduğu da olurdu.
Hayvanlar arasında da değişik ırklar olmalı, derdi. Maymunlar arasında başka başka
maymun ırkları bulununca insanlar arasında neden olmasın derdi. Đnsanlar arasında ayrı
ayrı ırklar bulunuca kötü ve üstün ırklar da olacaktı elbette! Almanlar üstün ırk olduğuna
göre de Almanların arasında da birkaç kişi en üstün Alman olurdu. Oğlanları bir korku
almıştı, Berthold, gizli

Scanned By hlecter

gruplarını Nazilere ele verirse diye. Hans ve Oskar, onun yerine bir başkasını ararken işte
bu küçük Groh gözlerine ilişmiş-ti. "Bakışları güven vericiydi. Kafası fazla işlemiyordu,
ama güvenilir bir oğlandı. Okuldayken de, Eichte gençlik yurdunday-ken de hep böyleydi.
Hans ve Oskar, komitede bir değiştirme gerektiğinde yerine koyacak birisini bulacak
kadar yeterli üyeleri olmadığını şu son olayda anladılar.
Elma yüklü mavnalara baktılar. Groh, biraz daha eğildi kovculuktan. Sarı elma yığınları
parıl parıldı. Cılız bir ikindi ışığı kanalın bulanık sularında dinleniyordu. Evlerine dönen
insanlar koşar gibi geçiyorlardı. Elmaların parıltısı, korkuluktan epeyce sarkmış küçük
Groh'un gözlerine vurmuştu. Elmalarda dolaşan parıltı, karşı kıyıda bir yapı yerinde
kurulmuş vinci sıyırdı, yapı yerinin arkasındaki evlerin pencerelerinden ve elemalardan
sonra da oğlanın yüreğini aydınlattı; en kıyı köşe yerleri aydınlatmaktan gayri çapraşık ve
içine kapanık duyguları da aydınlatırmışcasma. Groh, bizim sokaktaki benzinci Steinmetz,
benden birşeyler istenileceğini nerden biliyor, diye düşündü. Bizde olup biten herşeyi
nasıl öğrenebiliyor? Dün anasına kendi söylediklerini unutuvermişti. Steinmetz çevresinde
dolaşıp onu adım adım gözlüyor ve çocukların, 'yazı mı tura mı' oyunu gibi, yüzlerine
bakarak anlamlar çıkarmağa çalışıyordu. Küçük bir oğlan çocuğu kolayca kaçıp kurtulur
ama, büyüklerden daha çabuk da kızarır. Groh, sandığı kadar becerikli olamıyordu her
zaman; arkadaşlarına: «Bizim sokaktaki benzinci Steinmetz koyu bir Nazi» dedi.
«Anamdan kuşkulanıyor. Siz de biliyorsunuz, anam pek önemli işler çeviriyor.
Bizimkilerden çok daha önemli işler.»
Oskar: «Her apartmana bir Nazi yerleşti.» cevabını verdi. «Her aile dikkatli davranıyor.
Çalışmalarımıza bundan ötürü son verecek değiliz.»
Groh : «Nazinin biri bizleri gözlerken bir terslik çıkmasın demek istemiştim ben.»
karşılığını verdi; yüzünde yarı çocuk, yarı yetişkin ve üzgün bir anlatım vardı.
Hans, o ana kadar susmuştu. Gözlerini vinçten hiç ayır-mamıştı. Vincin kaldırıcı uzun kolu
çamurları yükleyip arkaya boşaltmış, sonra yine çamurları alıp yine boşaltmıştı. Paydos
işareti verilince vincin kolu yavaş yavaş yana eğildi. En son çamur yükünü de boşalttı ve
iyi yetiştirilmiş iri bir hayvan gibi büyük bir rahatlıkla ve tam zamanında işi bırakıverdi. Đlk
işçiler de birer ikişer evin yolunu tutmuşlardı. Sadece insanların değil, fakat hayvanların
ve makinelerin taklidini yapmakta büyük yeteneği olan Hans, vincin en son yükünü de
izlerken, her iki arkadaşımn da kendince haklı ve haksız yanlarını düşünüyordu alnım
kırıştırarak. Yapı yerindeki gürültüler kesilmişti. Sokağın üzerindeki raylarda işliyen metro
düdük çalarak * geçiyordu kısa aralarla. Kahverengi ve kara gömlekler, akşamın
alacakaranlığında pek göze çarpmıyordu.
Hans : «Đstemediği birşeyi yapmağa onu zorlamamalıyız!» dedi. Oskar: «Đyice bir
düşünsün bakalım.» karşılğını verdi. Groh ise, bu Steinmetz'in herşeyi bilmesi pek tuhaf
diye düşündü yine. Belki de bir ele veren olmuştu. Sözgelişi şu Berthold!
Köprünün elektrik lâmbaları yanmıştı. Akşamın en son ışıkları, yapı yerinin arkasındaki
çimento fabrikasının çatısına çekildi. Fakat Groh'un yüreğini aydınlatan köprüye ve sulara
vuran fener ışıkları değil, solgun akşam aydınlığının çatı penceresine vuran en son
akisleriydi. Küçük oğlan, benimle konuşurken kuşkulanıyorlar şimdiden, diye düşündü.
Oskar: «Şimdi karar vereceksin, evet mi hayır mı?» diye sordu. Groh: «Daha önce
söyledim sana: Hayır!» derken, bu Steinmetz birşeyler biliyor olmalı, diye aklından
geçirdi; ister birisi dikkatsizlik etmiş olsun, isterse birisi gammazlamış olsun hep bir
kapıya çıkardı. Groh, yanlarından geçenlerin duyacağı kadar yüksek bh' sesle: «Heil
Hitler!» dedi ve metroya inen merdivenlere koştu öfkeyle.
Köprünün korkuluğunda hâlâ yaslanmış duran iki oğlanın arası boş kaldı bir süre. Sonra
birbirlerine yaklaştılar. Möcken

köprüsünün arkasındaki lokantanın ışıkları pırıl pırıl yanmıştı. Reklâm ışıklarının döner
yuvarlakları ve koca koca harfleri duvarları, kaldırımın sağ köşesini, duvarların arasından
görünen gökyüzünü okşar gibiydi. Đki çocuk, sulara vuran kırmızılı yeşilli beneklere
daldılar hiç konuşmadan. Hans, sulara vuran renkli ışıkların titrek akisleri arasında bir iki
yıldızın da gölgesini buldu. Başını arkaya attı. Renk renk ve titrek gökyüzünde yıldızlar
âlemini yine görmek ister gibi. Fichte gençlik kampında tanıdığı küçük kambur oğlanı
hatırlayıvermişti. Yıldızları onun gibi iyi bilen kimse yoktu. Yıldızların Kassiopeia, Orion,
Andromeada gibi tuhaf adları vardı. Nerelerdeydi şimdi? Yahudi dükkânlarını Naziler yakıp
yıkınca bu şehrin bir başka semtine taşınmışlardı ailece. Prag'a, ya da Paris'e göç edecek
paraları yoktu. Nazilerin bar bar bağırdıkları Filistin'e gitmeğe paraları hiç yetmezdi. Zira
oraya yolculuk hem çok uzundu, hem de çok pahalı. îşte bundan ötürü, şehrin bir başka
semtine, Yahudilerin daha fazla sayıda bulunduğu bir mahalleye taşınmışlardı. Hans,
kalabalığın arasında tekbaşma değil de bir caddede hep birlikte hırpalanmak belki daha
az ürkütüyor, diye akımdan geçirdi. Anası, o sırada Hans'm hatırı için, küçük kambur
oğlanı balkonda saklamıştı. Oğlan, dışardaki patırtının geçmesini tahta çiçek kutularının
arkasında beklerken daha da küçülmüş ve kamburlaşmıştı. Gece olup da balkonun kilidini
açtıklarında, Fichte gençlik yurdundaymış gibi yine gök-, yüzüne, bakmıştı. Hans,
mahzunlaşıverdi. Hüzün denilen şey insanın içinden fışkırırmışcasma.
Oskar, gözlerini sulara dikmişti. Patlak gözleri neredeyse cup diye suya düşüverecekti.
Groh'un dargın ayrılmasına üzülmüştü. Oğlanın nedenleri ne olursa olsun, güvenilir
arkadaşlığından kuşku edilemezdi. Oskar : «Kimi alacağız şimdi onun yerine?» diye
sordu. Hans, omuz silkti.
Metronun merdivenlerini indiler ve Groh'un otomatik büfe önünde durduğunu gördüler.
Groh, otomatiğe gölgesi vuran insan kalabalığı arasında, Hitler gençliği gömlekli iki çocuk
görümce sevindi; onları beklemişti. Otomatikten, kavrulmuş badem mi çeşitli bonbon mu
alsam, diye düşünmekteydi, iki arkadaşıyla barışma olanağını bu akşama kadar ele
geçiremezse dargınlık kesinleşecekti. Ona kuşkuyla bakacaklardı hep. Hakkında daha iyi
düşündürecek gücü bulamıyacaktı kendisinde. Bu durum, şimdilik henüz rastlanılan
namuslu gençler arasında ona karşı bir güvensizlik uyandıracaktı. Herkes uzaklaşacaktı
ondan. Babası öleli çok olmuştu. Bir mağazada veznedarlık yapan anasından gayrı
kimsesi yoktu. Anası yuvarlacık ve çok temkinli bir kadındı. Ölümün her an tepesinde
dolaştığını far-kedemezdi. Çalıştığı mağaza, bazı kadın ve erkeklerin bir çeşit buluşma
yeri olmuştu; vezneden aldıkları ödeme fişinde yazılı buluyorlardı gerekli haberleri. Anası
geceleyin yatağına uzanınca, oğlunun namuslu kalması için öğrenmesi gereken şeyleri
son bir güçle açıklamağa çalışırdı. Nazilerin hangi hilelere başvurarak hükümeti ele
geçirdiğini, şimdi de ne gibi hileler yaptıklarını, bütün bunlardan ne gibi karşı hilelerle
korunabileceğini anlatırdı. Hep tutuklanma korkusu içinde yaşıyan anası, gecenin geç
saatlerinde ve gözlerinden uyku akarak, dünyadaki kurulu düzeni, devletlerin yapısını ve
yoksullarla varlıklılar arasında bulunan ayrımı oğluna az buçuk anlatmak isterdi. Oysa
güçten düşmüştü. Bilgisi yetersiz bir veznedar kadın, gücünü yitirmiş bir duldu. Oğlu 'iyi
bir çocuk' olursa pek sevinecekti. Analık hakkını elinden alabilirdi bu yüzden. Şu sıra pek
sık uyguluyorlardı bunu. Onu hapse atabilirler, ya da döve döve öldürebilirlerdi.
Küçük Groh, hep anamın yüzünden diye düşündü; dikkatli davranmasını o öğütlemişti.
Fakat bunu onlara hiç söyliye-mezdi. Zira herşeyi anasına anlatan birisine hiç de
güvenleri kalmazdı. Acaba şimdi ne yapmalıydı? Bütün insanlardan daha çok değer
verdiği anasının Hitler gençliği örgütünde gizli bir komite kurulmasına karşı olduğunu
dostlarına söylemeyi göze alamamıştı. Sırlarını anasına açtığı için onu asla bağışlamaz-
iardı. Zira bu gizli komiteyi kurduklarından ötürü haftalarca koltukları kabarmıştı. Fakat
anası, Hitler gençliği örgütünde böyle gizli bir komite kurmaktansa her çabaya
başvurarak Hitler gençliğinden uzak kalmanın daha iyi olacağını başlangıç-tanberi
söylüyordu. Bu örgüte çocuklarını göndermeğe ne kadar çok aile razı gelmezse, tek tük
ailenin direnci daha kolay olurdu. Yetişkinlerin bazıları da Nazi topluluklarına gizli
çalışmak için diye girmişlerdi ama, sonradan ya boyun eğmişlerdi, ya da bulaşmışlardı.
Anası, pek olağanüstü bir neden bulunmadıkça Hitler gençliği örgütüne girmeği
önlemenin daha doğru, daha belirli ve daha dürüst olacağını söylüyordu.
Groh, köprüde arkadaşlarıyla konuşmalarını düşünüyordu. Anası haklı çıkmıştı yine. Oskar
ve Hans'ı, otomatın camında seçince ürktü ve kavrulmuş badem veren düğmeye bastı.
Hans, metronun merdivenlerini inerken: «Bunu bir daha deneyelim.» demişti arkadaşına
«Güvenilir oğlandır» Gür saçları alnına dökülen Groh'u karşısında görünce, oyunlar ve
döğüşlerle birlikte geçirdikleri bunca yılı hatırlamış ve müthiş bir yakınlık du-yuvermişti;
böylesine arkadaşlıklardan kolay kolay vazgeçüe-miyeceğini, ağırkanlı ve uyuşuk
Oskar'dan daha iyi seziyordu. Bu düşünceyledir ki, arkadaşına: «Bu gece beyanname
yapıştırmak için bizimle gelip gelmiyeceğini ona bir soralım.» dedi Oskar: «Kardeşim razı
gelirse, peki.» cevabını verdi «Ona neden böylesine bağlısın?» Hans: «Sayımız pek az
da..» cevabını verdi.»
Hans ,elini Groh'un omuzuna koydu. Küçük oğlan da, efendisine bağlı köpeklerin dost
gözleriyle ciddi ciddi baktı ona.
«Groh, bu gece bizimle beyanname yapıştırmağa gelir misin?»
Groh, büyük bir sevinçle: «Elbette!» karşılığını verdi.
Metro istasyonundaki sıralardan birine oturduklarında yine eski arkadaşlar olmuşlardı,
barışmışlardı. Groh'un az önce aldığı kavrulmuş bademleri dişliyorlardı. Boşveren ve
alaycı bir halleri vardı; bir sürü hüeyle mületi birbirine düşüren Hitler bizi birbirimizden
ayıramadığını görse öfkesinden kudurur-du, gibilerden.
Hitler gençliği Geschke ailesi arasında daha başarılı sonuç almıştı. Hans, oturdukları
apartmanın merdivenlerini tırmanırken Franz'ın evde olduğunu anladı; masanın
çevresinde toplanan gençler aşağılık sesler çıkarırlardı her zaman. Onların kahve içişleri,
gülüşleri, küfürleri daha değişikti Geschke'nin masasında oturan öteki kişilerden.
Marie, Franz'ın isteğiyle, kahve güğümünü iki defa doldurmuştu. Geschke, sokağa bakan
pencerenin önünde oturuyordu her zaman yaptığı gibi. Franz: «Arada bir arpadan başka
birşey de içmeğe babam hâlâ alışamadı.» dedi. En iyi arkadaşlarından Schlüter —
Franz'dan daha boylu, dev gibi ve fakat çocuk yüzlü bir gençti— kendi kahve fincanını alıp
kalktı ve pencere kenarına, Geschke'nin önüne koydu. Çocuk yüzünün bütün iyi
yürekliliğiyle: «Bay Geschke bundan böyle sahici kahve de içebilirsiniz.» dedi «Şimdi eski
günler geçti. Şimdi hemen herkese bir iş sağlamış bulunuyoruz.»
Franz, babasının şimdi toplanma kamplarında çürüyen sosyal demokrat parti ileri
gelenleri için hâlâ yas tuttuğunu, arkadaşına söylemişti bir çok defa. Schlüter, her evde
ve her lisanla durumun gerektirdiği biçimde konuşmağı görev sayanlardandı.
Geschke, her zamandan daha asık bir yüzle: «Oo! Kutlu olsun, Schlüter!» dedi «Partinin
ileri gelenleri arasında bulunduğunuzu bilmiyordum.»
Masanın çevresindekilerin başları bir anda ondan yana çevrildi.
«Ne demek istiyorsunuz?»
«Hemen hemen hepimize iş sağlamış bulunduğunuza göre. Bunu kendiniz söylediniz bay
Schlüter! Bu gibi işler partinin en yüksek kademelerinde görüşülür elbette. Böylesine
önemli kararlar..»
Schlüter öfkesini belli etmedi. Her yerde ve her durumda kendi görüşünü belirtmekteki
ustalığından ötürü sık sık övgü

alırdı. Rahat ve iyi yürekli davranışını hiç bozmadan: «Yok canım,» dedi «ben sıradan bir
partiliyim ve bununla da öğünürüm. Henüz yeterince bilgili değilim. Üst kademedeküerle
böyle işler görüşecek kadar bilgili olmadım hâlâ. Koskoca bir işletme genel müdürünün
taşıdığı sorumluluk gerçekten büyük bir sorumluluktur. Yazık ki, ben böyle bir yaradılışta
değilim.»
Masadakiler, Schlüter ağzının payını verdi herifin, diye düşündüler. Geschke: «Fakat
böyle büyük sorumluluk taşım çok güç olmalı.» dedi «Benim sabahları kamyon
yüklememe hiç benzemez. Genel müdürün işi gerçekten ağır bir yük. Sorumluluğu pek
ağır. Peki ama, Schlüter söylesene bana, bir direktör nasıl öğreniyor bu kadar çok
bilgiyi?»
Schlüter, soğukkanlılığını hiç bozmadan: «Yıllar yılı bir çok okula gidiyor, gece gündüz
inceleme yapıyor.» cevabını verdi «Sonra da bütün bu bilgilerini hepimizin yararına
değerlendiriyor.»
Geschke de aynı soğukkanlılıkla: «Ben de isterim böyle yapmağı!» demekle yetindi.
«Şimdi de daha bir çok şey öğrenip bilginizi arttırabilirsiniz. Oğullarınızı da akşam
okullarına gönderebilirsiniz. Meslek yarışmalarma katılıp başarı kazanma şansı da var.
Hatta, Hitler okullarına da devam edebilirler. Şimdi hiç kimsenin başarısı gözden
kaçmıyor. Şimdi hiç bir güç boşa gitmiyor.»
Schlüter, aceleden en önemli şeyi unutmuş olduğunu hatırladı ve yine ona yaklaşıp:
«Fakat doğuştan kabiliyetli olmak en önemlisi elbette!» diye sözlerine ekledi.
Geschke : «Elbette!» karşılığını verdi «Fakat böyle kabiliyetli çocuklar dünyaya nasıl
getirilir?»
Schlüter: «Yoo!» dedi «Bu işleri unutacak kadar yaşlanmadınız daha. Irkımızın üstünlüğü
sayesinde bunu başardığımızda meslek danışma kurulu da herkesin kabiliyetine uygun
işde çalışmasını sağlıyacaktır.»
Geschke, yine bir: «Elbette!» ile başladı «Fakat komisyon, doğuştan kabüiyetli on mimara
birden iş bulmak zorunda kalırsa —zira çocuk peydahlarken meslek danışma kurulunu
kimse düşünmez— ve sözgelişi şimdi şu yeni stadyum yapılırken tek bir mimarla tam bin
tane duvarcı ustası gerekli, kalan dokuz mimar ne olacak?»
Schlüter, hiç istifini bozmadan: «Orasını da meslek danışma kurulu düşünsün!» cevabını
verdi «Fakat siz de amma çok şey düşünüyorsunuz bay Geschke. Toprağı eşeliyen küçük
hayvanlar gibi herşeyi pek fazla ince eleyip sık dokuyorsunuz. Fakat toplum yararına bazı
bazı herkes bazı şeylerden vazgeçmelidir. Bunu herkes bilir.»
Geschke, yine: «Elbette.» dedi ve bu kadarla yetinip ağzını kapamağı daha uygun buldu.
Zira masadakilerin bakışlarının üzerinde dolaştığını hissetmişti birden; hem de az öncesi
gibi alaycı ve neşeli değil, gözdağı vermek ister gibi. Kendi oğlunun bakışlarında sadece
bir uyarma vardı.
Schlüter, yerli yerinde konuşmuş ve gerekli cevapları vermiş biri kadar rahattı. Zira bütün
içtenliğiyle konuşmuştu. Bir ayı kadar güçlü kuvvetli delikanlının bu özelliğini daha önceki
yıllarda kimse değerlendirmesini bilmediği için hiç bir işe yaramadan aylak aylak dolaşır
dururdu. Kendi evinde de kimse onu önemsemezdi. Anasının bir sürü oğlu daha vardı.
Belediyenin başında da sürüyle işsiz. Bu durumda, SA örgütünde fazla sıkıda bulunmak
büsbütün başıboş olmaktan çok daha iyiydi.
Hans bu arada tereyağlı ekmeğini yemişti. Anasına: «Ben geç döneceğim.» dedi «Oturup
bekleme!» Boş kahve fincanlarını masadan toplıyan Marie, hiç cevap vermedi. Marie'nin
sadece bu bir tek günü değil, ömrünün bütün günleri de hep o bir tek cümleyle sona
ererdi: «Beni bekleme!»
Hans, arkadaşıyla metroda buluştu. Küçük Groh da anasına bir pusula bırakmıştı: «Beni
bekleme, geç döneceğim.» yazılı, ikisi de keyifliydi. Geceleyin Bergerler'e gitmek hoş
oluyordu. Evin büyük oğlu onları mutfaktan alıp yatak odasına götürünce hem daha
keyiflendiler, hem de koltukları kabardı.
Zira bunun anlamı, gevezelik ve boş şakalar alanından kurtulup büyük kararlar verilecek
bir yere kapağı atmak demekti. Hei-ner, çocuklar arasında iş bölümü yaptı. Kendisi ve
Groh, beyanname yapıştırmağa gideceklerdi. Erkek kardeşiyle Hans da onları kollıyacaktı.
Beyannamelerin yapılacağı caddeyi, ertesi gece ölüm kalım alanı olacak caddeyi Heiner
anlatırken, Groh. mutluluktan uçuyordu, beni yine aralarına alıyorlar beni deneyecekler,
diye.
Bu sokak, Bornheim ve oğulları mobüya fabrikasının geniş arkayüzü boyunca
uzanmaktaydı. Aysız gökyüzü ne duru, gece ne aydınlıktı! Heiner'in ceketinin madeni
düğmeleri anlamsız fenerler gibi parlıyordu. îki pencerenin iyi kapanmamış perde
aralığından aydınlık sızıyordu. Sokak yer yer aydınlıktı. Oğlanlar, SA'larm buluşma yeri
olan bir meyhaneye baktılar. Polislerin yanından usulca geçtiler. Bornheim ve oğulları
mobilya fbarikasımn arka sokağında kimseler yoktu. Oskar ve Hans, köşeyi döndüler.
Oskar, gecenin karanlığında kaybolmazdan önce bakışlarını kardeşinin üzerinde dolaştırdı
son bir kez. Sonra, beyannameleri önceden kararlaştırdıkları aralarla yapıştırdılar. Arada
bir gelip geçenler, ne iki oğlana bakıyorlardı, ne de yere attıkları bir iki parça yapıştırma
bandına. Meyhaneden çıkan SA grubu öylesine sarhoştu ki, bir sürü afişle bildiriler
arasına yapıştırılmış küçük beyannameler ancak yarın pabah gözlerine çarpardı.
Beyannamede yazılı olanlar da o zamana kadar herkesin kafasına yerleşir, her çevre ve
semte yayılırdı. Şu anda sadece birkaç parça kâğıt, çiriş bulaşmış küçük parmaklar ve
yürek çarpıntıları vardı hepsinde.
Oskar ve Hans, durağa varınca durdular ve otobüs beklediler. Bademleri kalmıştı biraz
daha. Bademleri dişlerken parmaklarındaki çirişi de tatmış oldular. Öteki iki arkadaşlarım
bekliyorlardı. Onların sokağı daha uzundu. Fabrika makinelerinin uğultusuna, sokaktan
geçenlerin ayak seslerine, kapıların gürültüyle kapanışına ve düdük seslerine kulak
veriyorlardı. Bir kadmın ağladığını, meyhanenin müzik otomatının gürültüsünü, gelip
geçen otomobülerin tekerlek uğultusunu ve bir patlayış duydular. Gece otobüsü geçip
gitti. Bekledikleri arkadaşlar ikinci otobüs gelmeden köşeyi dönmüştü. Önce, Heiner
kolunu küçük Groh'un omuzuna koymuş sandılar; arkadaşları ağır ağır yürümekteydi.
Oskar, korka korka baktı kardeşine; Heiner'in yüzü de bir tuhaftı. Otobüs gelmişti.
Heiner'i bindirdiler, kendileri de bindiler. Fazla yolcu yoktu. Heiner'i bir köşeye oturttular.
Đki oğlan, ayakta onun önünde durup başkalarının görmesine engel oldular. Groh, fısıldar
gibi: «Seslendiler, biz koştuk, ateş açtılar ve kurşun rastladı sanırım.» diye anlattı.
Otobüsten inerlerken, Heiner sendeleyince, Groh ceketinden sımsıkı tuttu, Oskar da
yakaladı. Groh onlardan ayrılıp evinin yolunu tuttu. Heiner, Oskar ve Hans'm arasında
yürüyordu. Arkadaşları onu desteklemiyor, taşıyorlardı. Yüzüne korkuyla bakıyorlardı.
Helene daha uyumamıştı, küçüğünü emziriyordu. Kocasının geldiğini duyunca önce bir
sevindi. Bir yandan çocuğu emzirirken, bir yandan da anlatılanları dinledi ve
yapabileceklerini biı bir düşündü. Henier'i sırtüstü uzatıp pabuçlarını çıkardıktan sonra
karşı komşu hekime koşmalıydı; güvenilir insandı. Oskar'a dizkapak kemiğinin kırılma
hilesinde yardım etmişti. Heiner konuşmayı ve gülümsemeyi deneyip başaramayınca,
Helene pek korktu. Heiner'in bakışları, meme emen çocuğunda bir on durduktan sonra
karısını hiç görmemiş gibi çok uzaklara kaydı. Karısının göğsü yolunu kapatıyor gibi alnını
kırıştırdı.
Kollarını başının altnda kavuşturmuş olan Marie, kocasının yanında uzanmıştı yatağa. Son
metro geçmişti. Hans bu gece eve öönecekse şimdi gelmesi gerekirdi. Meyhanenin ışıkları
sönmüştü. Sokak fenerinin odaya vuran ışığı yorganda çizgiler yapıyordu.
Marie, oğlanın pencerenin altma vardığını, sokak kapısının açıldığını ve aceleci adımların
merdiveni tırmanışını duydu. Yataktan usulca kalkıp mutfağa geçti ve: «Sıcak bir kahve
içsen!» dedi. Hans: «Neden hâlâ uyumadın?» diye sordu ve anasının gönlünü almak ister
gibi «Beni beklemenin hiç bir anlamı yok.» diye ekledi «Birgün hiç de dönmiyebüirim.»
«Senden başka kimsem yok. Hiç geri dönemiyeceğin işlere katılmamalısın.»
«Bu konuda sana söz veremem. Kimi dinlememe, kimden öğüt almam, kimin bana vakit
ayıracağını, beni hiç bir zaman kimin yalnız bırakmıyacağını, bana her zaman doğruyu
kimin söyîiyeceğini, zira onun hiç bir zaman ve hiç bir şeyden kork-madığı bir tarihte sen
söylemiştin. Hatırlıyor musun o tarihte bana söylediklerini? Mezbahadan et çalacaktım az
kalsın ve ikimiz de polis korkusuyla titremekteydik. Hatırladın mı? Aklıma koyduğun
şeyleri bir anda unutuvermemi istemezsin her halde!»
Kahvesini içti ve esnedi. Başımıza gelenleri anlatmamak daha iyi olacak, diye aklından
geçirdi. Kız kardeşinin kocasının durumu eninde sonunda elbette düzelirdi.
Marie, yemek masasında oğlunun yanında bir süre oturdu. Önce pek mutlu olmuştu oğlu
dönünce. Bir daha evden çıkmamak üzere dönmüş gibi olmuştu. Şimdi ise buz gibi bir
gölge, kolayca akıl erdirilemiyecek bir sezi, bir kurt düşmüştü içine.
Hans, ağabeyinin yatağına uzandı. Đkisi de derin bir uykuya dalmıştı. Yatağa birlikte
girmişler gibi.

II

Christian Nadler, saçağın altında her oturuşta, çok yakından ilgilendiği iki karaltı
görüyordu kardeşinin tarlasında. Ortanca oğlanın ak denecek kadar açık sarı renk saçlı
başı ve Liese'nin altın sarısı saçları. Liese'nin saçlarını görünce sevinmiyor, kızıyordu. Onu
görünce içinin gıcıklanmasına engel olamıyordu. Fakat birazcık iç gıcıklanması için başını
derde sokmağa hiç hevesli değildi. Onun şu sıra daha başka üzüntüsü vardı ve yakasını
bırakmıyordu. Liese gibi böyle sapasağlam bir karıya acınabileceğini hiç sanmazdı. En ağır
ve zor işler onun göğüslerine kadar çilli ve yorulmak bilmez vücudunu hafif bir nezle
kadar bile sarsmıyordu. Tombul, neşeli ve hiç birşey düşür miyen Liese, Wilhelm adlı o
melun herifin her akşam koynunda yatmağa devam ediyordu. Wilhelm ile evlenmiş, onun
tarlasını çapalıyor, ineklerini sağıyor ve çocuklarını büyütüyordu Liese, çoğu zaman
müthiş kızardı ama, kadın böylesine eziyetli bir hayatı yine de hak etmiş değildi.
Christian, bir köylü kundurasını bırakıp rahibin kunduralarını ele aldı. Kunduranın sadece
uç kısımlarını onaracaktr.. Zira rahibin eli öylesine sıkıydı ki, Christian tam pençenin zo^-
runluğunu ispatlıyamadıkça buna yanaşmazdı. ,
Karı yine buraya geliyor. Bundan vazgeçemedi bir türlü.. Yaimz kalınca geliyor. Öteki
kıyıdan, ya da kayıktan buray» gözetlediklerini bile bile.
Christian, Liese'nin yere sağlam basan adımlarının usul Usul yaklaştığını duyduğu ve
başka zamanlar kafasını hiç yormadığı halde, şu kulübemde ikimiz birlikte yaşasaydık
diye düşündü. Liese şimdi işden doğruca benim buraya gelirdi. Tanrının ve insanların
önünde karı koca olurduk. Herkesin önünde yüksek sesle : «Sevgili Christian'ım!»
diyebilirdi bana.
Liese : «Benim sevgili Christianım ! » dedi «Bir değişiklik olsun diye bir gün de benim
pabuçlarıma pençe vur, yabancıların kunduralarını bırak da.»
Christian başını kaldırıp bakmadı bile. Tamir ettiği pençe epeyce aşınmıştı. Liese, onarımı
gerekli pabucunu çıkardı ayağından. Christian, rahibin kundurasını bıraktı' Genç kadının
içerisi hâlâ sıcak ayakkabısını elinde yukarıya doğru çevirdi, ondan yana hiç bakmadan.
Liese: «Başıma geleni sorma!» dedi «Hem de yalnız bulunduğum şu sıra..»
«Nerede ötekiler?»
«Bugün Kohlhasenbruk'te büyük bir kır şenliği var.»
Liese, dilini keyifli keyifli şapırdatarak : «Alman Köylüler Birliği önderi de geliyor.» diye
açıkladı «Okullar kapalı. Öğren-cüVrin hoş geldin demesi için. Küçük oğlan çiçek
verecek.»
Christian : «Benim için ne büyük, onur.» dedi.
Liese: «Pek o kadar değil!» karşılığım verdi.
«Böyle bir görev için Baron von Ziesen'in torunu sözkonusu olabilir, diye düşünmüştüm
de. Baron Ziesen'in Prusya hükümetine pek kârlı bir satış yaptığı söyleniyor. Ne vergisini,
ne de borç faizlerini ödiyemediği topraklarını astronomik rakkam-larla devlet ondan satın
alıp kendi topraklarına katmış. Böyle bir durumda, Alman Köylüler Birliği önderine bir
buket verilir.»
«Hayır, öyle değil. Bu yerler, topraklarının azlığından durumları çok kötü olanlara kirayla
verilecek. Kunduracıların ve fırıncıların arasında da durumu kötü olan herkese devletçe
dükkân ve atölye verilecek.»
«Nasıl? Durumu çok kötü olan herkese mi?»
«O kadar yeri nereden bulmalı? Civardaki köylerin her birinden bir kişi seçecekler.»
«Sizi de seçecekler mi?»
<Sen aklını kaçırmışsın, Christian. Bizim durumumuz o kadar kötü değil. Bizim tarlamız,
yeni rejimin başkalarına devredilemez saydığı topraklardan. Wilhelm gözüne kestirdiği o
toprak parçasını da ele geçirirse tapuya yazılacak.»
«Mutlu olması için daha ne kadar toprağı eksik?»
Liese, Christian'ın arkasında duruyordu; bir ayağı kundu-rasızdı hâlâ. Christian'ın epeyce
seyrekleşmiş saçlarına bakarken bu herifin neresinden hoşlanmışım, diye düşündü ve az
önceki soruyu duymazlıktan gelmiş olmağı uygun buldu. Sonra, keyifli keyifli: «Ulu tanrım
sonunda bize yardımcı oldu.» dedi «Zaman zaman bütün umudumuzu yitiriyorduk.
Bundan böyle başımıza hiç birşey gelmez. Hiç bir şeyimize haciz koyamazlar.»
Christian: «Ulu tanrıyı karıştırma işlere» dedi. Son dakikaya kadar yüzüne hiç bakmamıştı
ama, daha fazla kaçınamazdı bundan. Liese, pabucunu çıkarmak için önünde yere
oturmuştu. Gözleri bilyalar kadar parıltılı ve ışıklıydı. Christian yine eline aldığı rahibin
kundurasına dikti gözlerini. Düşünceleri, aziz pederin istiyeceğinden de daha aşırı bir
şiddetle, Liese' den uzaklaşmış ve ölümsüzlüğe dalıp gitmişti. Ne var ki, rahip de,
hükümetten aşırı korkusu yüzünden keyfini kaçırmıştı temelinden.
Sıkıntıdan daralmış yüreğinde bir de sonrası vardı o işlerin. Güpegündüz ve gürültülü bir
başka sonrası daha oldu. Wol-pert —Strobl'in kaçmağı başaramadığını ve kıyıdan bir kaç
metre öteden gölün suları altında gömülü olduğunu Christian kendisine açılınca— o
zavallıya bir kötülüğü dokunmadan gerçeğin orhıya çıkarılmasına ne gibi bir yardımı
dokunabileceğini düşünüp taşınmıştı. îşde birlikte çalıştıkları arkadaşlara açılmayı göze
alamıyordu. Sonunda —motorunu yüzdürmek bahanesiyle eline geçirdiği uzun bir sırıkla
iskelenin çevresinde suları epeyce karıştırdı, cesedi rastlantıyla bulurum belki diye. Bunu
başarırsa olayın uyandıracağı korkudan ve öfkeden epeyce yararlanabilirdi. Fakat sırığı
hiç birşeye takılmamıştı. Ya yanlış yerlerde aranmıştı, ya da ceset kumların içine
gömülmüştü. Kaışı kıyıdakilerden biri Wolpert'in suları sırüsıklam karıştırdığını görmüş ve
durumu kavramıştı. Bir gün, Christian köydeki müşterilere iş tesliminden dönünce
kulübesinin önünü tam bir SA yurdu olmuş buldu ve: «işler parlak!» diye aklından geçirdi.
Topallıyarak ağır ağır yürürken kardeşine yan gözle üry.ek ürkek bir baktı. Onun bu
bakışını gören Wilhelm, ne miskin herif diye düşündü ve: «Gel biraz buraya bakalım.»
diye seslendi, iskelenin üstünde her yanından sular akan ve cıvık cıvk olmuş bir şey
uzanmıştı. Bir insan kalıntısından daha çok, bozulup parçalanmış kocaman bir balığa
benziyordu. Wilhelm, çevresine bakmırken ağzını büzdü. Bakışları, böyle ahmakların
başına neler geleceğini gördün, işte diyordu. Yüksek sesle : «D>. ğişik politika inançlarına
bağlı işçilerin senin burada döğüş-müç- olduğunu ihbar ettiler. Bunun üzerine işin aslını
araştırdık.

Aralarından zavallı bir delikanlıyı, bizden yana geçti diye, döğe dö|e öldürmüşler!
Anlıyorsun, değil mi Christian.» içi gülen gözlerini, Christian'ın sersem bakışlarında
dolaştırdı. Christian hemen toparlanıp: «Evet, elbette anlıyorum.» karşılığını verdi.
Sudan çıkan ceset ertesi günü gömüldü. Bir konuşma bile yapıldı. Bir zavallının hayatına
mal olmuş bu gibi çekişmeler işçiler arasında epeydir görülmüyordu. Halk şimdi tam bir
bütün olmuştu. Aralarında ne sınıf ayırımı kalmıştı, ne de çekişme.
Akşamüstü gölün karşı kıyısına giden kayıktaki işçiler arasında "VVolpert yoktu. Christian,
nerede olduğunu sordu ve kısacık bir cümleyle: «Toplanma kampında.» cevabını aldı.
Christian, beni bile ele vermemiş diye düşündü; dürüstlüğüne güvenmiş olmama saygı
duymuştur herhalde..!
Christian, dürüstlüğü yüzünden Wolpert'in sonuyla karşılaşmağa hiç hevesli değildi. Fakat
saçağın altına koyduğu taburesinde otururken bir çeşit onurlanma duyuyordu; bu
VVolpert gibileri sayesinde dürüstlükle incecik ve koptu kopacak da olsa, bir bağ, bir ilinti
kurabildiği için.

ÎIÎ

Lieven, gönlünün çektiği yerde tatil geçirecek kadar paralıydı. Fakat o her istasyona
uğrayan küçük trene binip 01-mütz'de yeğeni Otto'ya gitti yine de. Gece vakti bahçe
kapısının önüne varınca, bunun nedenini kavramış bulunuyordu; gü-leryüzle ve dostça
karşılandığı tek yer burasıydı. Kapıyı Otto Lieven açtı ve konuğu doğruca kendi odasına
götürdü. Yatak hiç bozulmamıştı. Sayfaları açık bir iki kitap, şuraya buraya saçılmış
kâğıtlar, tedirgin bir geceyi ele veriyordu. Otto Lieven, durumu açıklamak ister gibi:
«Gündüzleri öyle yoruluyorum ki, hemen uyuyacağımı sanıyorum her gece.» dedi «Fakat
birkaç saat dönüp durduktan sonra yataktan kalkıyorum, yazı yazıyor, ya da okuyorum.
Otursana şuraya sevgili yeğenim. Bir-şeyler içelim karşılıklı. Buluşmamızın keyfini
çıkaralım. Birbirimize içimizi dökelim.»
Ernst Lieven, gülerek: «Seninle içmekten keyif duyarım, fakat içimi dökecek birşeyim
yok.» cevabını verdi.
«Herşeyin üstesinden geldin mi tekbaşma? Olup bitenleri hatmedebildin mi? Tekbaşına
önemli bir karar aldın mı?»
^Nasıl bir karar almamı beklediğini anlıyamadım! Son haftalarda ne oldu ki, hazmetmem
gereksin?»
Otto Lieven, çok uzakta oturuyormuş gibi gözlerini kısarak baktı. Yüzü öylesine yanıktı ki,
saçları aşırı açık renk görünüyordu; çıkık alnı ve elmacık kemikleri, ucu kalkık burnu,
yüzüne ciddi bir anlatım veriyordu. Fakat ağız çevresinde bir kararsızlık belirtisi göze
çarpıyordu.
Otto Lieven, yarıya kadar içilmiş bir şişe içki ve iki kadeh getirdi. Ernst güldü ve: «Eski
gelişlerimde bulamadığım şeyi bu kez sunuyorsun hiç değilse!» dedi.
Đçtiler. Otto Lieven: «Neymiş olup bitenler, diye soruyorsun bana.» dedi «Örnek vereyim.
Umut bağladığımız birkaç kişiyi vahşice öldürdüler.»
«Biz dediklerin kimler? Ne gibi umutlar? Umut bağlanmış kişiler savaşta da ölmüyor mu?»
Otto Lieven, masa lâmbasının abajurunu öne eğdi. Işıktan mı. yoksa sert içkiden mi,
bilemiyordu nedenini ama, bir vagonda birlikte yolculuk ediyorlarmış gibi bir duygu vardı
içlerinde. Otto Lieven: «Onlar savaş alanında vuruşarak ölmediler, vahşice öldürüldüler.»
karşılığını verdi.
«Kurşuna dizmek zorunluğu vardı, zira ileriye atılışı engelliyorlardı.»
«Onların engellediği ileriye atılış ne gibi bir şeydi sana göre?»
Scanned By hlecter

«Neymiş o ileriye atılış: Kız kardeşin Elisabeth de böyle şeyler soruyor. Ona burada yine
rastlıyacağımı bilmiyordum. Đçeri girerken ceketini gördüm. Her zaman yaptığı gibi
rastgele bir vere atıvermişti. Sanırım bir kapı tokmağına. Elbise askısına tövbeliymiş
gibi.»
Yeğeni onu dikkatle süzdükten sonra, az önceki: «Đleri atılış neydi sana göre?» sorusunu
tekrarladı.
«Bütün bunları kız kardeşine güçlükle anlatabildim. Eskiden bu odada sen bana Milliyetçi
sosyalizmi açıklardın. Oysa ben bunun bir Alman buluşu, rastgele yeni bir parti olduğuna
inanırdım sadece. Şimdi ben mi sana anlatacağım bunun ne olduğunu?»
«Gerekmez. Elisabeth senin yaptığın o bütün açıklamaları bana bir bir anlattı. Ne var ki,
pek beceremedi bunu. Belki o tarihte sen de fazla birşey bilmiyordun. Çiftliğimize
kavuşmak ve üç beş kuruş aylık hatırına sıkıcı işlerde çalışmak istemiyorsa, halkı çok iyi
tanıyan yeni hükümete inanması gerektiğini söylemişsin kız kardeşime. Belki şimdi de
buna benzer lâflar söyJersin! Eski çiftliğe kavuşabilmek için kötü görüntüler, beğeni
yoksunu türküler ve bir iki cinayet gibi önemsiz şeyleri görmezlikten gelmesi gerektiğini.
Olayları daha dikkatli sözlerle anlatmağa seni bu arada alıştırmışlar sanırım.»
«Biraz aşırı gidiyorsun. Nelerden söz açtın birdenbire?»
«Oysa, kız kardeşimin kavuşmak için önemsiz bazı şeyleri görmezlikten gelmesi gereken
aile çiftliğimiz, yukarı Siiezya'da komşumuz olduğun sırada kendi gözlerinle gördüğün
büyük çiftliğin yanında pek değersiz kalır. O büyük çiftliğe kavuşmak içiı- acaba neleri
görmemezlikten gelmeli? Irkımızı bütün öteki milletlerden üstün yaptığı ileri sürülen kan,
ırk ve buna benzer lâflar sık sık ortada dolaşıyor şu sıra.. Bana kalırsa biz ikimiz, Lteven
soyundan gelen iki yeğen, böyle değerlerin ne olduğunu biliriz. Bizim içimize yerleşmiş
bunlar. Bir önderin önderliğe na,sıl yükseldiğini ve adamlarının da çevresinde nasıl
toplandığım, ne karşılığında mükâfat görüleceğini, ya da işlenmek üzere toprağın ne
şartlar altında verildiğini, ikimiz de iyi hatırlarız,
Ernst Lieven, soğuk bir tavırla: «Ha, evet.. 630 y:l önce.» dedi «Đyi hatırlıyorum. Bir dükü
buzlu arazide taşımak için mızraklarınızdan bir kızak yapmıştık.»
«Kuşkuyla bakmadığınız hiç bir gerçek değer yok. Başkalar: ^ize kuşku ile bakmadan siz
daha atik davranıyorsunuz.»
Yüzü sararmıştı. Güneşten yanmış bir ten nasıl soluverirse.
«Hitler'in bazı ilkelerinden vazgeçmesi seni belki de ilgilendirmez. Bu ilkeler sosyalizm, ya
da daha başka birşey olabilir. Sen pek önem vermezsin böyle şeylere. Sen Hitler'e bile
inanmış değilsin. Sen iktidara inanırsın. Kendinde eksikliğini duyduğundan ötürü.»
Ernst Lieven ayağa kalktı :
«Buraya sana gelirken kafamda kötü hiç birşey yoktu. Hele tatilimin ilk günü ilke falan
gibi lâflarla kafa şişireceğini hiç ummamıştım.»
Otto Lieven, başını saladı ve: «Biraz daha otur benimle de şu içkini bitir.» dedi «Pek
yalnız yaşıyorum ve yüreğim pek dolu Evime gelen ilk yakınımın üstüne atılıverişim
bundan ötürü. Bu yakınımın sen olması sadece bir rastlantı. Tatilinin ilk günü burnundan
gelsin istemezdim. Bağışlamanı dilerim.»
Ernst Lieven ve Elisabeth Lieven ertesi sabah kahvaltıda karşılaştılar. Otto Lieven tarlaya
gitmişti çoktan. Altı ayaklı kocaman tahta masanın üstüne hazırlanmış sabah
kahvaltısında çavdar ekmeği, tereyağı, bal, yumurta ve kahve vardı. Fırınla kahvaltı yeri,
gerektiğinde bir perdeyle ayrılabiliyordu. Perde, masa örtüsü, ev işlerine bakan neşeli ve
şişman köylü karısının önlüğü, aynı kırmızı damalı kumaştandı.
Elisabeth : «Ağabeyim yemeklerini ırgatları ve uşaklarıy-la birlikte yemekten hoşlanır.»
dedi «Halk sevgisini böylelikle göstermek ister. Fakat her türlü eşitliğe rağmen onun
bütün eşi i ler arasında birinci adam olduğu da yine sezilir.»
«Elisabeth, bir sakınca görmezsen, kahvaltı ederken şu perdeyi çekelim, ikimizden başka
kimse yokmuş gibi avunuruz >•
Elisabeth, sofradaki herşey gibi güzel bir köylü işi olan fayans krema kabına sütü ağır ağır
boşaltırken: «Sevgili ağabeyim pek çenesi düşük oldu demiştim, hatırlarsan.» dedi
«Şimdi bana hak vereceksin. Üstelik aşırı heyecanlı ve herşeye tasalanıyor.»
«Doğru. Daha ilk akşamdan başladı.»
Yeğeninin ekmeğine tereyağı ve bal süren Elisabeth: «Kafam ağrıtırsa hoş görmelisin.»
karşılığını verdi «Konuşmalarınızdan kaygulandım. Dürüst insan ve bu yüzden de cansıkıcı
oluyor. Bunu uzun uzun düşündüm.»
Ernst Lieven, gülerek : «Bir konu üzerinde uzun boylu düşünmek gibi yeni alışkanlıklar
edinmişsin!» dedi «Bir sonuca vardın mı?»
«Evet, elbette. Dinle bak: Dürüst insanların niçin cansıkıcı olduklarını anlamış
bulunuyorum. Bu gibi insanların kendilerine göre ilkeleri var. Oysa, sık sık ve birden
değişiveren birşey eğlenceli olabilir ancak. Đlkeler ise buna her zaman engeldir.»
«Aradaki perde köylü kadının konuşmaları duymasına engel değil. Đstersen Rusça
konuşalım.»
«S bolşim udovolstvjem. Burada sana rastladığıma pek sevindim. Ona belki bir yardımın
dokunur.»
«Söylemesi hoş değil ama; Otto öyle bir durumda ki, yardım etmek, ya da ele vermek
yollarından birini seçmem gerekiyor.»
Eisabeth, gözlerini açarak: «Ne demek istediğini pek anlı-yarnadım, Ernst?» diye sordu.
«Düşündüklerimi olduğu gibi söylerim bazı bazı. Otto'nun açıklamaktan kendini alamadığı
görüşlere sessizce katlanamam.»
Elisabeth, Ernst'i büyük bir dikkatle gözden geçirdi ve —dün akşam da kardeşi onu böyle
süzmüştü— başını salladı.
durumu kavramış gibi. Bir yandan da onun fincanına kahve koydu, yumurtasının
kabuğunu kırdı.
Ernst Lieven: «Bu rejim benim bağlı bulunduğum bir rejim » diye devam etti sözlerine
«Ben ona her şeyimi borçluyum. Bu rejimi beğenmiyen kim olursa olsun benim
düşmanımdır.»
Elisabeth, Ernst'in kahvesine bir kaşık krema koydu. Yeğenine karşı nasıl davranması
gerektiğini anlamış bulunuyordu: «Çok sevgili Ernst!» dedi «Benim kardeşim ve senin
yeğeninin, bütün varlığınla bağlandığın rejime bu Olmutz'da bir kötülüğü dokunacağını
sanmıyorum. Otto büyük toplantı nutuklarından değil, kendi kendisine konuşmaktan daha
çok hoşlanıyor. Kara cephe ve benzeri örgütlerin dağıtılmasında hükümete yardım
edebilecek yaradılışta bir insan değil. Bu gibi şeylerden hoşlanmıyor. Rahat bırak onu.
Çok geçmeden yatışır. Olsa olsa gelecek defa başka bir konuyla başını ağrıtır. Bir kaç yıl
önce bazı eski görüşlerinden vazgeçip bazı yeni görüşler edinmek onu çok yoruyordu ve
bir ruh tedirginliği geçirdi. Yeni edindiği görüşleri de şimdi eskileri kadar ciddiye alıyor. O
herşeyi hep böyle müthiş ciddiye alır. Şimdi sen de kalkmış böylesine güç benimsediği
düşüncelerden vazgeçip daha başka görüşlere bağlanmasını istiyorsun.»
«Sevgili Elisabeth, çağın olayları üzerine kafa yorabileceği-ni hiç sezmemiştim. Olmutz'de
herşeye akim erer görünce seni, pek şaştım.»
Elisabeth, ekmeğe uzanıp dilim dilim kesti :
«Çağın olaylarına kafa yorduğum yok. Sevgili ağabeyimi düşünüyorum. Olmutz'da sadece
onun durumuna akıl erdire-bıldim.»
Elisabeth'in yüzü değişivermiş, birbirlerine ilk rastladıkları o tren kompartımanmdaki
kadar alaycı ve buz gibi olmuştu. Az önceki 'Sevgili ağabeyim' sözlerini alay için mi, ciddi
mi söylediğini anlamak kabil değildi.
Ernst Lieven iki saat sonra köyde bir gezinti yaptı. Bahçelerin birinden uzanıveren bir kol
onu selâmladı. Hitler seiârnı verinceye kadar ne gözüne çarpan, ne de sesi duyulan adamı
tanıyamamıştı; başında arı yetiştiricilerinin kukuletesi vardı. Yüzü ve elleri sarılıydı.
Lieven dönüşte yine oradan geçerken redingot giymiş ve kıravat takmıştı. Köyün yeni
öğretmeni Manke, diye tanıttı kendini. Gelip geçenler köy öğretmeninin SS ileri
gelenlerinden biriyle bahçede dostça konuşmasını görJü diye Manke'nin koltukları
kabarmıştı. Bu tanışmadan büyük bir mutluluk duyduğunu söyledi. Sayın konuk bay
Lieven'in kendisine bir defacık uğramasını pek arzu etmişti. Sayın Otto von Lieven şu son
olaylardan ötürü pek tedirgindi. Bunda an-laşılmıyacak bir yan yoktu. Zira, Führer en çok
güvendiği kişilerin büyük ihanetine uğramıştı. Saldırı birliklerinin en yüksel', şefi olan
Röhm'den kim umardı böyle bir şeyi?
Lieven, budalaca tenkitlerimden ötürü bizim şef Siebert'ten
herkesin önünde özür dilemem gerekecek, diye aklından geçir-
di. Hayır, uyarmalarımız hiç de yalın ve psikolojiden yoksun
değildi. Gerçekte ise bütün bunlar önce verilmiş yargılar imdi.
Đntanlar en saçma şeylere dört elle sarılmaktan pek hoşlanırlar.
Erkekle temas etmeden gebe kalınabileceğine inanmadıları mı?
Führer'in Röhm'ü 30 haziranda yakaladığı tabiata aykırı cinsi
temasları da olağan sayanlar var. > #
Köyün yeni öğretmeni Manke : «Rende yapılırken talaş çıkar.» diye başladı «Bu müthiş
rezaletin ortaya çıkarılmasının tesirleri bizim köyde bile görüldü. Benden önceki
öğretmenin başına gelenler saym Otto Lieven'i pek üzmüşe benziyor.»
Lieven kulak kesildi birden.
Manke : «Ona hiç bir zaman pek güvenmemiştim.» diye devam etti «Öğretmen
toplantılarından biraz tanırım. Bu hailemi gençliğine bağışladım uzun süre. Taşıdığı
görüşler çoğu zaman tehlikeli bir nitelik almaktaydı.»
Lieven : «Bilmiyordum bunu.» dedi «Aydınlatmanızı rica ederim.»
«.Eski öğretmen, Stettin'de bir öğretmenler toplantısına gitmişti. Toplantıda bulunanların
önünde görüşlerini açıklaması gerekirdi. Daha önceden de uyarılmıştı. Toplantıda
bulunanların rapor etmesi üzerine sorguya çekildi. Beni de, karım ve üç çocuğumla onun
yerine gönderdiler hemen. Ev bir bekâr için epeyce büyüktü aslında.»
«Eski öğretmen ne oldu?»
Ernst Lieven, sandalyeye kollarını ve ayaklarını dolamış o iri yarı genç adamı, Elisabeth'e
tutuluvermiş olan eski öğretmeni görür gibi oldu.
Yeni öğretmen, tehlikeli bir konudan söz eder gibi ölçülü bir sesle, toplanma kampında
olduğunu söylemekle yetindi. Ernst Lieven'in ayağa kalktığını gören Manke, asıl önemli
konusunu henüz açmamış olduğunu hatırlıyarak: «Ay çiçekleri bu yıl çocuk kafası kadar
büyüdüler.» dedi «Bu çiçeğe Yunanlıların Htiianthos adını vermiş olduğunu bilir misiniz?
Bundan ne sonuç çıkarmak istediğimi soruyorsunuz. Kuzey ve Yunan kültürleri birbirini
tamamlıyan bir bütündür derim.»
Ernst Lieven, kısaca: «Yaa, öyle mi!» dedi.
Akşam yemeğinde Otto Lieven iyice yatışmıştı; bir sürü köy dedikodusu anlattı. Ernst
Lieven, eski köy öğretmenini sordu, yeni öğretmenin tuhaf şeyler anlattığını söyledi.
Otto Lieven: «Evet öyle.» cevabını verdi «Ben çoktan unutmuştum onu. Toplanma
kampında, değil mi. Yani. ölmüş sayılır. Büyük atılışa engel olan insanlara daha başka ne
yapılabilir?»
Elisabeth, hayretle baktı ağabeyine. Đki yeğenin arasında bu konuda geçen sözleri
bilmediğinden, dokundurmaya bir anlam veremedi. Ernst Lieven'in tuhaf bir sesle : «Bu
gibilerden kurtulmak için daha başka ne yapılabilir?» cevabıyla ne demek istediğini de
anlıyamadı.
Elisabeth, gece ağabeyinin odasına gitti. Lambanın altında oturan Otto Lieven, arkasına
dönmeden: «Sen misin, Elisabeth?» dedi «Otur kardeşim. Rahatsız etmezsin. Hatta
sevgili yeğenimiz Ernst şu anda çıkagelse de ürkecek hiç bir durumum yok. Ne yabancı
gazeteleri, ne de gizlemek zorunda kalacağım bir yazıyı okuyorum; kısacası, tehlikeli hiç
bir şey incelemiyorum şu anda.»
Otto Lieven, başını ellerinin arasına aldı; dirseklerinin arasında Hitler'in çerçeveli bir
fotoğrafı vardı :
«Duvarda asılı olduğu yerin badanası biraz solmuş, asmı-yacağım bir daha. Elisabeth
dikkatli bak şu adamın suratına. Ne düşünüyorsun onun hakkında?»
Elisabeth, kardeşinin omuzuna geçti ve omuzu üzerinden resme baktı; son yıllarda
yüzbinlercesirii görmemiş gibi. Sonra: «Berlin'de Kaiserhof Oteli önünde otomobili
durunca bir sürü karı tekerlek lastiklerini öptü bu adamın.» dedi «Đnsanların böylesine
çılgınca sevgi gösterilerinden pek birşey anlamadığımı açkîarsam kız kardeşinin
küçüklüğünde beslediğin temiz duyguları umarım bozmamış olurum.»
Otto Lieven : «Bu resim Almanya'nın yarınını semboleş-tiriyor sanırım uzun süre için..»
cevabını verdi «Bir insanın en az değiştirilebilir ve adeta elle tutulabilir izlenimini bir
portrede bulmak ne tuhaf! Sözler ve düşünceler üzerine tartışılabilir ama, bir surat
üzerine asla; zira ağız, burun ve kulaklarda bir de-ğişürme yapılamaz. Oysa bir adamın
fotoğrafında insan kendini görür. Ben bu resimde kafamın içindeki şeyleri görmek
istediğim için bu resimde çok derin değerler saklı diye düşündüm. Hatta şu perçemleri
bile duygulandırdı beni. Bu adamın çocuksu ve delikanlımsı tuhaf bir yanı var ama bizlerin
tümünden de daha güçlü diye hayal ettim. Gözlerine bakıp, kendini büyük bir ülküye
adamışların kendinden geçmiş bakışları bunlar, dedim. Oysa şimdi, iktidarı elinde
tutmaktan gayrisini düşür miyen o donuk bakışlı suratından tiksiniyorum.
Almanya'da düzeni sağlasın diye birkaç kişinin onu ortaya çıkardığı söyleniyor. Varlıklıları
daha varlıklı, yoksulları daha yoksul yapmanın yollarını da iyi biliyormuş. Hayal
edilebilecek simyaclarm en beceriklisi. Kıral gülümsüyor ve simyacının yaptığı altunları
torbasına doldururken paraların kalp olduğunu biliyor. Kıral, bu eşsiz simyacısından pek
yararlanıyor ve bundan ötürü de onu düzenbazın biri saymıyor. Oysa, adam yalancının
biri. Gölge masalını bilir misin?»
<Ottocuğum, gel seni yatırayım. Geceleri kafanı fazla yorma. >
«Andersen'in bir masalıdır. Gölge, kendisi de güçlenince-ye kadar efendisine hizmet eder.
Günün birinde, efendisinin vücudundan daha güçlü olunca da onu dinlemez. Kiralın
parayla tutulmuş adamı olan simyacı kıraldan daha varlıklı olacaktır.»
«Bunlardan hiç bir şey anlatma yarın. Hele, Ernst'in yanında. En iyisi, bir kaç haftalığına
bir yolculuğa gitsen. Yorgun ve hastasın!»
«Ernst yüzünden mi buradan gideyim. Korkuyor musun? Beni ele verecek yaradılışta
olduğu doğru.»
«Sen de böyle söylediğine göre öğüdüm yerinde. Uzaklaş sen buradan. Sen ne kadar
istersen o süre kalırım burada. Ernst'e güven olmaz. Umulmadık davranışlar yapmaktan
her zamafl pek hoşlanır.»
«Haydi canım, bana hiç birşey yapamaz. Đnan sözlerime. Yatıyorum şimdi. Yorgunum. Bu
gece bir güzel uyuyayım istiyorum.»
Elisabeth onu sessizce bir süre gözden geçirdikten sonra: * «Senden başka kimsem yok
bu dünyada.» dedi.
Otto Lieven : «Böyle saçmalıklara katlanamıyorum.» dedi «Bu gece deliksiz uyumak
istiyorum.»
Sonra bardağına birkaç uyku hapı koyduğunu kız kardeşinin görmemesi için elini siper
etti ve benim sevgili küçük kız kardeşim, diye aklından geçirdi, yazık ki uzun süre daha
göz kulak olamıyacağım sana.
Otto Lieven yatağa uzandı. Duvardan yana çekildi, kız kardeşi yanıbaşmda otursun diye.
Elisabeth, küçüklüğünde anasının yaptığının tıpkısı el hareketleriyle yorganı iyice örttü.
Otto Lieven, yalnız bırakmasını rica etti kız kardeşinden. Hemen uyuyacağını umuyordu.
Hem de uzun ve deliksiz bir uykuyla.

Wenzlow, Amalie halasını yeniden göreceğine Đlse'yi göreceğinden daha çok sevmiyordu
içinden. Yüzyıllarca geriye uzanan bir soy, gençlik günlerinin üzüntüleri ve sevinçleri,
sözün kısası herşey, bir anadan daha aşırı bir feragatle onu yetiştirmiş olan bu ihtiyar
kadına bağlıyordu. Birinci mevki kompartımanda, zira, diye düşünüyordu; ana öz oğlunu
soylu bir aile onurundan başka hiç birşeyi gözü görmeden yetiştiremezdi; ana sevgisi,
ana yüreği buna engel olurdu.
Wenzlow, gözlerini kapayınca halasının uzun ve kırış kırış boynu, benin üstündeki üç kıl —
çocukluğunda pek şaşardı buna— zihninde canlanıverdi. Oysa, kendi karısını şöylesine bir
hatırlıyordu; beyaz, pembe ve kumral karışımı bir sis, ya da toz kadar belirsiz tüyler.
Ayrıntılı çizgiler, ürkek sevişmeler bu hoş kirlenmemiş siste dağılıyordu. Oysa, yakın
geçmişin bazı anıları çok daha keskin çizgilerle gözünde canlanıyordu, daha az hoş ve
daha az temiz olsalar da. istasyonda vedalaşmağa gelmesine izin vermediği şu Maja gibi.
Son iki yılı onunla pek mutlu geçirmişti, daha önceden hiç umulmıyan bir olay geçmesine
mutluluk denilebilirse. Maja, bu uzak-doğu sömürgesinde şimdi bir başka sevgili
bulacaktı. Bulmak zorundaydı. Sonra bir başka sevgili, daha sonra yine bir başka sevgili
bulması gerekecekti. Sibirya'da o sonu gelmiyen kaçışla başlıyan sürgün hayatı böylece
sürüp gidecekti.
Wenzlow, memleket kanunları izin verseydi de onu ikinci kanm diye Potsdamm'a
getirseydim Amalie hala öfkeyle nasıl da gözlerini devirirdi, diye düşünüp gülümsedi.
Maja çayı hazırlardı, Amalie halaya ve Ilse'ye.
.Kompartımana giren tren memuru, öteki istasyonda yeni bir vagon takıhncaya kadar
yanına bir yolcu kabul edebilir mi acaba, diye büyük bir nezaketle sordu. Yolcu
kompartımanı ısmarlamakta biraz geciktiği için bu üzücü yanlışlık olmuştu. Yanlıca bir
adam olan tren memurunun davranışı üç yıldır alıştığı öteki insanların alçaktan alan
hallerinden farklı değildi.
Wenzlow, aşırı nâzik tren memuruna, kompartımanına o yolcuyu almağa razı olduğunu
söyledi. Gözlüklü ve ufak tefek bir adam az sonra çıkageldi. Tanıttı kendini. Kuzey
Almanya vapurculuk işletmesinde memurdu. Tren memurunun özür dilemelerinin, valizi
yerleştirmesinin ve yolcularının rahatını sağlamak için davranışlarının sonu gelmiyordu.
Vapur kumpanyasının adamı, tren memurunun becerikliliğini övdü. Wenzlow da.
Sovyetler Birliğinden geçerken, tren memurlarının —çoğu acemi de olsa—
Almanyadakilerden daha az kaba olduğunu bir çeşit övgüyle söyledi. Adam: «Zira orada
transit yolcuydunuz» dedi. «Burada ise bir âmirsiniz. Burada kalıyorsunuz. Burada, halkm
gözünde, kurtulmak istedikleri çevrelerin adamısınız.»
Böylece de bir konuşma başlamış oldu aralarında. Almanya'dan uzun süre uzak kalmış
olan Wenzlow'u bazı olaylar üzerine bu adam aydınlattı :
«Önceleri hepimiz de bakalım bu adam neler yapabüecek diye düşündük. Aradan geçen
uzun sürede ise Hitler yapabileceklerini gösterdi, ilk yıl, iktidarı ele geçirebildiğini
gösterdi. Đkinci yıl da iktidarı elinde tutabileceğini. Gerçi 30 haziran büyük temizliği biraz
ileri gitti diye korkanlar olmadı değil. Đs-tenilmiyen kişilerden birkaç düzinesi birden
temizlenivermişti. Fakat olaylar Führer'i haklı çıkardı; bu gibi şeylerin üstesinden
gelebiliyordu. Daha doğrusu olaylar değil, olaysızlık bunu sağlıyordu ona. Hitler, tehlikeli
sürevenlere sürüklemek istiyen o hizibi bir günde temizleyiverdiğinde tek kişi bile ağzım
açma ılı. Ben kendi payıma, dostlarıma, göreceksiniz dizginleri elinde tutmasını başaracak
bu Hitler, dedim. Zira, Röhm ve suç ortakları için Almanya'da kim rahatını bozardı? Gerçi
Almanya'da daha hâlâ iki çeşit insan var: Hitler'den yana olanlar ve ona karşı olanlar.
Hitler'den yana olanlar onun her yaptığını doğru buluyor. Fakat Hitler'e karşı olanlar da
bereket Röhm'ü hiç tutmuyorlar. Bereket ki, diyorum, zira devletimiz yine pupa ye'ken
yol alıyor, güvenilir bir devlet oldu.»
Wenzlow'un onu dinlediği yoktu şimdi. Solgun ikindi ışığı altında kasvetli kırlara ve
körlerin gözlerini andıran göllere dalmıştı. Tek-tük ışıkların parladığı bir ıssızlık,
yabancılaşmış yüreğine tesir etmişti. Tren tekerleklerinin takırtısı ve ufak tefek adamın
gevezeliklerini duymuyordu bile. Karanlık ormanlardan, tarlalardan ve göllerden doğru
sokuluveren bir sessizlik sarmıştı her yanını.
Uzak-doğu otellerinin yataklarında, Çinli uşakların çektiği iki tekerlekli arabalarda, gönül
ya da savaş serüvenlerinin her çeşidinde, sonunda bu sessizliğe kavuşacağı duygusuyla
avun-muştu. Yurdunu düşünürken derin ve yatıştırıcı bir sessizlik duygusu kaplardı iç
dünyasını. Onun bu duygusunu hiç birşey sarsamazdı. Savaştan sonra Almanya'da
patlıyan silâhlar bile. Yolun iki yanındaki ışıkların sayısı artıyor, demiryolları sıklaşı-yordu;
evler gittikçe daha yakınlaşıyordu birbirine. Ormanların ve tarlaların yerini mahalleler
alıyordu. Wenzlow şehrin dış mahailelerindeki evlerin içlerini görüyordu. Yeniden
karşılaşmaktan ürkmeğe başlamıştı.
Berlin'in Silezya istasyonunda büyük bir kalabalık tarafından karşılandı. Eski bazı
arkadaşlarının ve kayın babasının yüzünü seçti karşılayıcılar arasında. Kız kardeşi de
vardı. Onun da gelmiş olması pek tuhafına gitti. Uzun süredir onu hiç düşünmüş değildi.
Kız kardeşinin gözleri adeta ışıl ışıl lâcivertti. Elini sımsıkı tutan şu yuvarlak ve tuhaf
şapkalı kadın kendi karışa olmalıydı! Wenzlow: «Hemen eve gidelim!» dedi. Biran önce
görmek istediği tek insan olan Amalie hala yoktu karşılayıcılar arasında. Malzahn: «Genç
baba oğlunu bir an önce görmek istiyor.» dedi. Oysa, Wenzlow küçük oğlunu büsbütün
unutmuştu. Amalie hala; köşe penceresindeydi; gelecek birisini hep orada beklerdi.
Wenzlow öylesine heyecanlıydı ki, gözyaşlarını güç tuttu. Halasının iki elini birden öptü.
Hala da onu saçlarından öptü;
delikanlılık yıllarında gibi kokan bu saçlar yüreğine heyecan salmıştı. Halanın yüzü daha
uzamış ve kurumuştu. Wenzlow, verimli toprakta sapan izlerinin sayısı artmış bir tarlaya
bakar gibi baktı bu yüze. Amalie hala babayla çocuklarının karşılaşmasını seyrederken
dudaklarını iyice büzmüştü. Fritz Wenzlow, ürkekliğini belli etmedi. Şaşkın şaşkın bakan
çocuklarını öpüp okşadı. Đşlemeli önlüklü iki kızı ve kısa pantalon giydirilmiş mini mini bir
oğlanı yabancı bakışlarla süzdü. Yabancı ülkelerde bulunduğu sırada oğlunu arada sırada
överken koltukları kabarırdı. Şimdi ise kıvırcık saçları ve tombul kollu kızları daha çok
hoşuna gitmişti. Kızlarının büyüğünü daha da sevmişti. Köşeli bir kafası ve yaramaz
bakışları vardı. Büyük kız, babasının okşamalarından kaçınırken küçük kızı iyice
sokuluyordu. Büyük kız, babasını biraz uzaktan kuşkulu ve canı sıkkın bakışlarla
süzmekteydi.
. Amalie hala o gün kendi salonunda hazırlamıştı sofrayı. Her iki aileyi de kendi eliyle
ağırlamak için diretmişti. Oysa bu işi tekbaşına yüklenmesi ağırdı. Fakat hala bugün
kendisini her zamandan çok daha fazla bütün ailenin başı hissediyordu. Masanın
çevresinde oturan herkes onun sayılırdı bir bakıma. Memlekete dönen Wenzlow, yeğeni
Leonore, Malzahnlar, birlikte sofraya oturulmasına izin verilen küçük torunu, başka
zamanlar adeta gözüne batan Helmut Klemm, soyuyla hiç bir ilgisi bulunmasa da
Wenzlow'un bazı arkadaşları, her zaman aşırı giden Stachwitz, Wenzlow'a 'oğlum' diyen
ve karşılamak için otomobiliyle gelmiş olan ünlü avukat Spranger'e kadar hepsi Amalie
halanındı bugün.
Wenzlow'un küçük kızı, Çin'de tavşan var mı diye sormuş ve elbette, hem tavşan, hem de
kaplan var, cevabını alınca pek şaşırmıştı.
Wenzlow sofradaki yemekleri bir bir övdü. Amalie hala, para arttırıp tavşan almış ve
kendi eliyle derisini yüzüp kırmızı lahanayla doldurmuştu. Wenzlow, ayağa fırladı ve
Amalie hala şerefine kadeh kaldırdı. Hala, herkesle kadeh tokuştururken

durumdan koltuklarının kabardığı belliydi. Şaraplı hamur tatlısı hoşuna gitti mi, diye
Wenzlow'a sorarken yan gözle bakıyordu. Hoşa gitmek de söz mü, ağzında dağılıyordu
yerken. Asya'nın ve Avrupa'nın bütün konsolosluk ve lokantalarında yediği çeşitli tatlıları
unutuvermişti. Bütün ailenin çevresinde toplandığı masada gamalı haç yine Helmut
Klemm'in kolunda göze çarpıyordu. Güzel ve aydınlık genç yüzünü, güneş ışığına
çevrilmiş bir yaprak gibi, Wenzlow'dan yana çevirmişti. Kendisine ve üstünlüğüne aşırı
güvenden gelen ve yüzünü sevimsiz-leştiren anlatımın yerini, sınırsız bir kendini veriş
almıştı. Aile içindeki gelişmelerde, okulda ve Hitler gençlik örgütünde tartışılan konularda
bir çözüm yolu bulamaymca, Wenzlow amca dönünce ona sorarım diye yatışırdı. Wenzlow
bu oğlanın yüreğinde böylesine büyük bir yeri olduğunu nereden bilsindi? Buraya
dönmezden önce hala ile Helmut arasında geçen konuşmaların oğlanda kin ve umut
karışımı duygular uyandırmış olduğunu da bilmiyordu. Đhtiyar kadın, amcası için verilecek
yemeğe de bu tuhaf giysiyle mi katılacağını acı bir alayla sormuştu.
Fritz amca kolunu büyük bir dostlukla omuzuna koydu ve sofradakilere dönerek:
«Yabancı ülkelerde bir dergide bugünkü Alman gençlerinin fotoğraflarına bakarken hep bu
oğlanın yüzünü aranırdım farkında olmadan.» dedi.
Helmut, bu sözler üzerine, Amalie halayı üstten bir bakışla süzdü. Hala, öfkesinden
dudaklarını ısırdı. Helmut için Führer'in resmi uzak bir hayaldi, amma Fritz amca işte yanı
başındaydı.
Amalie hala, servis için arttırdığı parayla kimseyi tutmı-yarak sofradakilere punç sundu ve
Malzahnların hazırladığı pastayı dağıttı. Bu güzel ve büyük pastanın bütün öteki
tatlılarından daha çok beğenileceğinden korkarak. Hayranlık dolu sesler yükselince
kuşkuyla baktı. Yüksek pastanın üstüne siyah-beyaz-kırmızı bir bayrak dikilmişti. Fritz
amca, Helmut'a, haydi bir saldır da yeni Alman bayrağını dikelim, dedi. Helmut
Kiemm, halaya yan yan baktı yine. Spranger, Malzahn'a: «Bizin. oğlan hoşuma gitmeğe
başladı.» dedi «rastgeleymiş gibi söylenen sözleri büe iyice düşünmesini yurt dışında
güzel öğrenmişe benziyor.»
Bütün bardaklar boşalıp pasta son kırıntısına kadar afiyetle mideye indirildikten sonra
siyah-beyaz-kırmızı bayrak masadaki yemek kalıntıları arasına buruş buruş düşünce,
konuklar birer ikişer gittiler. Đlse Wenzlow, uykusu gelen küçük kızını yatırmak için
yandaki eve geçti. Amalie halanın bahçesine çıkan Fritz Wenzlow: «Bu eşsiz karşılama
ziyafeti için sana nasıl teşekkür edeceğimi büemiyorum halacığım.» dedi. Daha başkası
ak'ma gelmemişti. Oysa, yüreği sevgi doluydu ihtiyar halacığı-na karşı. Hala: «Yine
aramızda olduğuna pek sevindim.» karşılımı verdi «Çok tasalıyım. Bir çeşit yeni
zenginlere benzettiğim Nazilerin nasıl da her işe burunlarım soktuğunu tahmin
edemezsin. Önceleri, yani, Hmdenburg o adamı, Nazilerin Führer dediği kimseyi yanma
kabul ettiğinde, aklını başına toplayacağa benziyor diye umutlanmıştım. Kime karşı
sorumlu olduğunu şimdi hissetmiş olmalı diye düşünmüştüm. Fakat korkarım ki, böyle bir
duygu beslediği yok. Ya da, onunla birlikte iktidara geçenler böyle bir sorumluluk
duymuyor gibime geliyor. Üniformalar içinde dolaşan bir sürü aşağılık herif hepsi de.
Gençliği de zehirlediler. Bizim evde yaşıyan küçük Klemm, Leonore'nin oğlu işte orada.
Hitler gençlik örgütüne gireli nasıl lâflar konuştuğunu aklın almaz. Hiç birimizi saymaz
oldu. Hele, vasisi amcanın yanında geçirdiği yaz tatillerinden dönünce daha da ileri
gidiyor. Biraz kulağını bük. On beş yaşındaki bir delikanlının bütün ateşliliğiyle sana çok
bağlı.»
Wenzlow : «Sevgili halacığım.» cavabmı verdi «Olup bitenleri gerektiği gibi
değerlendirmelisin. Yaşadığımız şu yeni çağın şartlarında bunu yapmak sana çok güç
gelecek belki de! Bizim eski onur anlayışımıza uygun düşmiyen bazı kişilerin iktidardakiler
arasında bulunduğu doğru. Fakat memleketimizin müthiş bir atılış yaptığını da
görmezlikten gelemeyiz. Hatta, uzak-doğuda bile Almanya'ya karşı ne büyük bir saygı
uyandığını tahmin edemezsin. işte senin hoşlanmadığın o adamlar, bizim kimsesiz ve aç
milletimizi disipline soktular; eski ordudan arta kalan bizler de şimdi onları gerçek
askerler yapabiliriz kolayca.» «Eğer ele geçirebilirseniz!»
«Bütün bu SA, SA, Hitler Gençleri sadece bir hazırlık gösterisi aslında.»
«Umarım asıl oyun da başlamış olmasın. Seninle böyle şeyier konuşabilmek beni pek
rahatlattı. Bilirsin, herkesin arasında uzun boylu konuşmağa alışmış değilimdir.»
«Halacığım bir hatırlasana! Büyük Friedrich gençliğinde babasıyla neler tartışırdı? Asker
kıral, askerlerinden gayrı hiç bir şeyle ilgilenmiyordu. Birgün oğlunun flütünü başında
kırmıştı. Fakat sonradan Büyük Friedrich'in kendisi kıral olunca, flütünü kendi eliyle
saklamıştı çekmecenin en arka yerine; zira babasının haklı olduğunu anlamıştı. Millete
büyük işer yaptırabilmek için hangi aletin en gerekli olduğunu farketmişti.»
Amalie hala: «Büyük Friedrich incil kadar yücedir.» karşılığını verdi «Herkes için ve
herşey için eşsiz bir örnektir. Söylediklerini bir düşüneceğim. Ben yaşta bir kadın için
kolay ol-mwacak. Haydi yavrum, sen şimdi sevgili Đlse'nin yanma git. Memlekette ilk
geceni halanın yanında geçiremezsin elbette.»
Wenzlow, yandaki eve geçerken yüreğinde bir sıkıntı vardı.
Amalie hala masayı toplamağa başladığında herkes uyumuştu. Büyük masa örtüsünü bir
sepete koydu. Yarın yıkayacaktı.

XIII. BÖLÜM

Wenzlow yüzbaşı olarak Kassel'e gönderüdikten sonra, karısı îlse'den bir daha kimse
Malzahn'ların küçük kızı diye söz açmadı. Zira garnizonda onu eskiden tanıyan kimse
yoktu; Staehvvitz de bir başka yere gönderilmişti. Genel olarak ordu hizmeti gereği tâyin,
nakil, ya da rütbe yükseltilmesiyle hepsi bir başka yere dağıhvermişti. Memlekete
dönerken bunu bir çeşit izinli çıkmak saymış olan Wenzlow, kolayca dış ilişkiler
kurabileceğine çeşitli nedenlerden ötürü seviniyordu şimdi. Bir türlü kurtulamadığı hayat
duvarında bir kaçış menfezi saydığı Çin karargâhı, hayatındaki engeller ortadan kalkalı,
çekiciliğini yitirmişti. Çin'e gidince karşılaştıkları, kızıl ordunun — düşmanın hemen hemen
gözleri önünde Jangçe nehrini geçip — uzun süren yürüyüşünü, rastlantıyla gördüğü bir
bölgede geçmiş bir tabiat olayı sayıyordu. Wenzlow, yabancı ülkelere hemen bağlanıveren
ve memleketinin daraşmalığına bir daha ısınamıyan kişilerden değildi. Yurdunda da
önceden hiç beklenmiyen bir sürü olanak vardı. Kimi hemen, kimi de ilerde olmak üzere.
Rütbe artışlarından emekliye ayrılışına ve mezara kadar.
Scanned By hlecter

Wenzlow, şimdi geceleri rahat uyuyor, gereksiz bunalımlar ve cansıkmtılanyla


uyanıvermiyordu. Gençliğinde olağanüstü amaçlara düşkünlük göstermiş ve günlük
hayatın sıradan, ama hileci tehlikelerinden korkmuş biri olmasaydı, şimdi daha da
gençîeştiği söylenebilirdi.
ilse Wenzlow da şimdi konuklarını anasının, ya da Amalie halanın sözlü, ya da yazılı
öğütleri olmadan ağırlıyordu. Kendi memleketlerindeyken iki küçük kız ve oğlu pek büyük
değillerdi. Şimdiyse Wenzlor/'larda akşamları eğitim sorunları tartışılıyordu. Daha ciddi
davranan Đlse Wenzlow sonra gerçekten de böyle oldu. Büyük kızları Annaliese, bu kız
oğlan olmalıymış denilen kız çocuklarmdandı. Wenzlow ailesinin oğlan çocuk isteğini göz
önünde tutmıyan tabiat sonunda bunu yine de gerçekleşmiş sayılırdı. Yüzü iriceydi.
Sağlam yapılı, her çeşit beden işinde dayanıklı ve becerikli bir kızdı. Hitler gençliği
toplantılarına ailesinin hoşuna gitmiyecek kadar fazla katılıyordu. Ailesi subay kızlarıyla
arkadaşlık etmesini öğüt veriyordu ama bundan hoşlanmıyordu. Hitler gençliği
toplantılarında zenaatkâr ve işçi kızlarıyla çok ilginç arkadaşlıklar da kuruyordu, içinden
yetiştiği Alman milletini yakından tanımak için duyduğu çocukça ve saf bir ilgiyle,
anasının bir gün olsun ayak basmadığı semtlere gidiyordu. Wenzlow akşamları çocuklar
uyuyunca salonda: «Führer'in istediği de bu!» diyordu şaşırıp kalmış karısına «Bütün
millet sınıf ayırımlarını aşıp kaynaşsın!» Đlse: «Bir türlü aklım ermiyor.» cevabım verirdi.
«Kızımızın kendiliğinden bunu nasıl yapabildiğine. Birşey telkin edilecek olsa hemen
direnir.»
Wenzlow : «Kızımız, hele bizim kızınsz olarak, bu hareketiyle bir görevi de yerine
getiriyor,» diye cevap veriyordu. «Şu sıra bazı ailelerde eskiden sınıfların ortaya çıkardığı
ayrım çizgileri kalkıyor. Üstünde milleti eğiteceğimiz zemin de böylece oigunlaşıyor.
Güven sağlıyor. Güven olmazsa hiçbir buyruk yerine getirilmez yüzde yüz. Savaşta olsun,
barışta olsun.» ■:. Fakat ikinci kızları için buna benzer konuşmalar geçmezdi asla. Daha
beşiğinde onu görenler: «Küçücük bir hanım!» demişlerdi. Anası, babası, öğretmen
bayanı, gelip geçerken görenler yarım günde öyle çok okşarlardı ki, kızkardeşi Anneliese
gimdiye kadar bütün ömründe böyle çok okşanmış değildi. Küçük kız öyle sık güler ve
herkese yardıma koşardı ki, yuvarlak ve sevimli yüzünün, herkesin okşamasından ötürü
mü, yoksa anasının her zaman süsleyip babasının kucağa almasından mı böyle
davrandığını kestirmek güçtü.
Bütün çocukların en küçüğü oğlan daha pek küçüktü. Đki kez boşa çıkmış oğlan çocuk
özlemini gidermekten gayri bir işe yaramıyordu henüz. Bu isteği gerçekleştirmişe
benziyen bir hali vardı. Gülüşünde de, oynayışında da hep bu anlatım vardı. Wenzlow'un
bu bir tek oğluna pek bağlı olduğunda bütün arkadaşları birlikti. Ilse'nin arkadaş
karılarına açıkladığına göre ise, kocası küçük kızlarını severdi daha çok. Oysa baba,
başkalarının olduğu kadar kendisinin de bilemediği kadar derin bir sevgiyle büyük kızı
Annaliese'ye düşkündü. Sevimsiz, hantal ve oğlan çocuğu görünüşlü büyük kızma.
Akşamları işten eve dönünce, kızın Hitler gençliğini öğrenince hayal kırık-lığ. duyardı.
Alaya alırdı. Oysa hayal kırıklığına uğramıştı özlediği kızım göremeyince. Büyük kızı en
çok içtenlikle sevdiği anlarda karısı onu Annaliese'ye canı sıkılmış sanardı. Wenz-lov»'
kızını çalışma odasına çağırırdı paylamak için. Annaliese yazı masasının önünde hiç
umursamadan ayakta dururdu. Kısa saçları şöylesine örgü yapılmıştı. Ütüsü bozulmuş
beyaz bluzunun kolundaki gamalı haç, korkutmak ister gibi bakıve-rirdi babasının
gözlerine.
• Annaliese, babasının sert paylamalarını, öğretmenin yakınmalarını, anasının
azarlamasını hep aynı umursamazlıkla dinlerdi. Unuttuğu ziyaretler için, alayın şenliklerini
kaçırdığı için, nerelerde ve ne kadar sürttüğü için hep azar işitirdi. Wenzlow, bu
azarlamaların kızı aşırı üzmek şöyle dursun hiç tesir etmediğini hissederdi. Pek pek:
«Senin sürtmek dediğin şey bizim için pek önemli bir parti işiydi!» cevabını verirdi. Ya
da : «Senin fırsat kaçırmak dediğin, biz Hitler gençleri için hiç de önemli değil!» derdi.
Wenzlow masayı yumruklar ve kızma bağırırdı. Azarlamalar birşeye yaramadıkça
şiddetleniyordu. Fakat azarlamaların şiddeti arttıkça da Wenzlow'un baba yüreğinde gizli
bir hayranlık beliriyordu; bütün Almanya'da hiçbir evlât kendisi gibi bir babaya böylesine
karşı duramaz-mış gibilerden! Kendisi o yaştayken, hattâ şimdi bu yaşında bile böyle
direnç gösterememişti.
Wenzlow, iyi yetişmemiş bir kız çocuğu öfkeli babasına karşılık veriyormuş gibi değil de,
kendi vicdanının bir parçası yine kendi vicdanının öteki parçasına cevap veriyor gibi bir
duygu besliyordu. Nasyonal Sosyalist Alman îşçi Partisinin yaptığı bazı şeyleri
görmezlikten gelmeli, zira her şeyini uygun bulrnasalar da, Almanya'yı yine yücelten
partinin bu parti olduğunu söyliyen arkadaşlarına hak veriyordu. Yapılanlar arasında tek
tük cansıkıcı ve sersemce şeyler bulunsa da, büyük işleri de partiye borçluydular. Saar
bölgesinin Almanya'yla yeniden birleştirilmesi, genel askerlik görevi, subaylık mesleğinin
yino onura kavuşması gibi. Nazilerin aşırı ileri gitmemesi için her an uyanık bulunmak
gerekiyordu sadece.
Fakat Annaliese'nin gözünde parti daha başka bir anlam taşıyordu. Annaliese için tek ve
en yüce şeydi parti. Babasının suçlamalarını ön yargı sayıyordu. Wenzlow'un kendisi de,
bu işin iyi ve kötü yanlarını tartamıyacak kadar az uyanık olabilmeği, hiç değilse bir kez
böyle olmasını pek istiyordu.
Wenzlow topçu alayının başında ve at üstünde Ren köprüsünü geçerken hayatı ilk defa
pırıl pırıl gördü. «Vatanım» kelimesinin anlamını ilk kez o anda duyduğunu sandı.
Bandonun ezgileriyle küt küt atıyordu kalbi, öteki kıyıdan duyulan çılgınca sevinç sesleri
köprünün daha bu başında onu karşılamıştı. Çılgınca sevinç sesleri, şehrin görüntüsü
titreşen gri mavi Ren sularına bile çarpıp ona doğru yükseliyordu. Kızının kolunda görünce
çoğu öfkelendiği gamalı haç şimdi bütün damlarda ve kapılarda dalgalanıyor, sulara
vurmuş damlarda ve kapılarda binlerce gamalı haç titreşiyordu. Wenzlow, bir tarihte
eniştesi olan Helmut von Klemm'in otomobili ve şoförüyle Ren'in sularına uçtuğu yerden
geçmekteydi. Fakat bunun farkında değildi. Bilmiş olsaydı da düşünmezdi. O şu anda
kendi kızını düşünüyordu daha çok. Kızından özür diliyordu. Çocuk haklıydı Führer'e
bütün ruhu ve vücuduyla bağlanmakta. Hem de, fakat ve eğer demeden. Bütün tehdit ve
iftiralara rağmen Ren'i yeniden işgal etmeği göze alan insanın Führer unvanını almağa
hakkı vardı.
Wenzlow şu anda tek birşey görüyordu sadece: Versaü-ĐeVda bugüne varan, utanç
saatinden yeniden doğuşa kavuşturan o yolu. Bayraklar ve çiçeklerle askerlerini saran
insanların sevinç çığlıkları, kendi çevresinde bazı bazı yükselmiş cılız sesleri, son ve sessiz
tasaları, tahmin ve kuşkuları, silâhlı direnç karşısında geri çekilmek için gizli buyrukları,
hepsini ve hepsini bastırıyordu. Wenzlow, çılgınca sevinç gürültüleri arasında, bu
yürüyüşü delilik saymış bazı arkadaşlarıyla alay ediyordu içinden. Almanların Ren'e
girmesi başarıldığına ve hiçbir yabancı kuvvetin buna karşı gelmediğine göre, Wenzlow
bunun başarılması imkânsız diye düşünüyordu şimdi. Bazı çevrelerin Hitler'i uyarmaları da
Wenzlow'a, bu gibi korkmaların yersizliğini ispatladıktan sonra, yüreksizlik, ürkeklik,
hattâ ihanetmiş gibi geliyordu. Ren'in işgaline hiçbir tepki göstermeden katlanmış yabancı
memleketler de acınacak kadar zayıftılar ve hiçbir saygıya lâyık değildiler ona göre.
Ne var ki, hiç ummadığı bir anda bir hayâl kırıklığına uğradı. Wenzlow, kızını bundan
böyle hiç azarlamama kararıyla Kassel'e dönmüştü. Annaliese'nin çocuklara özgü o saf
içgüdüyle yeni zamanı kendilerinden daha iyi nasıl anlamış olduğunu da anlatacaktı
karısına.
Liese Wenzlow kocasını yarı tasalı, yarı öfkeli karşıladı; kızları bir kaza geçirmişti. Direğe
tırmanma yarışmasında düşüp kaburga kemiklerinden bir kaçım zedelemiş, bir tanesini de
kırmıştı.
Annaliese hiç kımıldamadan yatıyordu yatakta. Babasının anlattıklarını gözleri parlıyarak
değil, sessiz, hattâ oldukça umursamadan dinledi.
Kız pek az konuşuyordu. Wenzlow önceleri buna pek aldırış etmedi. Annaliese'nin bu
hareketsizliğini ve sessizliğini kazaya .yordu. Yatakta cansıkıntısmdan kitaplar okumasına
da şaşmadı. Yaşlı öğretmeni bayan Lehnert'in verdiği kitapları okumasında elbette bir
sakınca göremezdi. Bayan Lehnert'in öğrencisini sık sık görmeğe gelmesi güzel bir
davranıştı. Okulun rahibi de geldi; hasta ziyaretleri mesleğinin gereğiydi elbette. Rahibin
çocuğun başucuna Đncil'i bırakması biraz tuhaftı ama, bu küçük kızın kafasının içinde ne
düşünceler olduğunu rahibe nasıl anlatsmdı!
Annaliese'nin çevresinde yükselen hayat duvarları ve dar sınırlar, bir tarihte babasının da
keyfini kaçırmış olanları andırıyordu. Annaliese'nin arasına düştüğü bu kaçınılmaz
duvarları yükselten toplumun kendisiydi; bu duvarlarn da bazı delikleri, menfezleri,
kurtuluş ve çıkış yerleri vardı. Cezaevine alışmış bir tutuklunun kaçıp kurtulduktan sonra
günün birinde yine dönmesi gibi geri gelen de olurdu. Daraşmahğa alışmış bakışlar,
alıştığından başkasına bakamazdı. O duvarların dışında yaşıyan insanlardan bazılarının ya
bir yanlış adım atmakla, ya da bekçilerin gösterdiği bir geçitten girerek gel-dif ı de
oluyordu. Yaşlı öğretmen bayan, eski öğrencisinin hasta yatağına yaklaşmak için böyle bir
geçit bulmuştu. Hattâ okul rahibi de. Her ikisi de bu bir çeşit cezaevi ziyaretlerinde
kitaplar ve sözler getiriyorlardı armağan olarak. Okul rahibi hiçbir gün, eli boş
gelmiyordu; giderken bıraktığı düşüncelere kız bağlanıyor ve üzüntüyle kıvranıyordu.
Rahibten öğrendiği ve pek tuhaf, hattâ olmaz gibi gelen bir özdeyişe çok şaşmıştı. Rahip,
Tanrı önünde bütün insanların eşit olduğunu söylemişti. Bu düşüncenin arkasından
gidiürse daha başka sorular göze alınamazdı.
Malzahn'ların, hasta torunlarını Potsdam'a davet etmeleri sevinçle karşılandı. Wenzlow,
Amalie halanın yazdığı mektubu biraz alaylı, fakat epiyce şaşırarak okudu :
«Büyük kızın Anneliese pek hoşuma gitti. Klemm'in küçük oğlanı yüzünden sık sık
duyduğum tasalan bir güneş gibi aydınlığa kavuşturuyor. Hepimizin beklediği bir oğlan
çocuğu yerine kız doğdu diye o sırada hep üzülmüştük. Bu kızın sevgili Fritz'imin en
büyük çocuğu olduğunu şimdi farkediyorum. Bu çocuğun ailemizin temel kurallarına
bütün ömür boyunca bağlı kalacağını sana şimdiden haber veriyorum.»
Đlse Wenzlow güldü; kızları halamn salonunda pek kibar davranıyor olmalıydı!
Annaliese, dünyayı kendi bilinci açısından daha başka görmeğe başladı yavaş yavaş.
Kendi benliğini yeni bulduğu için de, bunu çoktan unutmuş olan yetişkinlerden daha
güçlüydü bu duygusu. Benlik sahibi olmanın başka hiçbir şeyle kıyas-lanamayan sonsuz
değerini, yetişkinlerden daha iyi anlamıştı. Hiîler gençliğine bundan ötürü bağlanmıştı; bu
olanağı ilk orada bulduğu için. Evdekilerin söylenmelerinden tiksinmişti; zira yetişkinler
içtenlikle ve ihtiraslıydılar. Babasının ve ana-: sırın soylu kişilik böbürlenmesi pek
saçmaydı. Üstün ırk diye övünmek de saçmaydı belki! Okul rahibi Schröder ya haklıysa?
Tanrı önünde herkes ya eşitse?
Amalie hala da babası kadar kendini beğenmişin biriydi elbette. Fakat mutfakta yardım
ederken halayla pek çok şey konuşabilirdi. Rahip Schröder'in: «Tanrı önünde bütün
insanlar eşittir!» diye ileri sürdüğünü söyleyince, Amalie haladan: «EVct, Tanrı önünde!»
cevabım almıştı. «Ne var ki, bu yeryüzü için, dünya işleri için Tanrının daha başka bir
düzeni vardır ve buna uymamız gerekir, öteki dünyada Tanrıdan başkasınm buyruğu
geçmez, Hitler'in değü; Tanrıdan başkasımn sözü geçmez orada.»
Bu cevap genç kızın kafasını yine karıştırmıştı. Apaçık gerçeklere kuşku duyuluyor, çok su
götürür ve akla hiç de yakın gelmiyen şeylere doğru gözüyle bakılıyordu. Genç kız bu
dünya ve öteki dünya üzerine çabuk ve kesin bir karara varamamıştı. Fakat biraz
babasma, biraz da okul rahibine hak veren yaşlı halasının yanında bulunmaktan yine de
pek hoşlanıyordu. Onunla bu gibi konuşmalarda rahatlıyordu. Amalie hala da
hoşlanıyordu onunla söyleşiden; zira düşüncelerini açabüeceği kimselerin ya vakti yoktu,
ya da hevesli görünmüyorlardı.

Helmut Klemm'in vasiliğini yapan yeğenleri Klemm'in ölmüş babayla benzer bazı yanları
vardı aile bakımından. Ne var ki, daha abartılmış ve kaim çizgili olarak. Etli burnu, ağzı,
gözleri ve anlayışına kadar her yanıyla. Sağlığında von Klemm'i her toplantıda en ilginç
kişisi yapmış olan alaycüıktan ve kesin karar verme özelliğinden hiçbir nasibi yoktu.
Yeğen Klemm, pek önemli bir görüşme için çağırtmış olan SS subayının önünde dimdik ve
boynu yukarda oturmaktaydı. Tedirginliği geleceğinin bu görüşmenin gidişine bağlı
olmasından değildi. Ne var ki, Helmut'u Führer okuluna, almazlarsa — Pani'nin genç SS.
leri bu okulda yetişiyordu — küçük yeğen ilerde bütün işlerini bozabilirdi. Kurt'un firmada
sözü geçer bir duruma gelmesini önliyemezse, pek parlak olmasa da yarını sağlama alan
böyle bir mevkiden yoksun kalacak kendi oğulları başına dert kesilirdi.
Aile durumu üzerine görüşmek için çağırtmış olan SS. subayının bütün itirazlarına,
mizacma hiç de uygun olmıyan bir direnmeyle karşı çıkmağa işte bundan ötürü önceden
kararlıydı.
«Herr Klemm, yetkili makama tavsiyede bulunmadan önce bazı sorular sormama izin
verin! Tasarılarınızı çok iyi karşıladığımı da hemen söyleyim. Fakat bir genci memleketin
en yüksek eğitim makamına tavsiye etmem için bu kadarı yeterli değil. Büyük bir
titizlikle doldurmuş bulunduğunuz sorular kâğıdından anladığıma göre siz, yeğeniniz von
Klemm'in ölümü dolayısıyla bu gencin vasisi olmuşsunuz!» «Evet, böyle!»
«Yeğeniniz bir kazada ölmeden karısından ayrılmış olduğu için vasilik size verildi, değü
mi?» «Evet, böyle oldu..»
«Ayrılmada Frau Leonore von Klemm suçluydu, değü mi?»
«Evet, böyle.!»
«işte bundan ötürü biraz daha bilgi edinmem gerekli. Böylesine üstün bir okula girecek
bir öğrenci için hiçbir soru cevapsız kalmamalı.»
«Tanıkların mahkemede ağızbirliğiyle ileri sürdüğüne göre öteki erkek Herr von Lieven
adında biri., o tarihte gönüllü birüğindeymiş. Helmut'un bu sevişmeden önce ve yeğenim
babası von Klemm'in dölünden olduğu hiçbir kuşkuya yer bırak-mıyacak biçimde
ispatlanmış bulunuyor.»
«Meşru babanın yeğeniniz olduğunu ispatlıyan ne gibi bel-geliriniz var? Şecerede bu
konuda birşey yok!»
«Frau von Klemm'in âşığı Herr von Lieven, Kapp'ın hükümet devirme teşebbüsünden
sonra o bölgede başgösteren ayaklanmalara karşı birliğinin gelmesiyle Ren'e ayak basmış
bulunuyor. Bu durum mahkemede ispatlanmıştır.»
«Peki, peki! Fakat bayan von Klemm'in bu sevişme ilişkisinden önce tertemiz yaşadığını
nasıl ispat edebilirsiniz? Cet-leri bakımından hiçbir diyecek olmıyan bu bayanın
yaşayışında yine de bir şeyler var, evlilik bağını pek ciddiye almadığını gös-ter?ıı.
Takıldığımız da bu. Führer adına yetiştirilecek seçme öğrenciler arasına kanı bozukların
karışmamasını sağlamak başlıca görevimiz.»
Biraz aşırı konuşmanın ve kontrolü güç ayrıntılar ileri-sürmenin bir kötülüğü
dokunmayacağını aklından geçiren Klemm çabucak cevap verdi :

• '•" «Yaralanıp çürüğe, çıktığım için 1916 dan. sonra, yafiî yeğenimin yokluğunda,
evlerinde oturdum. Daha o tarihlerde evinin ve işinin başında ben vardım. Leonore von
Klemm, diple-* malı hastabakıcıydı ve kayınbâbası olan amcama kendi baktı ölümüne
kadar, işte o sırada hiçbir hareketi gözümden • kaçmazdı. Kendisinin sözkonusu
Lieven'den daha bir başkasıyla ilişkisi bulunmadığını bundan ötürü rahatlıkla
söyliyebilirim, Ailemizin adını sürdürecek daha büyük bir erkek çocuk bulunmadığını
bildiğim için, Heîmut von Klemm'in kabiliyetine uygun olarak devlete yararlı
yetiştirilmesini ısrarla istiyorum..»
Helmut nereye ve ne zaman başvuracağı haberimi büyük bir heyecanla bekliyordu. Bağlı
olduğu gençlik grubunun önderine yanında çok iyi bir ad yapmıştı. Bütün makamlarca hep
tavsiye olunduğunu biliyordu. Azbuçuk kuşku duymalarının nedeninin anasıyla ilgili
olduğunu da biliyordu.
v Babasının fotoğrafı başucundaki küçük masada durmaktaydı. Yalnız olunca bu fotoğrafa
bakıyor, kumral, kısa bıyıklı, sert ve gülümser yüzü gözden geçiriyordu. Onun Hitler'e yol
açanlardan olduğunu, amcasından duymuştu; gülen bakışlardan ve neşeli yüzden bunun
doğruluk payını anlamağa çalışıyordu. Henüz alaya alındığı ve yanlış anlaşıldığı sırada
Füh-rer'in değerini sezmiş az sayıda insanlardan biriydi babası» Dört yıl sırayla ömrünü
savaşa vermişti. Demir haç nişanının birinci rütbesini kazanmıştı. Üç kez ağır yarlanmışü.
Sonradan babasıyla birlikte can veren şoför Becker'in hikâyesini de biliyordu Helmut.
Babasının masallaşmış ölüm olayı da, ömrü boyunca efendisine bağlı kalmış Becker adının
önemli yeri vardı. Helmut, Becker'in babasına savaş sonrasında bağlı kaldığım gösteren
bölük pörçük hikâyeler de duymuştu. Babasının Versaüles andlaşmasına rağmen
Almanya'nın onuru uğrunda aralıksız mücadele ettiği günlerde. Amcasının vasiliğinin
nedenini ve otomobü kazasını az önce babasın vanasından ayrılmasının içyüzünü gençlik
kolu başkanı Hellbach'tan öğrenmişti. O ana kadar umursamaz görünen genç,
soruşturmaların anan yüzünden yapıldığını öğrenince, tiksinti duydu. Bütün gençliği yaşlı
iki kadınla geçirmek zorunluğundan duyduğu kızgınlıkla daha önce bir çok kez Hellbach'a
açılmıştı. Büyük halasını, Amalie halayı bugüne değin hiç önemsememişti. Şimdi anasını
da hesaptan çıkarmış bulunuyordu. Anasından olduğu gibi babasından da kuşku duyulan
bir çocuk kendisini başkasının çocuğu sayardı.
Helmut bir sabah okula giderken Hellbaehin yanma çağırıldı. Heilbach'ın yüzünü görünce
iyi bir haber alacağını anladı hemen. Okul bi rocakta başlıyordu. Gençlik grubu şefine
haber ulaşmıştı.
Büyük halasının ve anasının önceleri karşı çıkması hiç önemsenmiyecek gülünç bir
engeldi. Bağımsızlığına kavuşmuş bir vatanda büyük babası ve büyük babasının babası
gibi subaylık mesleğini seçmek olanağının şimdi bütün Almanlara yine açıldığını iyice
anlatmak için iki kadın da geç vakitlere kadar uzun uzun ve ısrarla konuştular ama,
Helmut dinlemek nazikliğini bile göstermedi. Amcası yüzbaşı von Wenzlovv, kendi oğlunu
subay okuluna gönderecekti yakında; Versaüles analaşması engel olmasaydı Helmutiın
babası da muvazzaf subay yetişirdi.
Helmut : «Babamı neden örnek gösteriyorsun bana, anne ?> diye bağırdı. «Onun senin
gözünde bir önemi yoktu ki!»
Sapsarı kesilen Leonore, oğluna baktı şaşkın şaşkın. Gözlerini önüne indirdi. Amalie
halanın oğlanın suratına tokat atmasını görmedi ama, şaklamasını duydu. Halanın soluk
mavi gö.tleri buz gibi ve kötü kötü bakıyordu: «Sersem oğlan, kendini ne sanıyorsun
sen?» derken.
Heîmut o anda yerinden fırlayıp önce oda kapısını, sonra dış kapıyı vurdu ve arkasından
Hellbach'lara gitti koşarak; Amalie hala ile bir çatı altında kalamayacağını ileri sürdü ve
Hellbch'lann divanında uyudu.
Hellbach ertesi gün iki kadını görmeğe gitti. Frau von Klemm'in ana olarak hiçbir hakkı
yoktu çocuğun eğitimini engeîlemeğe. Böyle bir hak iddia etmenin çocuğun ilerisi için ne
kötü sonuçlara yol açacağı bir yana, bu davranış duyulursa iki kacim için de hiç iyi
olmazdı. Lenkert ailesinin bu yüzden bağına gelenler onları uyarmalıydı, incil araştırıcısı
olarak tanınmış Lenkert'in üç çocuğunu yetiştirme hakkını elinden alıvermişlerdi. Küçük
şehir bütün yaz bu olayı konuşmuştu. Hell-bach'ın bilebildiği kadarıyla, küçük
Lenkert'lerin anası ve babası Oranienburg toplanma kampına gönderilmişti.
Leonore susuyordu; Amalie hala sert sert: «Biz o Lenkert değiliz!» dedi ve sözü tekbaşma
bitirmek için, yeğeninin konuşmasını önledikten sonra, her zamankinden daha yumuşak
bir sesle: «Duygularımızı anlamalısınız, bay Hellbach!» diye başladı. «Duyguları
başkalarından daha iyi anlıyan bir insan olduğunuzu sanıyorum. Bizler, Prusya'yı bugünkü
Prusya yapmış olan eski bir ailedeniz.»
Amalie hala, kendi ailesi için böyle bir iddia ileri süremi-yeceğini iyi bildiği öğretmen
Hellbach'ın çıplak ve kıllı bacaklarına bir göz attı :
«Oğlana bundan ötürü sorduk, subaylık mesleğinden vazgeçmeğe iyice kararlı olup
olmadığını. Führer, Prusya'yı eski yüceliğine ulaştırdı ve subay çocuklarını parlak
yarınlarına yine kavuşturdu..»
Amalie hala, Hellbach büyük bir hoşnutlukla yanlarından ayrıiınca, yeğenine: «Bu
gibileriyle böyle konuşmalı.» dedi «ağzını açsaydm ikimizin de toplanma kampını
boylıyacağımızı halinden anlamıştım.»
Leonore hiçbir tepki göstermeyince, hala: «Oğlan bizlere yabancılaştı nasıl olsa!» dedi.
Leonore bir davrandı, fakat söy-liyeceğini içine attı. Bir halsizliği vardı. Bir boşluk
hissediyordu, eli ayağı bağlanmış gibiydi. Hayatmı bir anda altüst edi-vermiş bir gücün
tesiri altına girmiş gibi bir duygu vardı içinde. Karşı duracak halde değildi. Ne rica ile, ne
duayla, ne sevgiyle, ne de umutsuzlukla! O gücün fırtınasında solmuş yapraklar gibi
savrulmıyacak hiçbirşey yoKtu.
Hellbach konuşmağa başlayınca Leonore'nin külrengi gözleri âdeta kara kara olmuştu.
Yaşlı halası, bu gözlerin böyle renk değiştirivermesinin ne anlama geldiğini kavrıyacak
kadar birlikte yaşıyordu nicedir. Hala: «Bu oğlan bizlere yabancılaştı !;> deyince gözler
aydmlanıvermişti, derinliklerinde çiğ bir ışık yakılmışcasma.
Amalie hala sert sert: «Evliliğin sırasında daha aklı basında olmalıydın!» dedi. «Fakat
şimdi üzülmeyi bırak. Oğlun elimizden gitti; bırak gitsin dilediği yere!»
III
t
Christian Nadler gazinocunun oğlunun günün birinde ziyarete gelmesine pek şaştı. Zira
müşterisi değildi, köyün suratsız ve yaşlı kunduracısını bırakmamıştı. Christian Nadler
aslında hiç kimsenin ziyaretini beklemiyordu. Pençe ve yama yapmaktan başka bu
insanlarla ne işi olabileceğine akıl erdiremez olmuştu. Gazinocunun oğlu hemen lâfa
başlamayınca, kendisinden ne isteyebileceğini kestiremedi.
Gazinocunun oğlu çalışma yerini uzun uzun övdü önce. Sonra, buranın ıssızlığını
olağanüstü belirtti ve başım iki yana sallıyarak yakındı. Christian: «Beğeni denilen şey
tartışma konusu yapılmaz,» dedi. Konuşmanın nereye varacağını başka zaman olduğu
gibi hemen kavrıyamadığı için biraz da kızmıştı. Gazinocunun oğlu: «Böylesine ıssız bir
yerde, hele senin gibi yürümekte güçlük çeken biri olsaydım bilirdim ben nasıl dav-
nacağımı..» dedi. Dikkatle kulak kabartan Christian: «Ee!» diye sordu. «Ne yapardın?»,
«Sonunda bir radyo satın alırdım kendime. Sonra da taburemden hiç kalkmazdım.
Antenlerle bütün dünyaya bağlantı kurardım.»
Christian yan gözle bir baktı ve, adam bur radyocuyla ortak olmuş belki de, diye aklından
geçirdi. Ya da satacağı her makine başına bir komisyon alıyor. Gazinocunun oğlunun
radyoyu ballandıra ballandıra anlatmasmı keyifle dinledi. Adam, bu yeni icad için genel
bilgiler vermekle başladı, şimdi heryer-de çok ucuza satılan markalardan söz açtı ve böyle
bir makineyi Christian'm da satın alabileceğini ileri sürüp: «Çoğu icatlar sadece zenginlere
yarar,» dedi. «Fakat bu halk tipi radyo öyle değil. Bir çeşit armağan. Böyle olması da çok
yerinde. Gökyüzünün ulaşım dalgaları neden birkaç zenginin olsun. Bu radyoyu hemen
hemen parasız denecek kadar ucuza alabüeceksin şimdi, halktan biri olarak., yürüyüp
yürüyememenin önemi yok...» Christian: «Elbette.» cevabım verdi. «Akşamlan ay
doğunca hep düşünürüm, hiç birimiz için ayrım yapmıyan bir bu ay ışığı var hiç değü,
diye. Sonra yıldızlar çıkınca da, işte halkın olan yıldızlar derim.» Gazinocunun oğlu
kunduracıya baktı tasayla. Fakat Christian ciddiliğini bozmadı. Bunu gören gazinocunun
oğlu: «Sen boşuna dolaşmaktan hoşlanmıyorsun,» diye sürdürdü konuşmasını. «Fakat
büyük toplantılara gitmekten de hoşlanmıyorsun. Bu sakat bacağınla babamın dükkânına
bile kolay gidemiyorsun. Oysa, radyo köyde herkes için pek önemli nutuklan veriyor.
Radyon olunca oraya kadar gitmen de gerekmez, zira anten nutukları buraya taşır.»
Christian : «Dünyanın bütün nutuklarını dinlemek gerçekten çekici..» dedi. Öteki:
«Sadace Almanca nutukları,» cevabını verdi. «Almanca-dan gayrı dil bilmiyoruz.
Dünyanın bütün nutuklan bize ille de gerekli değil; hem anlıyamazsm da onları.
Bacakların benimkiler kadar sağlam olsa büe dünyanın uzak yerlerine gitmezdin.»,
«Bunda haklısın. Almyazısı insanı yerinden kımıldamağa zorlayınca, sağlam bacaklılar
hayatın daha çok tadını çıkarıyor diye hayal edilir.»
Christian, hemen evet demeli, diye aklından geçirdi, yoksa buraya her zaman gelip
rahatımı kaçıracak hep.

Son zamanlarda Wilhelm Nadler'in işleri düzelmişti. Yerinde tedbirlerden, ya da ürünlerin


daha iyi olmasından veya memleket işlerinin düzelmiş olmasından ötürü değü.
Wilhelm Nadler'in gelir kaynaklan, eskisi gibi yetersizr di, borçlarım karşılamıyordu. Ne
daha bilgili olmuştu, ne de hemşerilerine bazı bazı yardımı dokunan o kaba köylü
gücünden,; yana bir üstünlüğü vardı; oldum olası köylüden çok askerdi iliklerine kadar.
En önemsiz bir tehlike belirtisinde orağını bir ağaca asıvermeğe her an hazırdı; trampet
sesi duyunca te-dirginleşen eski savaş atlan gibi.
Aradan geçen zamanda oğulları büyümüştü. Büyük oğlu aknbaşmda ve çalışkandı. Hitler
gençliğine istiyerek katıldığı halde bunu bir değişiklik, ya da sıkıcı işlerden kurtuluş değü,
alıkonulmak ve rahatsız edilmek sayıyordu. Yumurta kafalı diye ad takılmış ikinci oğlan
angaryadan savuşmaktan yanaydı. Fakat her an göz altında tutuluyordu. Başkalarını göz
altında bulundurmakta Wilhelm Nadler büyük ustaydı. Tekbaşma üstesinden gelemediğini
onlar başarmalıydı.
Şimdi yabancı oğlanlar vardı yardımcı olarak. Üç kişiydiler. Geceleri samanlıkta
yatıyordular. Bir cep harçlığına canları çıkıyordu Nadler'in çiftliğinde ; fakat büyük bir
tarım servisine verilmektense burada Nadler'in yanında çalışmağa seve seve
katlanıyorlardı. Onlar da Nadler'in oğullan gibi Hitler gençli-ğindendi. Babaları SA.
örgütündeydi ; dünyanın gidişine karşı hiç de yararlı olmıyan düşünceleri yoktu. Sabahları
köy alanında gamalı haçlı bayrak direğe çekilirken, tarım örgütünün köye verdiği öteki
oğlanlarla birlikte dimdik duruyorlardı yoklamada. Hitler gençliği için düzenlenmiş eğitim
kurslarından dönüşlerinde, devletin öğrettiklerini, üstün ırk ve bunun sürdürülmesi gibi
görüşleri, Nadler'in kızı Liese'ye ve küçük oğlanlara anlatıyorlardı böbürlenerek. Liese'nin
neşeli kahkahaları ve basma entarisinin altında gergin iri göğsü pek hoşlarına gidiyordu.
Wilhelm Nadler'in yürekten köylü olmaması da bu oğlanların hoşuna gidiyordu. Tarlada
çalışırlarken çabalan artsın diye Nadler'in verdiği sert komutlar — ırgat değil de
askermişler gibi — ve akşamları anlattığı dünya savaşı, ya da gönüllü birliği anılan da pek
hoşlarma gidiyordu. Bazı askerce sert çalıştırılmak, bazı da övülmek bu tarla çalışmalarını
daha keyifli yapıyordu.
Üç oğlan ve Nadler'e bu işler için, verümiş ötekiler, koskoca bir çalılığı temizlemişlerdi. Bu
çalışmalar sırasında buyruklar veren Wilhelm Nadler, şakaları, küfürleri ve atıp
tutmalarıyla, savaş alanında bir başçavuşu andırırdı. Çalıları temizlenmiş toprak Nadler'e
pek ucuza gelmişti. Bu çalışmalar sadece Nadler'e değil, oğlanlara da yaramıştı; onun
komutu altında eskiden iş kampında olduğundan çok daha istiyerek çalışıyorlardı. Zira
orada sadece sayılarıyla çağırılıyorlardı. Burada ise asker gibi bir erkeğin komutunda
ölesiye çalışan ve yararlı olan genç kişilerdi.
Mutfağa yorgun argın girdiklerinde koyu patates çorbasının dumanı tüterdi. Liese'nin kızıl
kumrala çalan perçemleri saman alevi gibi parıldardı. Liese, her zamankinden daha
neşeliydi. Wilhelm'i iyi bir eş sayıyordu kendisine. Gerçi ona erkek olarak pek değer
vermiyor ve içinde bir direnç duyuyordu; aşağı ırktan birisine karşı direnmek gerekir
demeleri gibi. Onu yanma yaklaştırmıyordu. Bunun dışında Wilhelm'e hak veriyordu.
Çiftliğin işleri yine yoluna girmişti. Liese'nin buna bir diyeceği yoktu. Wilheìm'le kocası
olarak yalnız kalmak, sonunda, çabuk yoluna girmişti ; günün geri kalan saatleri şimdi
çok keyifli geçiyordu. Köyün gözünde olsun, çeşit ırgat sayılan tarım görevlisi gençlerin,
ya da kocasının bazı bazı akıl danıştığı — Liese bundan pek hoşlanıyordu — SS.
arkadaşları yanında olsun, saygı duyulan köylü bir kadındı.
Çalılık toprağını temizlemek, ve sonra da ekin ekmek iç;r epiyce para gitmişti. Borç
aldıkları para hiç de ucuza gelmemişti. Devlet düşmanları belki elaltmdan hala işler
çevirdiğinden, faiz pek düşük değildi. Ne var ki başları pek dara girince bir sürü tavsiye
ve adının iyiye çıkmasından ötürü biraz borç bulunabiliyordu. Çalılıktan kazandıkları
toprak henüz bir gelir getirmeyip ürün de vergi, faiz ve onarım giderlerini karşılamayınca,
Nadler ekonomik durumundaki deliği kimden para bulup kapatsam diye bakındı
çevresine. Christian söz konusu olamazdı; tek meteliği kalmadığım üeri sürmeğe
başlayıveriri işti son günlerde.
Oysa, Wilhelm Nadler şimdi durumunun her zamandan dalia çok düzgün olmasını
istiyordu. Çalılığı topraklarına katmakla çiftliği biraz yoluna koyalıberi, miras işlerine de
bir biçim verme düşü kafasında gelişiyordu. Gerçi kendi mülkü topraklar kanunun
gösterdiği ölçüye pek yaklaşmamıştı; toprakları bir köylü ailesini sıkıntısız geçindirmeğe
de yetmiyordu. Borçlar ve vergiler yüzünden eli kolu bağlı sayılırdı. Ne var ki Wilhelm
saygıdeğer kişiler arasındaydı epiydir ve kurnaz davranabüirse, köylü birliği üyeleri ses
çıkarmazlardı. Toprakları biraz daha büyütülebilirdi, sözgelişi babasımn bir tarihte
Christian'a verdiği o küçük parçayla. Eskiden miras diye topraklar küçük küçük parçalara
bölünürdü sersemce. Bu toprak söz konusu olursa, Christian'a gerekli ödemenin
yapıldığım gösterecek bir belge yoktu. Ama, Christian ciddi bir engel sayılmazdı,
Christian'm hakkından gelirdi kolayca.
Wilhelm Nadler çiftliğini başkasına devredilemez topraklar listesine, yazdırmak için
başvurunca ters cevap aldı. Devlet, genel durum iyice gözden geçirilinceye kadar
isteklerin elden geldiğince geri çevrilmesi için bütün makamları uyarmıştı. Başka zaman
görmezlikten gelecekleri şeyleri engel göstermeleri işte bundan ötürüydü. Wilhelm Nadler
dosyasında ödenmemiş borç senetleri için yapılmış istekler vardı ve küçük kardeşi kendi
hissesinden vazgeçmeğe hiç de niyetli değildi. Borç senedi, Wilhelm Nadler'in asla bir
ilişkisi olmamış hiç tanımadığı birisine geçmişti. Asıl alacaklısı Levi bir yerlerde gebermiş
olmalıydı çoktan. Wilhelm Nadler, onun gebermesiyle borç da ortadan kalkar sanmıştı.
Bunun böyle olmadığını kendisine anlattılar. Borç senedi Yahudilerin yokedildiği bir
toplanma kam-

Scanned By hlecter

pında ortadan kalkmış değildi. Senet Yahudinin sağlığında başka ellere geçmişti.
Bir sabah Wilhelm Nadier'in kardeşinin kulübesine doğru paldır küldür gittiğini gören
bütün köy heyecanla gözetlemeğe başladı. Christian göl kıyısına, koyduğu taburesinde
oturuyordu. Kardeşinin yüzünü görünce neden çıkageldiğini anlayıver-dı ve kundura
beziyle çalışmasını sürdürdü. Kardeşi: «Seni kulübenden atmağı kimse düşünmiyor,»
dedi. «Toprak parçasının kimin olduğu da umurunda değil. Bizler gibi tarlayla
uğraşamayacak kadar da zayıfsın. Kulübenin onarımı için sana yardım ettim. Su toprak
parçası üzerinde hak neri sürmekten vazgeçersen günün birinde karşılığını da alırsın.»
Christian: «Rüyada bile aklıma gelmez böyle şey!» cevabını verdi. Wilhelm, küçük
kardeşine dikti bakışlarını. Christian hiç istifini bozmadan sürdürdü çalışmasını. Kardeşinin
tehditlerini dinledikten sonra: «Neler de düşünüyorsun?» diye ekledi. «Sözgelişi öylelerini
bili} orum ki, miras bırakılmaz topraklar kapsamına girmenin yolunu bulabilmek için kafa
patlatıyorlar. Bu gibileri sadece en büyük çocuk mirasa konsun ve öteki çocukların hakkı
yensin de istemiyorlar. Mirası büyük evlâttan büyük evlâda geçen derebeyleri değiliz,
diyorlar. Dilediklerine ve diledikleri gibi miras bırakmak istiyorlar.»
Wilhelm: «Böyle davranmca toprakların daha çok bölüneceğini hala
kavramadıklarından..» dedi. «Oğullardan bir tanesinin geçimi yerinde olup ötekilere
yardım etmesini değil; bütün çocukların yoksul kalmasını istediklerinden. Sonra da... hem
sana birşey soracaktım: bay Strohmeier adında birini duydun mu hiç?» «Dolandırıcı herif
kendisine borcum olduğunu ileri sürüyor. Levi'yi hatırlıyor musun?» Christian: «Elbette!»
cevabını verdi. «Buralarda sık sık görünürdü alacakları için; ona çoğu engel oldumdu
peşin parayla, ya da senni borç senetlerini ondan alarak.», «Şu halde borcum sana!»
Chiristian» yumuşak bir sesle: «Duruma bağlı!» dedi. «O zamandan bugüne çok geçti.
Senet başka ellere geçmiş olmalı! Belki de o Strohmeir'de şimdi. O tarihte benim senden
istediğimi şimdi onun
istemek hakkı belki de!» ;
îki kardeş arasındaki konuşmanın nasıl gittiğini anlamak için köyün çıkış yerinde, ya da
tarlalarında pusuya yatmış olan bütün köylülerin gözleri sonuna kadar açıhverdi. Wilhelm,
hemen döğmeğe başlıyacakmış gibi bacaklarını germiş ve kolla-nnı kaldırmıştı. Ağabeysi
arkadaşında böyle duran Christian, bezini büyük bir rahatlıkla sokup çıkarmasını
sürdürdü. Wü-helm burnundan soluyarak: «Böylesi duyulmamış şey!» dedi «Bir kardeş
bir kardeşe bunu yapsın. Sen Yahudiden daha yahudiymişsin !»
Christian arkasına dönüp baktı; Wilhelm öfkesinden ter-ter tepmiyordu, öf keskiden yüzü
şişmişti. «Pis domuz!» diye bağırdı. «Üstelik şu tabureye kurulmuş tekbaşma yaşıyorsun,
geçimini sağlaman gereken hiç kimse yok. Ailen de yok.» Chrisr tian: «Görüşe bağlı!»
cevabını verdi ağır ağır. Wilhelm, kardeşinin ne demek istediğini hâlâ pek anlamış değüdi
ama, çok eski aile ve miras işlerinin kafasmı karıştırdığını sezer gibi olmuştu. Bütün
mirasının sadece büyük oğula kalması Christi-an'm hoşuna gitmemişti: «Pis köpek, ne
demek istiyorsun bununla? Görüşe bağlı da ne demek?», «Bak şu çizmelere, bunların
hepsi çocuklarım benim gözümde.» Bu sözler üzerine Wilhelm büsbütün boşandı: «Çarpık
çurbuk bir serserisin sen, acınacak bir serseri! Seni gebertmek için kurşuna acırım.
Gırtlağını sıkıvereyim yeter.» Christian başını iki yana salladı hafifçe; Wilhelm ne denli
güçlü ve öfkeli olsa da bu kadarcık bir hareket onu sarsmağa yetermişcesine. Sonra,
daha usul bir sesle : «Wilhelm, anlaşana,» dedi. «Borç senedin bende değil çoktandır.
Strohmeir, ya da neyse adı, o herifte.» Bunu söylerken, bundan böyle bir bekçi köpeği
edinmeli; büsbütün savunmasız kalmamak için, diye aklından geçirdi.
Wilhelm Nadler, gece, karısına içini döktü. Hem içiyor, hem atıp tutuyordu. Kocasının
gelecek üzerine tasarıları son

zamanlarda Liese'nin hep hoşuna gidiyordu. Çiftliği büyültmek ve bütünlüğünü


korumaktaydı son günlerde aklı:
«Gördün ya Liese, ne cenabet herifmiş! Bu kurnaz herifin böylesine şeyler
düşünebileceğini hiç aklıma getirmemiştim. Şimdi bizim büyük oğlanı mirastan yoksun
etmeğe kalkışıyor.» Mutfakta dolaşan küçük oğlana: «Bas git gözümün önünden
yumurcak!» diye bağırdı ve kıçına bir tekme yapıştırdı.
Liese bütün bunları önceleri, kızarak, arada bir öfkeyle bacını sallıyarak dinledi; sonra
sonra düşünmeğe başladı ve en sonunda da sustu. Bu adama karşı duyduğu tiksinti hiç
eksü-meden yine geri gelmişti, içme kapmıverdi ve kuşkuyla baktı kocasına.
Liese, gölün ötesinde oturan Christian'a gitmeği göze alamadı. Her zaman oturduğu
taburenin çevresinde sıska bir kurt köf^ğinin yaltaklanarak dönenmesine, tarlasından
baktı.

IV

Lieven bir tarihte banker Heims yanında ona bir işversm diye yürek çarpıntılarıyla
beklemişti. Verilen iş pek önemsizdi ama, o sırada çalıştığı ışıklı reklâm bürosundakinden
yine de daha iyiydi. Đhtiyar Heims, ufak tefek ve dimdik biriydi; bıyıklarını yukarıya doğru
öyle tarardı ki, uçları burundan takma gözlüğe değecek gibi olurdu. Lieven'in Nazilerle
Ugisini büyük bir dikkatle gizlemek gerekmişti. Lieven milliyetçiydi ama Nazilere müthiş
karşıydı. Lieven günün birinde kara SS. giysileriyle büroya karşısına çıkınca gözleri faltaşı
gibi açıldı, burundan takma gözlüğü az kalsın yere düşüyordu. Heims, Lie-ven'den
kendisine bir kötülük gelmiyeceğini az sonra anladı.
Hitler iktidara gelmeden bir SS. sorumlusuna bankasında iş vermiş olması hattâ ondan
yanaydı. Lieven'in durumunu çok önceden sezmiş olduğunu fırsat buldukça
dokunduruyordu. Onun böyle davranması Lieven'i pek keyiflendiriyordu. Banka memurları
arasında çabucak sivrilmişti. Patronu Heims de şaşılacak bir hızla yükseliyordu; çeşitli
mâli danışma kurullarına, yönetim kurullarına, temsilciliklere seçilmişti. Lieven de, dü
bildiği için, Rusya işleri kısmına geçmişti. Bankadaki meslektaşları da, parti arkadaşları
da, Bolşeviklere nasıl davranmak gerektiğini Lieven'in çok iyi bildiğini yüzüne karşı
söylüyorlardı.
Çok geçmeden, herkes, en iyisi bizim ihtiyar Heims'e başvuralım, sağ kolu Lieven'i alıp
gelsin, demeğe başlamıştı. Görüşmelere katılan tarafların soruları ve cevaplarını Lieven
yüksek sesle, ya da hafif bir sesle çeviriyordu; teklifler ve sayılar, masanın iki yanında
temsil eden ülkelere ulaşmak için, duvarları geçiveren hayaletler gibi dolaşıyordu taraflar
arasında.
Lieven, konu dışına çıkan görüşmeleri çevirmiyordu. Bir defasında Ruslardan biri:
«Adınıza bakılırsa siz Baltıklısınız!» dedi.
Lieven: «Petersburg'da büyüdüm ve okula gittim,» dedikten sonra: «Her ikimiz de çok
genç iki devletin temsilcisiyiz,» diye ekledi.
Rus, ağır ağır : «Şefiniz bu gençlikten pek birşey kazanmamışa benziyor.» cevabını verdi.
«Onu Berlin'de bin dokuzyüz yirmilerde ilk gördüğümden bu yana çok yaşlanmış, demek
istiyorum, ilk görüşmelerimizden birini yapıyorduk. O tarihte gerçekten de işlerin
başlangıcmdaydık. Sizin Heims ise yaşlanmağa başlamıştı. Zamanın gidişine
yenilmemesini bildi.»
Lieven'in bir anlaşma için görevle Riga'ya gitmesi gerekti. Partideki şefleri bundan pek
memnundular. Ora konsolosuna ve yabancı ülkeler parti makamlarına ulaştırmak için
görevler verildi. Son gece de Siebert'e davet edildi.
Siebert, Lankwitz'de oturduğu tarihlerde birlikte yaşadığı öğretmen bayanla evlenmişti
epiydir. Küçük üç çocukları da vardı. Lieven, görevi gerektirmedikçe bu aileyi özel
ziyaretten her zaman kaçınmıştı; çocuklarından da, yemeklerinden de, görüşmelerinden
de hoşlanmazdı. Siebert'ler, çocuklarının ye-tiştirümesinden antikominterin paktına,
Habeşistan savaşından yemiş ve çiy sebze yemeğe kadar herşeyde hep bir görüşteydiler.
Onların evinde çoğu çiy şeyler yenirdi ve güzel hazırlanırdı. Fakat sonradan akşam
yemeğine kararlı Lieven bunları hep geri çevirirdi. Çiçek tarhları gibi hazırlanmış bu
tabakları bozmağa kıyamazdı.
Lieven'in o akşam da canı sıkılıyordu. Riga'da aüeden kalma çiftlikleri bulunup
bulunmadığını Siebert sorunca, biraz canlandı: «Letonya adı verilen o sözümona devletin
malı oldu çoktan. Gülünç bir para karşılığı buna razı gelen bizim yeğen, akrabalarından
biraz para sızdırıp küçük bir çiftlik satın aldı..»
Siebert, görev gereği önemsemezmiş gibi bir davranışla: «Yeğeniniz kendi eliyle camna
kıyarak ömrüne son vermişti! Nedendi acaba?» dedi. Bayan Siebert: «Ben buna
karşıyım,» dedi «Fakat kilisenin nedenlerinden ötürü değil. Tanrı canım alıncaya kadar
insanoğlu beklemeli diyen kilise gibi düşünmüyorum. Ne varki, Alman insanının cam
Führer'imize adanmıştır.»
Siebert: «Ben de böyle düşünüyorum,» dedi. «Karımın görüşüne katılıyorum: Yaşamak
istememek, Führer'e yardımcı olmaktan kaçınmak anlamına gelir. Yeğeninizin derdi
neydi?»
Lieven: «Hiç, bir aşk tasası!» dedi. «Baltık savaşında ağır yarlandıktan sonra sinirleri çok
bozulmuştu.»
«Size şimdi açıklıyorum: yeğeninizin 30 haziran olayıyla herhangi bir ilintisi var diye pek
korkmuştum o sıra.»
Gülümsiyerek şöyle devametti :
«Sizin de, nasıl anlatayım — olup bitenleri gereği gibi ciddiye almamak eğiliminiz var
sanmıştım önceleri.»
Lieven, kuru bur anlatımla: «Olup bitenlere, gereken ciddiliği gösterdiğim kanısına varmış
olduğunuzu sanırım,» dedi, «Böyle olmasaydı sîze karşı düşündüklerimi açıklamazdım.
Çocuklarımıza da zaman bırakıyoruz büyüsünler diye. Biz de onlardan daha yaşlı değiliz;
zira hepimiz ancak dört yıl önce dünyaya geldik.»
Bayan Siebert : «Ben de bunu düşünüyorum sık sık.» dedi. «Sadece çocuklarımız yaşıt
Üçüncü Reich'la.»
Lieven hemen o akşam doğruca Tempelhoff havalanma gitti ve uçak kalkıncaya kadar
bekleme salonunda vakit geçirdi,
ilk kez biniyordu uçağa. Herhangi bir durumla ilk karşılaşan insanlardan hiç
hoşlanmadığından, uçağa ilk defa bindiğini yolculara belli etmek istemedi. Yanında I.G.
Farben direktörlerinden biri oturuyordu; adam, bir Asya yolculuğunun ük uğrağı olarak
Riga'ya kısa bir süre için uğrıyacaktı. Hava boşlukları ve bulutlara girdikleri sırada
birbirleriyle tanıştılar, ortak tanışlarını ve pencereden görünüşe bakılınca pek kolaya
benziyen ortaklaşa yolculuğu konuştular. Direktör, Klemm firmasının şimdiki şefiyle
olduğu gibi eski şefle de iş yapmıştı:
«Ren köprüsünde bir otomobil kazasının kurbanı olan o Klemm'i hatırlıyacaksımz.»
Lieven'in Klemm'i de tanıması ve bu tanışıklığın savaş yıllarına, Berlin ayaklanmalarına ve
Rurh çarpışmalarına kadar uzanması, yolculuğun çabuk geçmesine yaradı. Lieven, bir
zamanlar karısıyla da birşey geçmişti aramızda, diye düşündükten sonra: «Herr von
Klemm, kazancı çok yerinde ve çok müteşebbis biriydi.» dedi. IG Farben direktörü:
«Şimdi işin başında bulunan - yeğenin de onun zekâsından da, becerikliliğinden eser yok
ama,» diye görüşünü açıkladı «izinde yürümesi yeter, işlerin yolunda gitmesi için. Von
Klemm sağlığmda sezmişti Hitier'in değerini. Oysa, bizler o tarihte değerini
kavramamıştık.»
Uçak ineceği yere yaklaşıyordu. Lieven, Dûna nehrinin kıyılarını ve adayı tanımıştı, öteki
yolculara yeğeninin ya-

ralandığı muhtemel yeri gösterdi. O tarihte Đngilizler, Bolşevikleri soldan ve Alman


gönüllü birliklerini sağdan püskürtmek için bu küçük ülkeye yeterince para dökmüşlerdi.
Burası şimdi Rus ve Alman sınırları arasında bir çeşit 'kimsenin olmıyan toprak' tı. Dûna
ve Dinjeper nehirlerinden yararlanarak Baltık deniziy-le Karadenizi yakında birleştirmek
gerektiğinde, Lieven ve direktör görüşbirliğine vardılar. Uçaktan indiklerinde bu yol
arkadaşlığından ve kendüerine güvenlerini yenilemiş olmaktan pek memnundular.
Lieven'i Alman konsolosluğunun otomobüiyle götürdüler. Geleceğini Heims bankası da,
parti de bildirmişti. Kahvaltı sırasında, konsolosluk memuru, burada toprakları bulunup
bulunmadığını sorunca: «Benim değü amma, yeğenimin vardı.» cevabını verdi.
Önceden bilgi verilmiş olan memur : «Eski bir ailenin bir temsilcisini selâmlıyabümek
bizlere onur verir.» dedi «Yeğeniniz ölmüş bulunuyor, değü mi? Olağan durumda bu
topraklar sizin mülkiyetinize geçerdi.»
Lieven böyle bir olanağı aklına bile getirmiş değildi. Hayaller kurmağa ve istekler
beslemeğe uygun olmıyan bir mizacı varrîı. Şehirin ötelerinde bir otomobil yolculuğu rica
etti memurdan. Lieven, uçak yolcularına vakit geçirttiği aynı sözleri memura da
tekrarladı. Şu farkla ki, anılar otomobil yolculuğunda uçakta olduğundan daha yakın,
daha elle tutulurdu.
Çiftlik evi şimdi buralı birinin mülküydü. Topraklar yarıcıya verilmiş, ya da dağıtılmıştı.
Balıkçılık, demircilik ve sütçülük işletmeleri de. Yapıların çoğu ya yıktırılmış, ya da başka
bir biçime sokulmuştu. Fakat büyük binanın şimdiki sahibi hiç bir değişiklik yapmamıştı.
Büyük giriş kapısı ve sütunlar hoşuna gittiğinden belki de! Çar Aleksandr mimarisi
üslûbunda olan sütunlar, Lieven'in anılarında daha yüksek, daha aydınlık ve daha
yumuşak bir akşam ışığı içindeydi. Çocukluğunda okul tâtilierinde buraya gelince Riga
istasyonundan arabayla abralardı. Arabacı^ aileyle ük bağlantıyı kurardı her zaman. Genç
halası onu karşüamak için hep merdivende beklerdi Lieven çekinerek öperdi halanın elini.
Hala da onun başını elleri arasına alıp yürekten öperdi. Halanın saçlarından doğru güzel
bir koku gelirdi. Lieven daha trendeyken bu kokuyu duyarmış gibi olup sevinirdi. Halayı
kucaklasam doğru olur mu diye de düşündürdü trende. Fakat sonunda yine elini öpmekle
yetinirdi. Elisabeth'de halanın biraz alaycı ve biraz hüzünlü gülümseyişi vardı, edalı ve
onurlu davranışları da.
Lieven'i gezdiren konsolosluk memuru, bir baksak diye teklif etti gülerek. Evin içine
girince, anıları daha canlılaşacak yerde süikleştiler. Yapılan değişikliklere rağmen eskiden
kalmış bazı şeylerden fazlası gözüne çarpmadı: bir merdiven trabzanı, bir ocak ve bir iki
pencere. Fakat merdiven bile merdivenden olmaktan çok bir merdiveni hatırlayıştı. Paralı
olduğu ve sadece yazları burada oturduğu anlaşılan yeni ev sahibi, hoşlandığı bir sürü
öteberi doldurmuştu. Adam, Lieven'in özür düemesini önce cansıkmtısıyla, sonra da
anlamsız bir yüzle dinledi; Lieven. ömrünün en mutlu saatlerini geçirdiği yerleri bir daha
görmeği ta çocukluğundanberi özlediğini anlatıyordu. Fakat yeni ev sahibi, bir çay
sunacak kadar olsun nazik davrandı yine de. Đri kemikli ve hantal bir adamdı; iri karnı
yüzünden pan-talonun üst düğmesini iliklememişti. Sebze ve kanatlı hayvanlar yetiştirdiği
bahçeyi gezdirdi. Yüz çizgileri dümdüzdü amma, davranışları: az önce söylediğin gibi en
mutlu saatlerini belki de burada geçirmişsindir; fakat sensiz olabiliyoruz pekâlâ, diyordu !
Yeni ev sahibi çay getiren kızı büyük bir kabalıkla paylayınca, Lieven konsolosluk
memuruna baktı gülümsiyerek; yaşlıca ve somurtkan köylü kızı, buyruğa göre dönenip
duruyordu. Efendisinin buyruklarında, görüyorsun ya sen olmadan da bunları
kullanmasını biliyoruz, diyen bir hava vardı; biz sensiz buyruk vermesini de biliriz diyen.
Lieven, Elisabeth aradığını burada bulabilecek mi, diye aklından geçirdi. Bir kaç sütun
vardı gerçi, bir iki merdiven de, Fakat bunlardan başka herşey ortadan kayboluvermişti.

Hans, ayakkabılarını çıkardı; çorapla usul usul yürüdü anasının babasının yatağına ve
Marie'nin yorgan altından görünen perçemlerini çekti. Ana, Geschke'yi uyandırmamasını
söyledi ve yalınayak geçti mutfağa.
Oğlan : «Paketi bir yere iyi sakla da kimse bulmasın!»
dedi.
Kadın, oğlunu karanlıkta seçmeğe çalıştı; kemerinin tokası parıldıyordu. Sonra, gazinonun
lâmbası söndü. Caddenin karşı yanından odaya vuran ışık, çekilivermişti. Gazinodan çıkıp
evlerine dönen sarhoşların yayvan yayvan sesleri duyuluyordu. Marie: «Heiner'in
âkibetine uğramanı istemiyorum.» dedi. Şehrin birbirine uzak semtlerinde oturan iki
aileden o ölümün gerçek nedeni üç yıldır gizli tutulmuştu. Babanın geceleri eve hüzünle
döndüğü o tarihte Helene'in baktığı küçük kız, çocuk bahçesine gidiyordu şimdi. Heiner,
esrarlı ölümüyle, kendi evinden de, veznedarlık yapan anasıyla şehrin dış semtlerinden
Britz'da yaşıyan Groh'un evinden de Gestapo'yu uzak tutmuştu. Heiner'i kurtaramamış
olan doktor, sahte bir ölüm kâğıdı verebilmişti sadece. O gece orada bulunanlar sustukça,
ölümün gölgesi daha da karanlıklaşıyordu. Helene, yine örücü dükkânına gidiyordu. Kaba
yüzü, kısa süren bir mutluluktan sonra, çocukluğunda sokak oğlanlarının alaya aldığı
günlerdeki gibi çirkinleşmişti yine. Küçük Groh, anasırım aşırı tutumluluğu sayesinde, bir
ticaret okuluna gidiyordu. Bergerlerin küçük oğlu iş görevlisi olmuştu. Hans çıraklık
yapıyordu. Tesviyeci ustası, çırağından pek memnundu ve Hans zenaatiyle övünüyordu.
Oğlan, şimdi meslekte yapdan yarışmalarda hep ödül alıyor, nişanlar ve övgüler
kazanıyordu. Şimdi çoğu kişinin yararlandığı bir ayrıcalıktan onun da yararlanması
gerekirdi; korkulan ve sayılan bir ülkede ve olağanüstü bir milletin çocuğu öteki
kabiliyetsiz çıraklar arasında sivrilmiş, beğenilmişti. Fa-olar&k dünyaya gelAıişti, halk
arasında iyi bir işçi olmuş ve kat şu sıra yine bir ilişki kurmuş, tehlikeli işlere bulaşmışa
benziyordu, Marie, usul bir sesle : «Ben seni bunun için doğurmadım!» dedi, «Ya hangi
işler için dünyaya getirdin?»
Marie, hayretle baktı oğluna. Mutfak çok karanlıktı amma, ana yine de yüzünü
seçebiliyordu oğlunun. Kadın, kendi kendine : «Gestapo'da ölesiye dayak yiyesin için
değil elbette!»? dedi. «Đnsanları öldürmesini öğreneyim diye orduya yazılmam için
doğurmuş olmalısın herhalde,» Ana: «Hayır, bunun için de değil.» cevabını verdi
«Olağanüstü bir şeyler yapasm diye..»r «Bu isteğin yerine geldi. Ben olağanüstü bir
çocuk oldum. Aramızda kimse yok benim göze aldığımı yapacak. Belki şimdikinin yarısı
kadar bile bir canlılık görülmezdi bizim evde, işi sağlam tutmıyan biri bulunmasaydı
aramızda.»
Hans, büyük bir gönül rahatlığıyla uzandı yatağına. He-
yecanlanmak için yarma kadar zamanı vardı; önce şöyle bir
kaç saatçik deliksiz bir uyuşundu. Franz şimdi askerde oldu-
ğundan yatak tekbaşma ona kalmıştı. Hans, uykuya dalarken,
anasının nıutfaktki dolabı çektiğini duydu. Dolabın altına birşey
gizliyor olmalıydı! :•
Marie, yere oturdu ve döşeme tahtalarından birini kaldırdı. Đncecik bir paket için bukadarı
yeterdi. Elini tahtanın altına soktu. Geschke'nin tüfeği, paçavralara sarılı olarak, eski
yerindeydi. Komşu evlerinde yapılan silah araştırmalarından kurtulmuştu. Eski askerleri
para tazminatı karşılığı tüfeklerini vermeğe çağıran daha önceki isteklerden de
kurtulmuştu bu tüfek. Onardan hiç bir zaman kugkulanılmamıştı. Hitler başa geçtikten
sonra da. Geschke'yi somurtkan ürkek, yeni zamanı pek aniıyamıyan ve fakat tehlikeli de
olmıyan biri sayıyorlardı epeydir. Marie, buraya tüfeğini gizlediğini belki kendi bile
hatırlamaz oldu, diye aklından geçirdi.
Marie, oğlunun yatağa uzandığını görünce, az önce kapıldığı

korkudan Kurtuldu. Hans'ı on iki yıl önce kanlar içinde eve getirdiklerinde benim yavruma
birşeycikler olmaz diye düşündüğünü hatırlayıp, daha da güven duydu. Kocasının yanma
uzandı. Geschke derin uykudaydı; eski işine yeni gireli böyte uyuyordu.
Marie, ertesi sabah Hans sokağa çıkarken: «Beni beklemeden yat, geç geleceğim!» diye
seslenince, bir felâket önsezisine kapıldı; böylelikle felâketi önlermiş gibi! Ziyaretlerine
gelmiş olan Helene mutfakta oturuyordu. Baba Geschke, torunuyla oynuyordu. Birden
suratı asıldı. Helene: «Baba, Hansi alıkoyamazsın,» dedi «bugün Hitler gençliğine gitmesi
gerekiyor. Başını duvara vurman boşuna. Zamanlar değişiyor.»
Geschke: «Belki!» dedi «Amma. nasıl ve ne zaman değişiyor? Ben öldükten sonra!
Çalıştığım işyerindekilerin çoğu, şeker görünce zincirde oynıyan maymunlar gibi, sevinçli.
Kendiliğinden hic birşey geçip gitmiyor.»
Helene ile anası birbirlerine bakıştılar. Anası herşeyi yakından biliyormuş gibi geldi kıza.
Belki babasına da söylenebilirdi gerçek. Amma, babası yorgun, umutlarmı yitirmiş ve
bezgindi., bu gibi sırları kaldırabilecek durumda mıydı? Babası yaşlanmış, saçları
kırlaşmıştı. Anasına baktı; gülerek kahve boşaltıyordu amma, yüreği kimbüir nasıl da
sıkıntılıydı. He-lene;nin o konuda neler bildiğini Hans anasına hiç açmamıştı. Helene de,
anasının ne bildiğini hiç bilmiyordu. Böylece ikisi de baba Geschke'nin önünde çok mutlu
bir aileymiş gibi davranmakta pek güçlük çekmiyorlardı. Geschke, Helene'nin yavrusu gibi
hiçbirşeyin farkında değildi.
Hans yine döndü evine, iyice katlayıp küçücük yaptığı bir kâğıdı pabucundan çıkardı ve
pencerenin kenarına koyup düzle-di:
«Ana, hiç degüse bir gör, sana neyi sakladığımı.»
Yolda aklına gelmişti: Onu tutukhyabüirlerdi, hatta bütün ailesini de. Böyle olursa anası
asla öğrenemiyecekti oğlunun kendisine neyi sakladığını:

«Bu resim Avrupa'yı gösteriyor; bu da iki kanadı ve kocalman bir gövdesi olan bir kuş.
Ağır gövdesi kuşu hep yere çekiyor. Gövde, Almanya, orta yerde de gamalı haç var. Kuşu
yukarıya kaldırmak istiyen iki kanattan biri Rusya, ikinci kanat olan ispanya'da şu sıra
hürriyet için savaşılıyor. Bunları ben düşündüm ve ben çizdim.»
Marie hiç birşey anlamadığı halde hoşuna gitti bu sözler :
«Her zaman burada olup da herkese bunları anlatabilsen!»
Şu gördüğüne benzer bir beyanname, duvara yapıştırılmış bir afiş, ya da kırmızı
mürekkeple çizilmiş bir nokta gibi bir-şeylerde oğlunun izini bulabilmek için hep çevresine
bakmdığı halde, çokluk birşey göremiyordu. Bir fabrikanın bacasında bir anda
yükseliveren kızıl bayrak —bayrağın çabucak aşağı alınamaması için jimnastik
merdivenine sabun sürülmüş olduğunu kimisi gülerek, kimisi kızarak anlatıyordu— Emilie
hala'nm günün birinde mektup kutusunda bulduğu bir beyanname —Fransa'dan, Fransız
işçilerinin mücadelesinden ve Hitler'in millet birliğinin tam tersi olan Halk Cephesi'nden
söz açılıyordu— bir başka defasında bir mağazanın vitrinine tebeşirle çizilmiş orak ve
çekiç. Bütün bunları oğlu düşünmüştü! Düşündüklerine iyice kendini kaptırmış olan Hans,
tıpkı benim gibi tutkun eski dostlar da şu anda benzeri işleri göze almak için yollara
düşmüştür diye aklından geçirirken, Marie, bunu benim oğlum başarabilir ancak, diye
düşünüyordu.
Marie, daha sonraki günlerde Hansin çoğu zaman sessiz oturduğunu görünce şaşıp kaldı;
oğlunun kafasının yuvarlacık arka yanma kaçamak bakıyordu; çocuğunun tasasını şu
anda bütün saç diplerinde iyice okuyor gibiydi. Ana oğluyla kapatıldığı bir yerde bir sürü
yabancı arasında kendi tasalarıyla yine tekbaşlarına kalıverdiklerini hissetti. Kafası ufak
tefek kaygu-lar ve sevinçlerle öyle yorgun düşmüştü ki, anılara yer kalmamıştı. Oğlunun
tasasının, kavuran bir kıvılcım gibi kendisini de sardığı şu anda, bir gün olsun hatırlamadı
diye, geçmişin uçup gitmediğini anlıyordu. Marie geçmişle öylesine kaynaşmıştı ki.

onu hatırlaması hiç gerekmez olmuştu. Kaynaşüamıyan ve ayrı tutulan şeyleri sık sık
düşünmek gerekir, içinize iyice smdir-diğiniz şeyin anılarda yeri yoktur. Ama onu
bunaltan şey neydi? Korku değüdi; Polis korkusu, mapusane ve işkence korkusu gibi
hayatını zehir eden şimdi de bir sıtma nöbeti gibi arada sırada tutulduğu genel korkuyu
yenmişti.
Şu halde neydi? Sevgi değildi. Oğlunun henüz hiç bir kıza bağlanmadığını Marie yakından
büiyordu. Arada sırada bir genç kızla ügilenmemiş değüdi amma, kumral, ya da esmer,
saçları arkaya bırakılmış, ya da sımsıkı taranmış bu kızlarla sevişmeler bir parlayıp bir
sönüvermişti. Hans ne diye böyle uzun bir süre evde kalıyordu? Bu alışılmamış beraber
bulunuş rahatlatmıyor, sıkıntı veriyordu. Marie : «Ne diye bayan Groh'a gitmiyorsun?»
diye sordu. Oğlu yabancı çocuğun anası bayan Groh'a kendisinden daha çok önem veriyor
diye onu kıskanırdı. Kendisinin hiç duymadığı şeylere bayan Groh'un aklı eriyordu. Hans,
ona akıl danışmak için Britz'e giderdi çoğu.
Hans: «Gittiler!» demekle yetindi. Bunu duyan anası, bir baktı, tam üstüne basmışım
gibilerden. Oğlan, kuru bir anlatımla: «Leipzig'e gittiler!» diye ekledi. «Ne kadar için?».
Oğlu yine kuru bir sesle: «Temelli!» cevabını verdi.
Sonra birden ayağa kalktı :
«Helen'e gidip bir sorayım, Oskar'dan mektup almış mı!»
Hans son istasyondan üç durak önce indi; çocuk yüreğiyle bağlı kaldığı Martin'in bir
tarihte oturduğu evin önünden geçti alışkanlıktan. Pencere eskisi gibi çıplaktı ve yapının
önyüzü kasvetliydi. Dört beş yıl önce burada umutsuz bakışlarla aranmıştı. Gazinodakiler
gülümsemişler ve ona: «Nerede olduğunu biz de bilmiyoruz.» cevabını vermişlerdi. Hans
Berlin'de çoğu sokak sokak dolaşıp mahrut biçimi kafalı ufak tefek birini aramıştı. Bütün
yüzlerde ve karşılaştığı her yakınlıkta o dostun bir izini aramıştı belki de! Hans, ben
böyleydim ve hep böyleyim, diye aklından geçiriyordu;.birine baglanıveriyorum, o gidince
de yapyalnız kalıyorum ve dünya gözümde küçülüveri-
yor
Doğruca Helene'e gitmedi ve bir yan sokağa saptı; Martin'in arada sırada içtiği gazinonun
önünden geçti. Sokakta, sarmaşıklar bürümüş parmaklıkların arkasında üç masa vardı.
Sarmaşıkların dikilmiş olduğu tozlu tahta sandıklar, eskiden güneş altında ona bir bahçe
gibi görünürdü; dostunun her sözünü can kulağıyla dinlerdi.
Hans, o günlerde başladım, diye düşündü. O günden bu
yana hep tedirgindi. Sarmaşıklar bürümüş tozlu parmaklıklar
yer ^erindeydi yine. Hans şimdi iyice büyümüştü, parmaklıkla-
rın üstünden içeriyi görebiliyordu. Martin sandığı birini gördü.
Dikkatlice bakılınca pek benzemiyordu ona; biraz andırıyordu
ve ufak tefekti. Başı da onunkine benziyordu, mahrut biçimiy-
di.
Hans, bir adım geri çeküdi, adam ayağa kalkmıştı. Ona: doğru yürüdü, bunu yapmak için
kendini zorladı. Yanılmamak için dikkatli olmağa karar verdi. Adamın yanından geçerken,
pantalón ceplerinden çıkmış başparmaklarını gördü sadece. Martin ellerini cebine sokardı
ve başparmakları dışarda kalırdı hep. Geçen zaman, tanış yüzü biraz değiştirmişti. Fakat
mahrut biçimi baş eskisi gibiydi. Çekik gözlerin cüretli ve alaycı bakışı, belirli bir tanımı
yapılamıyan ve fakat Martin'in özelliği olan bir yan da eskisi gibiydi.
Hans: «Martin!» diye seslendi. Adam, adına hiç kulak vermedi, yürümesini sürdürdü.
Hans, bir yanlışlık yaptığını sanacak oldu. Adam, dört yol ağzında rastlantıylaymış gibi
arkasına dönünce, farkedildiğini anladı. Martin'in onu yadırgıyacağı geldi aklına. Kolundaki
gamalı haç, onu uzaklaştırırdı! Hans, aradan geçen yıllarda büyümüştü; Martin hep eskisi
gibi ufak tefek kalmıştı. Büyükler daha fazla büyümezlerdi. Martin'in arkasında kalıp bir
kapı ağzına gizlendi. Az sonra, daha önce Martin'in bindiği bir otobüse atladı. Sahanlıkta
kaldı görünmemek için. Martin inerken onu görünce şaşırdı. Hans çok iyi taradığı bu
yüzün düşüncelerini sezmişti; zira yüzlerin anlamım sözlerden daha iyi kavrardı; Martin,
bu oğlan arkama mı düştü, diye aklından geçiriyordu. Ne diye bir ikinci kez önüme çıktı?
Hans çabuk çabuk yürüyerek arkasından bir kaç adım yürüdü ve Martin'i kolundan tuttu.
Martin, durdu ve hiç tedirginleşmeden ona baktı. Gözleri daha da uf almıştı. Hans:
«Martin!» dedi, Öteki: «Yanılıyorsunuz!» cevabını verdi ve cebine uzanıp kâğıtlarını
çıkardı. Hans: «Đşte bunu doğru yapmadın.» dedi «Hitler gençliği örgütünden biri seslendi
diye bir bagkası bu kadar çabuk kâğıtlarını çıkarmazdı. Beni tanımadın mı?»
öteki, oğlana dikkatle baktı ve : «Hans olmalı!» diye ak-hrdan geçirdi «Beni tanıdı;
yapacak bir şey yok. Tanımamazhk-tan gelirsem yakamı bırakmaz.»
Hans, onu neresinden hemen tanıdım, diye düşündü! Çok değişmiş. Küçük bir bıyık
bırakmış, yüzünde de bir yara izi var; çok değişmiş, hele yakından hiç benzemiyor eski
Martin'e.
Martin: «Sahiden de Hansmış!» dedi «Sen iyice boylanmışsın! Đkimiz de beş yılda iyice
değiştik, dış görünüşümüzle de iç dünyamızla da!»
Hans, son yıllarda bütün insanların değiştiğini anlatmağa kalkışıyor, diye aklından geçirdi.
Fakat o, onun kendisi değişmedi. Zira onun gibileri değişmez. Onu bundan ötürü
sevmiştim, iç dünyasında hiç değişmiyen bir yan olduğunu o küçük yaşımın sersemliğiyle
bile sezmiştim. Bu yanı yine hiç değişmemiş. Bana güvenemiyor sadece. Hans: «Sevgili
Martin!» dedi «Bir kahveye gitsek de bunca yıl sonra buluşmamızı kut-lasak.»
Martin, onunla gitmekten gayrı yapılacak birşey yok, diye aklından geçirdi. Bir firma adına
yolculuk ettiğimi anlatırım ona: sakin görünmeliyim.
Kahve ve cevizli pasta ısmarladı. Hans cevizli pastaları göıüp gülümsedi. Martin'in içi
burkuldu. Hans'ı unutamamış-j ti. Gerlach onunla alay ederdi, şenin oğlun sanacaklar,
diye.;
Bildiğim herşeyi onun da kafasına yerleştirdim. Bu oğlanın sorumluluğunu taşıyorum diye
kendimi inandırmıştım; bütün ömrü boyunca hile, yalan ve korkuya karşı sağlama
alınmalıydı bu oğlan. Bu sorumluluğumdan şimdi ne kaldı oysa? Kolunda gamalı haç ve
cevizli pastadan hoşlanması. Martin: «Sen kuvvetlenmişsin.» dedi «Hitler gençliği
örgütünde sizlere çok iyi bakıyorlar.»
Hans, benimle kulaktan dolma şeyler mi konuşmak istiyor, diye aklından geçirdi. Bana ne
diye hiç güvenmiyor? Sonra acı acı: «Bu söylediklerine sen kendin de inanmıyorsun.»
dedi «Şu sıra gençlere birşeyler yapmaları savaşa iyi hazır olsunlar, diye.»
Martin, kurduğu tuzağa düşmeyim, diye aklından geçirdi. Onları böyle konuşmalara
hazırladıklarına hiç kuşku yok. Benimle dürüst konuştuğuna kendimi inandırmağa
kalkışmayayım, onu özledim diye. Martin: «Size böyle şeyler anlatan insanların hâlâ
bulunabileceğini aklım almıyor.» dedi.
Hans: «Ağızlarına bir parmak bal çahnamıyan kişiler hâlâ var!» dedi, Đspanya'da bir savaş
denemesi yapıldığı ortada. Bizler burada hiç birşey bilmiyor muyuz sanıyorsun?
Olduğundan neden daha başka görünmek istiyorsun bana?»
Martin, benden kuşkulanıyor olmalı ki nereye gideceğimi öğrenmek için bu oğlan
ağzımdan lâf almak istiyor diye, düşündü. Sonra da: «Bolşeviklere göre böyle!» cevabını
verdi «Onlara bakılırsa Đspanyadan bütün Avrupa tutuşturulacak.»
Hans, bana güvenmiyor, bana hiç güvenmiyor, diye düşündü üzüntüyle. Sonra: «Seni
pek özledim; seni yine görebilmek için canımı verirdim. Oysa, bunun hiç bir anlamı
olmadığını anlıyorum şimdi. Birbirimizden ayrılmamız gerekiyor. Senin hiç değişmediğini
biliyorum. Sana adres vermem doğru değil; hiç bir şey de söyliyemem. Şuna buna
sorarsın. Bana güvenmiyorsun, bana güvenmeğe seni zorlamak için elimden hiç birşey
gelmez.»
Scanned By hlecter

* Martin, herşeyden önce kendime güvenmiyorum ben, diye aklından geçirdi; kendi
gücüme güvenim kalmadı.
Oğlanın kolundaki bu gamalı haç, kahveyi ve bütün caddeleri dolduran'yığınla insana
vurulmuş yeni bir damgaydı. Oğlana: «Dur, şuraya otur bir daha!» dedi «Bana birşeyler
anlat! Bunca zaman ne yaptın? Eski tanışlar ne oldular?»
Hans yine oturdu. Bozulmamış değerli tek şeyi yüreğini göğsünden çıkarıp ortaya koymak
istiyordu. Duraksıyarak: «Senin ev sahibinin kocası çoktan öldü; sen de biliyorsun bunu
herhalde! Ev sahibi kadın apartmanı kız kardeşine bıraktı, fena kadın değil o da. Benim
kız kardeşimi tanıyor.»
Martin: «iki yeğen ne oldu?» diye sordu «Hitler gençliğin-deler mi? Büyüğü S A mı oldu?»
«Küçüğü şimdi iş görevlisi; büyüğü de benim eniştem oldu. Kız kardeşim Helen'le evlendi.
Şehri baştan başa dolaşıp, bizleri birbirine bağlıyan bir iplikten söz açmıştın bir tarihte;
önceleri sadece bir ipliktir ve kopabilir fakat bir dokuma ipliği de olabilir bir dokuda,
demiştin bana. Bütün bunları aklımda tuttum.»
Martin, bana bağlı kaldı belki de, ona haksızlık ediyorum, diye düşündü. Böyleyse henüz
herşeyler yitirilmemiş demektir. Böyleyse, bir tarihte kafasına koyduğum düşünceler iyi
yerleşmiş ! Bu durumda, bir bakıma ben daha güçlü oluyorum. Martin: «Enişten şimdi
askerlik görevini mi yapıyor?» diye sordu.
Hans, başını iki yana salladı. Yüzü daha da ciddileşmişti: «öldü.» dedi.
ikisi de birbirlerinin bakışında daha derini görebilme olanağı aranıyordu.
«Beyannameler dağıtırken vurdular onu; eve getirdik ve ölümünü gizli tuttuk; kimseden
kuşkulanmasınlar diye.»
Martin, birisinden kuşkulanmak hiç de kolay değü, diye düşündü.. Birisine güvenmek de
kolay değü!
Hans: «Sana güvendiğimden herşeyi anlattım.» diye devam etti «Fakat sen bunu göze
alamadın. Şimdi büe hâlâ göze alamıyorsun. Belki az önceden biraz daha güveniyorsun
amma, büsbütün değil.»
Martin, bunu yapmamalıyım da, diye aklından geçirdi. O benim kadar sık hayal kırıklığına
uğramış değil. Onu benim kadar aldatmış değiller henüz.
Oturdukları masaya gelenler oldu. Kısa aralarla bazan yapyalnız kalıyorlar, bazan da
birbirlerine iyice yakınlaşıyorlardı.
Hans : «Senin odaya bir def acık çıkmağı pek istiyorum.» dedi «Yıllar yılı bunun özlemini
çektim. Zira hayatıma yön veren ne varsa hep orada duydumdu.»
«Hayatına yön verecek daha pek çok şey öğreneceksin.»
Hans başını salladı iki yana :
«Bu hiç bilinmez. Pek genç de ölebilirim. Kız kardeşimin kocası genç yaşta öldü.»
XIV. BÖLÜM

Đkisi mutfakta yalnız oturuyorlardı. Marie: «Beni dinle, Gesenke...» dedi. Erkek, hemen
baktı; karısının sesinde önemli bir şey seziliyordu.
«Oğlumuz büyüdü, derim; yani ona söylemeliyiz artık.. Senin...»
Marie, ne söyliyeceğini bir süre düşündükten sonra: «... asıl babasının sen olmadığmı
ona..»
Fakat söyleyiverdiği bu cümle hoşuna gitmedi. Nedenini kendi de bilmiyordu.
Geschke, hayretle baktı ona. Masanın üstünde duran bir iplik yumağını alarak
parmaklarının arasında evirip çevirdi. Sonra: «Bunu yapman doğru olmaz, Marie!»
cevabını verdi.
«Neden olmazmış? Bunu günün birinde söylemek gerekir. Bir çocuk babasının kim
olduğunu öğrenmelidir.»
Geschke : «Bunun kim olduğunu sen de pek iyi bilemiyorsun.» dedi «Bu konuda ona pek
birşeyler söyliyecek durumda değilsin. On yedi yaşında olduğun bir sırada bunu pek iyi
öğrenememiştin. O da tam o sırada oluverdi.»
Marie, başını eğdi dikişi üzerine. Geschke'nin sözleri haklıydı; Erwin daha o tarihte
ölmüştü. Anılarına ne birşeyler daha katılmış, ne de bir şey eksümişti. Erwin, küçük
odasına geldiğinde Marie'nin gözüne nasü gözükmüşse öyle kalmıştı. Merdivenleri çabuk
çabuk çıkan Ervvin'in adımlarının sesi o günlerde olduğu gibi Marie'nin kafasının içindeydi.
Bunu hatırlarken içi rahatlamıştı o günlerdeki gibi: «Tarım işlerinde çalışmağa gitmesi
gerektiği şu sıra uygun zamandır derim. Evden ük uzaklaşıyor. Ne de olsa yeni bir adım
onun için. Daha önceden herşeyi iyice bilmesi daha doğru olur derim.»
Geschke müthiş bir öfkeyle : «Hayır, bunu söylemiyecek-sin ona!» diye bağırdı «Bana söz
vermiştin bunu söyîemiye-ceğini. Sözünde dur! Bunu söylemeni istemiyorum.»
«Neden ama? Her şeyi anlıyacak yaşa geldi. Böyle önemli birşeyi daha fazla gizlemeğe
katlanamıyacağım.»
«Hayır, bunu söyleme! Ona iyi bir baba olmadım mı her zaman?»
«Bunu öğrenirse o da sana daha iyi davranır. Büyüdü artık..»
«Marie, senden çocuğum olmadı. Çocuklarıma her zaman çok iyi baktım, kendi oğluna da.
Büyük oğlum öldü. Helene evden gideli epeyce oldu. Franz'm hiç de iyi bir oğul
çıkmadığını sen de biliyorsun. Onun durumunu sen de biliyorsun benim kadar. Nazilerden
hep nefret etmişimdir. Hâlâ nefret ediyorum ve ömrüm boyunca da nefret edeceğim.
Gerçi, bana iş sağladılar ve gündeliğim arttı! Fakat onlardan yine de nefret ediyorum.
Yıllık iznimde para veriliyor ve istesem Tübingen'e kadar bir yolculuk da yapabilirin. Fakat
onlara yine de katlanamıyorum, onlardan nefret ediyorum.»
Marie, bütün bunları şimdi ne diye bana anlatıyor, diye düşündü, bütün bunların Hans'm
durumuyla m ilgisi var?
«Hans, ağabeyi olacak herife benzemiyor. Onunla arada sırada bir kaç söz
konuşulabüiyor. Onu daha çok öz oğlum sayıyorum. Bu oğlanı da elden kaçırıvereyim
istemiyorum.»
Marie: «Peki öyleyse!» dedi «Đlle istemiyorsun, öyle olsun!»
«Nazilere karşı şimdiye kadar birşeyler yapardım belki de, siz ikiniz olmasaydınız! Onlara
gerçeği haykırmış olmam gerekirdi. Karnımız doysun ve halimizden hoşnut olalım diye
ekmeğimize tereyağ bulaştırıyorsunuz, derdim., sizleri kaz kızartması yerken görünce
ağzınız sulanmasın, homurdanmaya-hm, suratımızı ekşitmiyelim, grev yapmıyalım diye
bize de içyağı ve bezelye veriyorsunuz, diye haykırırdım; bunu sık sık söylemiş olmağı
pek isterdim.»
Marie, ne diye anlatıyor bütün bunları, diye aklından geçirdi.
Geschke : «Bütün bunları yüksek sesle haykırmalıydım.» diye devam etti «Sizleri felâkete
sürüklemeyim diye haykıra-madım bunları. Oğlan daha yeni başlıyor hayata. Ailem bir
anda mahvolsun istemiyorum. Kendi hayatımın on paralık değeri yok gözümde.»
Marie, Hans böyle şeyleri hiç aklına getirmemişti, diye düşündü. Beni korumağı aklına bile
getirmiyor. Bundan ötürü de beni daha az mı seviyor?
«Sadece suratımızı ekşitirsek yumruğu indiriyor tepemize. Teker teker bizlere yaptığı gibi
davranıyor çevremizdeki bütün mületlere de. Bundan ötürüdür ki, şimdi korkunç bir gücü
var.»
Geschke, acı acı söylenmesini sürdürdü :
«Oğlumuz Hans'a şu sıra gerçeği söylemekle benim biricik ve en son değerli şeyimi de
elimden almış olursun! istemiyorum şu sıra bunu, anlıyor musun?»
Marie, usulca: «Evet!» demekle yetindi.
Bir süre hiç konuşmadan karşılıklı oturdular. Susmaktan bunalmağa başlıvan Marie,
aklına geldiği gibi konuşmağa başladı birden :
«Bayan Triebel anlattı, kocasını on dakikacık görebilmiş. Adamcağız toplanma kampında
hâlâ! On dakikacık görebilmek için uzun bir yolculuk ve bir sürü para!»
Geschke, asık bir yüzle: «Triebel hayatta demek!» cevabını verdi.
Pencerenin önüne oturdu. Rüzgârlı ve puslu sokağın karşı yanından doğru Triebel'm
gelişini görür gibi oldu; ellerini öfkeyle ve çabuk çabuk havada sallıyordu. Ağzını alaycı
alaycı büzüşünü görür gibi oldu; uyanık ve cüretli gözlerini de. Siper-lerdeki Triebel'i de.
Meyhanede karşılaştığı, 1932 kışında son yürüyüşün yapıldığı o buz gibi kış günü kahve
tezgâhının başında gördüğü Triebel'i de. Triebel'in kendisine öfkeyle haykırdığı sözleri
duyar gibiydi. Amma, o sözlerin anlamını değil, sadece ezgisini, uyumunu. Bir daha
barışmamasına aralarının açıldığı son kavgada kapıyı küt diye vuruşunu duyar gibiydi.
Geschke : «Haftalığımı alınca Triebel'lerin kapısından içeriye para bırakacağım.» dedi
«Fakat karısı bilmemeli kimden geldiğini.»
Marie dikişini dikerken, Hans'a söyîemiyeceğim, Geschke'-ye söz verdim, diye düşündü;
fakat Triebel'lerin kapısından içeri kimin para attığını söyliyeceğim. Oğlan sevinecek
buna. Asıl babasının kim olduğunu öğrenmekten daha önemli bu, onun için, sanırım.

Martin bir sinemada, ya da kahvede Hans'm girdiğini görünce, ikĐ3Đ de aynı sevinci
duyuyordu; yaşıyor daha, yine buluştuk diye.
Martin bütün kuşkulardan kurtulmuştu çoktan. Gerekli güvenlik duygusuna kavuşmuştu.
Bu Hans'la buluşmalarının, çoğu hayal kırgınlıkları ve yorgunluklarıyla geçmiş kendi
sıkıntılı ömrüne biraz gençlik kattığını şimdi anlamış bulunuyordu. Hans'ı dinlerken
unutuveriyordu aralarında bunca yıllık yaş farkı olduğunu; diktiği ağacın boy atıp dal
budak saldığını ve gölge verdiğini unutan birisi gibi. Aralarındaki zaman eriyiver-mişti,
hele şu son yıllar bir başka ölçüyle geçmişcesine. Zaman biri için pek hızlı geçmiş, öteki
için de hiç ilerlememiş ve durmuş gibiydi.
Hans için bu kısa kısa buluşmalar, çocukluk günlerinde olduğu gibi yine pek değerliydi.
Oğlan, haftanın sıkıntılı bütün sorunlarını, yaşlı dostuyla tartışıyordu bir açıklığa
kavuşabü-mek için. Hans her defasında en doğrr çözüm yolunu bulduğuna öylesine
güvenliydi ki, Martin onu hoşnut edebilmek için bütün yorgunluğunu unutuyordu. Martin
yalnızken daha rahat düşünebiüyordu; Hans bu söylediklerimi iyice anlar ve hoşnut kalır
mı, diye tartabiliyordu.
Hans'ın bir kaç dostu daha vardı, çok şeyi açıkça konuşabileceği. Fakat herşeyi değil, çok
şeyi! Herşeyi hiç çekinmeden konuşabildiği tek kişi Martin'di. Hayatının bazı önemli
olayları için de Berger baba gibi bir dosta akıl danışabilirdi. Berger, kişiliğini korumasını
bilen birinin özgürlüğünü ille yitir-miyeceğine canlı bir örnekti. Hâlâ eski işinde
çalışıyordu; rast* gele söylenivermiş gibi bir kaç sözle kuşku ve güvensizlik yayıyordu
oradakiler arasına: «Hitler'i dört yıl başımızda bırakmamız iyi oldu.» deyince,
oradakilerden biri hayretle: «Fakat dört yılı geçirmedi mi?» diyordu. Ya da: «Oğullarımız
iş bulamıyor diye tasalandığımız günleri hemen hemen hatırlamaz olduk!» deyince, iş
arkadaşları ona: «Oğlun Oskar nerelerde şimdi?» diye soruyorlardı. «Bizim kısma yine
gelecek mi?». Berger bu soruyu pek keyifli cevaplandırıyordu: «Daha değil, henüz vakit
var!» diye «Şu sıra iş görevlisi, iş görevliliği süresi bitince tarım görevliliği başlıyor, bunu
da bitirince önce iki yıl acemi erlik yapacak. Fakat ona birşeyler öğretmemiz için yine de
genç sayılır!» Bu sözleri dinliyen arkadaşlarından biri : «Đnşallah!» diyor, ya da kaşlarını
çatıyordu sadece.
Hans, beyannamelere yazılacak şeyler, gizli basın işleri ve çok dikkatli yapılması gereken
dağıtım konusunda Berger babaya akıl danışabiliyordu. Zira bu gibi işler de öyle esaslı
bü-gisi vardı ki, neyin gerekli neyin gerekli olmadığını hemen kestirirdi. Soğukkanlılığını
hiçbir zaman ve hiçbir durumda yitirmezdi.
Berger baba, kendi oğlu Oskar'ı da tehlikeye atmaktan çekinmezdi gerektiğinde. Oysa
büyük oğlu Heiner'i genç yaşta yitirmişti. Oskar, çok bağlı ve yürekli bir oğlandı. Hans, bir
sonuç alamadan ondan ayrıldığı günler utanç duyardı. Zira, Oskar öyle bir gençti ki,
bütün insanların yararına, canım tehlikeye koyması istendiği an gözünü kırpmadan 'evet'
derdi Hans, sevgili ve yürekli arkadaşı Oskar'ın uğrunda mücadele ettiği daha iyi bir hayat
nasıl birşey, diye düşünmeği bile göze alamıyordu. Oskar için daha iyi bir hayat, iş görevi,
tarım görevi, askerlik görevi olmıyan bir hayattı; böylece daha iyi ve daha kısa sürede
bilgi edinilirdi, istediği zaman evlenilir, canı çektiği zaman yenilip içilir ve daha yüksek bir
gündelik elde edilirdi. Onun gözünde daha iyi bir hayat, şimdiye kadar
gerçekleştiremediği irili ufaklı bir sürü isteklerinin yerine gelmesi anlamını taşıyordu. Elle
tutulamıyan ve sadece hayallerde var olan bir dünyada düşüncelere dalmışa benzemiyen
ilgisiz ve durgun bir hali vardı. HayaUeri değil, istekleri vardı. Hans'ın boş vakitlerinde
tuhaf bir makine deseni için kafa patlatmasını anlıyamıyordu. Hans'in şu, ya da bu kız için
bir hayal kırıklığı duyuvermesinin nedenini de kavrıyamıyordu. Hans'ın ona açmaktan
utandığı daha bir sürü şey vardı.
Hans, Martin'le herşeyi konuşabiliyordu ancak. Ondan hiçbir konuda utanıp sıkılmıyordu.
Ondan gayri herkesle hayatının ancak ayrıntılarını görüşebiliyordu. Oysa, Martin'le hiç-
birşey gizlemeden konuşuyordu. Her olayı, her kuşkusunu ve duygusunu Martin'e
çekinmeden açabiliyordu. Zira beslediği duygu çok önemsiz de olsa, dostu onu
dinlemekten kaçınmıyor, daha güçlü duygularla az önemliler arasında bir ayırım
yapmıyordu; o bellibelirsiz duygusuyla önemli ve canalacak nokta arasında bir bağlantı
kurmasını biliyordu. Sıradan bir gönül işi, ya da müzik otomatlarında çalman bir parça söz
konusu olsa da. Çok kısa ve çok değerli hayatın en ufak parçaları ve ayrıntıları bile
küçümsenmemeli diye düşünür gibiydi.
Hans bilince varalıberi, hayatının her an tehlikede olduğunu ve ergeç sona ereceğini
anlayıvermişti. Oldum olası kendini hep tehlikede görmüştü. Sokaklarda yanından gelip
geçen insanlar, işyerinde birlikte çalışan oğlanların, kahvede çevresinde gülenlerin böyle
bir acelesi ve kaygısı yoktu. Hattâ bazı bazı, sürekli ve açıkça tehdit edümiyen bir hayat
sürüp gider dedikteri de oluyordu. Heiner'i yaralı olarak eve getirdikleri o gece-denberi
Hans durumu iyice kavramıştı: Bir anda bir olay patlak verebilirdi ve buna göre şimdiden
hazırlıklı bulunmalıydı.
Bunun böyle olduğu çoğu zaman ve usun süre unu kılabiliyordu. Fakat birden tepeden
inme bir uyarı gerçeği hatırlatıyordu.
Hans, Martin'le karşılıklı oturuyordu; sarmaşıklı parmaklıkların arkasmdaydılar. Cılız ve
tozlu bir güneş, masanın üstüne bir yaprak örneği çizmişti; çocukluğunun günlerinde
gibiydi burası. O günlerdeki kadar yüksek ve sık olan çit, sokağı ayırıyordu oturdukları
yerden. Martin, onun anlattıklarını dikkatle dinliyordu, çıraklık dönemi bitmiş, sınavı
başarıyla vermişti; Nazi partisi temsilcisinin soracaklarına verilecek cevapların hangisi
doğru, hangisi yanlış, önceden iyice düşünmüştü. Doğru cevapları sınav için, yanlışları
Martin'e anlatıp gülüşmek için. Bligisi yeterü olduğu halde geçen yıl sınavı ka-zanamıyan
küçük bir çırağı örnek verip onu uyarmışlardı. Naziler o çırağa: «Üçüncü Reich'dan sonra
ne gelecek?» diye sormuşlar ve oğlan hiç düşünmeden, «Dördüncü Reich!» deyiver-mişti.
Bu cevabından ötürü çıraklık hakkını yitirmişti. Hazır cevap olan Hans: «Üçüncü Reich'dan
sonra başka hiçbirşey gelemez; Üçüncü Reich'in sonu insanlık tarihinin bitmesi
demektir!» cevabını vermişti.
Gülüştüler. Fakat Hans tarım görevine çağırıldığını söy-leyiverince gülmeleri yarıda kaldı.
Martin: «Buraya döndüğünde beni bulamıyacaksın!» dedi. Hans, kendini büyük dostu bir
tarihte istasyonda ayrıldığında, koca şehirde yüzüstü bırakılmış hissettiği kadar üzüldü bu
cevaptan. Şehrin umut kırıcı bomboşluğunu şimdiden hissediyordu. Tarım görevinden geri
döndüğünde eski dostlarından bazılarını yine bulabilecekti belki! Baba oğul Bergerler,
anası, kızkardeşi Helene'le yine karşılaşabilirdi. Fakat hepsinin en önemlisini
bulamıyacaktı. Sokaklar daha da sonsuz uzanıp gidecekti. Yüksek yapılar onu
heryanmdan bir çembere alacaktı. Sarmaşıklar bürümüş parulaklıklardan yer yer sızan
güneş ışığı masaya vuracaktı. Ama, onun yapyalnızlığı, korkunçlaşacak, katlanamaz
olacaktı.
Martin : «Belki sen de gelebilirsin benimle!» dedi, ve Hans'ın hayretle baktığını görünce:
«Şimdi büyüdün!» diye sürdürdü konuşmasını.
Kısa ve kuru sözlerle anlatıyordu. Kısa ve kuru sözlerle olayları ve duyguları birbirinden
ayırmak ister gibi. Đspanya halk ordusuna katılmak için dünyanın her yanından insanlar
sınırları aşıp koşuyordu. Yabancı ülkelerden, uzak denizlerdeki adalardan, ulaşılmaz
dağlardan geliyorlardı; gemiyle, ya da uzun yolları yaya yürüyerek geliyordular.
Hans bir düşündü: Dostu Martin yolculuk ve yola çıkmağı ileri sürüyordu; çocukluğundan
beri umutsuzca hep beklediği şeyleri. Delikanlı yaşma girdiği şu sıra ise açıkça döğüşme-
ği şiddetle özlediğini hissediyordu; arada sırada geceleri sokaklarda beyanname
yapıştırmak değil, sınavlarda öğretmelerine budalalıkla pişkinlik arası cevaplar vermek
değil, düşmanla elde silâh kıyasıya çarpışmak istiyordu. Bugün de o tarihte olduğu gibi
fazla düşünmeden yola çıkıvermeği pek isterdi. Fakat düşünüp taşındı ve duraksadı.
Başını iki yana sallıyarak: «Yapamam bunu!» cevabını verdi. «Neden? Hem de sen
yapama-yasm? Orada teker teker hepiniz gereklisiniz. Oysa, Hitler general Franco'ya
yardım için subaylar ve uçaklar yolluyor. Oraya gidersen varlığın gereği gibi
değerlendirilebilir ancak.», «Burada kalırsam da varlığım gereği gibi değerlendirilebilir.
Arkadaşlarım bana, sen bize çok gereklisin, diyorlar.» ; Hans, dalgın dalgın önüne
bakındı. Martin de onun baktığı yere baktı. Baktıkları o nokta hayatın ta kendisiymiş, şu
ya da bu biçim değerlendirilmesi gerekirmiş gibi. Önce, Hans sıyrıldı bu düşünceden.
Martin'e bir baktı: «Burada herşeyin beni bağladığım sanıyorum!» dedi.
.Elini havada şöyle bir savurdu. Sarmaşıklı çitlerin arasından bir Bakılsa bile, ikindi
kalabalığıyla ypvaş yavaş dolmağa başlıyan yavan bir caddeden başka birşey
görülmüyordu.

Hepsi bu kadardı: sokak, şehir, Almanya ve barındırdığı insanlar.


Martin, fazla ısrar etmedi. Hans sonraları düşündü durdu. Martin yine ısrar etmiş gibi!
Fakat bu konuyu her düşünüşünde kararı değişmiyordu. «Hayır Martin, ben burada
kalıyorum.»
Marie oğlunun gece sağ-salim eve dönmesinden duyduğu sevinçle başını ondan yana
çevirince, Hans ilk defa bunun farkına vardı. Anasının alnına düşen saçlarının diplerinde
bir aydınlık da farketti ilk kez. Eve geürken yolda hep düşünmüştü : şu pis tarım görevi
gelip çattı Ve günün birinde buraya döndüğümde Martin gitmiş olacak, herşey anlamını
yitirecek! Şimdi ise, fakat hiçdeğilse anam burada olacak, diye düşünüyordu. Hattâ kendi
başına birşey gelse de anası burada olurdu. Kendisi ölse de güneşin yine doğacağını her
insanın bilmesi gibi.
Hans, çıraklığını bitirmesine rağmen, hâlâ paralı bir işte çalışmadığına şu anda pek
üzgündü. Güzel birşeyler satın alıp anasını sevindirecek parayı hâlâ kazanamıyordu;
bugüne değin ona kimsenin armağan etmediği kadar güzel bir şey! Belki i-pekli kumaştan
bir bluz, belki tafta bir önlük. Çevresindeki kadınların hiç birinin giyemediği birşey! Tarım
görevini bitirince paralı bir işde çalışacaktı elbette! Sonra da askerllik vardı.
Marie: «Triebel'lerin kapısından içeriye, baban gizlice para bıraktı!» dedi.
Hans, başını sallamakla yetindi. Gece, babasına hiç ilgüen-miyormuş gibi: «Bizim Triebel
toplama kampında hâlâ!» dedi «Boyun eğmemesi ve hâlâ yaşaması gerçekten bir mucize.
Ne dersin buna sen?» Geschke: «Ne diyebilirim?» karşılığını verdi. «Çok üzülüyorum.»,
«Fakat böyle birine karşı büyük saygı duyulur!»
Geschke ve Hans, yemek masasında görüşlerini* birbirlerine söylemekten çekinmezlerdi,
fakat bunu büsbütün de açıkça değil, sahnede karşılıklı iki oyuncunun konuşması gibi
birbirlerinin sözünü ele alarak yaparlardı. Geschke, Hans'in kullandığı 'Büyük saygı!'
deyimini yakalayıp. «Ben de duyuyorum bunu;» dedi. «Triebel'e saygı duyuyorum. Fakat
böyle diye de onu daha sevimli bulmuyorum. Bir insan hem dürüst olur, hem de haksız.»,
«Nazilere hiçbir gün bağlanmadı, kendi görüşlerinden hiç şaşmadı.» Geschke de:
«Nazilere hiçbir zaman bağlanmadı,» diye tekrarladı. «Kamptan çıkıp şimdi bizim mutfağa
geliverse onunla yine çekişirdim. Sovyetler Birliğine tapıyordu. Bundan ötürü kampa
attılar sanırım. Sovyetler Birliği de şu sıra buradan daha mı başka? Duruşma üstüne
duruşma yapılıyor. Hattâ en gözde Bolşeviklerden birini her birkaç ayda bir kurşuna
diziyorlar. Naziler sevinçlerinden kahkahayla gülüyorlar.» Hans: «Nazilerin bu duruma
aşırı sevindiğini pek sanmıyorum,» dedi. «Kurşuna dizilenler de en gözdeler olmasa
gerek!», Geschke: «Yoo!» karşılığını ve»di. «Bunun böyle olduğunu iyi büiyorum, en iyi
yoldaşlarını, en eskilerini...», «Böyle düşününce Mussolini'nin de eski bir yoldaş olduğu
söylenilebilir. Đşini yürütünceye kadar o da yoldaştı! Moskovadakiler yeni bir savaş patlak
vermeden işleri yoluna koymak istiyorlar belki de!» Geschke : «Eğer, şayet falan..» diye
başladı. «Savaş ne diye patlak verecekmiş? Naziler hoşlarına gideni topsuz tüfeksiz elde
ediyorlar. Đşte Saar, işte Ren, işte Avusturya ve daha başka yerler. Ben bu 'eğer,
şayet'lere inanmıyorum!», «Senin inandığın ne var? Biliyorum baba, senin inanmadığın
daha bir sürü şey var. Fakat eninde sonunda birşeye inanman gerekir.»
Geschke'nin üzgün ve yaşlanmış yüzünde, şu konuşlanlar-dan ya da Triebel'den ötürü
değil, belki de daha büyük acı çekmelerle ilgili ve anlatılması çok güç bir hüzün belirdi.
Biraz sonra ve büyük bir soğukkanlılkla: «Sağlam bir insanoğlu sağ-duysuna inanıyorum
ben,» dedi. Hans: «Senin sağlam bir sağduyu dediğin şey de ne!» diye sordu. Geschke:
«Bunun öyle uzun uzadıya açıklanacak bir yanı yok.» dedi. «Sağlıklı ve sağlam oluşu da
bundan. Yanıltılamaz, oyun bilmez, hayal kurmaz.. Sağlamlığı da bundan ötürü. Đnsanlar
şöyle osaydı böyle olurdu gibilerden düşüncelerle oyalanmaz... Triebel böyle olamadığı
için şimdi toplanma kampında.»
Hans : «Öğrenimi bitirince tesviyeci çıkacağım, diye düşündüm sağduyumla.» Cevabını
verdi. Geschke: «Oldun ya!» dedi. «Bir yıl sonra dönünce. Askere çağırılmcaya kadar
mesleğinde çalışabilirsin.» Hans: «Bir yıl sonra buraya dönünce..» diye başladı. «Seni de
yakaladım 'eğer, şayet, ise' diye konuşurken. Bu 'eğer, şayet ve ise'ler olmasa güç çıkılır
işlerin içinden.»
Anasına döndü keyifle: «Eğer günün birinde, evet eğer, ilk gündeliğimi alırsam..» dedi.
«Sana bir eşarp satın alırım. Emilie hala'nmkine benziyen mavi, ya da yeşü.»
Marie, ciddi ciddi dinledikten sonra, gülümsedi.
«Günün birinde pa*a kazanır ve genç bir kıza değü de bana birşey satın almak istersen
gerçekten, yeşil değü, mavi olsun. Fakat önce evine dön sağlıkla.»

Gustav Klemm, ölmüş yeğeninin boşadığı eşiyle ilişki kurmaktan yıllar yılı kaçınmıştı.
Helmut'un vasisi olarak yapılması gereken yazışmaları da avukatına bırakmıştı.
Gözdelerin çocuklarının alındığı Führer okuluna Helmut'un kabulü üzerine, anayla
Berlin'de Kaiserhof otelinde bir görüşme yapmağı uygun buldu.
Kendi oğullarının durumunu sağlamak için bazı bazı karışana danışmış, kimi zaman da
kafa yorarak kendisi karara varmıştı. Yeğeninin biricik oğlunun, tek mirasçı olarak, işlere
pek fazla karışmaması kendi bakımından gerekliydi. Gustav Klemm, kendi oğullarının
politika alanında sivrilmesini değil fion günlerde işleri pek iyi giden fabrikanın yönetimine
bakmasını istiyordu. Aile mülkü fabrikaya yapılacak yatırım ödemeleri önemli bir miktar
tutmasa da, Potsdamdakilere ikide birde başvurmağı sınırlandırmağı başgörevi biliyordu;
vasiliğini yaptığı Helmut'un yetiştirilmesi bundan böyle aile çevresi dışında olacağına
göre!
1 Leonore'den hiç hoşlanmamıştı, von Klemm cephe hastanesinden onu beraberinden
getirdiği gündenberi. Onu şimdi otelin holünde görünce eski günlerdekine benzer bir
rahatsızlık duydu; fakat iyice değişmiş biriyle karşılaşacağını umduğu halde karşısındakini
pek az değişmiş gördüğünden. Hafifçe tutuk hareketleri, bezgin ve biteviye sesi, külrengi
gözleri, kırlaşmış kumral saçlarıyla Leonore, eski zamandan kalma bir eşya gibiydi Gustav
Klemm'in gözünde. Bunu bir yana bırakınca, karşılaşma pek ürkütücü değil, hattâ iyice
bir hava içinde geçti. Leonore Klemm, yeğenini beklemiş olmasına rağman, düşmanca bir
tavır takınmadı. Söylediklerini hiç kımıldamadan ve! dimdik dinledi ve karşısındakinin
sözleri bitince aşırı bir öfkeyle kendi isteklerini ileri süreceğine, başını biraz sallamakla
yetindi. Oğlunun yetiştirilmesi için gerekli bütün giderleri bay Klemm işyerinden
düzenlemeği daha doğru buluyorsa, kendisinin buna karşı hiçbir diyeceği yoktu. Halasına
evinde kaldığı için herhangi birşey ödemediğinden, oğlu için gerekli bütün giderlerin
karşılığını çok önceden bankaya yatırmıştı. Helmut'â yüklüce bir miras kalmıştı ve kendisi
bunun tek meteliğine büe dokunmak istemiyordu.
Çetrefil ve çekişmeli görüşmelere alışık ve böyle bir karşılaşma beklemiş olan Klemm, bu
cevap üzerine şaşırır gibi oldu. Bu kadın ya inanılmaz derece sersemin biri, ya da akıl al-
mıyacak kadar kurnaz, diye aklından geçirdi. Paradan vazgeçmesinde elbette bir hile
vardı ve eninde sonunda anlıyacaktı bunun nedenini. Leonore'nin bir pervane kadar
yumuşak ve külrengi bakışlarını üzerinde hissetmekten oldum olası hiç hoşlanmazdı.
Leonore ise, karşısındaki bu adamın, ölmüş kocasına benzediğini düşünüyordu. Von
Klemm şimdi hayatta bulunsaydı tıpkı bu yeğene mi benzerdi acaba? Leonore ona
tutulduğu günlerde von Klemm gençti, güzeldi ve yiğitti. Fakat acaba da-

ha o günlerde de yeğeniyle bir akrabalık benzerliği var mıydı? Yeğen Klemm de kocası
kadar yaşamanın tadını çıkarmasını ve her çeşit insanla anlaşmasını iyi biliyordu.
Karşısında oturan adam, yeni okula gidebilmek için anasını çok güçlükle yola getiren
Helmut'un yakınmalarını tekrarlıyordu. Yeğen Klemm, oğlunun da babasının yolunda
yürümesini pek isterdim sanırım, diye düşündü. Gözlerinin içi gülerek — bu haliyle daha
da benziyordu ölmüş kocasma—: «Helmut'tan aldığımız iyi haberlere seviniyorsunuz
elbette!» dedi. Leonore, sakin sakin: «Oğlunu seven her ana hoşlanır bundan.» cevabım
verdi.
Klemm, gülmemek için zor tuttu kendini. Bu otelin pek ünlü Künmel konyağmdan bir
kadeh içmeği çok isterdi şu anda. Fakat bu kadına da ısmarlamadan kendine bir kadeh
söy-liyemezdi; oysa Helmut'un anasıyla, konunun belirli smırı içinde ve kısa konuşmağa
kararlıydı: «Almanya'da pek çok ana için ulaşılmaz olan bu okula oğlunuz alındı diye
hayal kırıklığına uğradığınızı sanacaktım az kalsın!» dedi.
Leonore, kendi babasının ve erkek kardeşinin mesleğine oğlu da girsin istemiş olduğu
cevabını verdi. Yeğen Klemm, acele acele: «Okuyacağı bu yeni okul ona aynı yolu
açmakla kalmıyor, ilerde devlette yüksek yerlere geçmede söz sahibi de yapıyor,» dedi.
Görüşmenin böylece sona ermesinden ikisi de pek hoşnuttu. Leonore eve dönerken,
bunlarla yüzyüze hiç gelmesem daha iyi, diye düşündü. Oğlumu elimden aldılar; evet,
kabul etmek zorundayım ki, onu elimden aldılar. Onu alıkoydum diye sevinmiştim bir
tarihte. Fakat dolambaçlı yollardan onu yine elimden aldılar. Oğlumda gelişmemesini
istediğim yanları, onlar, küçük yaşından başlıyarak daha da güçlendirdiler.
Bu hiç istemediği karşılaşma dolayısıyla eski günleri kafasının içinde canlanmağa
başlamıştı; bir tarihte kocasının arkadaşı olan o unutulmuş sevgili Lieven de gözünün
önüne geldi. Lieven'in durumu ortaya çıkahberi onun adı ağza alınmıyordu evde. Leonore
onun gözlerini, sesini, ellerini hatırlıyordu.
Bazı çizgileriyle olduğu gibi gözünün önündeydi hâlâ. Kitaplarda karşılaşılıveren bazı
kişiler gibiydi, hem pek az, hem de pek, çok değişmişti. Lieven'i andıran bu çizgiler
geçmişin bir parçası değildi, birbirini izliyen bir bütün de değildi, Leonore'-nin yaşamak
zorunda olduğu değişmez hayatın yanı sıra uzanan bir takım çizgilerdi bunlar. Rüyaları
çoğalınca, geçmişin acı veren, solgun ve bellibelirsiz olayları da gerektiği kadar yaşadığı
günlük hayatın yanı sıra uzanıp gidiyordu. Leonore bu çizgilere kendini bırakıp, bilinmez
yerlerde tanımadığı insanlarla ve yabancısı olduğu kurallara göre apayrı bir hayat
yaşıyordu; ne Amalie halası, ne sersem yeğen Klemm, ne de tasalandığı oğlu Helmut'ta
bulunan bir hayat! Ancak kitaplarda rastlanılabilen bir hayattı bu, belki de hayalinde
yarattığı bir hayattı! Ne var ki, günlük hayatı kısa kısa aravermelerle sürüp gidiyordu.
Helmut Klemm'in öğretmenleri üstlerine iyi raporlar ve-riyordular. Çocuk, kendisini
tavsiye edenlerin yüzünü ak edecek bütün özellikleri şimdiden göstermişti. Zira, Gençlik
grubu ve okul, Helmut'un Nasyonal Sosyalizme ne denli bağlı bulunduğunu, hareket
henüz küçümsendiği günlerde onun bu uğurda ne cezalara, evdekilerin karşı durmasına
ve yasaklara katlanmış olduğuna tanıklık etmişti. Bu oğlan, eğitimden sonra Führer'in
tam güvenebileceği gençlerin dokusundandı.
Uygulanan denemeler sertleştikçe Helmut'un da çabası artıyordu. Sporla askerlik karışımı
tâlimlerde sırtında ağır yükle kayalık, ya da bataklık bir araziye sıçraması emredilince —
yanlış bir hareketi ağır yaralanmasına yol açabilirdi — en hafif bir korkuya bile
kapılmıyordu. Derslerde milletler tarihinin bir ırklar savaşı olduğu gibi bambaşka bir
görüşle karşılaşınca da en küçük bir kuşku beslemiyordu, öğretmenlerin kendisinden
hiçbir kuşku duymaması için en önemsiz sorulardan bile kaçmıyordu. Çok geçmeden de
ne soracak sorusu kalmıştı, ne de herhangi bir korkusu. Hayatın parçalanmaz bir

Scanned By hlecter

bütün olduğu inancına o da herkes gibi büyük özlem duyuyordu.


Okulu yöneten SS subayı, düşünce ve adalelerine sözünii geçirebilenlerin Füfrer'in
buyruklarını yerine getirebileceğini öğrencilere daha başlangıçta açıklamıştı. Hiç
beklenmedik, hattâ şaşırtıcı buyrukları ne denli eksiksiz yerine getirebilirlerse, günün
birinde kendi şaşırtıcı ve hiç beklenmedik emirlerini de altları aynı kusursuzlukla yerine
getirirdi.
Helmut, bağlandıkları düşün uğruna vücutlarını tehlikeye koymıyan, ya da koyamıyan
aşağılık duygulu insanları hor görüyordu. Daha" deneme sıralarında kapıldığı tek korku,
yöV netim kadrosuna yükselme olanağından yoksun bırakılıverme'r siydi, Bu yöneticilerin
kimin yararına olduğu sorusu aklına bile gelmiyordu; Tanrının kimlere yaradığı sorusunu
akıllarına bile getirmiyen inanmış kişiler gibi. Ya da, Tanrının kanatlı buyruklarını
sembolleştiren başmeleğin bu konuda hiç düşün* meden uçuvermesi. gibi.
Bütün genç insanlar gibi, Helmut da inancının yüce Tanrı örneği herşeyden tecrit edilmiş
olmada, tek tek insanlarla yakından ilgili bulunduğunu biliyordu; bu inancı ona aşılıyan
etten ve kandan vücut bulmuş öğretmenlerine bağlı olduğunu. Bunlardan biri, spor
öğretmeniydi; vücudunun eğitilemesi sorumluluğunu o öğretmeni taşıyordu. Ötekisi de
yabanc: dü öğretmeniydi. Helmut, okul idaresinin uygun bulmasıyla Fransız-cayı seçmişti.
Spor öğretmeni, yaklaşılması güç aşırı suskün-luğuyîa onu çekivermişti. Helmut onun bir
hayret, ya da hayranlık belirtisi göstermesini pek isterdi. Spor öğretmeni, öğ-rencüer
yorgunluktan bitkin düşünceye kadar saatlerce çalıştırıldıktan sonra, büyük bir cesaret
istiyen en aşırı hareketleri de yaptırırdı. Helmut bir yerine birşey olsun pek isterdi,
öğretmen hastaneye gelir diye. Bütün öğretmenler derslerine bir kaç giriş sözüyle
başladı. Spor öğretmeni giriş konusu diye ölüm korkusunu seçmişti, ilk çağlarm parlak
günlerinde dünya, eski Cermenler'de olduğu gibi, ölüm korkusu diye birşey bümezdL
ölüm korkusu, Yahudi - hıristiyan inancının ortaçağa zorla yerleştirdiği bir hastalıktı.
Yeryüzü günahlarının öteki dünyada hesabı verileceği korkusu insanların kafasına
sokulmuştu.
Helmut, günün birinde kolunu sakatlayınca, spor öğretmeni bir dakikacık oturdu yatağına.
Alaycı yüzü tasalı, hattâ biraz şefkatliydi. Öğretmen Kuru ve sert elleriyle sargı bezine
dokununca Helmut pek sevindi; eski günlerinde anası yatağına oturmuş gibi olmuştu.
Fakat anasını düşündüğü yoktu artık. Leonore ona sık sık mektup yazıyordu; ama,
oğluyla ilişkisini sürdürmesinin tek yolu diye özene bezene yazdığı mektupları ■okumak
bile ağır geliyordu Helmut'a. Tatüde ailelerin yanma gidilmiyeceğini öğrenince
rahatlamıştı âdeta.
Helmut, spor öğretmeni hastanede ziyaretine gelince seviniyordu, zira ondan pek
hoşlanıyordu. Öğretmen ona Racine ve Corneille'in eserlerini getiriyor, Lâtin ve Cermen
onur duygusu arasındaki ayrımı anlatıyordu. Bizlerde öndere bağlılık, onlarda boş ve
soyut düşün, diyordu. Fakat bu kıyasıya bozulmuş ırk, Corneüle'de olduğu gibi, bir
Cermen yanı vardı. Helmut'un bu yanı bulması gerekirdi. Her Almanda yaradılıştan var
olan arı ırk duygusu, Fransızlar, için yabancı milletlerin sahnede ele almaktan öteye
geçmezdi. Racine'in «Berenice» trajedisi, kanları iyice bozulmuş Fransızlara bir
uyarmaydı. Bu oyunda bir Roma imparatoru, Yahudi olan sevgilisini, devlete olan
saygısından ve yüreği kan ağlıyarak geri çeviriyordu. Zira devlet zoru olmadan böylesine
bir davranışı Fransızların aklı almazdı. Öğretmen, büyük ihtilâlin Fransız milletini nasıl
zehirlediğini de anlattı. Ona Voltaire'i de tanıttı. Zira okul yönetmenlerinin Fransa'da
okumaya göndereceği bu gencin zehirlenmelere karşı önceden hazırlıklı olarak öyle
çıkması gerekirdi. Fransız ihtilâlinin o acınacak özgürlük - eşitlik ve kardeşlik üçlüsünün -
Fransızlar bu sözleri bugün de duvarlarına ve anıtlarının önyüzüne yapıştırıyordu - ne
olduğunu da öğrenmeliydi.
Helmut, Fransa yolculuğuna hemen çıkmadı. Bir gün spor

hareketleri sırasında küt diye bir buyruk geldi — okul yönetimi böyle küt diye buyruklara
özellikle önem veriyordu —; yanında bir SS'le Ruhr bölgesinde Ense köyüne hemen yola
çıkacaktı. Helmut, bunun nedenini anlamıştı: yabancı kültürlerle temasa geçmeden önce
Alman milli bilinciyle kaynaşmalıydı. Tatilini maden işçisi bir aile yanında geçirecekti.
Ense, hepsi de maden ocaklarından geçimini sağlıyan küçük küçük bir sürü köyden
biriydi. Maden işçisi Beuer'e,. Partice gönderilen konuğa özel bir davranış göstermemesi
önceden büdirilmişti. Uzun süredir burada oturan ve ortayaşlı bir maden işçisi olan Beuer,
bu konuğu, iyi ve kötü zamanlarda bağlı kaldığı partisinin milletle kaynaşmasının yeni bir
belirtisi saydı.
Yabancı çevrede önce biraz çekingen durmuş olan Helmut, daha ilk akşam — Bayan
Beuer, partinin uyarmasına rağmen herşeye çabucak bir çekidüzen vermiş ve en iyi
tabaklarında bir pazar yemeği sunmuştu — ihtiyarın övünerek anlattıklarını dinlemişti.
Beuer, Nürnberg'te toplanan ilk parti kongresine maden işçileri delegeleriyle ve
sembolleri madenci lambaları ellerinde bütün Almanya'yı dolaşmıştı. Köye döndüğünde
evinin camlarını taşlamışlar, karısını, hattâ çocuklarını alaya almışlar ve onu emekçi
sınıfına ihanetle suçlamışlardı yıllar yılı. Helmut'un yabancılığı gitmişti; sorular sordu.
Daha ilk akşamdan kendini millet denilen o yüce ormanın derinliklerinde hissediyordu.
Beuer'in çocuklarıyla bir odada yattı. Güzel bir yatak verilmişti, çocuklar ise onun
yüzünden hepsi bir yatağa dolmuştular. Fakat bu oda, Helmut'un şimdiye kadar yattığı
yerlere göre yine de pek yoksul sayılırdı. Gündüzleri acemi bir işçi olarak çalışıyordu.
Vücut çalışmalarına alışıktı, becerikliydi ve kolay yorulmuyordu.
Paydoslarda Beuer ve öteki işçi arkadaşlarıyla bira içti. Alayla, ya da asık suratla süzenleri
umursamıyordu. îşçüer birbirlerini dürtüyorlardı, telâşlanma, birşey söylemezsek bizi
rapor etmez, diye.
Genç bir işçi ona kendi birasından sunarken, gözlerinin içi gülerek, fakat ciddi ciddi: «Her
zaman birlikte mi bulunacağız?» diye sordu. Helmut: «Yeni bir buyrukla buradan
alınıncaya kadar.» karşılığını verdi. Öteki: «Ya!» dedi. «Bense bundan böyle herşeyi
paylaşacağız sanmıştım!». Helmut bu sözler-deki alayı hissetti. Beuer'e bu adamı
soracaktı hemen akşama.
Helmut ilkbaharda bir öğrenci grubuyla birlikte Paris'e gitti. Gidecekleri yere kadar
Fransızca öğretmenleri de geldi beraber. Paris'te Alman elçiliğinin bir memurunda konuk
kalacaktı. Almanyanın can düşmanı ve Avrupa'nın en bozulmuş bir ırkını şimdi kendi
gözleriyle göreceği için âdeta seviniyordu.
Hamalları görünce biraz şaşaladı; zira bellerine sardıkları kırmızı kuşaklar dışında sıradan
insanlardı hepsi. Sayısız otomobil lastiğinin iyice parlattığı pırıl pırıl caddelerden kayar gibi
geçtiler. Asfalt buydu, asfalt deyiminin anlatmak istediği de işte buydu. Başdöndürücü bir
hızla yol alıyorlardı. Adı kötüye çıkmış o masal ülkeleri Babil ve Bağdat'da otomobü
bulunsaydı ancak böyle gidilirdi. Auteil'deki Alman Büyükelçiliği Villâsında gamalı haçı
görünce heyecanlandı. Helmut, konuklara ayrılan bir odada kalacaktı arkadaşlarıyla. Bu
inceleme gezisinin amacının ne olduğunu yola çıkamdan açıklamışlardı: yeni çevreyi ve
Paris ayaktakımı Fransı^casını yabancı oldukları göze çarpmıyacak kadar iyi
öğreneceklerdi. Fransa kıral-larınm bütün dünyadan topladığı eşsiz eserlerle dolu
Louvre'u gördüler. Tüilleri'den geçip Seine nehri boyunca ve Rivoli caddesinde dolaştılar.
Göz kamaştırıcı bir hayat dolup taşan düzlüklerin ilk bakışta gözalacağını ve fakat iç
dünyada boşluk bırakacağını öğretmenleri önceden söylemişti. Helmut'un gözleri gerçi
hoşnut kalmıştı, ama yüreği boştu; gördüklerinin altında ezümiş gibiydi, gözlerini hiç
ayırmadan bakıyordu, hep bakıyordu. Fakat içinde bir yalnızlık vardı ve özlem duyuyordu.
Nenin özlemini duyuyordu? Ana özlemi duymıyacak kadar yaşlanmış sayıyordu kendini.
Bu yabancı ülkenin bunaltıcı atmosferinde kendi memleketinin ve milletinin özlemi
olmalıydı ! O güne kadar bir benzerini daha görmediği bir gazinoya götürüldü. Sunulan
şaraplar ve yemekler gibi şeyler bulunabileceğini aklından büe geçirmiş değildi. Zencilerle
gezen kumral kadınlar da gelmişti o lokale. Đki çifttiler. Helmut'u ertesi gece de Paris'in en
kıyı bucak semtlerine, her çeşit yapının yükseldiği uzak sokaklara götürdüler: «Genç
partili yoldaşlarımız değişmez düşmanımızı bütün halk âdetleriyle tamsın!» diyorlardı.
Helmut, genç kızlara gözlerini hiç ayırmadan şaşkın şaşkın baktı; böyle kızları bugüne
kadar hiç görmemişti. Tiksindi ve şaraba hiç dokunmadı. Şimdiye kadar hiç bir gönül
serüveni olmuş değildi. Şimdiye kadar ne iyi, ne kötü hiçbir kadmla ilgi kurmamıştı.
Gözlerini kırpmadan erkekleri süzen' ve onların da kendilerini süzmelerini hiç
umursamıyan, erkeklerin kucağında şarap içen böyle kızlar bu düşman şehirde
bulunabilirdi ancak. Böyle şeyler bozulmuş bir ırkta bulunabilir ancak, diye düşündü. Spor
ve çalışmakla eğitilmiş vücudu, bir tarihte okul arkadaşıyla o gizli koyda kürek çeken
öğrencinin kirlenmemiş vücuduydu. Omuzları üstünde onurla yükselen bu genç ve güzel
baş, son yıllarda herşeyi bozan ve tahrip eden hastalıktan uzak kalmıştı.
Helmut bu yabancı ırkın bir sürü âdetini öğrenmiş bulunuyordu ama, dilini bir savaş
tehlikesinde yararlı olacak kadar esaslı öğrenememişti henüz. Đşte tam bu sırada
memlekete çağırıldı, öğretmenleri raporlarından, gözlemlerinden ve yargılarından
memnun kaldılar. Eski çevresini ve memleketini görünce duyduğu aşırı sevinç az sonra
azaldı. Nededini bilemediği hafif bir yavanlık duyuyordu. Yüreğinde belki de ilk ve son
defa bir boşluk ve buzgibilik duyuyordu; nedenini kimselere açıklıyamazdı. Ertesi günü
halinden yine hoşnuttu ama, gece yatağa uzanınca bir yabancılık duymadı değil, zira
yüreğinde boş ve buz gibi bir yan kalmıştı. Ne var ki, ertesi sabah uyandığında bu
yabancılaşmağa alışmış bulunuyordu.
Helmut okuluna döndüğünde, Hitler'in kontrolü yüksek konukları Godesberg'e henüz
varmamıştı. Bunun anlamı: işler belki de düzelecek ve Helmut oraya belki yine
dönebilecekti! Kendi de farkında olmadan bunu pek istemekteydi; savaştan dalıa çok.
Münih'ten Londra'ya uçakla dönüşünde: «Sizlere barışı p~tiriyorum!» diyen Chamberlain
kadar mutluydu bundan ötürü.
Bir kaç hafta sonra Auteü'e dönen Helmut büyük bir sevgiyle karşılandı.

III

Wenzlow, hayatının «Mutluluk içinde yüzen» bir dönemini yaşıyordu. Rütbesi yükseldikten
sonra daha büyükçe ve güneşli yeni bir apartman vermişlerdi. Pek övündüğü oğlu
paskalye-den beri okula gidiyordu. Küçük kızı Marianne'i herkes pek beğeniyordu. Genç
ve hâlâ güzel karısının ona sağladığı mutluluğu olağan sayıyor ve bunda aşırı mutlu bir
yan bulamıyordu. Karısı, onun yokluğunda sabırla beklemiş ve çocuklarını yetiştirmişti.
Ufak tefek güçlükleri ve aksaklıkları yenip eV, evlilik ve çocuk gibi üçlü bir görevin büyük
bir beceriklilik ve neşeyle üstesinden gelmek, olağanüstü bir görevden daha başka bir
şeydi.
Sözü pek edilmiyecek kadar önemsiz tek tatsız olay, büyük kızları Annaliese'nin başından
geçti. Kız, Protestan sayılması törenine hazırlanmak için okulun genç rahibi Schrö-der'den
din dersi almağa başlamıştı. Fakat daha üç ders almadan rahibi görevinden
uzaklaştırdılar. Kendisi Nasyonal Sosyalist Kadınlar Birliği Yöneticisi olmamakla beraber,
dört çocuğunu pek iyi yetiştirdiği dillere destan bir ana, rahip Schrö-der'i resmi
makamlara şikâyet için dilekçe hazırlayıp bir sürü kadına da imzalatmıştı. Dilekçede,
çocuklarının ruh eğitimi sorumluluğu verilen kimsenin Nasyonal Sosyalist devletin dünya
görüşüne aykırı sözler konuşmasına Alman analarının kat-lanamayacağı yazılıydı. Bundan
ötürüdür ki, Annaliese, şimdi öteki kız öğrencileriyle birlikte, okulun yeni rahibinden
alıyordu din dersim. Olaya kapanmış gözüyle bakılabilirdi. Rahip Niemoeller'in Nasyonal
Sosyalistlere karşı olan kilisesi, Wenz-low'un deyimiyle, ne idiğü belirsiz bir çekişme
konusuydu. Wenzlow, başkaldıncdar arasında kilise bağnazlarından oldum olası hiç
hoşlanmazdı. Akıl danışan karısına, din konularında sivri ve aşırı davranışlar elbette
olacaktır, diye açıkladı; fakat Weimar Cumhuriyeti sırasında öylesine yanlışlar yapılmıştı
ki, şimdi doğru yolu bulabilmek için ters yönde de bazı şeyler yapılabilirdi. Kendisi
Nasyonal Sosyalistlerin «Hıristiyan Almanlar» kilisesinin bütün ilkelerini paylaşmıyordu
elbette, hem de epiydir. Fakat Weimar Cumhuriyetimde devletçe onaylanmış ilk
hiristiyanlık ilkeleri gibi Tanrısızlıkların aile ve okulda uygulanmasından yana da değildi.
Zira din ülküleri, atış talimlerine pek benzer. Direnci ve yerçekimini iyi hesaplamak
gerekir; karşısındakine isabet ettirebilmek için bir iki santim yukarısına nişan almalıdır.
Fakat görevinden alman rahibin şehrin dış mahallesindeki evine kızları Annaliese'nin bir
kez daha gittiği anlaşıldı. Kız, ödünç aldığı bir kitabı geri vermek için gittiğini ileri
sürüyordu. Rahip, bundan yararlanarak ikinci bir kitap daha vermekten çekinmemişti.
Biraz daha sorunca, rahibin kitabı verirken, Protestanlığa hazırlanan bir kız çocuğunun
ruhu gerçeğe son derece açıktır diye bir uyarmada bulunduğu da ortaya çıktı. Belki şimdi
hep yalnız ve herkesten uzak yaşadığından, budalalıktan hâlâ vazgeçmiş, eski öğrencisi
kıza saçma şeyler söylemekten çekinmemişti; bir çocuğun büyümesinde tabiat kanunu
nasıl işlerse, Tanrı da ruh olgunluğu kurallarına uygun davranır ve din törenine hazırlanan
bir yavrudan lûtfunu esirgemez, demişti. Sersem ve genç rahip bu ölçüsüzlüklerinin
sorumluluğunu çeker, hattâ toplanma kampını boylarsa bütün suç kendisindeydi. Đlse
Wenzlow'un durumu bildirmesi gerekiyordu. Fakat bununla herşey kapanmış olmuyordu;
rahibin ve küçük kızın davranışı yeterince cansıkıcıydı, vicdan tedirginliğine de yol
açmıştı. Zira ilse Wenzlow, babaevinde dini bütün bir hıristiyan olarak yetişmişti. Bundan
ötürüdür ki, Wenz-low'un isteği gereğince sadece söz dinlemekle yetinemiyor, vicdanının
sesine de kulak vermek vermek zorunda kalıyordu. Vicdanının sesiyle kocasının
istediklerini bağdaştırmak ise, bir hileye başvurmuştu, ilse Wenzlow, bu genç rahip gibi
hırçın mizaçlı birisine bir çocuk ruhuna kendi düşüncesini aşılamak için bir kaç saatin
yettiğini anlıyordu. Geçirdiği kazadan beri suskun ve solgun bir çocuk olmuş küçük kızı
böyle bir hileyi düşünebilsin!
ilse Wenzlow'un odasını kendi eliyle temizliyordu ve bunun yerinde bir hareket olduğu çok
geçmeden ortaya çıktı. Bunu yapmasının iki nedeni vardı; örnek vermek en iyi ders
yerine geçerdi ve kızının çekmecelerine de bir göz atmış oluyordu. Yasak kitabı bu sırada
buldu yine; oysa rahibin verdiğini uşakla hemen geri göndermişti. Demek, küçük kızı,
kimden öğrenmişse öğrenmiş, şehir kitaplığına koşmuş, pek merak ettiği o kitabı ödünç
alacak kadar ileri gidebilmişti. Bu yüzden şehir kitaplığının genç iki bayan memuru parti
mahkemesi önüne çıkar ve namuslu iki Alman ailesi tedirgin olursa, bütün suç rahip
Schröder'indi. Fakat kendi çocuğunun böylesine-dikkafalı olabileceğini rüyasında görse
inanmazdı. Ya hileciliği! Zira yasaklanmış olan ve bir dikkatsizlik sonucu hâlâ bulunabilen
bir kitabı bu yoldan gizlice elde edebilmek, hüeden başka birşey değildi. .
Wenzlow, karısının yakınmalarını önce sessiz sessiz dinle-

di. Önündeki bir vazonun solmuş çiçeklerinde parmaklarım gezdiriyordu rastgele bir
davranışla. Bu vazoyu Çin'den getirmişti. Cinde bulunduğu sırada bu vazoyu içinde
çiçekleriyle masasına kimin koyduğunu şimdi konuklarına, hattâ karısının önünde bile
anlatıyordu. Vazoyu veren Maja adlı kadının fotoğrafını da gösteriyordu; Çin verniği cilâlı
ve oymalı bir çerçeve asılıydı duvarda ve uzak doğunun güzel fotoğrafları, insanları ve
manzaraları arasında bu Maja'nm da resmi vardı.
Wenzlow böyle söyleyince karısı güldü ve elini saçlarında dolaştırdı kocasının. Halasının
bahçesinde öpüldüğü ilk günden bu yana zaman hiç durmadan geçmişti. Genç kızlığından
beri bu konuda çok şey öğrenmişti, ilse, kocası için bir anı değeri taşıyan bu vazoya şimdi
çiçek koyuyordu her zaman.
Wenzlow gerçi usul konuştu ama, sesinin öyle bir uyumu vardı ki, usul konuşmak istese
bile yine sert çıkardı: — yine duyuluyordu söyledikleri:
«Darılma ama, kızın başını pek boş bıraktın! Halam kitabı kendi okurdu, kızkardeşime
vermezden önce.»
ilse Weni:low, kocası, Amalie halayı örnek verince, öf keli bir hareket yaptı ve: «Bu sert
kontrolün kız kardeşine bir yararı dokundu mu bilmem!» cevabını verdi.
Kız kardeşinin bahtsızlıkla sonuçlanmış evlilik hayatı konusunda hiçbir dokundurmaya
katlanamıyan Wenzlow, daha sert bir sesle: «Çoçocukların yanında devlet hiçbir zaman
tenkit edilmemeli.» diye devametti. «Konuklarımızın, arkadaşlarm, hattâ senin
gülümseyişlerinizi görmemezlikten geldiğim oldu. Doğru yapmamış olduğumu şimdi
anlıyorum. Hitler'in bizlere ne büyük iyilik ettiğini bir an bile unutmamalıyız. Partisinin
şimdiye kadar başvurduğu bütün tedbirler, milletimizin bütün dünyada itibarını arttırdı.
Bunların arasında değerini hemen kavrıyamadıklarımız da vardı elbette. Bu tedbirler
olmasaydı Almanya'nın bu yıl sağladığı başarılar elde edüemezdi. Yabancı devletler bile
farkına vardı, onların kültürünün de temeli olan ilkeleri koruduğumuzu. Onların yoksun
bulunduğu güç bizlerde var. Asya üe Avrupayı ayıran bu bozulmuş ve Slav-laşmış ırkı biz
Almanların korumasının çok yerinde olacağını o devletler de anladı. Hastalığa bulaşmış
olsa bile ne de olsa Alman asıllı Avusturya gibi milletler, biz sınırlarını aşınca rahat bir
soluk aldılar.»
Kocasının bu hiç alışılmamış bir solukta konuşmasından hem tedirginleşen, hem de
şaşıran ilse Wenzlow: «Viyana'nm ve bütün Sudet topraklarının işgaliyle bizim kızın aşırı
dikkat"a-lılığı arasmdaki ilintiyi gerçekten anlıyamadım!» dedi.
«Siz kadınlar kendi daracık dünyanızın ötesini pek kolay göremiyorsunuz. Yarbay Günther
bugünlerde doğu sınırına yola çıkacak. Genelkurmaya verildi. Beraber çalıştığımıza göre,
beni de oraya aldıracağını sanıyorum. Durum ciddileşince görevimi güçleştirecek hiç bir
engel kalsın istemem.»
«Böyle birşey olmaz elbette. Ne gibi bir engel demek istiyorsun?»
«Kızın bir sersemliği yüzünden devletin güvenini yitirmiş aüeler durumuna düşmek
istemem.»
O gece Wenzlow'larda rahat uyuyan tek kişi küçük oğlandı. Annaliese, küçük kız
kardeşinin yatağına çömelmişti. Kapı aralığından duyulan her söze kulak veriyordu.
Önceleri küçük kız da birşeyler duymak istemişti ama sonunda uykusu merakından üstün
gelmişti. Annaliese kulağını kapıya iyice yapıştırmıştı ama, birden sesler kesildi ve iki
dakika süreyle hiç birşey duyulmadı. Babasının son sözlerini duymuş olan Annaliese, bu
dediği ben olmalıyım, diye düşündü. Babanın o sözleri anası üzerinde pek büyük bir tesir
yapmışa benziyordu ki, sonunda: «Ne yapmamız gerekiyor?» diye sordu.
«Postaya gideceğim. Amalie halaya cevaplı bir telgraf çekeceğim. Kızı pek seviyor,
bereket. Çocuk bir süre buradan uzaklaşırsa bu sersemce olaylar da unutulur gider.»
Annaliese, sandalyenin çekildiğini duyunca, babasının git-
tiğini anladı. Hemen koşup yatağına girdi. .......,- ,,
Đlse Wenzlow, oğlunun odasına geçti; yatağın başucunda durup çocuğun açık sarı
saçlarını okşarken yatıştı; bugüne kadar onu hiç üzmüş değüdi. Bundan sonra da
üzmezmiş gibi geldi.
Halanın cevap telgrafı öyle erken saatte geldi ki, kızının sabah treniyle Berlin'e
varabilmesi için valizi Đlse kendi eliyle hazırladı. Annaliese, birkaç sözle vedalaşan
babasma somurtarak baktı. ,
Wenzlow, bu kızın nesi var, diye düşündü; aklına geleni yapmak istiyen ve kendine
güvenen bir hali var. Anasma hiç benzememiş. Wenzlow'lardan almış bu kişiliğini. Kızını
haftalarca göremiyeceğine pek üzüldü yolda giderken. , ilse Wenzlow kızını perona kadar
geçirdi. Yolda konuşmaktan kaçındı. Ayrılırken : «Senden iyi haberler bekliyoruz!»
demekle yetindi.
Annaliese, ailesinden uzaklaştığı için durumdan memnundu. Tren hareket etmezden önce
tuhaf bir karşılaşma oldu. Bütün bunların sorumlusu rahip Schröder, Gestapo'ya
benzemiyen pek dikkatli iki memurun arasında olarak, aynı trene getirildi; başşehirde
sorguya götürülüyordu. Rahibi uzaktan tanımış olan kız, yolcu kalabalığı arasına saklandı.
Tutuklanma gibi bir hayatı altüst edebilen çeşitten olaylar, insanları ya büsbütün yıkar, ya
da iç dünyasına sonsuz güçler katar. Annaliese, okul rahibi Schröder'i uzaktan
gördüğünden çok daha yabancı buldu yakından. Daha büyük ve solgun, fakat daha buz
gibi ve daha sert görünüyordu. Sivil polisler, rahibin yakıcılaşmış ve tutuş-turucu
bakışlarının, saç örgüleri kalabalık arasında sallanan küçük bir kızın meraklı bakışıyla
karşdaştığımn farkında bile değillerdi. Kız, rahip çabucak bir işaret vermeseydi,
öğretmenine doğru atılacaktı. Fakat rahibin koltukaltlarmdan sımsıkı yakalamış olduklarını
görünce müthiş sarsıldı, yanındaküerin kim olduğunu ve nereye götürdüklerini hemen
anladı. Şimdi birbirlerine öyle yakındılar ki, Schröder'in kendi kendine konuşur gibi:
«Kızım, senin için kaygulamyorum.» deyip, sonra: .«Matthaeus 10,26» diye eklediğini
duydu; rahip, bunları söyledikten sonra, kompartımanına girdi.
Annaliese'yi Berlin'de Anhalter istasyonunda Leonore karşıladı; çocuklar ona sahici hala
derlerdi, babalarının kardeşi olduğu için. Leonore, kız böyle çıkagelmesinin nedenini
anlatır ummuştu. Fakat Annaliese'nin memnun memnun gevezelik ettiğini görünce hiç
birşey sormadı. Banliyö treninde giderlerken, bu yaştakiler için gönül serüvenlerinin bir
önemi yok henüz, diye düşündü; sağ olası kardeşim cevaplı telgrafı neden çekti acaba?
Âmalie hala ise, küçük yeğenine sorular yöneltmeği düşünmemişti bile. Zira genç, ya da
yaşlı herhangi bir yakını açıklama yapmak gerekliliğini duymazsa soru yöneltmenin
boşuna olacağına inanırdı. Bunu aslında gerekli bulmuyordu; tanrının her kulunun iç
dünyasına gizlediğini pervasızca zorlamak olurdu.
Ertesi sabah mutfakta çatal bıçakları hep birlikte parlatırken Annaliese'nin içini dökmesi
Amalie halanın hiç hoşuna gitmedi bundan ötürü. Çocuk, bütün olup bitenleri uzun uzun
anlattı; istasyonda rahip Schröder'e rastlayışına kadar. Amalie hala, bıçağı daha dikkatle
uğmasmı emretti kıza. Yeğeninden yol parası alınca uygun bir alışveriş yapıp çatal bıçak
takımının sayısını arttırmıştı, işte bu takımm gümüşü, her parça dikkatle bir bir
parlatılmazsa, çabucak kararıyordu.
Amalie hala, yeni örülmüş saçlarının çevrelediği yüzü öfkeli ve tedirgine benziyen genç
kıza sert sert: «Anan baban için ne biçim konuşuyorsun? Baban onur verici olduğuna
inanmadığı birşeyi asla yapmaz.» dedi ve böyle şeyler düşünmeyi bu çocuğa kim öğretti,
diye aklından geçirdi; evladı babası hakkında düşünce yürütmeye iten bir rahip görevini
yerine getirmemiş sayılırdı.
Amalie hala, üerlemiş sonbahar giysilerine bürünmüş bahçeye baktı mutfak
penceresinden; anıları canlanmıştı. Komşu Malzahnların kızını, şimdi üç çocuk anası olan
Frau von Wenz-
Đow'u leylakların arasında görüyordu yeğeniyle. Gizlice sevişen gençlere iki aile de sözlü
gözüyle bakıyordu. Büyük kızın apaçık, ve dosdoğru düşün yanı halaya dolambaçlı ve
içinden pazarlıklı görünüyordu ama, mutfak bahçesinden bahçeye baktığı şu anda.
hayatın öyle her zaman pek dürüst ve dosdoğru olmadığım da. hissediyordu. Çatalları bir
bir arkasından uğan Annaliese, bn-az sertçe : «Elbette, halacığım.» diye cevap verdi
«Babam, onur verici olduğuna inanmadığı birşey asla yapmaz. Fakat onun böyle
olduğuna inandığı herşey gerçekten de hep böyle midir?»
Bu sözlerden pek ürkmüş olan hala: «Ne demek istiyorsun?» dedi. «Böyle şeyler sormana
izm vermiyorum. Bir evlat, babası için hiç bir şey düşünemez!»
Annaliese, alnını kırıştırdı ve hiç konuşmadan işini bitirdi. Yaşlı halanın yanında bir çeşit
barınak bulacağını sanmıştı, son tatilini burada geçireliberi. Fakat umduğunu burada
bulamı-yacağını şimdi anlıyordu.. Annaliese, beni babam ele verebilir, diye düşündü;
rahip Schröder'in: «Senin için kaygulanıyorum!» demesi bundan ötürüydü.
Amalie hala, Leonore ve Annaliese gece komşu Malzahn'-lara gittiler. Hala, kızın
anneannesini değil de kendisini aile büyüğü saydığını gözlerinden anlayınca yatıştı, öfkesi
geçti. Bundan öylesine hoşlandı ki, kırk yıl öncenin cansıkıcı olayını bile önemsemedi.
Komşu Malzahn'ın genç karısı, ne neşeli, ne taze ve sevgiden nasıl da uçar gibi dolaşmıştı
bahçede. Oysa kendisine, erkek kardeşinin çocuklarına bakmak görevi düşmüştü. Fakat
bunların hiç bir önemi kalmamıştı. Yeğeninin büyük kızı,.-aralarında geçen sert
tartışmaya rağmen —torununu pek candan karşılamış— anneannesini değil, Amalie halayı
ailenin büyüğü saymıştı.
Stachwitz de vardı konuk olarak ve masada Leonore Klemm'in yanında oturuyordu.
Leonore, Stachwitz'in bulunduğu günler neşelenir ve gençleşirdi. Arada bir,
başarabüseydik alın yazılarımızı birleştirirdik, diye düşünürdüler. Stachwitz'in güzel
karısından hiç bir şikâyeti yoktu. Leonore onun düşünceler rinde pek seyrek ve söyleşme
yer alıyordu eli omuzunda olarak. Herşey yolunda gitseydi birbirlerine uygun bir çift
olurlardı düşüncesi bu akşam Leonore'yi her zamandan daha çok heyecanlandırıyordu.
Staclnvitz izinli gelmişti. Yılın olayları, hatta şu son rütbe artışı, Malzahn'larm evinde her
zaman ileri sürdüğü görüşlerden onu vazgeçirmiş değildi.
Stachwitz, fazla genç bulduğu Annaliese'ye dikkatle baktıktan sonra Münih
andlaşmasmda çizilmiş Çekoslovak smırı bir qok yerinden geçilince arkadaşlar pek
sevindi, diye anlattı hiç çekinmeden. Alman ülkesine dönüş, anlaşılmıyacak hiç bir yanı
bulunmıyan olağan ve çok eşsiz bir düşünceydi. Bunun anlamı, Almanlığmda en küçük bir
kuşku bulunmıyan her ailenin, her köyün, her eyaletin Alman ülkesine yeniden katılması
demekti. Plân buysa, Hitler'e ancak borçluluk duyulabüirdi. Böyle bir görüş barışın ük
şartıydı. Fakat iktidar hırsı ve kendini beğenmişliğe dayanan üstünlük iddiasına varıldığı
gün aynı düşünce savaşın ilk şartı olurdu.
Stachwitz, her zamankinden daha hızlı konuşuyordu. Bütün gözler ona çevrilmişti. Frau
von Malzahn bile o ürkek olduğu kadar güvenli tavşan gözleriyle bir baktı, şaşmış gibi.
Đhtiyar Malzahn: «Sen tuhaf bir delikanlısın, Stachwitz!» dedi «Savaşa karşı nasıl
konuşabüirsm? Bizim işimiz bu!»
Staclnvitz ona bir baktı. Cevap verecek oldu, fakat vazgeçti. Bunun yerine, Sudet
topraklarına girişte nasıl da büyük sevinçle karşılandıklarını anlattı. Geçici olarak işgal
edilmiş bir köyde bir Çek köylüsünün tek el ateş açmasının karşılığı, böylo verilmişti.
Yabancı halk, o bir tek köylüden başkası, bezgin vo ilgisiz davranmıştı. Bu işte de yine bir
yanlış yapılmıştı. SS'ler, sorguya çekip ağzından lâf almadan döve döve öldürmüşlerdi
köylüyü. Beyni dağılmış ceset, kaldırılıncaya kadar, ortada kal» mıştı. Halkın yaklaşması
yasaklanmıştı. On metre kadar öteden gözlerini hiç ayırmadan cesede bakmıştı köy halkı.
Masanm çevresindekiler susuyordu. Annaliese'nin sesi: «Kimse yaklaşmadı mı
gerçekten?» diye çın çın öttü.

Stachvvitz, gülümsiyerek : «Sen neler düşünüyorsun?» dedi «Alman askerleri bütün köyü
işgal etmişti. Tüfeklerini sağ ayağının yanma dayamış Alman askerleri sarmıştı köylüleri.»
Annaliese, tabağmdaki yemeğe dalmış görünüyordu. Oysa
savaş ya da barış düşünü, savaşın ne olduğunu büenleri bir kaç
hafta önce sarsmıştı diye aklından geçirdi; sevinç ya da buna-
lımla, heyecan ya da üzüntüyle. Babası ve kendisi, öğretmenler
ve öğrenciler, eskisi kadar yakın ilgilenmediği Hitler gençlik
örgütündekiler —ona eskisi kadar iyi gözle bakmasalar da has-
talığından ötürü epeyce bağışlıyorlardı bu davranışını— işyer-
lerindeki ve pazarlardaki insanlar hep sevinmişti. Eve henüz
gelmiş babasının heyecandan elmacık kemikleri titriyordu. An-
naliese, babasının heyecanım, babasının sesinde ve anasının
gözlerinde hiç alışık olmadığı aşırı bir sevgi hissetmişti; alışa-
gelmedikleri birşeyler, çok büyük birşey bekliyen bir halleri
vardı. Umutlar ve korkular karışımı bir şey! Đyi Ue kötünün,
korkunçla eşsizliğin bir arada bulunması gibi olmaz ve akıl
almaz birşeyi ihtirasla istiyorlardı. Sonra sonra, babanın elma-
cık kemikleri tiremez oluverdi. Bir güç hiç beklenmedik bir
saatte eve gelmişti; ilk sözü: «Barış!» değil: «Savaş yok ya!»
olmuştu. Bunu duyanların hepsi müthiş bir hayal kırıklığına
uğramış ve dehşetli rahatlamıştı. Anasının bakış ve sözlerindeki
şefkat kayboluvermişti. Eski andlaşmaları korkularından bozup
Hitler'in her istediğini veriveren yabancı milletler ve devlet
adamlarıyla alay etmişlerdi. Aile içinde büyük bir tatsızlık çı-
kınca babanın elmacık kemikleri yine titremeğe başlamıştı. Ev-
de olup bitenler Annaliese'ye dış dünyayı hemen hemen unut-
turmuştu. Ancak şimdi Stachvvitz'in sözleriyledir ki, o gece kız
kardeşinin yatağında kapı aralığından duyduğu sözleri hatırlı-
yordu. Annaliese'nin aşırılıklarının Sudet'lerle ne Ugisi vardı?
O gece babası şu anda Stachvvitz'in olduğu kadar, Alman ülke-
sine yeniden katılışla herşeyin bitivereceğine ve korkunçlukla
eşsizliği birleştiren o şeyi Annaliese'nin görebüeceğine pek inan-
mıyor olmalıydı.
Annaliese'nin düşünceleri yine o Çek köylüsüne takıldı. Parçalanmış kafatasmdan akmış
beyni bir deniz anası gibiydi. Köylüler yanma büe yaklaşamamıştılar, Alman askerleri
nöbet bekliyor diye. Bembeyaz pazar alanında Alman askerlerinin devleşmiş gölgelerini
görür gibi olmuştu; çatalıyla karıştırdığı yemek tabağı o köy alanı ve yemek parçaları
Alman askerlerinin gölgeleri oluvermişti. Kız, iktidar denilen şeyin büyüklüğünü
hissediyordu şu anda. Bu köylüler on metre öteden neye bakıyorlardı gözlerini hiç
ayırmadan ? Ölmüş köylüye mi ? Ölüm neydi? Schröder'in söyledikleri doğruysa, ruhu
çoktan uzaklaşmıştı, onlar gözlerini hiç ayırmadan baksalar da! Fakat ruh denilen o şey
neredeydi? Ölünün bir deniz anası gibi oracığa yayılmış beyninde mi? Ruh bu değildi
elbette.
Annaliese çevresine bakındı tedirginlikle; bu odada kime bir şey sorabileceğini olsun
bilemiyordu, hatta ne soracağını da. Bir köşesinde çömeldiği şu oda, bütün aüesi, evin
her yanı, teker teker ve hepsi birden öyle sorunla doluydu ki, bu denli soru arasında en
yerinde soruyu nasıl bulabilirdi! Ayak basılması çok zor balta girmemiş bir ormanda
hissediyordu kendini. Ninesi Frau Malzahn, bahçe yemişlerinden yapılmış komposto dolu
kristal bir kâseyi beyaz üzerine benekli sofra örtüsüne koymuştu.
Gece. döndüklerinde kız, evde Đncil var mı, diye sorunca Amalie hala pek şaştı. Birak
duraksadıktan sonra: «Elbette, yavrum!» dedi ve kendi anasından kalmış; vaktinden
önce emekliye ayrıldığı için çocukların burnundan getiren erkek kardeşinin de anasıydı—
Đncili getirdi. Annaliese, Incüin daha önceki sahibinin aile hikâyesini büyük bir sabırla
dinlerken ona kendi babaannesinden daha da ölüymüş gibi geldi.
Yatağa girince, istasyonda iki sivü polisin arasında götürülürken Schröder'in fısıldadığı
yeri aradı Incüde. Şu: «Onlardan korkmayınız!» sözleri olmalıydı, hayır hayır, olmalıydı

yüzde yüz buydu. Annaliese, ben hiç de korkmuyorum, diye düşündü; Đncilin iç kapağında
ince ve titrek bir yazıyla: «Kızım Amalie'ye!» yazılıydı.
Annaliese, olurşey değil, diye aklından geçirdi, Amalie hala da bir zamnalar benim gibi bir
genç kızmış, bir anası da varmış!
Işığı söndürdü. Karanlığı delercesine bakıp yüreğinin içini gören biri mi vardı odada? Şu
anda bile yalnız değil miydi? Uykuya dalarken rahatladı; hâlâ uyumamış olan ve kitap
okuyan Leonore'nin kapı altından incecik bir ışık sızıyordu.

Aradan geçen sürede Lieven uçak yolculuğuna öyle bir alıştı ki, kendini bildi bileli hep
bulutların arasında dolaşırmış sanılırdı. Đlk günferde duyduğu şaşkınlıktan eser
kalmamıştı. Hep Riga'da oturup arada bir Berlin'e yolculuktan gayrı hiç bir şeye hayret
etmez olmuştu. Riga'da bankanın şube müdürüydü: Batı Avrupa kâğıt fabrikalarına odun
teslim eden bir firma drektörünün evinde oturuyordu. Firma, adamın anlattığına göre, bir
kaç nesil öncesi kendi ailesi tarafından kurulmuştu. Lieven'in oturduğu katın Almanların
buluşma yeri yapılmasına hiç sesi çıkmıyordu adamın. Alman konsolosluk ve elçüik,
memurlarının ve Nasyonal Sosyalist Partililerin de gelmesi gibi banka şube müdürlüğü
görevi sınırlarını aşan ziyaretlere hiç ses çıkarmıyordu. Kârısı ve çocuklarıyla Alman
kilisesine gidiyordu dua için; çocuklarını Alman okuluna gönderiyordu; yurdunun
Sovyetlerin nüfuzu altına elden geldiğince az girmesi için kendi zayıf gücünü kullandığını
Lieven'e açıklamıştı. Yahudileri odun ticaretinden uzak tutmak için büyük babası çok şey
yapmıştı; oysa Çarlar zamanında bile güçtü bu. Şimdi Almanya'da olduğu gibi ırkın
korunması gerekliydi. Kiracısına her konuda her çeşit görüşmelerde ve danışmalarda seve
seve yardım ediyordu. Rus Đhtilâlinden önce Lieven aüesinin oynadığı önemli rolü çok iyi
biliyordu. Hükümetinin savaştan sonra Alman mallarına el koymasına pek üzgündü.
Yoksul ülkesi güçlü komşuların yardımıyla gelişebilirdi. Okuması yazması yok az sayıda
bir mületin bu ülkeyi büsbütün uçuruma sürüklemesinden, eski ve güçlü ailelerin
koruyuculuğu altında yurdun gelişmesi elbette daha iyiydi.
Lieven, aile çiftliğinin kimler arasında paylaşıldığını adamın canla başla bulup ortaya
çıkarmasını büyük bir keyif ve biraz da küçümseyerek izliyordu. Çiftlik iki, ya da üç köy
kooperatifinin, bazı küçük topraklar da küçük zenaatkârlarm eline geçmiş, bir orman
devletin olmuştu; büyük yapıda yerli zenginlerden bir tüccar oturuyordu arada sırada.
Lieven'in ev sahibi, kendi çiftliği söz konusuymuş gibi, herşeyi iyice öğrenebilmek için
tuhaf bir çaba gösteriyordu. Olsa olsa orman için bu belki akla gelebilirdi, zira sahibi
bulunduğu firma yıllarca odun satın almıştı. Odun işinin şimdi devletin elinde bulunması
ve pek önemsiz bir kısmının o tüccarda olması, Lieven ailesiyle arasında var sayılacak tek
bağlantıydı. Fakat böylesine önemsiz bir bağlantı Lieven'in bile tanımadığı akrabaları
araştırmasına yol açıyordu.
Sık sık Berlin'e giden Lieven, Kurfürstendamm bulvarındaki odasını bırakmamıştı. Bir
akşam kapıyı açıp da. koridorda bir cigara kokusu burnuna çarpınca pek şaşırdı. Odaya
girince köşedeki koltukta kimin oturduğunu gördü. Gülerek: «Alman kadınlarının cigara
içmediğini bilmezlikten geliyorsun..» dedi.
Elisabeth Lieven, cevap olarak, tuhaf ve türlü biçimde cigara dumanları salıverdi burun
deliklerinden.
Lieven: «Alman kadınları boyanmaz da..» diye ekledi.
Elisabeth Lieven'in dudaklarında eskisinden biraz daha fazla ruj vardı, yüzündeki
yorgunluk izleri pudrayla dikkatle ortadan kaldırılmıştı. Lieven, Elisabeth'in önemsemez
görünen üstperdeden halinin hiç değişmemiş ve her zamanki gri elbisesinin pek yakışmış
olduğunu hemen farketti. Anasının mirası küpeler eskiyi hatırlatmak ister gibi yine
kulaklarındaydı; hafif bir alaycılıkla: «Bu kez benimle sokağa çıkacak vakti bulursan yarı
yarıya daha az cigara içerim!» cevabını verdi.
Lieven : «Bundan pek sevinç duyacağım.» dedi.
Elisabeth: «Biraz vaktin var mı?» dedi «Burada daha iyi konuşuruz. Uzun süredir
birbirimizi görmedik. Erkek kardeşim öleli Dresden'den hemen hiç ayrılamıyorum.»
Lieven onu dikkatle süzüyordu. Konuşmasının yapmacık hafifliği ve aşırı umursamaz
görünmesi, önemli birşey söylemek istediğini belli ediyordu. Lieven bir sandalye çekip
yanına oturdu, elini tutup cigarasını aldı ve kendi ağzına koydu. Elisabeth de onu aynı
dikkatle süzerek : «Dostum, sevgili yeğenim, iyice yakışıklısın!» dedi «Bunca zaman
görmedikten sonra anılarımda kalandan daha da yakışıklı buldum.»
Hiç gülümsemeden ve sandalyelerinde hiç kımıldamadan bir süre birbirlerini süzdüler.
Birbirlerinin gözlerine çok yakından baktılar. Đkisinin de bakışları buz gibiydi,
karşısındakinin içini ısıtacak hiç birşey yoktu gözlerinde.
«Söyle bakalım, taşralı kontes Elisabeth, ne var ne yok?»
«Bu eğlenceli unvan hoşuma gidiyor. Ne olduğunu pek hatırlamıyorum, oysa öğrenmiştim
okulda..»
«Sanırım ortaçağda soylu bir bayandı, senin adını taşıyordu; erkeği de huysuzun biriydi
sanırım. Aklımda yanlış kalmadıysa, senin adını taşıyan eşinin Tübingen'li yoksullara
armağan dağıtmasını yasaklamıştı. Bunu dinlemiyen karısına kolunda sepetle rastlayınca,
kadın yalan söyledi, gül var sepette diye. Kötü huylu, taşralı kont, karısına inanmayıp da
sepete bir göz atınca, böyle durumlarda her zaman gerekli mucize oluverdi: sepetteki
ekmek gül olmuştu.»
Elisabeth : «Sevgili tanrı aklıbaşında bir iş yapmış!» dedi «Fakat o kadın senin Elisabeth
gibi kurnaz olsaydı sepetinin üstüne birkaç gül koyardı önceden. Ne var ki, bir mucize
yine de hoş birşey her zaman için... Fakat şimdi elimi bırak da bir cigara yakayım. Sevgili
yeğenim Ernst, önemli bir şey sormak istiyorum sana., yani, aşırı büyütme ama, yine de
oldukça önemli... Denildiğine göre senin orada iyi bir işin varmış!»
Lieven, Elisabeth'in elini bıraktı ve kaşlarım yukarı kaldırdı. Elisabeth, cıgarasmı
tüttürerek : «Orada seni görmeğe gelmeyi pek istiyorum.» dedi «Çocukluğumun pek
neşeli geçtiği oraları bir daha göreyim pek istiyorum.»
Lieven: «Bunu elbette yapabilirsin.» cevabını verdi
«Sana bir de teklifim var, fakat ürkme sakın!»
Lieven, biraz geri çekildi ve Elisabeth'i dikkatle süzdü. Aynada kendini görür gibi olmuş
bir hali vardı, fakat aynadaki benzeri gözlerini önüne indirivermişti. Güldü ve : «Bu
dünyada beni ürkütebüecek bir şey bulunduğunu bilmiyorum.» dedi «Hele, senden
gelecek bir teklif!. Olağanüstü bir teklif olmalı bu!»
«Sanırım, böyle de! Birbirimizle evlensek nasıl olur?»
Lieven : «Aman Allahım!» diye haykırdı «Sen ve ben mi? Ne diye?»
Elisabeth : «Biz iki Lieven birbirimize uygunuz.» dedi. «Düşünsene, ben temeUi yerleştim
Almanya'ya, sen de çok uzağa, ta oralara bizim eski topraklarımıza gittin. Çiftliğimiz
günün birinde sana geri verilebilir.»
«Oldukça saçma bir teklif ama, pek de fena değü. Fakat sanırım, ortak yanlarımız hiç
yok. Bundan böyle sana tutula-mamaktan korkarım, senin de bana âşık olamıyacağından.
Bütün bunları çoktan arkada bıraktık sanırım.»
«Ah, sevgüi Ernst, evlenmemiz için ille de sevişmek, gerekli mi?»
«Genellikle bu işler böyle olur da..!»
«Evet, ama bizler her zaman kaçındık, alışılagelinmişten.»
«Elisabeth, sonra şu da var! Sen oralardan bir süre hoşlanırsın belki, hatta bir kaç yıl,
bilemem! Fakat savaş çıkarsa oraları Avrupa'nın en kötü yeri olacak. Bunu gözönünde
bulundur!»
«Sürekli bir barış için herşeyin yapıldığı söyleniyor. Konferanslara katılan bakanlar
dönüşte uçaktan inerken, sürekli barışla geldik diye sesleniyorlar halklarına.»
«Yavrum, günün birinde Sovyetlerle çarpışacağımızı akıldan çıkarmamalı yine de! Đşte bu
durumda oraları tam bir cehennem olacaktır.»
«Ne zaman?»
«Biz hayattayken olacağından hiç kuşkum yok. Biz öteki dünyaya göçmezden..»
«Fakat Ernst, bu kadar ilerisini kim düşünebilir7 Ne diye öleceğiz?»
«Ben duydum bunun konuşulduğunu, bunların olacağını..»
«Ah Ernst, ortalığı karıştırmaktan hoşlananlar onlar. Hem sen haklı da olsan, burada değil
kendi yerlerimde ölmek isterim.»
Lieven'i bir düşünce aldı ve Elisabeth'in yüzüne bir sıcaklık gelmiş olduğunu farketmedi.
Elisabeth, bir hayır, ya da evet'i bir an bekledi ve cevap alamaymca, yerinden fırladı :
«Uygun bir şey giyineyim.. Bu akşamı benimle geçirmekten vazgeçmedinse.!»
Lieven, başını iki yana salladı :
«Hiç birşeyden vazgeçmedim, hiç birşeye de pişmanlık getirmiş değilim. O anda kimi
canım çekerse akşamı onunla geçirmekten hoşlanırım, hatta arada sırada seninle de..»
«Elbette. Ben de hep bekliyeceğim sabırla. Serbest akşamlarımda beni zorlamayacağını
umarım. Zira çocukluğum-danberi hürlüğün öylesine tadını çıkarmağa başladım ki, iyiden
iyiye canımı sıkmağa başladı.»
Elisabet daha sonra aynanın önünde hazırlanırken, arkasında duran Lieven'e: «Güzel bir
çift oluyoruz, değil mi?» dedi.
Yaptığı teklifi o gece bir daha tekrarlamadı. Yola çıkar çıkmaz bir kaç SS dosta rastlayınca
ikisi de rahatladılar. Hep birükte yedikleri ve eğlenceli geçen akşam yemeği, yalmz
kalmaktan kurtarmıştı. Lieven, arkadaşlarının Elisabeth'i pek beğendiklerini anlamıştı;
onu dikkatle gözden geçirdi, fakat sofrada kahkahalara yol açan alaycı ve neşeli
cevaplarına ilgi göstermedi. Elisabeth'i gece trenine arkadaşlarıyla hep birlikte yolcu
etmesini de usulca başardı. Elisabeth, ayrılırken ne bakışlarını aradı, ne elini, ne de
herhangi bir cevap. O gece herhangi bir karara varılmadı böylece.
Yeğeni Elisabeth'e mektup yazmayı canı istememişti. Bir kaç hafta sonra ev sahibi:
«Gelecek yolculuktan dönerken karımı da getireceğim.» demesine kendisi de şaştı.
Ev sahibi, meraktan kıvranarak: «Sayın bay Lieven evli bulunduğunu bugüne kadar hiç
açmamıştı.» dedi «Evlenmeniz kısa süre önce mi oldu, yoksa çoktan mı? Ya da yeni mi
olacak?»
Lieven onu merakta bıraktı; ev sahibi, genç bayan için kısa bügiler kopararak onun
Lieven'le akraba olduğunu, bu memlekette doğmuş ve gençliğini burada geçirmiş
bulunduğunu öğrendi. Adamın Lieven ailesinin her şeyiyle ve olup bi-tenleriyle övülecek
kadar fazla bağlılığı çabucak yararlı olmuştu ; sırları öğrenebildiği için pek memnundu.
Kendisinin ve dostlarının işlerini öyle bir düzene koydu ki, yeni sahibinin nasıl olsa yazları
arada sırada oturduğu, büyük binayı elde etti. Zira Lieven karısı gelince bu hiç umulmadık
şeyle sevindirmek istiyordu.
Elisabeth, zaman darlığından binada değişiklik yapılmadığı için fazla hayale kapılmaması
yazılı mektubu alınca, Lieven'in ne demek istediğini anladı ve hemen kabul etti.

Paris'te umutsuzluğa kapılan bir Yahudi genci Alman Büyükelçiliğinin üçüncü sekreteri
olan Ernst von Rath adlı birini vurup öldürmüştü. 10 kasım günü Almanya'da saldırı
birliklerinin ve SS. sürülerinin Yahudi avı başladı.
«17 sayısı burası, durun!»
Bahçe kapısına barikat yapılmıştı. Kapının arkasına dayanmış demir potreller, çılgınca
saldırıya dayandı. Bender: «Reziller iyi barikat yapmışlar.» dedi. Langhorn: «Şaşılacak
birşey değil.» dedi «Başına geleceği bilyor.»
Kilitleri mi kırmalı, ya da üstüne dikenli tel gerilmiş duvara hiç vakit geçirmeden
saldırmak mı, diye aralarında konuştular. Kapının önüne geleliberi bir köpek havlıyordu
kızgın kızgın. Franz Geschke zilin düğmesine bastı başparmağını. Güz giysüeri içinde ve
gövdeleri kara kara boğumlu manolyaların arkasında panjurları kapalı beyaz bir ev göze
çarpıyordu. Garaja giden kızılımsı kum serpilmiş geniş yolun iki yanı kasıma rağmen
yemyeşildi. Evin yarı çevresini kaplıyan camlı veranda, sonbahar geldi diye boşaltılmıştı.
Kocaman ve güzel sütunların arasmda asılı renkli avizeler sıcak bir şenlik havası
veriyordu. Hagedorn, şu yukardaki gülünç şeyleri hemen parçalayalım, diye aklından
geçirdi. Wirth: «Burada yaşamak hiç de fena değil!» dedi.
Franz Geschke : «Bizler işbaşına geldikten sonra da pis işlerini sürdüreceklerini sanmış
olmalılar.» diye söze karıştı.
Askerliğini bitirmişti. Hemen savaşa gideceğine yine evine dönmek zorunda kalmasına
pek şaşmıştı; yabancı ülkeleri işgale yardım edip korkulan ve imrenilen bir kişi olacağına,
anası ve babasıyla aynı yemek masasına oturmak zorunda kalmıştı. Fakat sevdiği kızı ve
eskiden hoşlandığı herşeyi yine görünce biraz memnun olmamış değildi. Zira savaş patlak
verip de ölüm sökün edince bütün bunlar tehlikeye girerdi ne de olsa. Bir SA arkadaşı onu
yine eski yurda yerleştirmişti.
Başparmağını zilden çekmeden, verandanın süslemelerinin kaça çıktığını, iç bahçe
kapısının demir işlemeli parmaklığının ve barok üslûbu merdiven trabzanmm kaça
geldiğini, hepsi de dış bahçe kapısı gibi sımsıkı kapalı pancurlara kaç para gittiğini tahmin
etmeğe çalışıyordu. Franz Geschke, böyle birisinin korkudan uyuyamamasında şaşılacak
bir şey yok, diye düşündü. Halkın içeri girmemesi için kapısını iyice kilitlemesine de hiç
şaşmamalı. Bu villadaki rastgele bir heykeli sözgelişi merdiven sağlı sollu iki yanında
kaidelere oturtulmuş bronz hayvanları elde etmek için ömrü boyunca çalışmak
zorundaydı, bundan hiç kuşkusu yoktu. Az sonra sandalyenin ayağıyla şu pis avizeleri bin
parça edeceğini düşünüp önceden keyiflendi, ince sütunların çatırtısını duyar gibi olarak
da keyiflendi. Pis yahudilerin kendi gibileri soyup soğana çevirerek topladığı saçma sapan
süs eşyasının parçalanışını duyar gibi olarak keyifleniyordu. Franz Geschke, zenginlerin
mallarının ellerinden alınması için duyduğu belli belirsiz isteğin de yerine getirilir gibi
olduğunu hissediyordu.
Son dakikada Langhorn'un aklına bir şey gelmişti: «Beni dinleyin!» dedi «içerde
bulacağınız o sözüm ona sanat eserlerini yerden yere atmayın! Bunları kayda geçsinler,
raporları yazılsın; müzeye koyarlar belki! Bu çalınmış eşyaların millî değeri var.»
Wirt çabuk çabuk: «Nasıl anlaşılacak millî değeri?» diye sordu. •
«Bu görevden sen sorumlusun, Erpenbeck!»
Küçük Erpenbeck, üstünün buyruğundaki anlamı gereği gibi kavramıştı; bizim oğlan
bugün nasıl davranacak diye düşünmüş olmalı, diye aklından geçirdi. Fena yanılıyor. Beni
aristokrat sersemlerden sanıyor. Erpenbeck, bugünün anlamını en çok kendisinin
kavradığını Langhorn'a ispatlamak için sabırsızlanıyordu.
Franz Geschke başparmağını zilden çekti sonunda. Ufak tefek ve oynak bir oda hizmetçisi
görünmüştü. Operetlerdeki oda hizmetçileri gibi dans edercesine iniyordu barok üslûbu
trabzanlı merdiveni. Çok ciddi saatler yaşandığının farkında bile değildi. Merdivenin
altbaşmda kızgın kızgın havlayan köpeklere bir kaç söz söyleyip azbuçuk yatıştırdı. Sonra,
ipekli çoraplar içindeki uzun ve zarif bacaklarıyla kumlu yolda kapıya doğru yürüdü. Bu
temiz ve kumral kızın ne işi vardı burada, diye düşündü Franz Geschke; çoktandır
yasaklandı. Si-

yah tafta elbisesi ve küçük beyaz önlüğü benim sözlümün pazarlığından daha pahalı.
Ufak tefek hizmetçi kız: «Heü Hitler!» diye haykırdı keyifle. Sonra da .açıkyüreklilikle ;
«Ne o böyle sabah sabah?» dedi.
Franz Geschke, dünyanın kaç bucak olduğunu göstermeli herife, diye aklından geçirdi; bu
kızm işi ne burada? Kulağında sallanan küpeleri Yahudi mi armağan etti acaba? 'j
Öfkeyle : «Aç şu kapıyı!» diye bağırdı. Hizmetçi kız, neşeli neşeli omuz silkti. Bileğine
taktığı anahtar zincirini salladı. Kapının anahtarım çevirmesini beklemeden içeriye dalan
genç SA'lara gökmavisi ve yuvarlak gözleriyle hayretle baktı. Franz Geschke'nin
somurtkan ve sinirli yüzüne de hayretle alay karışımı bir bakışla bakarak : «Aman
yarabbim, ne oldu?» diye sordu.
«Kızım bırak bu ağızları! Sonra düşünürsün bugün olup bitenleri. Bu pis yahudilerin
yanında senin ne işin var?»
«Burada ne işim mi var? Pis yahudilerin yanında mı? Ah, anladım! Yahudilerin evine
girmek istiyorsunuz siz herhalde! Onlar 17 a kapı sayılı evde oturuyor, şu bahçenin
arkasında. Ekim ayında burada numaralarda değişme yapıldı. Bizim evin kapı sayısı 17.
Boyacı beklediğimiz için bayrağı asmadık. Bundan ötürü öteberiyi topladık. Parti Đl
Başkanı olan bay Haenisch de ailesini alıp yolculuğa çıktı, boya kokusundan ve evin bu
halinden kurtulmak için.»
Franz Geschke: «Bahçeyi sağdan dönünce 17 a. sayılı kapı, duydunuz hepiniz!» diye
bağırdı; başka zamanlar görevi yanlış yapınca duyduğu tedirginlikten daha derin bir
rahatsızlık duyuyordu. Boş yere öfkelendiği budala hizmetçi kıza, lânetli efendilerinin
beyaz villasına, avizeli verandaya, kırmızı kum dökülmüş garaj yoluna ve havlıyan
köpeklere ne baktı, ne de tek lâf söyledi bir daha; adamlarım alıp koşarak uzaklaştı.
Öfkesini boşuna yitirmemek için derin derin soluk alıyordu yolda.
Mendelssohn'ların 17 a. kapı sayılı evi de bahçe içindeydi ve 17 kapı sayılı ev kadar sessiz
bir görünüşü vardı. Garaja giden yoluna kırmızı kum serpümişti. Fakat renkli elektrik
lâmbalarının sallandığı veranda yerine, pencereli bir balkonu vardı. Franz Geschke,
ayrıntılarla vakit geçirmeden: «Dalın içeri!» diye bağırdı. Başparmağını zile basmak
gereğini de duymadı. Bütün öfkesiyle yüklendiği bahçe kapısı büyük bir çatırtıyla ardına
kadar açıldı.

VI

Christian Nadler müşterilerine iş teslimini ve yeni iş almayı daha çok pazar sabahları
yapıyordu; zira hem köylüler evde oluyordu, hem kendisi de sonra kiliseye gidebiliyordu.
Kiliseye giderken çıkınını gazinocuya bırakıyordu. Ağabeyinin çiftliğine epeydir ayak
bastığı yoktu. Önceleri kardeşinin yine öfkelenmesinden korkmuştu, sonradan da öfkesi
zamanla geçmiştir düşüncesiyle, bir alışkanlık olarak gitmemişti.
Bu pazar dolaşmalarından bir dönüşünde, iskeleye gidip oturdu. Köpeği de yanındaydı.
Yemeğinden ona da verdi. Fakat köpeği, her ekmek lokması için havaya sıçratarak, ya da
bir lokmacık et için yalvartarak değil, kendisiyle bir tuttuğu biriyle sofraya oturmuş gibi
ve hayvancağızı yatıştırarak yemeğini gerçekten bölüşüyordu. Đkisi de doyunca, hayvan
ön ayaklarını Christian'ın dizlerine dayadı. Christian, köpeğin boynunu okşadı. Hayvan,
kulaklarını dikti ve altın sarısı gözlerini Christian'ın kaygulu yüzüne iyice yaklaştırdı.
Christian Nadler : «Bundan sonrası nasıl olacak dersin, Windu?» diye sordu «Büyük oğlan
bu sonbaharda askerliğini bitiryor. Fakat bizim yumurta kafalı Kari da yeni gidiyor askere.
Đki yıldan önce dönemez. Bundan hoşlanabilir misin, Windu?»
Köpek, efendisinin yüzünü yaladı büyük bir dikkatle; dünyada tanış olduğu tek varlık
Christian'ın yüzünde ince ve uzun kırışıklıklar belirirdi. Windu, pürtüklü diliyle onları da
yaladı iyice.
Christian : «Windu, bu durum benim hiç hoşuma gitmiyor!» diye sürdürdü köpekle
konuşmasını «Şu sıra Hitler'in birbiri arkasına et lokmalarını yutması hoşuna gidiyor mu?
Ben hiç hoşlanmıyorum bundan. Isıracak diye ondan korkanlar et lokmasını yutmasına
göz yumuyorlar. Fakat sucuğun bütününü onun sivri dişlerinden bir daha kurtaramıyorlar.
Önce sucuğun bir parçacığı, sonra da bütününü yutuyor.» Yüzü yalamasını bitirmiş olan
köpek şimdi de ellerini yalıyor efendisinin. Parlak gözlerini Christian'm nemli yüzüne
dikiyor kısa aralarla. Christian : «Evet,» diyor «Çekoslovakya, Danzig ve Memel. O
ülkelerin ve şehirlerin adları bunlar. Bu ülkeler ve şehirler, adlarını duyuyorlar radyoda;
Windu adının çağrılmasını senin duyman gibi. Adları radyolarda ve hava boşluğunda
duyuluyor. Onlar da sesleniyorlar karşılığında. Hitler'e gözdağı veriyorlar, sen eğer
bundan vazgeçmezsen, diye; gözdağı verildi diye bir köpeğin sucuğu kapmadığını sen hiç
duydun mu? Olsa olsa karşısındakinin gırtlağına saldırır.»
Dişleri meydanda ve gözleri parıl parıl köpek, hiç kımıldamadan efendisine,bakıyor.
«Windu, bu işlerin sonunun ne olacağını aklım almıyor! Bizim Wilhelm'e göre bütün
insanlar her zaman ve oldum olası budalaydılar kendisi gibi. Bana kalırsa aralarında bazı
bazı kurnaz biri de bulunur. Senin ve benim gibi. Bilemiyorum bu işlerin nereye
varacağını? Benim hiç hoşuma gitmiyor!»
Köpeği hafifçe itiyor; onunla oynamağı canı istemiyor. Bereket günlerden pazar. Bereket,
pazar sükûnunun çalışmakla bozulması âdet değildi. Christian aşırı yorucu çalışmalardan
yana olmamıştı hiç bir zaman, rahat rahat çalışmak en iyisiydi.
Hava güneşliydi. Silme insan dolu bir vapur, «Neşe güçlendirir» örgütünün üyelerini
gezdiriyor olmalıydı. Çoluk çocuklarıyla bu insanlar kimlerdi? Christian, asla yüzünü
göremiyeceği insanlar üzerine uzun uzun düşünmekten hoşlanırdı. Christian şu
insanlardan hiç birini hiç bir gün yakından göremiyecekti. Yakında bir hastalığa tutulup
ölecek biri de vardı aralarında elbette. Oysa, şu anda o da «Neşe güçlendirir» örgütü
vapurunda yolculuk ediyor ve bunu bilmiyordu. Bu yıl bir çocuğu daha olacak bir kadın da
bulunuyordu aralarında elbette. Birşeylere pek kederlenmiş birisi de vardı aralarında hiç
kuşkusuz. Çok mutlu olan da vardı elbette. Christian bütün bunları neden hiç
öğrenemiyecekti ! Ne tuhaf gemiydi! Güzel vapur sularda bir iz bırakıyordu. Gemilerin
arkada bıraktığı izler kalabüseydi, göl baştan başa kırış kırış, olurdu. Rüzgâr büyük
dişbudaklarm dallarını, ters yöne eğilen çatallı bir dal dışında, hep bir yana eğmesi nasıl
oluyordu? Rüzgâr ne diye tam da bu dalla başa çıkamıyordu? Christian,, bu güneşli pazar
günü düediği gibi hayaller kuramadığı için kızıyordu. Fakat bir tek düşünce, bütün hayal
örgüsünü hep bozuyordu.
Christian, gözüyle gördüklerini düşünmekten hoşlanırdı ancak. Fakat beynini kemiren o
bir tek düşünce, sonunda her hayali bozuyordu; Christian o yumurta kafalı oğlanı, Kari'ı
bir türlü çıkaramıyordu aklından. Son zamanlarda onunla konuştuğu hiç yoktu. Onu ancak
uzaktan ve pek seyrek görmüştü. Bundan ötürü de onun yokluğunu gerçekten duyuyor,
denilemezdi. Sadece hep onu düşünmüştü, Christian bu dünyadan göçtükten sonra da
varlığım sürdürecek diye. Göl, çatal dallı dişbudaklar, kuş sürüleri ve hepsinden önce bu
oğlan, varlığıyla herşeyi sağlıyormuş gibi, yine var olacaktı. Christian'm kendisi ise,
sonsuz uykusuna dalmış bulunacak ve olup bitenler onun üzerinden geçerek sürüp
gidecekti. Christian'm ağabeyinden kopardığı toprağı Kari sürecekti o zaman, işler
rastgitmişti buraya kadar. Wilhelm'e diş geçirebilmişti. Karşısındakinin çenesine bir
yumruk atacak güçten yoksun olanlar hileyle üstesinden gelirdi. Fakat bir insan güçsüz de
olsa devleti hileyle alt edemezdi.
Christian'a göre devlet, Kari, oğlanı elinden almıştı. Onu bir daha ne zaman göreceğini
tamı bilirdi. Christian, oğlan askere almalı, onun başına neler gelebileceğini öğrenmek için
çırpmıyordu. Hitler gençliği örgütünde bunca yıl sürtmesine pek üzülmemişti. Gençliğinde
kendisi de, kimbüir kimlerle ve nerelerde sürtmüştü ve günün birinde hepsi bitivermişti.
Kısa bir süre öncesine kadar bu düşünceyle teselli bulmuştu. Fakat oğlan kıskıvrak yakayı
elevereliberi, bu düşünceyle yatışamıyor olmuştu. Naziler onu çılgınca dalavereleri için
kullanabüirdi.
Christian, onarıma pabuç getirenlerin gevezeliklerine kulak veriyordu: Onların aşırı
heyecanlarından önceleri keyiflen-mişti sadece. Sonraları, Polonya'nın Pitschi, Witschi ve
Tschi-tschi gibi tuhaf adlı köşe-bucak yerlerinde Alman soydaşlara karşı yapılan kötü
hareketler anlatılmıştı. Alman soydaşlara yapılan kötülüklere böylesine sert tepki
gösterilince, Christian'm kulübesi önündeki iskelede yeni yeni gece gösterilerine şimdiden
hazırlanmak gerekirdi. Bütün bu yaygaraları eğlence sayardı sadece, dünya olaylarının
bundan böyle gelişmesini de taburesine oturup keyifle seyredebilirdi, Kari da işin içine
karışmasaydı. Hitler gençliğinde bulunduğu sıra ona her çeşit soysuzluğu ve alçaklığı
öğretmiş bulunduklarına kuşku yoktu. Christian'm kendisi de, kalçasından yaralanmcaya
kadar, alçaklığın ve adiliğin her çeşidini öğrenmiş değil miydi? Fakat sonra bütün
bunlardan hoşlanmaz olmuştu. Zenaati öğrenmek için para ödemesi de gerekmişti. Ama
boylu boslu oğlanın para ödemesi gerekmiyordu. Onarım için kundura getiren köylüler
evlâtları için pek az tasalanıyorlarmış sanıyordu; oysa tarlada çalışmağa birlikte
gidiyorlar, meyhaneye ve kiliseye birlikte gidiyorlar, birlikte yiyip içiyorlar, günlük iş
bitince bir çatı altında ve bir arada uyuyorlardı. Fakat Christian, kendi çocuğu için
herkesden çok tasalandığını sanıyordu; oysa onunla bütün ilintisi hayalinde biraz aşırı
canlandırmasından ve avukatın düzenlediği bir tomar kâğıttan öteye geçmiyordu.
Christian, onlar da tasalanıyor belki, diye aklından geçirdi. Ne diye bana açılıp ahlayıp
oflasınlar! Ben de onlara inleyip sızlamıyorum.
Windu'yla daha başkaydı durumu. Kara saçaklarının arasında sarı sarı yıldızları andıran
gözlerinde insancıl bir yatış-tırıcıhk vardı :
«Wmdu, şu son yaptıkları hoşuna gidiyor mu ? Benim hiç gitmiyor hoşuma. Ne biçim bir
andlaşma bu? Sen bundan bir anlam çıkarabüdin mi? Geceleyin benim kulübede ve benim
kunduracı teliyle bacaklarını sımsıkı bağlayarak iskeleye sürükleyip sonra da suya attıkları
delikanlıdan söz açmıştım sana. Hitler'le Stalin andlaşma imzaladı diye onu şimdi
sulardan çıkarıp kendisinden özür düeyecekler mi sanıyorsun? Oğlanı sulardan çıkarıp
bacaklarını şarap mayasıyla ovaladıktan sonra, güneşte mi kurutacaklar sanıyorsun? Ben
sanmıyorum. Bence-bu andlaşma, birinin ötekini de kendisi kadar budala sanmasından. »
Christian, köpeği biraz itince hayvan homurdandı; fakat kızgınlıktan daha çok
şaşkınlıktan. Sonra, hızlı hızlı çekiç sallamağa başladı; oysa her zaman, hele pazarları
aşırı çabanın her çeşidinden nefret ederdi.
Christian bir kaç gün sonra, daha yataktan çıkmadan kolunu uzatıp radyoyu açtı.
Açmasıyla, demek böyle, diye aklından geçirmesi bir oldu. Radyodan yükselen seslerin hiç
birini anlamış değildi. Fakat çok ciddi, kutsal, olağanüstü bir an ya-şanıldığmı
konuşmanm uyumundan anlayıverdi ve bunun tek bir anlamı olabileceğini hemen
kavradı. O buna benzer bir konuşmayı ömründe tek bir kez dinlemişti; kulübesmdeki şu
radyodan değil, bir alana bakan bir balkondan söylenirken. Đnsanın yüreğini oynatsın diye
kutsal ve heyecanlı bir sesle. Bunun anlamı bugün olduğu gibi o tarihte de savaştı.
Kulağının duyabileceği kadar bir yakınlıktan ve güçlü bir sesten, ya da başme-ieğin
üflediği borazanlarla bulutlardan gelmesinin hiç bir önemi yoktu; hava boşluklarını geçip
antenle gelmesinin de!
Christian öfkeyle kapattı radyoyu. Küfretti. Đstediklerini elde etmişlerdi: savaşı ve Karl'ı.
Savaşı ille de istemişlerdi ve

Kari savaşa katılmak zorundaydı. Şu anda katılmakta olduğu manevralardan doğruca


savaş alanına gidecekti. Christian, bana sapsağlam geri dönmelisin, diye düşündü oğlanın
gözünü korkutmak ister gibi.. Yoksa...
Christian'm kendisi savaşı denüen bu pis işten temelli kurtulmuştu. Eskisinden daha çok
topallamağa başladı birden. Budala köylüler bundan böyle de yine acıyarak baksınlar
arkamdan ! Kendilerini nasü bir sonun beklediğini düşünseler daha iyi ederler! Bir tarihte
bizler de müthiş hoşlanmıştık işin başında.
Karşılaştığı köylülere: «Çabucak biteceğe benziyor.» dedi-ter «Savaşa katılamadığın için
üzülmen gerekmez, Christian!»
Christian; «Hiç belli olmaz!» karşılığını verdi.
Kırmızı turpu andıran köylü Uhl : «Hemen bitecek diyorlar.. O tarihte de böyle
söylemişlerdi,» dedi «Fakat sen hiç bir suretle bu savaşa katılmıyacaksın! aslında mutlu
olman gerekir bundan ötürü.»
Christian: «Hiç belli olmaz!» dedi yine.

ONBEŞĐNCĐ BÖLÜM

Almanlar Polonya'ya girip de ülkeyi bir kaç haftada ele geçireli, Liese kocası Wilhelm
Nadler'i tanıyamaz olmuştu. Oysa bunca yıllık evlüiğinde onu her yanıyla tanımış
olduğunu sanardı.
Liese onu bazan keyifli, bazan kavgacı ve bulut gibi sarhoş görmüştü; ayık olunca
geçmişin iyi günlerini düşünüp övünmelerini de, sarhoş olup gelecek hayallerine dalınca
bol keseden atmalarını da bilirdi. Törenlerden, SA dalaşmalarından ve Parti günlerinden
döndüğünde uzun uzun anlattığı şeyleri de ezberine almıştı, işler biraz ters gidince atıp
tutmalarını ve gözdağı vermelerini de bilirdi. Kocasını atıp tutmalarında da,
övünmelerinde de birilerinin adı geçerdi hep; yıllar yılı parlamalarının ağırlık noktası kendi
hayatının ne övülecek, ne de yerinecek bir yanı yokmuş gibi bir başkasının adıydı.
Önceleri yüzbaşı Degenhardt vurmuştu başına; meyhanede, çalışırken borçlular gelince,
malları satarken onun adı düşmezdi ağzından. Savaş bitince katıldığı o gönüllü birliğinde
üstü olan yüzbaşı Degenhardt, ikide bir ortaya çıkardı; daha doğrusu yüzbaşının kendisi
değil zira Kapp'm hükümet devirme teşebbüsünün başarısızlı-

Scanned By hlecter

ğmdan sonra ortalıktan kaybolmuştu bir anı olarak ve bir ölçü olarak. O adamın buyruğu
altında hayatın bambaşka olabileceğini, çok parlak bir ömür sürülebileceğini Liese'nin
inanası gelirdi. Sonra sonra bu Degenhardt bir yıldız gibi soluklaşmış, sönmüştü ve yerini
Baron von Ziesen almıştı. Liese, kocasından dinliye dinliye Baronun bütün nutuklarını,
hatta ne biçim biri olduğunu, öğrenmişti. Günün birinde Baronun kendisi evlerine
uğrayınca - Wilhelm'in SA döğüşmelerüıde yaralandığı sıra—, Ziesen'in yıldızı da hiç değil
Wilhelm'in kafasının içinde sönmeğe başlamıştı. Baron, kendini ve gölün öte kıyısındaki
çiftliğini bu karışık işlerden kurtarmıştı; Çelik miğferliler çoktan yasaklanmış ve Wilhelm
de Nazilere geçmişti. O tarihten sonra, Harms kocasının yıldızı oluvermişti. Liese, komşu
köyden Harms'ı tanıyor değildi. Şaşılacak bir hızla parlayıverme-den önce yıllar yılı orada
burada rastlamıştı.
Ne var ki, Wilhelm Nadler savaş başhyalı iyiden iyiye değişmişti. Gözlerine tuhaf bir parıltı
gelmişti. Çok daha heyecanlı ve tedirgin olmuştu; daha başka gülüyor, daha başka içini
çekiyor ve Liese'yi yirmi yaş gençleşmiş gibi sarıyordu; hele gazetede önemli bir haber
okuyunca büsbütün gençleşiyordu. Đşler böyle sakin gidecekmiş gibi komşuları sapan
sürüp ekin biçerken o içinden hep savaşı beklemişti. Hayatının bu ve sadece bu olduğunu
ve kendisinin acınacak bir ömür süren zavallı bir köylü olduğunu bir gün bile düşünmüş
değildi. Şimdi erkekleri silâh altına çağırıyorlardı ve kimin ne olduğu ortaya çıkmıyordu.
Liese kocasında önce bir hayal kırıklığı hissetti sadece. Oğullarının ikisi de askerdeydi.
Onu şu sıra hatırlamamaları nedendi acaba? Polonya bir anda -tahmin edebildiğinden de
çabuk-ele geçirilince, Wilhelm Nadler'in hayal kırıklığı, yerini korkuya bıraktı; askere
alınıncaya kadar barış olacaktı belki de! Büyük oğlu, düşman topraklarında ilerleyişin
oyun oynar gibi kolay olduğunu büyük bir neşeyle yazmıştı. Bir iki hava alanını çabucak
ele geçirmişlerdi. Polonya batı sınırlarında doğru dürüst istihkâm yapmamış, bütün
savunmasını doğuya karşı hazırlamıştı. Ülkenin insanları, eskiden taşra yollarında
rastladıkları çingenelerden pek farklı değildi. Oraların kulübeleriyle karşılaştırılınca,
babaevi bir saraydı. Küçük oğulları Karl'ı kuzeye göndermişlerdi birden. Hitler, şimdi
Avrupa'yı iki ucundan sımsıkı yakalamıştı. Avrupa'da ne sayıda miUetin yaşadığını eskiden
pek bilmezlerdi. Savaşın boşuna olduğunu milletler far-kediverip de çabucak barış
isteyecekler diye pek heyecanlanmıştı Wilhelm. Zira o, bu yılki hasat ta memlekette kaldı
diye sevinen bazı komşular gibi değildi. Oğlunun yazdığına göre, doğuda bol bir ürün
bekleniyordu. Wilhelm, cepheden gelen her mektupta, ora toprağından bir parçayı
buluyordu. Karısı ve yetişkin kızıyla tarlada hâlâ çalışması, tedirginliğini yatıştıra-bildiği
içindi sadece.
Günün birinde askere çağırılıvermeyi umuyordu herşeye rağmen.
Liese, tarla işlerinin az olduğu ve havanın erken karardığı kış aylarında Wuhelm'in evde
az oturmasma hiç ses çıkarmıyordu. Zira kendisi de Kadmlar Derneğinin ve büyük kızını
götürdüğü Alman Kızları Birliğinin bir sürü toplantısına gidiyordu. Evde oturmaktan daha
eğlenceli oluyordu. Đyice büyümüş olan kızın yassı bir burnu vardı babası gibi, gözleri
olgun erik rengiydi. Yüzü anası gibi çilliydi, ama onunkiler gibi serpiştirilmiş değil, yer
yerdi çilleri.
Liese, kimse aramıyor, hâlâ köyde, hiç kimse onu gerekli bulmuyor diye kocasının utanç
duymasını pek anlıyamıyordu Wilhelm, demek eski gücümü yitirdim diye de üzülüyordu.
Yeni savaşla gençleşmesinden tabiatı suçlu buluyordu. Yaşlı köylülerle birlikte gazinoda
bulunmaktan utanıyordu.
Christian, üçünün tarlada ölesiye çalışmasını kulübesinden seyrediyordu. Tarlada her
zaman görmeyi hep özlediği o biricik karaltı şimdi görünürlerde yoktu. Karl'ın askere
ahnışı pek aniden olduğundan onu gitmeden de görememişti. Christian, son savaşta
kardeşinin çiftliğe bırakmış olduğu o guguk kuşu yumurtasının cılk mı, sağlam mı
çıktığını, yumurta kafalının ne halde olduğunu da bilemiyordu. Bildiği tek şey, onun.
varlığıydı. Hayalle tahmin arası bu varlık da şimdi tehlikedeydi.
Yol işçileri askere alınmıştı çoktan. Christian, köpeğine, «bizim iskele şimdi sahici bir
liman oldu,» dedi.
Çalılığın ötesindeki yeni kömür ocağı işletmeye açılalı her vardiya değişmesinde işçüerin
bir partisi motörle gölün karşı kıyısına geçiyordu. Hiç tanımadığı bir sürü insan vardı
aralarında. Sabah akşam buradan geçiyorlardı. Öyle canı sıkkın ve asık yüzlüydüler ki,
Chftstian'dan yana hiç bakmıyorlardı. Sadece biri, Firl adlı bir genç, bir defasında
pabucunu çivüetti. Bu kısa görüşmede, Oberschöneweide'li olduğu anlaşıldı. Zavallı Strobl
de oralıydı. Christian pabucu çivüerken Firl'e yan gözle bir baktı; bunu gören oğlan da
başını salladı, sonra hızla uzaklaşıp öteküere katıldı.
Christian motorun arkasından baktı. Beyin kıvrımlarından uzanan bir iplik gölü aşıyor,
bombalar ve korkular içinde gümbürtüm bir dünyayı geçip motordaki Firl'e ulaşıyordu.
Soğuk havalarda dışarda çalışmadığı bazı günler, Firl, kulübeye uğruyordu önemsiz bazı
onarımlar için. Bir süre sonra bir dileğini de açığa vurdu. Christian'm radyosunu şöyle bir
karıştırmak istiyordu. Bir sürü istasyon buldu. Christian onu süzüyordu. Đnsanlarla fazla
bir yakınlığı olmadığından, belki de bundan ötürü, en belirsiz bir yüz çizgisinin, ya da bir
parmak hareketinin ne anlama geldiğini hemen anlardı.
Christian, bu oğlan daha kestiremiyor bana güvenip güve-« hemiyeceğini, diye aklından
geçirdi. Sonra ona: «Benim yatağa gir ve yorganımı üstüne çek!» dedi; pencere perdesini
kapattı, içeriyi görmesinler diye, başına gelen bunca şeyden akıllanmıştı.
Firl, yasaklanmış yabancı istasyonları dinlemek için haftalardır şiddetli bir istek
duyuyordu. Kendi evinde herkesin yanında bunu göze alamazdı. Ruslarla andlaşma
yapılalı, iş adamlarının konuşmalarına katılmaktan kaçmıyordu. Saatlerce uzak
Brandenburg'ta oturan eski bir arkadaşıyla konuşuyordu arada sırada; o arkadaş, eski
partili dostlarıyla bir yarım saatçik konuşup akıl danışmak ve rahatlamak için uzun bir
yolculuğa katlanırdı. O geldiği günler birlikte yarım saat —zira arkadaşı yarım saatten
fazla kalamıyordu.— istasyonun önünde bir aşağı bir yukarı dolaşırlar ve Firl soruları
dinler, elinden gelebildiği kadar çabuk cevap verirdi. Finlandiya savaşı neydi? Düşmanlar
Rusya'ya saldırmazdan önce Mannerheim hattının ortadan kaldırılması gerekiyordu.
Bunun arkasında ne gibi bir oyunun gizli bulunduğunu Mannerheim adı sana anlatmış
olmalı! Kim bu Mannerheim? îç savaşın cellâtlarından. Ya Polonya'nın bölüşülmesi? Bunun
Ruslara da bir yararı dokunmadı. Bu andlaşma Rusların yararınadır belki ve bize kötülüğü
dokunabilir! Böyle şey olmaz, olmadı ve olmaz da. Ruslar için yararlı bir şeyin bize
kötülüğü dokunmaz. Dünyanın tek sosyalist ülkesinin yenilmez duruma gelebilmek için
biraz vakit kazanmasında ne kötülük olur? Firl, vagonun basamağına çıkıp arkadaşına,
onlar için iyi olan bizlere de iyidir ve onlara kötülüğü dokunan şey bize de kötüdür, dedi.
Arkadaşı bu gibi konuşmalardan sonra biraz rahatlamış dönerdi ama, Firl yalnızlık duyup
daha da üzülürdü.
Firl, yorganı öfkeyle itip ayağa kalktı :
«Senin bu aşağılık kutuda 'Vals Rüyası'ndan gayrı şey duyulmuyor; Aletlerimi getireyim
de bir bakayım, biraz düzeltebilir miyim diye.»
Christian o günden sonra Firl geldikçe köpeği kapının önünde bırakıyordu. Biri şoseyi
bırakıp tarlaya sapınca köpek saldırıyordu. Çoğu zaman rahatları bozulurdu boşuna. Fakat
bir defasında, bir ikindi üzeri —işçileri götüren son motor gitmişti— köpek havlamağa
başladı; dosdoğru kulübeye gelen birini görmüştü. Christian, yengesi Liese'yi sesinden
tanıdı; köpeği yatıştırmağa çalışıyordu. Liese, aralarmda hiç bir tatsızlık geçmemiş gibi
neşeli ve keyifli bir tavırla: «Christian'-cığıma bir uğrayım dedim.» diye başladı «Benle
Wilhelm, bütün aileyi bir öğle üzeri domuz kızartması yemeğe bize çağıralım dedik de..»
Christian, Firl'in kundurasına bir iki vurdu çekiçle; en güvenilir yer diye bir iki vida ve
anten telini oraya gizlemişti. Christian, bana ihtiyaçları var galiba, diye düşündü. Liese,
neşeyle: «Wilhelm askere gidiyor da..» diye sürdürdü konuşmasını «Olup bitenleri
unutmak ve cepheye içi rahat gitmek istiyor. Arkasında hiç bir düşmanlık kalsın
istemiyor. Hemen sana koştum ben de..»
Christian : «Öyle olsun..» cevabını verdi.
Liese: «îyi öyleyse! Yarın sabah onbirde bekleriz.»
Nadler'lerden şu sıra köyde bulunanlar, kızartma kokusu sinmiş mutfakta toplanmışlardı;
daha askere alınmamış bir iki kişi, ya da izinli gelmiş olanlar da vardı aralarında. En
gençleri Hitler örgütünden Gustav adlı bir oğlan, babasına dikmişti gözlerini can
sıkıntısıyla. Christian'm ailede en hoşlanmadığı kişi de bu oğlandı. Köpeğini bahçede bir
yere bağladı. Wilhelm onu görünce elini sıktı; eviyle şimdiden bağını öyle koparmıştı ki,
arkada neler olabilir diye tatlı canını sıkıntıya sokmuyordu. Christian ve Liese de
yaşlanmışlardı, uzun süre yalnız kalmalarının bir sakıncası yoktu. Şu da var ki, evle ilgili
can sıkıcı şeyleri düşünmiyecek kadar yücelmiş hissediyordu kendisini.
Wilhelm, Berlin'deyken çok eski bir tanışma rastlamıştı. O tanışı sayesinde hemen askere
çağırılmıştı; oysa Wilhelm'in yaşmdakilenn askere alınması söz konusu değildi. O tanışı,
Wilhelm'in olağan ölçülere sığmıyan kişiliğini anlamıştı.
Wilhelm Nadler, böbürlenerek : «Ailemizin üç erkeği şimdi silâh altında bulunuyor.» dedi.
Liese: «Jürgen'i unutma!» dedi «O da bizim aileden.. Kızımız Ann'yle anlaşmışlar, gelecek
izinli çıkışında evlenecekler.»
Wilhelm Nadler'in ilerde damadı olacak Jurgen, kocaman domuz kızartmasına bakıp
ellerini oğuşturdu. Christian, kulübesinde arkadaşlarıyla birlikte Strobl'in elini kolunu
bağlayıp gölde boğan SS.lı genci tanımıştı: «Bizim yeğenin şişman bacaklarına da günün
birinde bir kaç taş bağlayıvermez inşallah!» diye aklından geçirdi. Ne var ki, onun böyle
düşünmesi, yanı-başmda oturan gencin ayrılık şöleni domuz kızartmasına iştahını
azaltmadı.
Wilhelm Nadler, bir kaç hafta sonra, Fransa'nın buğdayı bol bölgelerinden birine giren
Alman askerleri arasındaydı; Pithiviers adında küçük bir şehri işgaletmişlerdi. Yıllar yılı
benliğini kaplamış olan büyük isteği gerçekleşmişti. Savaşı yaşıyordu. Savaş tam da
düşündüğü gibiydi. Đstekleri yerine gelen insanlardan pek azı bunu açıklar.
Alman birlikleri Fransa'yı bir kasırga gibi işgaletmişlerdi. Yabancı millet onların üstünlüğü
ve gücü önünde boyun eğmişti. Şurada burada tektük başkaldıranların hakkından
geliniver-mişti. Nadler ve arkadaşlarının girdiği şehir ve köylerdeki insanların kini yerini
şaşkınlığa bırakmış, sonra da zaferi haket-miş bir ordu olarak karşılanmışlardı. Wilhelm
Nadler, rüyalarında bile savaşı hep böyle düşünmüştü: bana herşeyi yapacak güçtesin,
fakat büyüklüğü elden bırakma ve bana dokunma, diye sesizce bir yalvarış vardı
gözlerde. Kardeşi Christian'm göz diktiği tarlacığı, ele geçirdikleri şu ülkenin buğdaylarına
bakınca, bir avuç kıraç topraktı. Tarlalar arasında yürürken buğdayların da bura insanları
gibi, sen güçlüsün fakat bana dokunma, diye çağıldadığmı duyar gibi oluyordu. Aynı gizli
ses, ormanların hışıltısında, kadın ve çocukların ürkek sorularında vardı: Sen güçlüsün,
fakat bana dokunma!
Alman tankları ve uçakları bir direnci ezdiklerinde, Wilhelm Nadler tadını çıkarıyordu güçlü
olmanın. Dikkafalı birkaç oğlandan daha üstün olmanın yavan gücü değil, övünülmeğe
değer gerçek kuvvetlilik ölüm ve dirim konusunda sözünü geçirebilmek! Wilhelm, hallaç
pamuğu gibi atılmış, insan vücudu parçalarının ve duvar kalıntılarının her yeri kapladığı —
direnç soluğunu tüm yitirmiş— topraklardan geçerken bir kadına eşya toplaması için
yardım edince, ya da bir çocuğa şeker verince, güçlü olmanın gerçek anlamını bütün
benliğinde duyuyordu:
Boynu bükük yoksullara karşı, eli açık ve iyi yürekli davranmak!
Wilhelm Nadler sadece bir kez biraz tedirginlik duydu. Bir köy alanında konaklamışlardı.
Alay genel kurmayı, güneşe bir iki masa koydurup haritaları açtırmıştı. Bir yarbay geldi
atla. Nadler'in herşeyi hiç acele etmeden iyice gözden geçirmek huyu vardı. Yarbayı tanır
gibi olmuştu. Evet, gençliğinde örnek aldığı yüzbaşı Degenhardt'tı,*Almanya'da herşeyin
altüst olduğu günlerde bütün yüreğiyle bağlandığı yüzbaşısmı tanıyıvermişti.
Wilhelm Nadler, teğmenine yaklaştı ve az önce gelen yarbayla görüştürülmesini diledi. Bu
dileği ulaştırılırken heyecan içindeydi. Bir anılar yığını sarıvermişti her yandan. Berlin
ayaklanmasına karşı tugayıyla birlikte savaşması, saray ahırlarına yapılan saldırı, esirlerin
sayılması ve birini Grünewald' dan götürürken bozulmuş bir asker otomobilindekilerce
yollarından alıkonulmaları. Sonra otomobilleri değişmişlerdi. Wilhelm otomobile yeni
binenlerle birlik olup tutukluyu öldürmüştü. Sonra bütün bir yıl büyük umutlarla
beklemişti hep. Degenhardt onu ilerde olabilecek herşeye alıştırmıştı. Tugayın dağıtılması
hayatının en kötü günüydü. Köyüne dönmesi gerekmişti. Ama işte herşey yine eskisi gibi
olmuş, hatta eski günlerin tanış ve dost yüzleri de yine ortaya çıkmıştı. Kendisini
selâmlamak is-tiyen birinin bulunduğunu öğrenen Degenhardt'm alanın ötesine şöyle bir
baktığını gördü. Ne varki, ister onu tanımamış, ister vakit bulamamış olsun, hayır
anlamına elini şöyle bir sallayıp subay otomobiline biniverdi.
Wilhelm, hayal kırıklığını sineye çekti. Sonra, alayı Pithi-viers'den alındı, yakında bir köye
verildi. Şose, ağır ağır yürüyen yorgun mültecilerden geçilmiyordu; yerlerine, daha
doğrusu ev diye ne kalmışsa, oraya dönüyorlardı. Bütün bitkinliklerine rağmen yerlere
bırakamadıkları neleri varsa el arabalarında, ya da sırtlarında güçlükle taşıyorlardı.
Kimisinde yatak yorgan, kimisinde kuş kafesi ve tablo gibi tuhaf şeyler, bazılarında da
kundaklanmış bir çocuk vardı. Wilhelm'in yanı sıra at üstünde yol alan iki subay: «Bizlere
tek kurşun büe atmamaları çok tuhaf!» diye konuşuyordu aralarında «Çarpışma
durumuna son verilmesi buyruğunu yeni aldılar; boyun eğmekten başka yapacakları
birşey yok.»
Girdikleri köyde sütleri sağılmamış inekler böğürüyordu. Alman egemenlik işaretini
taşıyan sahra posta kutusu, kilisenin önündeki alana asılmıştı bile. Wilhelm, Liese'ye bir
selâm yazıvereyim, diye aklından geçirdi. Yerleştiği köylü evini kendi eviyle karşılaştırdı.
Daracık bir yan bahçesi vardı, kendi evinin bahçesi arkadaydı. Köylüye benzemiyen birkaç
kişi, pencerelerden bakıyordu bön bön. Buraya sığınmış mülteciler olmalıydılar.
Wilhelm Nadler, öteberisini bırakıp bahçeye indi ve tulumbaya gitti. Yarı çıplak askerler
ona kendi sıralarım bıraktılar, hatta biri gülerek sabunu, bir başkası da fırçasını verdi.
Penceredekiler Alman askerlerinin yıkanmasına, bezginlik ve ilgilenme karışımı bir
duyguyla bakıyorlardı; durmamaca-sma kafa yorulan düşünler insan gücünü aşınca bazı
önemsiz konulara şöyle bir göz atar gibi. Dört beş kişiydüer. Yaşlı kadın ve erkekler, bir
kız, --Ann Nadler yaşında— küçük iki çocuk ve kolu sargılı bir genç. Genç, Fransız
ordusundan kaçmıştı; askerlik belgelerini yırtmış, üniformasını çıkartıp köylü urbası
giymişti, Almanların Pithiviers esir kampına düşmemek için. Alman askerlerinin uzun uzun
yıkanmasına ötekilerden daha dikkatle seyrediyordu, zira kafasının içine yerleşmiş bir
düşün dayanılmaz bir tedirginlik veriyordu.
Wilhelm Nadler soyunmuştu; en genç askerler kadar sağlıklı ve taze görünen vücudundan
ötürü koltukları kabarmıştı. Pencerelerdeki mülteciler, bir askerden ödünç aldığı fırçayla
vücudunu ovalamasına merakla bakıyordular. Fransız ordusundan kaçmış olan genç,
olağanüstü bir merakla bakmaktaydı. Zira kafasını zorlıyan olağanüstü düşünden
kurtulabilmek için böyle yapması gerekiyordu. Az önce Nadler'in yam sıra at süren iki
subaym görüştüğü konuydu gencin düşündüğü; Alman subayları: «Ne diye tek bir silah
patlamadı? Zira çarpışmalara son verilmesi emrini aldılar.» demişlerdi. Neden verilmişti
bu emir? Kim vermişti bu emri? ihanete uğradık... Đhanete uğramak ne anlama gelir?
Đhanetten daha korkunç bir şey olamaz. Zira bizi aldatanlar, insanoğlunun en zayıf yanma
seslenmek kurnazlığını ve aşağılıklığım gösterdi. Ne diye inandık bizi aldatanlara? Niçin
boyun eğdik dediklerine? Zira yaşamağı ölmekten daha seviyorduk. Yaşamamıza bir
dayanak bulmak için, bizi aldatanın her söylediğine, her yalanına inandık. Genç asker
tulumbaya dikkatle bakmaktan vazgeçip de ürkütücü ve tehlikeli düşüncelere kendini
bırakıverseydi, o korkunç şeyi yapacaktı az kalsın.
Fransız genci, tulumba başındaki çıplak Alman askerinden gözlerini ayırmamağa zorladı
kendini. Soyunmuş olan Wilhelm Nadler, tepeden tırnağa iyice sabunlanmıştı ve
zeytinyağına bulanmış bir tanrı heykelini andırıyordu. Koltuk altını sabunlamak için
kolunun birini havaya kaldırdı. Öteki askerler gülüştüler: «Pencereye bir baksana!
Gözlerini sana dikmiş hepsi!» derken. Nadler : «Şaşılacak bir şey yok bunda.» cevabını
verdi «Bir insanın gıcır gıcır yıkanıp temizlenmesini hiç görmemişlerdir.»
Nadler, penceredeki kadınlara doğru bir işaret yaptı. Alman askerleri gürültüyle güldüler.
Wilhelm Nadler mutluluğunu ve gençleştiğini hissediyordu. Fransız ordusundan kaçmış
olan genç asker de penceredekilerin arasındaydı ; bakarken kaşlarını kaldırdı. Nadler, sağ
koltuk altını da sabunlamak için sağ kolunu kaldırmıştı. Fransız genci, vücudunun her
yanını iyice temizlemek için durmamacasma sabunlanan bu çıplak Alman askerinden
müthiş tiksinmişti. Düşmanı çırılçıplaktı. Her yanıyla ortada bir ihanet, gıcır gıcır
sabunlanmış çıplak bir rezillik örneği gibi.
Wilhelm Nadler : «Biriniz tulumbanın ağzına başparmağını soksun!» dedi ve sabunu attı;
ellerini beline koyup dizlerini kırdı, sonra, tertemiz ve güçlü vücudunu, büyük bir
memnunlukla ve ağır ağır iki yana çevirdi. Askerin başparmağını soktuğu tulumba
ağzından su şakır şakır akmıyor, fıskiyemsi ince ince dökülüyordu. Pencereden bakan
genç mülteci, Nadler'in vücudunu bir o yana bir bu yana çevirmesini heyecanla izlerken,
daha fazla bakamıyacağım, diye düşündü; düşünmem gerekiyorsa uzaklarda kalmış
şeyleri düşünmeliyim. Anasını, Pamiers' deki küçük bahçeyi, koridorla bahçeyi ayıran
kapıya perde yerine asılmış boncukları hatırlayıverdi. Çıplak Alman askerinin şu anda
neye güldüğünü görmemek için, boncuklu perdenin nasıl olduğunu hatırlamayı denedi.
Boncuklu perdenin arasından başını uzatan ilk sevgilisini düşündü. Perdenin biçimi de o
sıra aklına geldi. Çıplak asker ne de cırlak gülüyordu, hiç bakmadı ondan yana.
Pamiers'teki pis okul yapısı ve kirli sokak, okul yapısı ve sokak kadar kir-pas içinde ufak
tefek öğretmen, Corneille üzerine yazılı ödev ve sınfta kalma korkusu ; on beş ödevi
yenibaştan yazmak ve Horace üzerine aynı ödevi bir daha yazmak korkusu ! Çeşme
başındaki Alman askerleri gülmüyorlardı artık. Fransız genci, herifin su dökünmesi bitti,
şimdi kurulanıyor, diye düşündü; bakmıyacağım ondan yana, anamı düşüneceğim, Pa-
miers'deki okulu, okul arkadaşımı Alphons'ı düşünmeliyim. Sözlü ödevde sesi öğretmenin
pek hoşuna giderdi, sesi benim sesimden daha güçlüydü, bütün 'Horace'ı gümbür gümbür
okurdu. «Şu üç Alman askerine karşı tekbaşma ne yapabilirdi?», «Ölürdü!». O yana
bakmamalıyım, daha başka ne gelir elimden? Ordunun verdiği tabanca pantalon
cebindeydi. Bunu hatırlarsa işi bitikti. Wilhelm Nadler, yerinde doğrulmuştu. Göğsünü ileri
çıkardı memnunlukla; elinde tuttuğu katlanmış havluyla sırtını oğalıyacaktı.
Genç Fransız demindenberi kaçındığı durumla karşılaştı sonunda: Alman'ın yıkanıp
arınmasını dikkatle izliyeceğine kafasının içindeki düşünceye kaptırıverdi kendini.
Bir tüfek patladı pencereden. Yıkanıp armmış Wilhelm Nadler, tulumbanın yanına yığıldı,
ölmüştü; tulumbanın suyu bir süre daha aktı. Tulumbanın kolunu hareket etîtirmiş olan
asker ve başparmağını boruya tıkamış asker, arkadaşlarıyla birlikte koşuştular köy evine
doğru.

II

Elisabeth Lieven, çiftlik evinin giriş kapısı merdivenlerinde, Çar Aleksandr üslûbu
sütunların altına oturmuştu. Giriş kapısına, baştan aşağı kalaslar konulmuştu. Eüsabeth,
cigaranın birini söndürüp ötekini yakıyordu. Şosede durup ondan yana bakan, ya da
birşeyler —belki de kendisine— seslenen insanlarla hiç ilgilenmiyordu. Söylenenler az
sonra belki de birer taş kadar sertleşebilirdi. Köyün giriş yerinde duran iki otomo-büde
genç insanlar vardı, bir saat önce Lieven'le birlikte gelmişlerdi; Lieven'in yakın dostu
Retzlow, gözlerini hiç ayırmıyordu Elisabeth'den.
Elisabeth, onu bir kez daha beraber getirmeleri için direnmiş ve Lieven'i razı etmişti; oysa
Lieven, kalaslarla örtülmüş bir kapıyla vedalaşmanın anlamını kavramış değildi. Alman
elçiliğindeki genç SS. 1er arasında bulunan dostları, köyde işler düzgün gidebildiği süre
karısını korumağa söz vermişlerdi. Sovyetlerle andlaşma yapıldıktan sonra Alman aileleri
elçiliğin isteği üzerine buradan ayrılalıberi hava iyice gerginleşmişti. Lieven'ler, bazı
tedbirlerin alınması için son dakikaya kadar kalmış az sayıda Alman ailesinden biriydi.
Ernst Lieven, ev sahibini de birlikte Almanya'ya götürmek için gerekli belgeleri sağlamıştı.
Zira ev sahibi, Lieven'in kira ve ortakçılık işlerinde kukla olarak kullandığı adamdı. Yarınını
düşündükçe korkusundan titriyordu şimdi. Sovyetlerin buraları işgali gün meselesiydi.
Retzlov otomobilden indi; şosede yürürken gözlerini ona dikmiş insanlara bakmadı bile.
Mırıltılar bir an için kesilip sonra yine yükseldi arkasından. Elisabeth'in önünde durunca:
«Ernst, kendisi hemen dönmezse sizi şehre götürmemi rica etti.» dedi.
Elisabeth kumları eşeliyordu ayağıyla, yorulan ayağını değiştirdi :
«Dostum Retzlow, vaktim var.. Beklerim sizlerle.» Retzlow, genç kadının güzel saçlarını
baktı; evindeyken, ya da elçüikte verilen suvarelerde olduğu gibi düzgündü saç tuvaleti.
Uzun ve biçimli bacaklarına giydiği çoraplarda en ufak bir çarpıklık ve kırışıklık yoktu.
Retzlovv hem ne diye umursamaz görünüyor diye düşündü her zamanki gibi. Kocasının
sık sık sevgili değiştirdiğini çok iyi büiyor. Kendi hayatına da bir sürü sevgüi karışmış
bulunuyor; genç kadına: «Size gözkulak olacağımı söz verdim kocanıza.» dedi «Ayak
takımının ne düşündüğünün farkındasınız elbette!»
«Hiç dikkat etmedim. Neymiş düşündükleri?»
«Efendilerinden bir an önce kurtulmak, elden geldiğince çabuk.!»
«Retzlow, lütfen bir adım yana çekilin! Teşekkür ederim.» Kalabalığa bir baktı :
«Demek böyle! Ayağa kalkmamı olsun bekliyemiyorlar. Onlarla görüşüp tartışmak
isterdim. Bırakın da şimdilik başkaları yola çıksın ve ben bir süre daha burada kalayım.»
«Buradaki karılarla birlikte göl kıyısında çamaşır yıkamak için mi? Bundan hoşlanır
mısınız?»
«Bu gölün kıyısında hiç de fena olmazdı. Bizim göl gibisi hiç bir yerde yoktur... Kapı
Tcapatılmış bulunuyor. Kendi evime ayak basarnam artık; hemen gidiyorum; biraz sabırlı
olun ey insanlar! Burada son günüm; bundan böyle benden temelli kurtuluyorsunuz.»

Elisabeth, Retzlow'a bakıp güldü :


«Benim için kimbilir ne kötü şeyler düşünüyorsunuzdur! Aşağılık karı, falan gibilerden.»
«Size gözkulak olacağımı Lieven'e sözverdiğimi düşünüyorum sadece.»
Elisabeth : «işte geliyor o da!» diye haykırdı ve otomobile doğru koştu; yoldaki insanlar
gözlerini hiç ayırmadan baktılar arkasından. Elisabeth, cigarasını uzaklara attı bir kaç
nefes daha çekip. Sonra, engel olmalarına vakit bırakmadan direksiyona geçti ve dönüp
bakmadı büe arkasma. En öndeki otomobile: «Ben önden süreceğim.» diye seslendi.
Lieven, karısının yanma oturunca: «Neden buradasm hâlâ?» diye sordu «Neler döneceği
hiç belli değü.»
«Kolay kolay ayrüamadım.»
Ürkütecek kadar hızlı sürüyordu ama, öylesine güvenli bir hali vardı ki, Lieven şimdilik
rahattı. Fakat karısının elini tutmayı göze alamıyordu, oysa şu anda bunu pek istiyordu;
karısının buralardan ayrılış acısını bu çılgınca ve müthiş sert otomobil sürüşle biraz
unutabilmesine pek memnundu :

«Yavrum, bu ayrılış sürgit olmıyacak. Çiftlik bir süre için yancıya verilmiş gibi düşün!»
Elisabeth, hiç cevap vermedi.
«Böylesine yürekten bağlı bulunduğunu sezmiş olsaydım hiç getirmezdim seni buraya.
Rahat ol, yine geleceğiz, hem de temelli. Söz veriyorum sana bunu!»
«Ne zaman?»
«Đlerde. Bu sürede sen Berlin'de, ya da neresi hoşuna giderse orada kal. Çağın olayları
duygulara, özlem ve can sıkıntısına göre ayarlanamaz.»
Elisabeth, az öncekinden değişik bir sesle : «Sana önemli bir şey söylemek istiyordum
epeydir, fakat hiç vakit bulamadım.» dedi ve öyle sert bir dönemeç aldı ki, Lieven bir ıslık
çaldı «Çocuk bekliyorum.»
Ve Lieven : «Ne? Nasıl?» deyince: «Çocuk bekliyorum, gebeyim, umutluyum!» cevabını
verdi «Almancada böyle bir deyim vardır, değü mi? Olağanüstü durumlar için Almanların
olağanüstü deyimleri vardır.»
«Sen çüdırmışsm.»
«Neden çıldırmış olayım, sevgilim? Yeni bir dünya yurttaşını, bağışla yanlışımı, Alman
milletinin yeni bir ferdini pek tuhaf karşılıyorsun, derim. Neden ötürü çıldırmış
oluyorum?»
Ernst Lieven, sakin konuşabilmek için rahatlayıncaya kadar sustuktan sonra: «Hiç bir
zaman çocuk istemedindi.» dedi «Hiç konuşmadan biliyorduk bunun böyle olduğunu.
Fakat her-şeyin altüst olduğu tam şu sıra! Savaşta bulunuyoruz. Nerede kalıp nereye
gidebileceğimizi bilmiyoruz. Haftaya belki de çok uzaklara giderim. Böyle bir anda
doğuracağın bir çocuğun babası olayım!»
«Elbette böyle, sevgili Ernst'im. Kendi kafama göre hareket ettiğimi söylemem doğru
olur. Sana çılgınca tutkun değildim..»
«Bir köylü kızı olmadığına göre tam da şu sıra gebe kalmamalıydın!»
«Buralara temelli döneceğimizi az önce söylemiştin bana!»
Keskin bir dönemeç. Bir dönemeç daha. Arkada oturan Retzlow söylendi.
Elisabeth: «Ernst,» diye sürdürdü konuşmasını «Çocuk toprak ister. Verdiğin söze
inanmasaydım çocuğum olsun istemezdim. Bir çocuk, insanı toprağa bağlar; bir çocuk,
insana sorumluluk yükler.»
«Anlaşıldı, anlaşıldı; fakat eskiden inanmazdın erkek sözlerine! Verdiğim söze
inanabilirsin gerçi, fakat bu sözverişime kış soğuğundaki karlar kadar güvenmemeli. Zira
kışın hava soğuktur ve kar erimez. Kışın karma umutlanmak kolaydır, zira havanın soğuk
olacağı bilinir. Fakat hoşuna giden bir toprak parçasını elde etmek için gerekli ısı,
mevsime bağlı değildir.»
Bir kamyonla çarpışmaktan kıl payı kurtuldular. Şoför Rusça küfretti. Kamyon,
Sovyetlerin işgal ettiği bir hava alanına makine parçaları taşıyordu. Ernst Lieven, düinin
ucuna gelmiş Rusça yumuşak bir küfürle karşılık vermek üzereyken vazgeçti ve: «Bir
çocuk,» dedi «Herşeyden önce milletine bağlıdır. Đster kuzey Đtalya'da, ister Đspanya'da,
ister Afrika'da doğsun, bir Lombardiya'lı Lombardiya'lıdır; ya da bir Got, nerede doğmuş
olursa olsun, yine bir Got'tur. Milleti hiç değişmez. Toprak mületten sonra gelir.»
Lieven, şehre yaklaştıklarından, otomobilin hızını altmış kilometreye indirmişti. Elisabeth :
«Edebi sanatlara kabiliyetin olduğu daha önce de gözüme çarpmıştı.» dedi «Hatta bir
sanatçısın denilebilir. Bundan ötürüdür ki, seninle yaşamak hoşuma gidiyor.
Lombardiyalılar, Gotlar, çocuk, ne karışık şeyler! Benim küçücük oğlum! — Bizim küçük
oğlumuz demek istiyorum, zira oğlan doğuracağımdan hiç kuşkum yok, bize oğlan çocuk
gerekli, çiftlik için erkek evlat gerekli — kulak ver şimdi, babanın söylediklerine! Zira
anacığın onun bildiğinin yarısını olsun bilmez, benim zavallı oğlum. Zira senin anan,
yarının SS babalarının yarınki sayın eşleri için açılmış yeni evliler okuluna bile gitmiş
değil.»
«Elisabeth, bırak bu saçma lâfları! Durum çok ciddi...»
«Hele bak! Önce delinin biri dersin bana, şimdi de durumun ciddiliğinden söz açarsın!
Sana birşey söyleyim mi, benim sevgili Ernst'im? Birşeylerden korktuğun ilk defa gözüme
çarpıyor.»
«Nasıl?»
«Elbette korku duyuyorsun. Senin yürekliliğine her "zaman hayrandım. Erkek
yürekliliğine tutkun bir yanı vardır biz kadınların! Yürekliliği sembolleştiren silâh ve nişan
gibi şeylerde bir çekicilik bulunduğunu inkâr edemeyiz.»
«Bırak gevezeliği!»
«Senin korkun, nasıl diyeyim, düşmanlar dünyasından değil. Sen ölümden de
korkmuyorsun. Sen gerçekten yüreklisin. Ama sen, vücudumda çekirdeklenmeğe başlıyan
minicik ve bilinmez bir hayat parçasından korkuyorsun. Neden?»
Kimi yeri güneşli ve kimi yeri yağmur yüklü bulutlarla kararmış şehir —şaşkınlıktan
bunalmışcasına— yer yer sağlıksız bir sessizliğe gömülmüştü, yer yer de aşırı bir heyecan
içindeydi. Đnsanlar kendilerini neyin beklediğini pek iyi bilemiyorlardı henüz. Söylentüer
uçuşuyordu heryerde. Söylentilere bakılırsa bu sokak boşaltılmış, ya da bir alana
sıkıştırılmıştı bir sürü insan. Panjurları indirilmiş bir çok ev, salgın zamanlarını andıran bir
boşluk havası bırakıyordu çevrelerinde. Buna karşılık bir çok evde aşırı bir canlüık ve
taşkınlık göze çarpıyordu. Parlak ve sivri tepeleriyle kilise can kuleleri, yeryüzü de
gökyüzü de sadece bulutlardanmışcasma bir ilgisizlikle herşeye yukardan bakar gibiydiler.
Ellerinde orak çekiçli bayraklarla Rus Büyükelçiliği önünde alkış tutmağa giden insanların
yanmdan geçerken, başlarını kaldırdılar kendileri de farkında olmadan. Bir daha döndüler
arkalarına. Alman Büyükelçüiğinde dalgalanan gamalı haçlı bayrağa diktiler bakışlarını.
Yıllardır için için kaynamış düşünceler, dudaklarından ve bakışlarından şimşek hızıyla
kayıverdi.
Ernst Lieven, karısını şehirdeki evlerinin önünde otomobilden indirdi. Evsahibi taşmalı,
kendi oturdukları daireden gayrisinin bütün pencereleri kapalıydı. Bir saat sonra
Elisabeth'le Alman elçiliği ek binalarından birinde yine karşılaştı. Elçilik hizmetlilerine
öteberi yerleştiriyordu. Elisabeth'in sessizce verdiği kısa kısa buyruklar, öteki
kadmlarınkinden daha başarılı oluyordu. Retzlow, Lieven'le değil de kendisiyle
konuşuyormuş gibi: «Ne eşsiz bir kadın!» dedi. Lieven, her zamanki gibi endamlı ve zarif
olan karısına baktı. Onunla evlendiği için bugüne kadar asla pişmanlık duymuş değildi.
Elisabeth, taşrada olsun, şehirde olsun herkesle iyi geçinmişti. Evlerinin her işini onu hiç
tedirgin etmeden başarmıştı. Ernst'e rahatsızlık verecek herşeyden kaçınmıştı. Keyfince
yaşamasına da karışmamıştı. Ne sevgililerine, ne de arkadaşlarına, hiç beklenmedik bir
şey aklına gelinceye, gebe kalıncaya kadar durum böyle sürüp gitmişti.
Ernst Lieven, en küçük bir istek duymuyordu, çocuğu olsun, diye; kendine göre bir
özgürlük anlayışı vardı. Bağlanmanın her biçiminden nefret ederdi. Bazı parti buyruklarına
ve bazı sınırlandırmalara boyun eğiliyorsa da karşılığında elden geldiğince özgür
yaşanıldığı, sevişildiği, ya da gerektiğinde öldürü-lebildiği içindi. Bütün bunların
karşılığında bazı şeylerden vazgeçmek elbette gerekliydi. Elisabeth de bunu çok iyi
anlıyordu. Elisabeth, yedi yıllık bir ayrılıktan sonra çiftlik evlerini karşısında bulunca, Ernst
ona: «Đşte buraya kadar geldik. Bunca zahmete değdiğini sen de görüyorsun.» demişti.
Ne var ki, çocuk yapmayı Elisabeth'in aklına getiren de o çiftlik eviydi. Burası kısa, ya da
uzun süre onların olacaktı elbette. Yine kendi topraklarında nesiller boyu oturabilirlerdi.
III. Reich Almanyası'nm aşırı davranışlarıyla göz alması, Ernst Lieven'in hoşuna
gidiyordu; zira kendi de bu yüzden çok yönlü ve hoş bir ömür sürüyordu. Gerçi onun
kendinden sonraki nesilleri pek düşündüğü yoktu. Önceleri siperlerde geçen gelecek
tasarılarına da pek aklı ermiyordu. Elisabeth'in düzgün uzun bacaklı, dar kalçalı
vücudunda kuşkuyu çekecek hiç bir çıkıntı yoktu henüz. Retzlow, yiyecek gibi bakıyordu o
vücuda. Lieven, Elisabeth beni baştan çıkaracağına şu Retzlow'la işi pişirseydi daha iyi
ederdi, diye düşündü.
Geceye doğru sınıra varınca otomobili bırakıp yataklı vagona bindiler. Lieven : «Cıgara
içtiğin yeter!» dedi «Parmakların sapsarı olmuş. Tehlikeli de olsa, yine söz veriyorum seni
yatıştırmak için. Yine döneceğiz buralara; evimize yerleşmiş olanları kapı dışarı edeceğiz.
Evimizi yeniden düzene sokacağız.»

III

Marie, evin ön yüzüne yerleştirilmiş bir kuş yuvasına ben-ziyen küçük balkonda oturmuş
dikiş dikiyordu; burasını pek severdi. Alt kattaki yan balkonların birinde de, bayan Triebel
oturmuş, bir fabrika için eve aldığı işleri dikiyordu. Bir tarihte iki ailenin arasını açmış olan
geçimsizlik, karşılıklı sorular, akıl danışmalar ve birbirlerinden ödünç öteberi almalarla sık
sık ve isteyerek yer yer parçalanmasına rağmen yine de bir duvar gibi ayırıyordu. Bayan
Triebel, Oranienburg toplanma kampından bu yana kocasını bir daha görmemişti.
Adamcağızı bir başka kampa atmışlardı çoktan. Fakat onun hâlâ yaşadığım biliyordu.
Triebel, dayanıklı ve dikbaşlı bir delikanlı gibiydi hâlâ; tekmelere, dayaklara ve hatta belki
de kurşunlara rağmen dayanıyordu aklı ermese de.
Az konuşkan biri olan Marie, başına hiç bir felâket gelme-

Scanned By hlecter

miş gibi hep aynı sükûnetle ve hiç konuşmadan merdivenleri inip çıkan bayan Triebel'e
içinden pek bağlıydı. Marie, apartmanın öteki kiracılarından büsbütün uzaklaşmış,
onlardan çok bayan Triebel'e yürekten bağlanmıştı. Zira bayan Triebel, tutuklanmış olan
yabancı bir kıza yardımı dokunur umuduyla, bir Gestapo zindanından ötekine yorulup
usanmadan koşup durmuştu; oysa kızla bütün ilişkisi, kocasının metresi olmasından
öteye geçmiyordu. Kızı kendi ailesi yüzüstü bırakmıştı. Nazilerin gizli devlet polisi kız için
ağzından lâf alabilmek umuduyla bayan Triebel'i sık sık sorguya çekmişti. Bayan Triebel,
kıza kendi öz evlâdıymış gibi bütün apartmandan para toplamış, şaşkın bakışlara ve
sorulara boşvermişti. Devletin bu olağanüstü yaptığı bütün teşebbüsler hiç bir sonuca
varmamıştı. Oysa, dünyanın heryerinde bu gibi teşebbüsler başarıya ulaşırdı. Şu anda
balkonda oturup sessizce dikiş diken bu kadının yürekli davranışının tek tanığı, üst katın
yan balkonunda oturan Marie'ydi.
Bir gazete satıcısının tiz sesle haykırdığı duyuldu sokaktan. Marie, şehrin gürültüsüne öyle
alışmıştı ki, hemen hemen hiç ses duyulmuyormuş gibi geliyordu. Kocası iş yerindeydi.
Büyük oğlu Avrupa'nın kuzeyinde bir yerlerde savaştaydı. Küçük oğlu batı cephesindeydi.
Helene, o eski çalıştığı yerdeydi. Şehrin batı bölgesinde pahalı giysilerin örgücüye
götürülmesi savaş sırasında da sürmekteydi. Marie'nin oturduğu apartmandakile-rin çoğu,
Hitler dilediğini elde etti, diyordu. Dilediğini sonunda elde etmiş adama karşı duyulan
hayranlık vardı seslerinde. Geschke de arada sırada : «însan dilediğini elde eder!»
diyordu; sesinde bir öfke vardı bunu söylerken. Marie yalnız olduğu zamanlar Hans'm
bütün hareketlerini ve sözlerini hatırlıyordu: Hitler'in istediğiyle bizim istediğimiz, eteşle
su kadar birbirine zıt. Hitler'in istediği herşey kötüdür. Yapmamızı istediği birşeyin bizlere
ille de bir yararı olmak gerekir. Marie, bir yandan dikiş dikerken bir yandan da
düşünüyordu; şimdi eskisinden daha çok işliyordu hayali. Dünya, Hitler'in istediği
dünyaya benze-mişti şimdi. Barışın gerçekleşebilmesi için pek fazla birşey kalmamıştı.
Dünyanın Hitler'in isteğine uygun bir dünya oluver-diğine birkaç kişinin daha aklı erdiği
gün, barışın gelişmemesi için hiç bir neden kalmazdı. Balkonda oturunca, savaş
dakikalarca hiç akla gelmiyordu. Oysa, savaşın ikinci baharıydı. Bal-konlardaki tahta
kutularda sardunyalar tomurcuklanmış, hatta bazları çiçek açmıştı. Güneş tatlı bir sıcaklık
veriyordu. Her mayısta olduğu gibi. Apartmanın ön bahçesinde çocuklar oynuyordu.
Tektük gazete satıcılarının haykırışmalarından ve Lorenz gazinosundaki radyonun
takırtılarından gayri hiç birşey de büyük savaşları ve kanlı çarpışmaları akla getirecek hiç
bir belirti yoktu bu bahar sabahında. Fakat dört hafta geçtiği halde Hans'-tan mektup
gelmemesinden duyulan korkunun ağırlığı Marie'nin göğsüne bir taş gibi oturmuştu. Ne
var ki, postacı birşey bırakmadan köşeyi dönünce de bir rahatladı. Zira dört gözle
beklenilen asker mektubunu getirecek postacı, apartmandakile-rin bir defa basma geldiği
gibi, cephede öldü, haberini de ulaştırırdı. Kolunda pazar sepetiyle tam şu sıra içeri giren
bayan Weigand, güneşli mayıs havasına rağmen, barışa henüz kavuşmadıklarını Marie'ye
belgelemek ister gibi, karalar giymişti. Ölüm hâlâ buralarda dolaşıyordu; geniş ve
kocaman kanatlarıyla apartmanı, bütün ülkeyi, hattâ puslu mavi gökyüzünü gölgeliyordu.
Ölüm öylesine sessiz ve kıpırdamadan oturuyordu ki, kanatlarının gürültüsü hiç
duyulmuyordu.
Dünya, Hitler'in istediği dünyaya benziyecekti yakında, ingilizler henüz boyun eğmemişti.
Geschke: «O olacak!» diyordu «Stalin'le bir anda barış ve dostluk oluverdi, ikisi arasında
bir başkalık bulunmadığını ben hep söyledim.» Yine Geschke: «Bizim istediğimizle onun
istediği, ateşle su kadar birbirine aykırı, demez miydi bizim Hans? diye soruyordu.
Geschke işdeydi. Bu savaşta öyle pek çok sayıda asker gerekli değildi, iyi de para
alıyordu. Marie balkonda oturup dikişini dikiyordu, iyi para veriyorlardı. Ateş ve su bunun
neresin-deydi?
Üvey kızı hiç beklemediği bir günde Hans'm öğrenim parasını getirince nasıl da mutlu
olmuştu! Marie, oğluyla pek övünüyordu; oğlu okuldan eve sık sık armağanlarla
döndükçe bu çocuk birşeyler olacak, bir çıkaryol bulacak, diye düşünüyordu. Ne var ki, o
çıkaryol kapatılmıştı çoktan. Oğlu tesviyeci falan değildi artık; asker olmuştu. Tarım
görevliliğini bitirip dönünce kısa bir süre için bir işde çalışmıştı. Fakat sonra, kapı kapanı-
vermişti suratına? Oğlu yine kıskıvrak bağlanmıştı. Hitler dur-mamacasma ileri sürdüğü
bir barış gerçekleşirse Marie de oğlu için tasalanmazdı ancak. Hitler'in istediği biçimde de
olsa bir barışın kötü yanı olur muydu? Güneşli bir günde balkonda oturup iyi para verilen
bir dikişi dikmenin nesi kötüydü?
Ama yine de kötüydü? En önemli yanı eksikti. Kötülüğü şundan belliydi ki, Marie
bilemiyordu neyin eksik olduğunu. Yiyecek yemeği vardı ve para kazanıyordu. Bu sabah
iyice sakindi de. Pek mutlu sayılmazdı ve bu kadarı da istenmezdi. Gençlikte ilk aşk
başlayınca mutluluk duyulmaz ve nedeni bilinmez. Bütün hayat çılgınca bir bekleyişten
başka birşey değildi. Günün birinde mutluluğun aceleci adımlarla çıkageldiğini işitinceye
kadar hep böyleydi.
Şu anda kapıyı vuran mutluluk değil, Emilie halaydı. Yaşı epiyce ilerlemiş olmasına
rağmen çiçekli bir yazlık giymişti. Geçen pazar Kadınlar Birliğinin verdiği bir kolyeyi
takmıştı gerdanına. Vücudunun hâlâ genç ve canlı olduğunu her toplantıda göstermekten
pek onur duyuyordu. Gençliğinden kabına sığmıyor gibi şamatacaydı selâmlayışı bile.
Marie, Emilie halanın sipariş aldığı atölye için — şimdi ordu atölyesine bağlanmıştı —
yaptığı işleri eline tutuşturdu.
Emilie hala, tıpkı eski günlerde kendi gönül hikâyelerini açığa vurur gibi, şimdi de
atölyedeki kızların gönül hikâyelerini anlattı. Bütün bu ayrıntıları Marie'ye bir bir
anlatması için Tanrının onu görevlendirdiği sanılırdı. Bunları anlatırsa bir kahve yapar
bana diye ummuştu belki de! Ottilie adında bir kızın üzüntülerini de anlattı. Şu sıra
herkesin çocuğunu doğurması milli bir görevdi, halaya bakılırsa. Onun gençliğindeki
zamanlar değişmişti. O tarihte analara günümüzdeki büyük saygı yoktu.
Emilie hala mutluluktan uçarak çıkıp gidince, Marie bir parça iş aldı yeni gelen sipariş
paketinden. Sonra, gidip eski yerine oturdu. Emilie'nin gelmesiyle yarıda kalmış
düşüncelere daldı. Kendisini iyi hissetmiyordu. Düğmeleri de, ilikleri de gözüm görmek
istemiyor, diye düşündü; şu sıra hiç birini görmek istemiyorum, bütün işleri bir yana
bırakıp sokağı seyredeceğim.
Marie, Belle - Alliance alanına baktı. Sıra sıra insanlar, Metro'ya gidiyordu çabuk çabuk.
Metro'nun ağzından taşan insan yığını, alanda kısa bir an koca bir yumuk olduktan sonra,
yan sokaklara yayılıyordu.
Marie, gözlerini hiç ayırmadan sokağa bakıyordu. Birden sarardı. Yıllardır düşünmeği bile
göze alamadığı birşey gerçek-leşivermişti. Bir târihte bütün gece umutsuzca beklediği,
sonraları da zaman zaman saçma şeyler için yine beklediği ve günün birinde hiç gelmez
oluvermiş oğlu, biricik Hans'ı, Belle -Alliance alanında ortaya çıkmış, eve doğru
yürüyordu.
Hans pek yorgundu ve üstübaşı çamur içindeydi, ama neşeli ve umutlu görünüyordu.
Zayıflamış ve teni kararmıştı. Islık çalıyordu. Bu ıslık yeterdi, Marie'yi evin neresinde
olursa olsun ıdışarı fırlatmağa. Kapıyı açmak için yerinden fırladı. Hans'm basamakları
üçer üçer atlıyarak merdivenleri çıktığını duydu, işte karşısındaydı. Boynuna sarıldı
oğlunun, başını göğsüne koydu.
Hans : «Ana, ben geldim!» dedi. «Bulunduğum alay birliklerin nakline katıldı. Daha
önceden yazamadım.»
Marie: «Şu anda evde olman ne büyük mutluluk!» dedi; başı dönmüştü biraz. Hans,
mutfakta her zaman oturduğu divana oturdu, kasketini çıkartıp fırlattı. Marie, başını
oğlunun göğsüne koydu yine. Önce saçlarını hissetti yüzünde; oğlunun saçları kirliydi ve
sertleşmişti, fakat yanında Hans'm oturduğunu bu saçların kokusunda iyice hissediyordu.
Oğluna: «Sana biraz sucuk getireyim,» dedi.
«Haydi, çabuk!»
Hans'ın büyük bir oburlukla hemen yemeğe başlaması, eve gerçekten geldiğine hiç kuşku
bırakmıyordu. Pek iştahı olmasa da, sucuğun kokusuyla tıkanmış olsa da!
Hans : «Otur dizlerime!» dedi «ve anasım çekip oturttu dizlerinin üstüne; gülüyor,
şuradan buradan soruyordu. Odaya giren komşu bayan Melzer, sevinçle el çırptı; kadın,
Hans'a hoş geldin, derken bir yandan da, Marie'nin mutfağını gözden geçirdi çabucak,
sonra: «Eşsiz bir başarı kazandınız!» dedi.
«Ne gibi?»
«Fransa'da kazandığınız başarı. Majino hattının arkasında oturup rahat rahat yine
iskambil oynıyabileceklerini sanmışlardı. Ne zaman alacağız ingiltere'yi sence?»
Hans, alaycı alaycı bir baktı kadına. Bu kadın hâlâ buradaydı demek! Uyanıkken çoktan
unutulmuş bir yüzle rüyada karşılaşılması gibi. Kadına: «Sizin ingiltere'yi böylesine
özlediğinizi hiç bilmezdim, bayan Melzer!» dedi.
«Ben mi özledim? Ne diye?»
«Đngiltere'yi ne zaman alacağımızı soruyorsunuz da! Siz de gitmek istiyor musunuz
oraya?»
«Beni pek çekmiyor. Fakat: 'Sevinç güçlü yapar' örgütü bir Đngiltere gezisi düzenlerse
gitmem demem.»
Hans, dizlerine oturttuğu anasını hafifçe sallıyarak: «Elbette!» dedi. «Siz uçsuz bucaksız
dünyayı gezmesini pek seversiniz. Bir tarihte Norveç'e de gitmiştiniz, değil mi?»
«Evet, Hans, kardeşinin mektuplarının geldiği o yerlere
gittim. Oraları anana iyice anlatabilirim. Kocamla birlikte gitmiştik, katil geçirmeğe.
Herşey pek güzel olmuştu. Eskiden resmini bile göremediği bir sürü şey görüyor insan.
Sözgelişi Yunanlıların o bir sürü tanrıları ve sütunları. Kocamm^aklm-da kalıyor bepsi,
ama ben unutuveriyorum; bu halime pek kızıyor. Eskiden de tıpkı böyleydim, hatırlıyor
musun? Kocam eskiden yıldızlara meraklı olduğu gibi şimdi de yabancı ülkelere merak
saldı. Şu sıra paraşütçüler indirdiğimiz adayı — kocam için hiçbir ülke uzak değildir —
orada doğmuş gibi anlatabilir sana.»
«Öyleyse ben gidince çok şey var anama anlatacağınız. Fakat ben pek az kalmak
zorundayım. Beni anlarsınız elbette! bayan Melzer! Yarın sabah yola çıkmadan önce size
bir uğrarım.»
Marie'nin başı önüne düştü. Oğlunun ancak yarın sabaha kadar burada kalacağını şimdi
öğrenmiş bulunuyordu. Sevincinden zaman falan düşünmemişti. Düşüncesizce: «Ne olur
daha kal!» dedi.
Hans güldü: «Yarın gelirim elbette!» dedi. «inan sözüme. Her zaman şanslıyımdır. Ana
sen hep yardımcı oldun bana hiç korkmadığın için. Şimdi de yine döneceğime
inanmalısın.»
Marie, eskisi kadar inanamayacağım şimdi, eski gücümü yitirdim, diye aklından geçirikten
sonra: «Baban geldi!» diye haykırdı.
Geschke eve her zamanki gibi asık yüzle dönmüştü. Hans'ı görünce: «Oğlum gelmiş!»
dedi. Marie, öz babası olmadığını oğlana söylememekte haklı çıktı, diye düşündü; Hans
için daha iyi şu sıra. Evini daha çok sever.
Fakat baba - oğul neşeyle sofraya oturduktan az sonra, her zamanki anlaşmazlıklar
başgösterdi.
«Ruslarla andlaşma hoşuna gidiyor mu? Naziler ve yeni dostları pek iyi anlaşıyor
görünüyorlar!»
«Stalin ne yaptığını biliyordur. Sizlerin hatırınız için Hit-ler'i pataklasın mı istiyorsunuz?»
Geschke : «Orasını bilemem!» cevabını verdi. «Ben pek tiksindim. Şu ırkçılık rezaleti
kadar tabiat kanunlarına aykırı geliyor bana.»
«Ne diye ırkçılık rezaleti kadar tiksiniyorsun bu andlaş-madan? Bunda anlaşılmıyacak
birşey yok diyorsan, ikisinin ayrı ayrı şeyler olduğunu yine de anlıyabilirsin.»
Geschke, önüne baktı. Kendinin haklı olduğunu düşündükçe bütün bir yıl hep üzülmüştü.
Oğlunun bu konuda haklı olmasını gizlice dilemişti. Kendini toplayıp: «Bu Fransızlar ne
biçim insanlar?» diye sordu.
Hans, kısaca: «Bütün halklar gibi bir millet.» cevabını verdi ve konuyu değiştirmek için:
«Helene'ye de bir uğrayım!» dedi.
Ondan bir an bile ayrı kalmak istemiyen Geschke ve Marie de birlikte çıktılar.
Geschke'ler pek sık gitmezdi Berger'lere. Daha çok Helene onlara uğrardı çocuğuyla, iki
ailenin mizacı birbirine pek uymazdı. Eski günlerde iki aile erkeği birbirlerini pek hırpalardı
Bundan ötürü susa susa yabancılaşmışlardı birbirlerine. Şimdi birbirleriyle yine
karşılaşınca, hiç değişmemiş, Hitler'e boyun eğmemiş, diye düşündüler.
Bayan Berger aradan geçen yıllarda daha kurulaşmış ve boynu daha da uzamış, dili daha
sivrileşmişti. Okul yaşına gelmiş olan torun konukları görünce sevinçle koştu. Büyükler
Hans'ın çevresini sardılar. Kucaklaşmalar, haykırışmalar, sevinç çığlıkları birbirini izledi.
Evin içini bir kahve kokusu sardı.
Hans, anasıyla kız kardeşinin arasına oturmuştu. Đkisi de kollarına dokunuyorlardı arada
bir. Berger'lere konuk gelmişe benziyen bir genç kız masadan az ötede oturuyordu.
Ufakte-fekti; koyu renkli, hattâ çok karaydı gözleri. Helene: «Arkadaşım Emmie, dedi.
Hans, genç kıza dikkatle bir bakmca: «Gerçekten de Emmie!» diye haykırdı.
Kız gülümsedi ama, gözleri parlamadı:
«Senin Hans olduğunu hemen anlamıştım.»
Marie : «Biraz yakınıma otur!» dedi; bu kızı tanıyordu, oğlunun anlattıklarından. Aklından
çıkmamıştı bugüne kadar. Hiç büyümemişti ve gözleri eskisi kadar koyu renkti. Oğluyla
kamp ateşinin çevresinde oturan ve tehlikeli işlere birlikte giden bu kızdı. Marie o tarihte
de oğlunun merdivenlerde ayak sesini duyuncaya kadar hep korkuyla beklerdi. Oğlu için
her zaman katlandığı korkular arasında ne de çok fark vardı! Önceleri onu
doğuramıyacağım diye korkmuştu, sonra da, enflasyon günlerinde açlıktan iskelete
dönecek, diye. Daha sonra gözünü sıyırıp geçen o taş, çocukların attığı taş. Büyük
oğullarının öldüğü kızıl hastalığı, Aralarında Emmie'nin bulunduğu haylazlarla hırsızlığa
kalkışması; Emmie o tarihte öyle küçüktü ki, bir boru deliğinden geçip girmişti depoya,
fakat pek hızlı kogamadığından yakalanmış, Hans kaçmıştı. Ertesi gece ana oğul hiç
uyumamışlardı. Polis korkusunun ne olduğunu o gece öğrenmişlerdi; fakat o polis,
sonralarının polislerine bakınca çok yumuşaktı ve o günlerin polis korkusu da çok hafifti.
O kız, yaşı pek küçük, aklı pek kısa da olsa Hans'ı ele vermemişti. Fakat daha o tarihte
kızm içini aydınlatan alev yanmağa başlamıştı; parlak değil, fakat herşeyi ısıtan ve
aydınlatan, Đşık yeryüzünü karanlık ve soğuk göstermiyen durgun bir ışıktı. Işık öylesine
durgun ve gösterişsizdi ki, kahve ve küçük emeklerle donanmış masanın önünde oturan
haia küçücük ve kuru kızın bu aydınlık iç dünyasını, kimse göremezdi. Şu anda ikisinin de
tek tasası, yanyana oturmağı nasıl başarabilecekleriydi. Sonunda Helene kalktı ve
çocuğunu yatırmağa götürdü. Ber-ger baba, Oskar'm Afrika'dan gönderdiği kartları
getirdi. Hans, oradan nasıl da güçlükle ve hantalca uzakiaşmışu, diye aklından geçirdi;
düşüncelerini bile güçlükle harekete geçirır-miş gibi bir hali vardı. Şu sıra kum çöllerinde
güçlükle yürüyen uzun boyunlu Oskar gözünün önüne gelmişti. Baba Berger: «Hitler'in
sonunun nasıl olacağım göremiyecekmişim gibime geliyor!» dedi. «Şu yıldırım savaşından
da sanırım öteki göz-boyacılıkları kadar anlıyor!»
Eve dönerken, Emmie: «Baba Berger yaşlandı,» dedi.
Hans : «Yaşlandı mı?» diye hayretini belirtti.
Geschke'ler, Emmie'nin bu saatten sonra dönmesinin güç olduğunu düşünerek, geceyi
birlikte geçirmesini ileri sürdüler. Emmie yarın sabah çok erken gidecekti fabrikaya.
«Evet, yaşlandı. Ölmüş oğlumla bir konuşsan, diyor bana. Sağ kalsaydı şimdi ölürdü, şu
ya da bu olayda..»
Geschke'ler eve dönünce hemen yattılar. Marie, kapıyı bir parmak aralık bıraktı,
konuşulanlara kulak vermek için. Emmie, şöyle anlatıyordu: «Beni o tarihte eğitim
yurduna koymuşlardı. Hitler işbaşına gelince, öğretmenler 'Bütün suç eski düzende'
dediler. Onlara bakılırsa, biz zavallı çocukların hiçbirşey elinden gelmezdi; öğretmenler,
bizler Almanız diyorlardı ve Yahudiler bizi aç bırakmıştı. Bu sözler pek hoşumuza gitti.
Ben de böyle sanmıştım. Sonra bir kız geldi bizim eğitim yurduna. Temiz pak ve sarışın
bir kızdı. Ne var ki, ağzını burnunu kırmışlardı ve dişleri dökülmüştü. Bize gece anlattığına
göre, Nazilerin Horst - Wessel şarkısını söylememekte direnmişti okulda. Yetiştirme hakkı
anasının, babasının elinden alınmıştı bu yüzden. Ö kızla arkadaş olduk. Sonra birlikte iş
görevlisi olduk. Eğitim yurdundan pek farklı değildi. Hele biz ikimizi sıkı bir göz hapsi
altında tutuyorlardı. Bu arada bizimkiler ölmüştü. Ben de kız kardeşime gittim. Kız
kardeşimi hatırlıyor musun? Kamp ateşinin çevresinde hep birlikte, nasıl oturduğumuzu
hatırlar mısın? Kız kardeşimin şimdi çocukları var. Kocası namuslu bir insan,
unuttuklarımı yeni baştan bir bir açıkladı bana. Kamptaki yaşlı öğretmenimizi hatırlıyor
musun? Sınıflar mücadelesi tarihi ve toplum çatışmalarına dayanan bir gelişim üzerine
anlattıklarını?»
Marie, ne tuhaf şeyler konuşuyorlar, diye aklından geçirdi. Fakat iki genç şimdi el eleydi
ve dizleri birbirine değiyordu, sevgililerde olduğu gibi.
«Etiştem, savaş başlayınca, çiftlikte dedikodu yapan karılara: «Çocuk yapmanın karşılığı
olarak asker başına cabadan bir kundak verecekler hepinize!» diye seslendi. Bundan
ötürü de başı derde girdi. Yoksa çok kurnaz adamdı. Ertesi günü tutukladılar. Karılar
arasında — sanırım blok başı, ya da sığınak başından biri — jurnalci biri vardı. Bir defa da
ablamı ele vermişti, bodrumdaki pılı pırtıyı iyi kaldırmadı diye.»
Marie, Geschke'nin «Tıpkı bizde olduğu gibi.» dediğini duyunca onun da kulak verdiğini
anladı.
«Evdeki öteki karıların jurnalcıyla bozuştuğunu sânar mısın? Tam tersine: kocaları da
jurnal edilmesin diye büsbütün korkak ve aşırı nazik oldular. Đnsanlar oldum-olası hep
korkak mıydılar böyle? Hep böyle aşağılık mıydılar? Sanırım ki, böy-leydiler ama, pek
farkına varılmamıştı. Ben de bu olaydan sonra Berlin'e döndüm. Cephane endüstrisinde
çalışıyorum; iş arkadaşlarımın yanında oturuyorum. Kız kardeşin Helene'ye ablam
göndermişti beni. Şimdi sen anlat başından geçenleri.»
Marie, Hans'ırı söylediklerine de kulak verdi; oğlan, kendisine asla açmadığı şeyleri
anlatıyordu:
«Doğu cephesinden korkuyorum. Naziler Fransa'da şimdiye kadar yumuşak davrandılar.
Getirdikleri düzenin eşsizliğini göstermek için. Polonya'da ise aşağılığın aşalığı
davranıyorlar. Gelen bütün haberler, başından beri müthiş kötü davrandıklarını ve bizlerin
de o melunlara uşaklık ettiğimizi anlatıyor. Aşağılık davranmamız için arka arkaya
buyruklar verilince ne yapmalıyız? Hitler'in işgaline uğramak büyük bahtsızlık. Fransa'daki
karargâhtayken dinlemiştim yasak radyoyu. Rusların yönelttiği bir halkın ne durumda
bulunduğunu, Sovyetler'in Bessarabya'da ve Rus işgalindeki Polonya'da kaç okul açtığını
ve şimdiye kadar okuyup yazma bilmiyen kişilerin de okur yazar olduğunu dinlemiştim o
radyodan.»
Marie, kulak kesildiği halde, duyabildiği tek-tük sözlerin dünya olaylarıyla bir ilgisi
kalmamıştı artık.
Ertesi sabah hepsi mutfakta toplandıklarında Emmie gitmişti. Kahve de, ayrılık yemeği
gibi pek hoşa gitmedi. Sözler ve lokmalar şöylesine geçiştiriliyordu, yeniden buluşmanın
son saatleri ilk saatlerden çok daha hızlı geçiyormuşcasma. Önce Geschke çıktı. îşe
gidecekti. Çıkarken: «Kendine iyi bak!» dedi. Marie : «Yine gel!» diyebildi.
Hans güldü: «Elbette geleceğim.» derken ve merdivende arkasına dönüp: «Emmie'yle
ilgilen!» diye seslendi.
Bir kaç hafta sonra Hans, karargâh kurdukları bir Polonya köyünde, gün doğmazdan az
önceki alacakaranlıkta boş yolboyunca koşuyordu. Yeni olduğu kadar da yakın dostu
Zimmering'e bu müthiş haberi herkesten önce yetiştirmek istiyordu. Zimmering kuyudan
suyu çekmişti, Hans, onu uzaktan tanıdı; boylu bosluydu, yüzü de vücudu da ata
benzerdi. Daha yolda farketmişti onun eski bir tanış olduğunu, ilk tanışmaları gençlik
kampındaydı ve Zimmering o sırada at gibi değildi ama, yine de bir tayı hatırlatıyordu her
bakımdan. Bu kez yolda yine "karşılaşıp da Zimmering'in hiç değişmediği anlaşılınca,
Hans onu en yakın dostu bildi.
Hans onun yanma vardığında soluk soluğaydı. Zimmering, bir sırığın ucuna sağlı sollu
taktığı iki dolu su kovasını taşıyordu. Yavaş yavaş, adım adım ve toprağa bütün ağırlığıyla
basarak yürüyordu. Adımları gerçi hızlı değildi ama, öyle uzundu ki, Hans koşmak
zorunda kalıyordu onun yanında yürürken.
«Zimmering, Zimmering! Ruslarla savaşa girdik!»
Zimmering, bacağının biri ötekinden biraz daha önde, durdu; çocukların pek korktuğu o
kocaman ve çirkin yüzünde dişler ortaya çıkmış parlıyordu. Kısaca: «Şu halde Rusların,
Almanları yenmesi gerekir,» dedi.
Şimdi başka askerler de geliyorlardı köyden onlara doğru koşarak. Zimmering, taşıdığı
sopanın dengesi bozulmasın diye, yolun ortasında dimdik durdu. Hans, bu at gibi insanı
bir ana gibi korurcasma, yanında duruyordu kalabalığın içinde.
Hans, şaşkınlıkla memnunluk karışımı bir duyguyla, na-sılmış baba, Hitler'in kime düşman
olduğunu şimdi anladın mı, diye düşündü.
Hep birlikte ve büyük bir heyecanla döndüler karargâha.
Hans, dostunun hep yanıbaşmdaydı. Zimmering, kovaları bıraktı. Sevincinden sarhoşa
dönmüş olan başçavuş, günün ük işiymiş gibi her sabah uğraştığı yaşlı köylü karısına yine
sataştı. Başçavuş bir yandan öteyana soluk soluğa koşup duyuruyordu, buyruklar rüzgâr
gibi birbirini kovladıkça; bir yandan da gülüyor ve: «Oynaşana büyücü karı!» diye
gevezelik ediyordu. Hepsi gevezelik edip gülüyor, ıslık çalıyordu. Yaşlı köylü kadın
oynarken çoğu oraya buraya çarpıyor, ya da yere düşüyordu; zira gözleri hemen hemen
gömüyordu. Işığı sönmüş gözlerinde bir parıltı görüldü; haberi duymuştu belki de!
Sonunda bu da oldu, işler bu duruma geldi sonunda, demek ister gibi, gittikçe artan
sözler ve dayaklar arasında döndükçe dönüyordu; dişsiz ağzı büzülmüştü. Öylesine
gülüyordu ki, porsumuş göğsü sallanıyordu. Pis şeytanlar, canınız cehenneme! Hans,
gözlerini hiç ayırmadan ona bakıyordu. Köylü karısı şimdi ona da bir büyücü gibi
görünüyordu. Yaşlı büyücü karısında kendi anasından da ufacık bir parça buluyor,
yurdunu düşününce de büyücü kadının küçücük bir parçasını kendi yumuşak başlı ve
suskun anasında görüyordu.

IV
Wenzlow'un yaveri teğmen Fahrenberg, konakyeri olarak bildirilen çiftlik önünde üstünü
bekliyordu. Üstünü yine göreceğine seviniyordu, oysa birkaç saat olmuştu ayrılalı.
Đlişkileri pürüzsüz olmakla kalmıyor, başka zamanlar kendilerine sakladıkları duygu ve
düşüncelerini birbirlerine açılmalarına da yarıyordu. Bunun sonucu Fahrenberg dostluk ve
saygı karışımı bir duygu besliyor, Wenzlow da dostluk ve baba sevgisi karışımı bir
sorumluluk duyuyordu. Wenzlow, bu Fahrenberg'in soru ve kuşkularının, kendi soru ve
kuşkularını bilmekten daha çok hissediyordu; ne var ki, gençlikten gelen bir korkusuzluk
ve apaçıklık vardı onun sorularında ve kuşkularında. Sahra postasıyla gelen mektuplarını
birbirlerine anlattıklarından ev durumları üzerine de bilgileri vardı karşılıklı. Wenzlow,
yaverinin nişanlısını pek özlediğini biliyordu; Fahrenberg de, Wenzlow'un bir oğlu ve biraz
kaba saba bir kızı olduğunu, hattâ yarbayını bir ana gibi yetiştirmiş Amalie halasını,
biliyordu-
Tuhaf hayaller ve böyle solgun bağlantılar, genç ve orta yaşlı iki erkeği kış boyunca hep
meşgul etmişti. Ukranya'daki ilerleyiş sırasında da sürmüştü bunlar. Dortmund'daki
nişanlı ve Potsdam'daki renkli camlı balkında oturan Amalie hala hemen hemen aynı
mektupları alıyordu. Son yazdığımız mektuptan bu yana ne kadar yol aldığımızı bir
düşünebilseniz şaşıp kalırsınız, ileri yürüyüşümüzü hiç durdurtamıyacaktır. Kuzeyde bir
duraklama olmasmın tek sorumlusu tabiî güçlerinin sertliğidir. Moskova'ya girmemize
Rusya'nın korkunç kışı engel olabilmiştir ancak.
Otomobilinden inen Wenzlow'a içinde oturulabilir bir köy evinde geceyi geçireceği, zira
karargâhın ancak yarın hazır olabileceği söylendi. Genel Kurmay otomobilinde yaptığı
konuşmadan keyiflenmişti. Uzun süredir bir türlü ilinti kuramadı Brauns'la sonunda
görüşebilmişti. Wenzlow'un tümgeneral Brauns'm, verdiği raporları önemsemediği, hattâ
onu görmezlikten geldiğini sanmağa başlamıştı. Tümgeneral Brauns tam da istediği gibi
bir üst olduğundan, bu duruma daha çok tasalanıyordu. Meslekte illerleyişinin bu general
yüzünden duraklı-yabileceği düşüncesi, Wenzlow'u pek üzüyordu. Oysa, az önce sunduğu
rapor, Brauns tarafından hiç de küçümsenmediğini, tersine en küçük davranışlarına kadar
onu incelediğine inandırmıştı. Brauns, hoşnutluğunu belirtmişti Wenzlow'a. Subay adayı
okulundan beri başına işler açmış olan aşırı alınganlığını yine yanılttığını farketti. En
önemsiz olaylara bile bir arkadaşının, ya da üstlerinden birinin kendisini hiçe saydığı gibi
anlamlar veren bir mizacı vardı. Brauns'ın onu saymakla kalmayıp değer de verdiğini işte
sonunda ortaya çıkmıştı. Bütün duygularını gizlemesini bilen Brauns'm ona böylesine
değer vermesi, çok ölçülü açıklanmıştı. Brauns, onun meslekte ilerlemesi için engel olmak
şöyle dursun, yükselmesini desteklemişti ve bunu açığa vurmuştu.
Wenzlow bütün bu düşüncelerle öylesine meşguldü ki, teğmen Fahrenberg'in karargâh
konusunda söylediklerine pek kulak vermedi. Kırkla elli arasında olmasına — yetişkin
birinden pek hoşlanan çocuklar gibi -- tümgeneral Brauns'ın giyimi ve az
konuşkanlığından hoşlandığını teğmen Fahrernberg'e belirtmek için olağanüstü bir çaba
gösterdi.
Fahrenberg daha önce batı cephesindeki savaşa katılmıştı; orada yaralanmıştı da.
Savaştan önce üniversiteye gidiyordu. Wenzlow'un gözünde Brauns örneklik bir üst ise bu
Fahrenberg de, yamnda çalışan genç subaylar arasından örneklik bir insandı. Wenzlow,
kendisinin Uk dünya savaşma katıldığı yaşta olduğunu Fahrenberg'in, sık sık düşünürdü.
Genç insanların bir dayanak ve yüreklendirme arandığını bilirdi. Fahrenberg^ aile işlerini
sorarken kendisinin de böyle görüşmelere özlem duyduğunu hiç farketmiyordu.
Karargâh henüz hazırlanmamış olduğundan konaklanacak çiftliğe değü, köye girdiler
hemen. Bir kaç evden gayri bütün köy evleri yıkılmıştı. Hayatta kalanların ortalıkta
görünmediği ve öteki dünyaya göçmüşlerin mezarlar üstüne fırlatıldığı bir kabristana
benziyordu köy. Çarpışmalara ara vermiş olmanın tadını çıkaran Alman askerleri köy
yolundan arta kalmış bir toprak parçasında gürültüyle gülüşüyorlardı. Köyde kalmış olan
tek tük kişiler de, iskeletler gün ışığından hoşlanmaz-mış gibi, çoluk çocuk kovuklara ve
çukurlara sokulmuşlardı. Koruyacak bir büyükten yoksuna benziyen küçük bir kız, köyün
giriş yerinde durmuş, kanlar içinde yerde yatan bir ineğe — belki de kendi inekleriydi —
bakıyordu. Alman askerlerinin buyruğu gereği oraya buraya koşup su ve odun taşıyan
bazı kadınlar, gün ışığında ve diriler arasında yaşamaktan utanmış gibi iki büklümdüler ve
gözlerini kırpıştırıyorlardı.
Wenzlow, köy şosesinin başında iki darağacı kurulu bulunduğunu hemen gördü; birine
sakallı biri, ötekine uzun boylu bir çocuk sallandırılmıştı. Fahrenberg, kendi farkında
olmadan, üstünün yüzüne baktı. Bir açıklama bekliyordu. Wenzlow hiç oralı olmadı. Zira
bu Fahrenberg'in duygularını açıklıyabi-leceği kişilerden olmadığını farketdivermişti.
Wenzlow, altlarının önünde, üstlerini suçlamaktan hiç hoşlanmazdı. Bu gördüğüne benzer
durumlarla ileri yürüyüş sırasında daha önce iki köye girerken de karşılaşmıştı. Wenzlow
kendisinden izin alınmadan böyle şeyler yapıldığından hoşnutsuzluğunu belirtince,
Reinecke'nin bundan sorumlu olduğunu söylediler. Reinecke görünürlerde yoktu. Burada
bulunmamasının nedeni, Wenzlow'un söz geçiremiyeceği yüksek bir makamdan izin almış
olmasıydı. Fahrenberg, asılan iki Rus'un büyük babayla torunu olduğunun anlaşıldığını ve
samanlıklarında el bombaları bulunduğunu söyledi Fahrenberg, Reinecke'nin az önce
döndüğünü ve kendisini karargâhta beklediğini sözlerine ekledi. Wenzlow'un yüz
anlatımını iyi bildiğinden, elmacık kemiklerinin oynamağa başladığını görünce,
heyecanlandığını anladı ve konuyu değiştirdi; Reinecke'nin hiç de yabancısı değildi, 1929
yı-

linda Berlin Yüksek Teknik Okulunda, Nasyonal Sosyalist bir gençler grubu yönetmiş
üniversiteli Reinecke'nin ta kendisi olduğunu görünce pek şaşmıştı. Weimar Cumhuriyeti
Almanya-sı'nda Yahudi profesörlere karşı bir ayaklanma düzenlediği için üniversiteden
atılmıştı. Fakat Hitler işbaşına gelince onu olağanüstü bir kişi gibi yine almışlardı
üniversiteye.
Wenzlow, etrafına pek bakınmadan köy odasına girdi ; emirerinin hazırladığı lastikten
banyoda sıcak sular buhar yapmıştı. Az önce sahra postasından çıkmış bir mektup, doğu
Asya görevinden bu yana bir muska gibi heryere taşıdığı küçük bronz heykelin altında
duruyordu. Bir zamanki sevgilisi Maja'nm armağanı olan bu küçük heykel, iyiyüreklilik
tanrıçası Kwannon'du. Wenzlow, Amalie halanın el yazısını tanımıştı. Hemen uzanmadı
mektuba. Reinecke'ye döndü.
Reinecke yerinden fırladı, Wenzlow girince. Ne yüz çizgilerinde, ne de davranışlarında,
üniformasında göze çarpan SS işaretinin uyandırdığı duygulara hak verdirecek bir yan
yoktu. Hareketlerinde kendini beğenmişlik ve zorbalık değil, alçakgönüllülük vardı. Çok
genç, aşırı yorgun ve sağlıksız bir solgunlukta yüzü, derin göz çukurlarmdan bakan
çevresi kapkara ve koyu renkli ve yumuşacık gözleri bir ölü kafasını akla getirirse bu
ancak ölü bir oğlan çocuğunun kafatası olabilirdi. Yerinden fırlayıp esas vaziyetinde
dimdik duruşuna bakınca sağlıksız hiç bir yanı göze çarpmıyordu. Fakat Wenzlow'un
karşısına oturunca hafifçe sallandı ve gözlerini bir an kapadı. Sonra zorla açıp özür diledi.
Sözler ağzından çıkmazdan önce dudakları kıpır kıpır oynuyordu. Bir çocuk ağzı kadar
genç ağzı ateşten kurumuştu. Hemen başvurmak zorunda kaldığı tedbirleri uygun
bulduğunu tümgeneral Brauns, sayın yarbayıma söylemiştir, sanıyorum dedi, güçlükle.
Wenzlow, kendisine danışılmamış olmanın verdiği duyguyu çabuk yendi. Hiç birşeyden
bilgisi olmadığını açığa vurmak istemediği ve Reinecke'nin yaptıklarını tümgeneral
Brauns'ın nasıl olsa üstüne alacağı için, sustu.
Reinecke, ileri sürdüğü, gerekçeleri sayın tümgeneral uygun gördü, diye sürdürdü
konuşmasını. Özellikle iki tehlike aynı zamanda göz önünde bulundurulmalıydı. Yeni işgal
edilen köyün düşman halkı her çeşit direncin ve suçluları gizlemenin boşuna olacağını
önceden iyice bilmeliydi. Bir suçlunun dar ağacında sallandır limasi, toprağa gömülecek
bir cesetten çok daha tesirli olarak, herkesin görmesine, duymasına ve öğrenmesine
yarar. Đşte bundan ötürü, darağacında sallandıracaklarım, güvenümezleri
düşündürecektir. Fakat o yüzkarası düzenden uzaklaşalı daha bir on yıl bile geçmediğini
de unutmamak gerekir. Bir zamanlar umutlar ülkesi bilinen Sovyetler için kafaların bir
yanında hâlâ bir anı kalmış bulunabilir. Şimdi ülkeye zafer kazanmış bir milletten olmanın
güçlülüğüyle girmiş bulunduğunu, bu gibilerin kafasına iyice yerleştirmeliyiz.
Brauns bu gerekçeleri uygun gördüğüne göre Wenzlow'un itirazları, kendinden habersiz
yapıldı diye itirazettiği kanısını uyandıracaktı. Wenzlow : «Rienecke, hastasınız ve ateşiniz
var! istirahat edin!» demekle yetindi. Reinecke, sözlerine daha bir ağırbaşlılık veren ve
yüzünü gençleştiren bir gülümseyişle,, saym yarbayın izin yapma öğüdünün kendisi için
en yorucu bir çalışmayı gerektirdiğini, söyledi. Çiftliğin işgali sırasında ele geçirilenlerin
bir rastlantıyla orada bulunmadığı soruşturmada ortaya çıkmıştı. Kullanılan mermilerin
hangi depodan alınmış: bulunduğu çabucak anlaşılmıştı. Cephe gerisinin neresinde, hangi
gün ve hangi kesimde yapılmış olduklarının araştırılması için emir verilmişti. Düşman
ülkesinde çocuklar bile silâha sarılırken Almanya'da vatan hainleri vardı.
Çatlamış dudaklarını aralıyor, güçlükle soluk alıyordu; konuşmak yoruyordu. Son sözleri
söyliyebilmek için dudaklarını yaladı. Birleşik Amerika'nın Almanya'ya karşı savaşa
girmesinin karşısında herkesin gözünü iyice açması umulurdu. Bundan daha öğretici bir
ders olmazdı. Dünyanın en büyük kapitalistleri kızıllarla birlik olmuştu. Bunun bizler için
iyi bir yanı da var; bundan böyle denemelerle kaybedecek zamanımız olmadığını ordu
yöneticileri anlamış bulunuyor.
Reinecke, hastalığından ötürü bir daha özür diledikten sonra, gitti. Wenzlow, genel olarak
hoşnuttu Reinecke'nin söylediklerinden. Bir çok konularda onun düşün yanından gerçi
ayrılıyordu. Fakat hakkında uygunsuz bir rapor yazmasına yol açacak sözlerden de
kaçınmıştı.
Wenzlow, bir güğüm daha sıcak su getirmesini emretti hizmet erine; zira kauçuktan
banyodaki suyun sıcaklığı geçmişti bu arada.,Yarı beline kadar soyundu; mektubu
hatırlamıştı. Banyoda okumak için zarfı yırttı. Fakat sıcak su daha getirilmediğinden,
hemen okumağa başladı. Mektup öylesine sürükleyiciydi ki, suyun gecikmesine de,
bahçede pek kısa süren karmakarışık seslerin de farkında olmadı. Su güğümüyle dönen
hizmet eri yarbayı okumağa dalmış bulunca rahatladı.
Bir sürü insanın üstüste dolduğu yarı çökmüş mutfaktakilere istediğini el işaretleriyle
anlatabilmiş ve içlerinden biri bir desti suyu kapının önüne bırakmıştı. Yarbay, hizmet
erinden başkasının odaya girmesini yasaklamıştı. Testiyi kaldırırken kulp kopmuş ve bir
yerde bir yığın parçayla biraz su birikintisi kalmıştı. Testiyi getiren oğlan öfkeyle bir ıslık
çalarken yüzünde hileci bir anlatım belirmişti. Hizmeteri, oğlanı yakalayıp sobaya vurdu
başını. Yüzündeki hüeci anlatım kaybolu-vermişti. Yerde hiç kımıldamadan yatan oğlanın
çevresini yaşlılar sarmıştı; iyice büyümemiş bir genç kız bir başka kaba doldurduğu suyu
kapı eşiğine bıraktı; kızın bakışlarında «Kurtlar Mucizesi» masalmdaki genç kızı andıran
bir parıltı, bir aydınlık vardı.
Hizmeteri bütün bunları anlatamadı, zira Wenzlow düşüncelere dalmıştı. Yine mutfağa
döndü, çay istemek için. Mut-faktakileri umursamadığını göstermek ister gibi, arkalıklı
sandalyeyi, yaşlı anaya ve bir sürü yoksul kişiye çarpa çarpa çekip aldı. Ayaklarını uzattı
ve çizmelerinin fırçalanması anlamına bir işaret yaptı. Deminki kız geldi yine. Çizmeleri
fırçalarken bakışları çok sakindi; «Kurtlar Mucizesi» masalmdaki genç kız kurtların
pençlerini böylesine sakin fırçalamıştı.
Wenzlow banyoya girmiş, mektup ıslanmasın diye kollarını havada tutarak okuyordu,
halanın yazdıklarını.
Amalie hala : «Sevgili Fritz'im!» diye başlıyordu. «Bu mektup nerelerde eline
geçebilecek? Bu Slav adları da hiç akılda kalmıyor. Yakında hepsini Almanca adlarla
değiştirirsiniz inşallah! Yemek odamıza astığım büyük haritada iğnelerin yerlerini hergün
gazeteye bakıp değiştiriyorum ama, sizler bu arada öylesine hızlı ilerlemiş
bulunuyorsunuz ki, yetişemiyorum bir türlü. Benim haritada bugün cephe hattı görünen
yerler ertesi sabah- cephe gerisi oluveriyor. Bu mektubumda seninle ilgili aile
konularından söz açacağım.»
Wenzlow, gerçekten de ilgilendiriyor mu beni, diye düşündü. Şimdi herşey öylesine
uzaklardaydı ki! Sadece Amalie hala hiç de uzağında değildi. Bu yaşlı kadıncağızı kendi
karımdan daha sık düşünüyorum belki de! Güçlükler birbirini izleyince insanın aklına tuhaf
şeyler geliyor.
«karının ve çocuklarının durumunun çok iyi olduğunu Malzahnlar'dan duyuyorum her
zaman.»
Wenzlow, karımın kendisine değil sadece anasına yazdığını dokunduruyor bizim hala, diye
düşündü.
«Karının ninesi şu sıra Kassel'deydi. Senin oğlanı gören onikisinde sanar. Tıpkı sana
çekmiş! Okulda yazıda, hesaptan daha iyi, yüzmesi de jimnastiğinden daha başarılı. Hitler
gençliği örgütünde de sivrildi ve beğenildi.»
Ne tuhaf! Övündüğüm oğlumu bile sık sık unutuyorum. Üç çocuk babası olduğumu bir
tarihte unuttuğum gibi. Olağan zamanlarda unutulan bir kaç kişiyi tehlike anlarında
hatırlamanın ne anlamı var?
«Karın, subay eşleri işbirliği — NS Kadınlar Birliğine bağlı. Yeğenin yardım kolunda büyük
bir ateşle ve istekle çalışıyor. Savaş kurbanları için Alman milletinin katlandığı büyük
ölçüde yardımlar subay ailelerinin korunmasını ve bakımını da kapsıyor elbette.»
Wenzlow, evden ayrılırken sansür konusunda söylediklerini halanın unutmamış olmasına
gülümsedi. Sonra geçiverdi gülümseyişi. Acı acı düşündü: son savaşlardan sonra, büyük
ölçüde yardım konusunda karısına bol bol iş düşecekti.
«Frau von Malzahn'ın yazdığına göre küçük kızın Marianne pek şirinleşmiş!»
Wenzlow, emirerine: «Hay allah belânızı versin!» diye bağırdı. «Sustur şu dışardakileri!
Bunu duyan er, hâlâ çizmelerini fırçalıyan kıza bir tekme attı ve mutfaktakileri de bir iki el
hareketiyle uzaklaştırdı. Ana, yüzü sapsarı, fakat hâlâ soluk olan çocuğunu kucakladı.
Hizmeteri, kız göğsüne fırlatılan çizmeleri ayna gibi parlatsın diye bir ıslık çaldı. Kız,
istenileni yaptı; bir damla yaş gelmiyen gözlerinde aydınlık, fakat biraz sert bir bakışla.
«Büyük kızın Annaliese, oğlan çocuklarına özgü haşarılık çağım geçirirse pek çalışkan ve
iyi bir kız olacak.»
Doğru, Amelie hala yine haklıydı. Karım boşuna tasalandı. Kızım Annaliese öyle
unutuluveren insanlardan değil. Annaliese, seni unutmadım, inan bana! O şirin ve küçük
Marian-ne'i unuttum, hattâ erkek kardeşini de. Fakat senden haber gelmesini hep
bekliyordum. Amalie hala bunu sezmiş olmalı!
«Kız kardeşin Leonore, eski hastabakıcılık mesleğinde çalışabilmek için büyük çaba
gösteriyor.»
Sahi, Leonore de vardı! Onu unutuyordum az kalsın. Fakat halanın yazdığına hiç
şaşmadım. Ötekileri büsbütün unutmuştum ve hâlâ var olmalarına pek şaştım.

Scanned By hlecter

«Leonore, cephe hastabakıcılarında aranılan yaşı aştı ve kahramanca ileri yürüyüşleriniz


sayesinde bu alanda hemşireye istek sayısı da az; bir Berlin hastanesinde yardımcı olarak
çalışıyor. Oğlu Helmut, yani senin yeğen, şu sıra doğu cephesinde. Günün birinde
karşılaşırsanız hiç şaşmam.»
Yarabbim, bizim Amalie hala da doğu cephesini avuç içi gibi bir yer sanıyor! Üstelik bizim
Helmut Klemm, SS. lerden, bizim şu Rienecke gibilerden. Acaba onun hamurundan mı?
Çin'den döndüğüm günlerde bana pek hayrandı küçük haylaz!
«Ordu eğitiminin Helmut'a yaramış olduğunu umuyorum. Akşamları hastaneden yorgun
dönen Leonore'ye bunu her gece tekrarlıyorum. Fakat o benim yanımda oturmak ve bana
ev işlerinde yardım etmeğe bir türlü yanaşmıyor. Oğlu Helmut, biricik bir evlâttan
beklendiği kadar sık sık yazmıyor cepheden. Ona rastlarsan bunu söyle lütfen. Zira iznini
Ren kıyılarında geçirmiş olması, anasını büyük hayal kırıklığına uğrattı. Fakat genç
yaşında bu denli yükselmesine ve olağanüstü hizmetlerinden ötürü bir nişan aldığı için
yine de seviniyoruz.»
Onun göğsünde de Rienecke'nin göğsündekine benzer bir nişan vardır herhalde! Aynı
olağanüstü hizmetlerden ötürü. Wenzlow dalgın dalgın ovalanıyordu. Bu yüzden mektup
öyle ıslandı ki, yere bıraktı. Kafasının içinde iyice seçilemiyen karmakarışık birşey belirdi:
hem frenk üzümlerinin buruk tadı, küerden gizlice reçel yediği için halanın
cezalandırması. Saksının düşmesini kediye yüklemek isteyince iki kat cezalandırılması.
Subay adayı okulundan ilk izinli çıkışı. îlk üniformayı giyince böbürlenmesi. Birinci Dünya
Savaşında katıldığı ilk çarpışmada kapıldığı ilk ölüm korkusu. Brüksel'de ilk geneleve
gidişten sonra duyduğu büyük hayal kırıklığını başarıyla gizliyebilmesi. Birinci rütbeden
demir haç nişanı. O kargaşalık günlerinde Achen istasyonunda bir sürü işçinin saldırıp
göğsündeki demir haç nişanını koparınca duyduğu müthiş kin. Eniştesi von Klemm'in ona
doğru eğilerek: «Haydi, ateş et!» demesi. Yüzünü arkaya çeviren tutuklunun, meydan
okuyan çın çm sesiyle «Hepinizin de sırası gelecek!» diye umutsuzca haykırması.
Buyruklar, sevgi dolu sözler, suçlamalar ve çocuk sesleri karışımı bir anılar korosu. Sonra
o koku, Çin'de yerden ve terden yükselen o koku. Potsdam'a gidişlerinde Amalie halanın
buruk öpüşleri.
Amalie hala, şu anda banyonun kenarında ona sert sert bakıyor :
«Fritz, köyün giriş yerinde gördüklerim hoşuma gitmedi!»
«Zafere ulaşmak zorundayız, Amalie hala! Savaşı kazanmamız gerekiyor.»
«Evet ama, silâhlarla kazanın. Kuşlar kadar cok sayıda uçağınız var. Tanklarınız da var.»
«ilerlememiz gerekiyor. Bir defa daha takılıp kalamayız. Moskova önlerinde olduğu gibi
yeni bir kız ile bir daha karşı-laşmamalıyız. Şimdiye kadar bütün Alman tarihinde
olduğundan daha çok sayıda zafer kazandık çarpışmalarda. Đlerlediğimizi sen de
görüyorsun.»
Fakat Amalie hala soru sormıyacak kadar yaşlandı. Hiçbir şey de sormadı. Balkonunda
oturmuş, yeğeni Helmut'un yükselişine seviniyor.
Banyonun suyu soğudu, Wenzlow ürperiyor. Hizmeteri
kurulanma havlusunu unutmuş. Wenzlow öfkeyle seslenin is-
tiyor. 1

ONALTINCI BÖLÜM

I
Wenzlow'ların büyük kızı Annaliese, ev yönetimi okulu müdürü bayanın önüne haftalık
hesapları bıraktı. Uzun süredir çok tanınmış bu okulda genç kızlar, büyük evlerin çeşitli
işlerine kadar her alanda yetiştirilmekteydi. Öğrenci kızların hafiften kıkır kıkır gülüşleri
ve gevezelikleri, mutfakta hesap pusulalarının durduğu dipteki masaya kadar
duyuluyordu.
Tencereler, pirinç çubuklar ve ocağa kadar herşey öylesine pırıl pırıldı ki, mutfak daha çok
bir ameliyathaneyi andırıyordu. Uzun kollu beyaz önlük giymiş olan Frau von Uhlenhaupt
bir baş hemşireye benziyordu. Yaşını belli etmiyen aydınık yüzünde, neşeyle sabır
karışımı bir anlatım vardı. Kadife kurdelanın ucuna asılmış bir madalyon vardı boynunda.
Uzun ellerinin parmak tırnakları dipten ve yarım yuvarlak biçimde kesilmişti. Dulluk
belirtisi olarak parmağına iki nişan yüzüğünü üstüste takmıştı. Oldukça kaba ve üstü taşlı
bir yüzük de sımsıkı geçmişti parmağına. Bayan direktörün oturduğu sandalyenin
arkasında duran Annaliese bütün bunları bir bir süzüyordu. Kendi başına hazırladığı ev
hesabı Annaliese için oldukça önemliydi, bir sınav ödeviydi bir bakıma. Frau von
Uhlenhaupt, yargısını belli etmemeğe alışkındı, yüzünün neşeli hali hep aynı kalırdı.
Genç kız, bayan öğretmenin yüzünden bir anlam çıkarmağa çalışıyordu ödevi için. Babası
da bir konferanstan sonra üstünün yüzünü böylesine dikkatle gözden geçirdi. Fakat
direktörü bayanın yargısmı beklerken hissettikleri, babasının kendi üstleri-, nin görüşünü
beklerken duyduklarından başkaydı.
Okulda yeni bir öğretmen görünce, bakalım benden hoşlanacak mı, diye düşünürdü her
zaman. Fakat bayan von Uhlen-haupt'ı anlıyamamıştı hâlâ; bu kadının hoşuna gitmenin
gerekli olup olmadığını hâlâ bilemiyordu. Verdiği haftalık hesabı doğru ya da yanlış
bulacağını söylemesini bekliyordu.
Olağanüstü davranışları her zaman cansıkıcı olaylara yol açtı diye anası onu şehirden
uzaklaştırmıştı. Almanya'nın geleceği, iyi aile kızlarının, subay sözlü ve nişanlılarının,
yarının erkek çocuklarını doğuracak genç analarının çok iyi yetiştirilmesini gerektiriyordu.
Annaliese henüz ilk sınıflarda olduğu halde ona daha büyüklerin ödevlerini yaptırıyorlardı.
Bu hafta bütün hizmetlilerin yiyeceklerini küçük şehirde bulunabilen şeylerle hazırlıya-
caktı. Evdekilerin zoruyla istemiye istemiye başladığı okulu çok geçmeden benimsemişti;
zira evde anasının buyruğu altında sınırlı yaşamaktan kurtulmuş, her çeşit insanla ve
önceden bili-nemiyen durumlarla karşılaşma olanağına kavuşmuştu.
Frau von Uhlenhaupt bir kâğıt uzattı; Annaliese, köşedeki tahta sıraya oturdu.
Ocakbaşmda duran daha genç kız öğrenciler, okul direktörü bayanla arkadaşların bir
sırada ne kadar süre oturduğuna dikkat ettiler.
Bayan Uhlenhaupt, kalemini ağzına götüren genç kıza arada bir bakıyordu. Wenzlow'un
bu kız aile adımıza leke sürecek diye korkusunun nasıl da haklı olduğunu o ana kadar hiç
sez-memişti. Bu okula öğrenci alınması için, öteki belgelerden başka, Hitler gençliği
örgütünün mühürlü zarfta bir mektubu da gerekliydi. Annaliese için verilen mektupta,
kızın sıkı bir göz hapsinde tutulması yazılıydı.
Frau von Uhlenhaupt, Annaliese'yi sıkı bir göz hapsinde bulunduruyordu epeydir.
Kocasının genç yaşta ölümünden sonra bu okulu açmıştı, geçimini sağlamak için. Bir
dostunun tavsiyesiyle son on yılda devletin övgüsünü de kazanmış ve değerli görülmüştü.
Bayan Uhlenhaupt şimdi altmışına yaklaşıyordu; ün kazanmış okulu kapatmak isteğini
duyuyordu gizliden. Her yıl bir süre bilgiyle yetiştirdiği çocukla genç kız arası öğrenciler
buradan çıkınca nereye gidiyorlardı? Ailelerine mi? Halka mı? Kızların bu dünya ve devlet
kurumları üzerine okulda —bir sürü saçma sapan kuramlar arasından sıyrılmalarını
sağladığı için aslında onur duyduğu— öğrenimlerini savaş için pek yararlı görmüyordu.
Hitler gençliği örgütünün buyruğu var diye genç kızı göz hapsinde bulunduruyordu.
Epeydir umursamadığı işi bırakmamağa değerdi bu kızı yetiştirmek belki de! Bu kızlardan
hiç biri evlenmiyecekti —bayan Uhlenhaupt kafasının içinde bile açıkça düşünmüyordu—
ve hiç biri de böyle bir kız doğurmı-yacaktı.
Frau von Uhlenhaupt, çabuk çabuk: «Çıkar o kalemi ağzından!» dedi.
Annaliese'nin Noel dolayısıyla evine gideceğine üzülüyordu. Okul ve bütün işletme Noele
hazırlansa da onun iç dünyasında büyük bir boşluk vardı, kendi kızını ya da küçük kız
kardeşini elinden almışlar gibi. Annaliese nereden bilsindi, okulda yokluğunun
hissedileceğini. Kendi evinde pek candan karşılanmıya-cağım —oysa tatili düşününce
bunu hep özlerdi bütün yüreğiyle— hissediyordu sadece. Benim de bir evim var umudu,
her izinli çıkışta çocuğun içini dolduruyordu yine de.
Annaliese şehri de evini de pek yabancı buldu. Aslında bunun nedeni, hiç biri ve hiç birşey
ona ayak uydurmamış, hep eskisi gibi kalmış olmasıydı. Anası, eskiden olduğu gibi işten
baş kaldıracak durumda değildi. Subay eşleri de baba ve oğul mektuplarını birbirlerine
okuyorlardı eskiden olduğu gibi. Yemek odasına asılı büyük haritada cephelerin yeri
bayraklı ordu bildirilerine göre toplu iğnelerle ileri alınıyordu yine. Babanın o sıra
bulunduğu yer bilinen noktaya iliştirilen gamalı haçlı iğneler, anıları canlandırıyordu.
Baba, kızının yokluğunda izinli gelmişti; nişan almış ve rütbesi artmışk. Kışın yüzünden
başarısızlıklar, son ileri yürüyüşlerde büyük toprak kazançlarıyla giderilmişti. Moskova ve
Petersburg'taki kızıl bayrakçıklar, Volga kıyılarındaki kızıl köşeler, Ukranya ve Afrika'ya
yayılıp masa lambasının ışığına kadar haritadan taşan toplu iğne dizileri yanında pek
önemsizdi. Ana, eski Çin ve Hind haritalarının babanın dolabında çıkarmağa
hazırlanıyordu. Zira Wenzlow yakında Süveyş kanalım aşıp da Afrikalılarla ilinti kurarsa
gerekecekti o haritalar.
Her sabah gazeteleri ve radyo haberlerini haritayla karşılaştıran ana, bayrakçıklardan bir
kaçının gerekli yere hâlâ dikilmemiş olduğunu görünce, kötü yapıştırılmış bir duvar kâğıdı
gözüne çarpmış gibi, canı sıkılıyordu. Bu eksikliğin giderileceğini ummasına rağmen içini
çekmekten kendini alamıyordu: kocasının en son yerinin güney Ukranya'da bulunması ve
oralarda kışın daha az sert olması tanrının bir lutfuydu yine de. Kocasının gönderdiği
hediye paketini Noel ağacının altında açmış ve kırmızı işlemeli kaba Ukranya kumaşı,
kızların bayram urbaları üzerine pek güzel gitmişti mum ışığında. Yeryüzü ve insanlar için
barış ne güzeldi! Wenzlow'un mektubunda bu kumaşı iki kızma gönderildiği belirtilmiş
olmasaydı ve hak üzere değil de daha çok yakışma ölçüsüne uyulsaydı, anaları kumaşın
hepsini de küçük kızma verirdi.
Marianne, bodur ve tıkız kalmış ablasından daha boylu olmuştu. Pek güzel bir kızdı.
Akşamları yatakta, eski alışkanlıkla, bütün gönül serüvenlerini ablasına anlatmağa
kalkışıyordu. Buradan geçerken SS. arkadaşlarından Burkhardt'la uğrayan yeğeni Helmut
von Klemm'in olağanüstü bir yeri vardı bu hikâyelerde.
Abla, kız kardeşi bir mucizeyle değişmiş gibi, hayret ediyordu. Stalingrad'da dikili kızıl
bayrakçığın Volga'dan çok daha ötelere geri atılmasını ailedeki herkes gibi o da istiyordu.
Afrika ve Rusya'daki Alman bayrakçıklarmın haritada birleşiverdik-lerini masa lâmbası
ışığında görmek istiyordu o da. Ne var ki, Đnsanın soluğunu kesen büyük olaylar geçerken
kız kardeşinin gönül hikâyeleri ve anasının bayram hediyeleri düşünebilmesine de pek
şaşıyordu. Rusya'nın bazı yerlerinde öylesine bir kış vardı ki, askerler donu
donuveriyorlardı. Fakat kış yumuşasa da, ezici olaylar hafiflese de Burkhardt'm şakaları
nasıl akılda kalabilir, şu zorlu dünyada ve korkunç rüyalarda nasıl eskisi gibi kalabilirdi?
Anası ve kız kardeşi, küçük oğlan kardeşi yine eskisi gibi şımartıp perçemlerini çekiyorlar,
o da bütün dişlerini göstererek gülüyordu. Fakat bu güzel dişli ve gür saçlı oğlan bile
değişmiş görünüyordu Annaliese'ye; insanoğlu değil de bir ecin-niymiş gibi geliyordu.
Annaliese, bir tarihte resmi makamlarla ve özellikle «Hi-ristiyan Almanlar»la başı derde
girmiş olan öğretmen bayan Lehnert'e kaçamak gitti. Eski öğrencisinin gösterdiği
bağlılıktan pek sevinen bayan Lehnert onu güleryüzle karşıladı. Bugün Alman milletini
birleştiren büyük sorunun yanında dünün tartışmalarının ne anlamı vardı? Hiristiyan
Almanlarla başgösteren anlaşmazlıkların bugün bütün Avrupa'yı tehdit eden tanrısızlar
karşısında ne değeri kalırdı? Annaliese, bayan Lehnert'in sözlerini sessizce dinledi.
Söyliyeceğini de, soracağını da kesti-rememişti. Nasıl bir karşı görüş ileri süreceğini ve
neyi doğrulayacağını da bilemiyordu. Sonunda, okulun eski rahibi Schrö-

der'i sordu tutuk tutuk. Bayan Lehnert, bu konuda hiç bilgisi olmadığını ısrarla ileri sürdü.
Annaliese, bütün sorularını kendisi cevaplamak zorundaydı. Rastgele ve ayaklarını
sürükliyerek eve döndü. Yolda bütün şehrin ona: «Yalnızsın sen!» diye sesleniyormuş
sandı. Okulun eski rahibi neredeydi şimdi? Toprağın altında mı? Suçluların sürüldüğü
taburda mı? Toplanma kampında mı? Belki de kendiliğinden gönüllü diye başvurmuştu?
Eski günlerin anlaşmazlıklarını o da Lehnert gibi çoktan unutmuştu.
Annaliese gece yatakta, kız kardeşinin SS teğmeni Burk-hardt üzerine gevezelikleri bitse
de uyurken bir kaç dakika başını dinlese diye kıvrandı durdu. Şu sıra ölümü düşünüyordu
sık sık. Neydi bu duygu şimdi vücudunun her yanında hissettiği? Ya hiç birşey değildi, ya
da herşeydi! Bir gölge miydi, ya da sonsuzluğun ta kendisi miydi?
Fakat Annaliese'ye olağanüstü görünen bir durum vardı. Đnsanlar ölüm üzerine pek birşey
bilmiyorlardı, ölüm konusunda bir gün olsun bilgi veremiyorlardı. Ölüm üzerine hiç kafa
yor-mamışa benziyorlardı. Cepheden mektup gelmeyince anası geceleri uykusuz dönenip
duruyordu. Fakat tanrının günü ölümle, hatta sadece ölümle, iş gören babası bile bir sürü
ayrıntı yazıyordu da, o konuda susuyordu; 'cephede vuruldu' sözünü bir sürü anlatım ve
gözlem arasında kullanıyor, fakat ölüm üzerine kendi düşüncesini yazmıyordu. Sadece:
«Son buldu», ya da «Yüce mahkeme» gibi sözlerle yetiniyordu. Ya tanklar gümbür-
deyince, küller havaya savurulunca ve ortalığı toz duman kaplayınca! Sonra hiç bir şey
kalmayınca! Değişik bir durum ortaya çıkınca! Đnsanlar bu konuda ne bir söz ediyorlar, ne
de bir şeyler yazıyorlardı.
Annaliese, bütün bayraklar yarıya indirildiği ve herkes koyu giysileri içinde üzgün bakıştığı
anlarda bile insanların ölümü düşünmediğini sanıyordu. Annaliese, Stalingrad cephesinde
yokedilen Alman ordusu için düzenlenen millî yas gününde okula dönmüştü. Okul
yöneticilerinin ve parti makamlarının nutuklarını sessiz ve ciddi dinlemişti; bu nutuklarda,
büyük savaşların kaçınılmaz sonucu felâketlere nasıl katlanılacağı açıklanıyordu. Bir
milletin gerçek ruhu zaferlerden daha çok yenilgilerde kendini gösterirdi. Zira savaşın
yeni yeni gelişmeleri yenilgiye katlanmış olmağa bağlıydı. Alman milletinin yaşaması
uğrunda bir an bile duraksamadan canlarını vermiş erkeklerin övülmesini ciddi ve sessiz
dinliyordu herkesle birlikte.
Zira o erkekler bütün millete örnek olmuştu yenilgilere nasıl katlanılacağına. Yenilgi mi?
Yenilgilere katlanmak mı?
Yas marşları, konuşucuların asık yüzleri ve üzgün sesleri.. Peki ama bunca ölü ne
oluyordu, ölülerin sonu neydi? Onlar milletçe yas törenlerinde bile öldükleri ana kadar
düşünülmekteydi sadece. Fakat ölünce ne oluyorlardı? Ölümün gerçek yanı neydi, masal
yam ne? Küçük kız kardeşi Marianne geceleri yatağında Burkhardt'm rüyasını görüyor
olmalıydı! Ama, bu yas marşları Annaliese'yi iliklerine kadar ürpertiyordu. Dişlerini kısıyor
ve kaçınılmaz korkunçluğu çok yakından hissediyordu. Fakat duruşu öylesine ciddi ve
gereği gibiydi ki, salondakilerin hiç ilgisini çekmiyordu.
Uzun kollu gömleğinin altına karalar giymiş ve kırış kırış boynuna siyah kadife kurdela
bağlamış olan bayan Uhlenhaupt, Annaliese'ye dikkatle baktı; dümdüz iki saç örgüsünün
çevrelediği küçük solgun yüzü ve dişleri kısılmış ağzı süzdü. Çocuğun kafasından
geçenleri iyice öğrenebilmek için çok şey verirdi. Başka zamanlar çok neşeli, fakat bugün
pek ciddi olan bütün bu genç kızları, hemen hemen bütünüyle Almanların eline geçmiş
dünyada yüzlerce iş, bunca sevişme ve doğum beklemekteydi. Frau von Uhlenhaupt,
hoşuna gitmese bile zaferlerle dolu şu dünyada ömrünün sonunu beklemeyi hep
ummuştu. Oysa yenilgiyi de yaşıyacağmı şimdi hissedivermişti. Yas marşını dinlerken,
suçluluk ve pişmanlık karışımı bir his duydu, koruması gereken bu genç kızlar tümüyle ele
geçirilmiş bir dünyanın çılgınlıkları arasında yetişmek zorunda diye. Bayan Uhlenhaupt,
«Büyük savaşların kaçınılmaz olayları»na beslediği inançtan kuşku duymayı göze
alamıyordu. Bunun nedenini birden kavra-yıverince derin bir suçluluk duygusu hissetti.
Zira Alman devleti görülmemiş bir güce ulaşmıştı ve kendisi de bir söz söylerse
cezalanmaktan korkuyordu.
Frau von Uhlenhaupt, öteki kızların hepsinden daha çok sevdiği bu küçük ve bodur kızı,
dümdüz saç örgüleri iki yanda sallanan bu kızı daha iyi koruyamadığı için daha çok
pişmanlık ve suçluluk duymaktaydı.

II

Hans, bir bu kadar daha yaşayacak olsaydı son nefesine kadar hep aynı şeye hayret
edecekti: Onlara gerçekten ateş ettiğine! Üç yıldır doğu cephesinde olmasına rağmen
hayreti ilk günlerdekinden farklı değildi. Onlara sahiden ateş ettim, diye düşünüp
düşünüp hayret ediyordu. Bir tarihte olmazların olmazı saydığı şey tıpkı tıpkısına
gerçekleşmişti. Sadece bir el ateş etmekle kalmamış, sayısını unuttuğu kadar ateş etmişti
onlara. Rastgele ateş etmekle kalmamış, yakından çarpışmalarda kime ateş açtığını da
görmüştü. Orak ve Çekici farketmesme rağmen ateş etmişti. Çocukluğundanberi şehrin
bir çok yerinde rastladığı, evde, istasyonda, sokaklarda, okul defterlerinde gördüğü,
mürekkeple yazılmış, ya da karlara çizilmiş o tanış işaretli bayrak altında çarpışanlara
ateş açmıştı. Neden bunu yapmıştı? Herkes oraya ateş açtığından! Ne diye herkes o yana
ateş açmıştı? Eskiden okumuştu da inanmamıştı: yeni bir savaştan kaçınılamayacak,
insanlar bir kez daha kandırılmağa boyun eğecek ve yine ateş açılacaktı. Bir daha ihanete
uğrıya-caktılar. Aranızdan bana ihanet edenler olacak, diye de okumuş ve inanmamıştı.
Önceden herşeyleri bilene nasıl ihanet edilebilirdi? Ne diye o, evet ille de kendisi
bunlardan biri olmuştu? Kendinden başka daha milyonlarca kişinin de olmasından ona
neydi! Đster düzinelerle, ister milyonlarca olsundu bu gibilerin sayısı, aralarında kendisi de
vardı.
Karşıdakilerm makineli tüfeği tam da kendi makinelisine yönelmişti. Đki yandakiler de
aynı. alışkın ellerle doldurup nişan almışlar ve ateş etmişlerdi. Hans'm arasında
bulunduklarından sıyrılabilmesi, tek bir dalgacığın akıntıdan ayrılabilmesi kadar olmaz
şeydi. Karşıdakiler ondan bir saniye önce ateş etti mi kendisinin de yanmdakilerin de
hesabı tamamdı.
Böyle olsa ne olurdu? Hayata böylesine mi bağlıydı? Savaşta olsun, barışta olsun canını
tehlikeye atmıştı sık sık. Kendisini yürekli sayardı, zira ömrünün sona erivereceğini hiç
düşünmezdi. Her zaman ve hep, benim için korkma ana, gelirim, üstesinden, diye
düşünürdü. Ne var ki, evde, Gestapo'ya yakalanırsam hesabım tamam diye
düşündüğünde bile, hayatın büsbütün sona ereceğini bir gün olsun aklına getirmiş değildi.
Bunu bir çokları düşünmüştü ama, Hans aklma hiç getirmemişti. Hans olsa da olmasa da,
hayat aralıksız, bütün derinliğiyle ve köpüre çağıldıya sürüp gidecekti. Oysa, şu anda
sadece kendini düşünüyordu hayat deyince. Kızıl ordu eri ondan önce ateş açarsa,
Hans'ın hayatı sona erecektiki, karşısındakinin değil. Oysa, Hans şu anda karşısındakini
öldürmekle, uğrunda bin kez ölebileceğini sandığı ülküsünü katletmiş oluyordu.
Hans, yerinden sıçradı birden ve : «Zimmering nerede?» diye haykırdı.
«Şöyle bir sıyrık yarası. Gelir.»
Bir sundurmaya balık istifi olurcasma sığınmışlardı. Gece boğucuydu; makineli tüfek ateşi
ve bataryalar durmamacasma ateş ediyordu. Hans'ın sorusu gecenin sessizliğini bozan
tek gürültüymüş gibi, birisi: «Çeneni kıs!» diye homurdandı. Hans, bir yandan öte yana
döndü; ondan gayrı herkes uyuyordu. Zimmering'in yarın döneceğine seviniyordu.
Zimmering de ateş etmişti; şu halde bunu yapan tek insan durumunda değildi. Fakat yine
de tek kişi oluyordu; zira kurşunları birisine rastla-dıysa öldüren de kendisi oluyordu. Đki
bin beş yüz kişinin hepsi bir anda tetiğe basmışlardı. Fakat bu kurşunlardan öteki dünyayı
boyhyan varsa suç Hans'ındı; ölen bir çok kurşunla delik deşik edilmiş olsa da can
damarına rastlıyan kurşun Hans'ın attığıydı. O kurşunda Hans'm adı kazılıydı.
Ö ilk kurşundan bu yana uzun süre geçmişti. O günden bu ana kadar binlerce kurşunda
daha adı kazılıydı Hans'm. Bir nişanı vardı. Neden vermişlerdi bu nişanı? Hans'm her
gittiği ve bulunduğu yerde gölgeler de dolaşıyordu; leşin üstüne hırsla atılmış ölüm
kuşları örneği. Rüyasında duyuyordu, ölüm kuşlarının kanat çırptığını, üstüne atılıp
gagaladıklarını. Kuşlar Hans'a hiç acınmıyorlardı; ölülerin kanat takmış ruhlarının dirilere
açınmaması gibi. Kuşlar gaga vuruyorlar ve çirkin sesler çıkarıyorlardı, birlikte uçalım,
diye. Hans'm hayatı çok kısaydı, pek az insandan hoşlanmıştı, hatta anasından gayrı —
biraz da arada bir mektup yazan Emmie'yi— gayrı hiç kimseyi gerçekten sevmiş değildi.
Polonya'da konakladıkları sırada sabahtan akşama geç vakitlere kadar rahat bırakılmıyan
yaşlı kadının kırış kırış yüzü canlandı kafasının içinde. Kadının ışığı sönmüş gözlerinde,
reziller sıranız geliyor, diye bir parıltı vardı.
Fakat durum hiç de böyle görünmüyordu. Rusya'ya dalıp derlemişlerdi. Büyük baş
hayvanlarını doğuya sürerek kaçan insanların toz bulutları vardı önlerinde. Tanklar bütün
araçlardan daha hızlıydı. Bindirilmiş SS birlikleri koyun sürülerine ve çocuklara bile ateş
ediyordu. Uçaklar en hızlı kaçanları bombalıyordu. Yaşlı köylü karısının umduğu durumun
hiç bir belirtisi yoktu görünürlerde. Hans, kadının gözlerindeki ışıltıların söndüğünü görür
gibi oldu; ihtiyar kadının görünmiyen gözlerle ağladığını gördü. Hans kış aylarında onun
gözlerinin bazı bazı karlarda ışıldadığını görmüştü. Vurulup atından düşmüş teğmen
Schellmann'ı karlarda donmuş cesedini bulmuşlardı. O herkesin tanıdığı tuhaf yüzüğünü
görmüşlerdi önce. At ölüsünün bir parçası ve karlarm henüz örtemediği yüzüklü bir iki
parmak görmüşlerdi önce. O Polonya köyündeki ihtiyar köylü karısı çileden çıkıp dans
eder gibi dönenirken, teğmen Schellmann, daha neşeli oyna kocakarı, diye kahkahayla
gülmüştü. Đhtiyar köylü karısı teğmenin kardan mezarı üstünde dans ediyor gibi gelmişti,
Hans'a. Kocakarının gözleri yine ışıl-damıştı, şimdi sıra sizde, der gibi! Fakat sıra
gelmemişti hâlâ onlara. Polonyalı karının gözleri üçüncü defa yine görmez olmuştu.
Subaylar sersemce Moskova üzerine yürüyüp mahvolan Napoleon'un yanlışı
tekrarlanmamaltydı, diye konuşuyorlardı aralarında. Đspanyol iç savaşında Franeo, Madrid
üzerinde di-renmeyip kızılları başkalarına bırakmıştı da şehir sonradan kucağına
düşüvermişti kendiliğinden. Bütün Sovyetler Birliği çökünce Moskova ve Petersburg da
Almanların eline geçiverir-di kendiliğinden. Ülkenin candamarı olan buğday ve petrolü
şimdiden ele geçirmişlerdi.
Hans, gerekli bir sargı için bir kaç saatliğine gitmiş olan Zimmering'i müthiş özlemişti.
Zimmering her durumda nasıl davranılacağını, neyi yapmak gerektiğini çok , iyi biliyordu.
Zimmering, genç arkadaşını tekbaşma gerillalarla ilinti kurmağa razı etmek için diller
dökmüştü. Geçen yıl bir tek kişi, ilerliyen Alman ordularının arkasında kalmış işgal
altındaki topraklarla gerillalara sokulabilmişti. Bir kaç defa el değiştiren Çerkoje köyünde
Hans da bunu deneyip sonunda Ruslarla uzaklaşabilirdi. «Fakat,» diyordu,Zimmering,
«böyle davranmakla sadece kendine yararın dokunur. Oysa yapacağımız daha önemli
işler var. Sadece ikimiz için değil, bütün dünyaya yararlı olmalıyız.»
Hans, bu insan azmanının en küçük bir kuşku beslemediğini sanıyordu.
Zimmering, başkalarının yüreğini parçalayacak buyrukları yerine getirirken bile hiç
üzülmüyor gibiydi. En son ineği ahırdan yürütürken, sonu kalan zorla alırken, bütün bir
aileyi yerinden ederken öylesine rahat görünürdü ki, Hans büyük bir üzüntüyle kendi
kendine sorardı, belki de hiç acımıyor diye? Ucu kendine dokunmadığından hiç
ümursamıyordu. Hans, bir ailenin, ya da bütün bir köyün elinde kalmış en son şeyleri
buyruk gereği alırken elden geldiğince gevşek davranıyordu;
süt teslimini, ya da keçe pabuçları ve yün battaniyeleri görmezlikten gelir, gizli bir hayvan
kesim yerini rapor etmeği unutmuş görünürse, Zimmering hemen yetişiyor ve Hans'm
istiye-rek yaptığı yanlışları düzeltiyordu. Hans'm bu gibi gevşeklikleri ve unutkanlıkları
artınca, Zimmering gözünü dört açmış ve: «Beni dinle!» demişti «Buyrukları uygulamağa
bölükte senden başkası direnmezse, bunun gerekliliğini daha önceden başkalarının da
kafasına koyamazsan, kendi vicdanını belki rahatlatırsın ama, savaşın bitmesine hiç bir
yararı dokunmaz.»
Barış yıllarında kolaydı, iki ayrı hayat sürmek. Yeraltı çalışmaları için biraz hüe, bir sürü
düzen ve yüreklilik yetiyordu. Gerçekte kimin kimden yana olduğunu pek az sayıda bilen
vardı. O bir kaç da yetiyordu. Fakat savaşta milyonların arasında tek başınaydı insan.
Sadece bir Zimmering, o da şöylesine biliyordu. Hans benliğini öylesine gizlemişti ki, asla
göze çarp-mazdı. Zimmering: «Ben kendimi daha önemli şeylere saklıyorum!» deyince,
gerçek kimliğini hiç kimse öğrenmeden bir kurşunda öldürülüvermek korkusu seziliyordu.
Suçluların verildiği bir taburda iki sınır arasında mayın aramak daha kolaydı belki. Kendi
gibilerle birlikte yaşamak ve hep beraber ölmek daha kolay olurdu.
Đleri yürüyüş sırasında Zimmering'in büyük yardımı dokunmuştu Hans'a. Yanında bulunan
Berndt adlı bir asker: «Dün ilk defa 'Ateş!' diye bağırılmca pek tuhaf geldi, değü mi?»
diye sordu. Adamın bakışlarını hiç beğenmiyen Hans : «Neden tuhaf olsun?» cevabını
verdi. Berndt'in solunda yürüyen Zimmering, bu gibi sorularm nasıl cevaplandırılacağına
bir örnek vermek ister gibi, hemen söze karışıp: «Bunda çok haklısın.» dedi «Elbette
tuhaftı. Berndt'in bakışları, merak ve heyecanla ondan yana dönünce sakin sakin devam
etti: «Bütün gevezeliklerin ve şamataların, bütün diplomasi hilelerinin sona erip doğrunun
ortaya çıkıvermesi, buyrukların en doğrusu 'Ateş!' emrinin verilmesi insanda tuhaf bir
duygu uyandırıyor elbette. Hafiye olduğu anlaşılan Berndt'in ilk tecessüsü geçmiş, dişe
dokunur bir şey bulamayacağını anlayıp bakışlarını can sıkıntısıyla ileriye çevirmişti,
amma Zimmering hiç istifini bozmadan konuşmasını sürdürdü.
Almanlara karşı durmak istiyen düşman bir kaç saat, ya da bir kaç gün içinde' geri
atılıyordu. Dijneper nehri aşılmıştı, îstihkâmcılar köprüleri çabucak kurmuşlar, birlikler
nehri bir anda geçivermişlerdi; subayların buyruklarında büyülü bir güç var sanılırdı ve bu
güç, Führer'den geliyordu. Karşı durulmaz üeri yürüyüşlerinde hiç bir silâhın ve hiç bir
saldırının yet-miyeceği güçlü bir büyü var sanılırdı.
Ruslar dev barajı tahrip etmişlerdi. Deniz olmuş verimli tarlalarda her iki ordunun ölüleri,
köylerin kalıntıları, büyük baş hayvanlar, atlar, kaplama tahtaları, sapanlar ve her çeşit
ev öteberisi yüzüyordu. Fakat bütün bunlar, Almanların ilerleyişini durduramıyordu.
Sadece biraz güneye doğru kaydırmıştı ilerleyişi.
Şimdi haftalardır en verimli topraklarda, boylu hububat tarlaları arasındaydılar; sevimli
köycükler uzaktan adacıklar gibi görünüyordu. Buraları, Hans'm şimdiye kadar toprak
sandığı köyünün kumluğu yanında bir masal ülkesiydi. Bütün bu altun sarısı ekili
topraklar cenneti, Sovyetler ülkesiydi. Buralarda ağa ve ırgat yoktu ve herkesin karnı
doyardı. Alman askerlerini buralara yerleştirilecek ve bu toprakların yeni sahibi olacak
aileleri izliyordu. Yeni efendiler için ekin biçip tarla sürmesi gerekli görülmiyen köy
gençleri, toplanıp Almanya ya gönderiliyordu.
Hans, böylesine bereketli topraklardan başı dönmüş askerlerin konuşmalarına kulak
veriyordu. Alman topraklarının verimsizliğini ve bu ülke hububatının neden gerekli
olduğunu iyice anlıyorlardı.
Hans, gece olunca, Zimmering'e: «Hayatın sonsuz olduğunu sanardım eskiden.» dedi
«Gökyüzündekinin değil, bu dünyadaki hayatın. Hayat sürdükçe de işlerin daha iyiye
gideceğine. Oysa şimdi arada sırada korkuyorum, bir kurşun yersem herşey sona
eriverecek diye. Arkadaşlarımızdan Kettler'de bir küçük kıvılcım yok muydu? Şimdi o
kıvılcım da döndü. Evdeki ihtiyarlara gönderdiği şişkin paketleri nasıl da keyif i keyifli
hazırlıyor! Evdeyken aklına bile getirmemişti sahiden ateş edeceğini; burada ise buyruk
gereği ateş ediyor.»
«Kazandığımız süre böyle yapacaktır. Fakat işleri kötü-leyince daha başka düşünmeğe
başlıyacaktır yine.»
«Kettler'in işlerinin kötüleyeceğini nereden biliyorsun? ileri yürüyüşümüz Asya içerilerine
kadar sürmiyecek mi?»
«Sanmıyorum bunu ve sanmak da istemiyorum; zira inanmak Hitler'in zaferine yardımcı
olmaktır, inanmamak ise durdurur. Ruslar inanmak istemiyorlar ve inanmıyorlar.»
«Burada yapyalnızken neden ve niçin kendimizi korumalıyız? Daha önemli şeyler için,
diyorsun sen. Ne zaman ve nasıl olacak bu önemli şeyler? Bir köyü işgal etmemiz gerekir
de ben buyruğu yerine getirmezsem kurşuna dizilirim.»
«Kettler'in içindeki kıvılcımın söndüğü doğru değil; sen onun yeniden alevlenmesi için hiç
bir şey yapmadın sadece. Kurşuna dizilince de hiç yapamazsın. Bir ölünün elinden hiç bir
şey gelmez.»
Berndt'in kulak verdiğini Hans farketmişti: Neden böyle hep sıkıfıkı bu ikisi, diye merak
etmiş olmalıydı.
Zimmering, onun bakışındaki anlamı kavramıştı: «Ölümsüz hayattan söz etmekteydik.»
dedi.
Berndt, alaycı alaycı yaklaşarak: «Neymiş o konuştuğunuz?» diye sordu.
«Ölümsüz hayat! Söylesene arkadaş, var mı böyle bir şey?»
«Papazların inandığı anlamda olanı yok. Fakat cephede ölen bir insan milletinin bağrında
sürdürür yaşamasını; uğrunda savaştığı şey için milleti savaşı sürdürür.»
Berndt bunarı güleryüzle söylüyordu ama, çoğu kendisinin de pek çözümliyemediği şeyler
anlattığı belliydi.
Zimmering: «Bir Alman ölürse Alman milletinde ölüm-süzleşir demek istiyorsun sen.»
dedi «Mussolini ölünce de italyan milletinin kalbinde yaşamağa devam eder! Mikado da
Japonların kalbinde yaşayacaktır belki! Ya bir Rus?»
«Rusların ruhu yoktur; Rus hiç bir zaman gerçek hayatı tanımamıştır, ölünce Rus
milletinden bir kişi eksüir. Cephede bir Rus vurulunca gerçekten ölmesi bundan ötürü.»
Konuşulanları dinlemek istiyen bir kaç kişi yaklaşmıştı. Binder adlı biri: «Şunu bilmesini
pek istiyorum.» diye sordu «Neden böylesine kudurgan dövüşüyorlar?»
Hans onu çocukluk günlerinden, beraber zıpzıp oynadıkları günlerden tanırdı; hiç birinin
akıl erdiremediği hileler yapmasını bilirdi. Şimdi göğsünde kahramanlık madalyası
sallanıyordu: «Size kaç defa söylemişimdir.» dedi «Sonuna kadar bütün kudurganhğıyla
ısıran bir kaplan kahramanlık madalyası almaz. Kurt da bundan ötürü bir üst rütbeye
yükselmez. Zira onların yaptığına yaşamak çekişmesi derler. Erkek kurt dişi kurtla yatar
ve buna neslin sürdürülmesi derler. Dişi kurtun o erkek kurttan çocukları da olur, fakat
bundan ötürü gelecek diye birşey düşünmez. Bir ucu hayvanlar alemiyle ilintili bir ırkın
mantığını kavramak bizler için hiç de kolay değil.»
Hans, o gece Zimmering'e «Bütün bu söylediklerine kendilerinin de inandığını mı
sanıyorsun?» diye sordu «Binder'le birlikte okuduk. Aynı öğretmenden ders gördük.
Babası kızıllardandı, erkek kardeşi toplanma kampmdadır şimdi belki de! Sen ve ben
nasıldık? Sana sık sık sözünü ettiğim o Martin'e rast-lamasaydım, ne inanç taşıyacaktım
sanarsm? Binder bu söylediklerine inanıyor mu hep?»
«Hem inanıyor, hem inanmıyor. Yüreğinin bir yanında belki de bir yer daha kalmıştır,
kendi sözlerine pek inanmıyan. Ne var ki, oraya kimse ulaşamaz. Şu savaş sırasında
söylediklerine inanmak zorunda. Yoksa hayatı bir dumandan farksız olurdu daha
ölmeden. Bir dumandan farksız olmaktansa hayatında olağanüstü bir anlam bulunduğuna
inanmak işte bundan ötürü daha hoşuna gidiyor. Ya sen? Ya ben? O Martin'e rastlama-
saydm bir başka Martin'e rastlıyacaktın. Günün birinde kulak kabarttın. Gerçeği
öğrenmek isteğini duymuştun. Ondan sonra artık hiç bir buyruk, hiç bir umutlandırma,
nişan ve rütbe yükseltisi seni yatıştıramadı.»
Hans, çoğu sorardı kendi kendisine: Martin nerelerde, acaba karşıdakilerin arasında mı,
diye; belki de benim kurşunumla oluverdi, diye! Ya da Đspanya'daydı çoktandır!
Zimmering'le yetinmem gerekiyor.
Güneye doğru ilerliyorlardı şimdi. Konuşmalarda Karade-nizden söz açılıyordu. Kara
mıydı, mavi miydi? Yeni yerler, yeni nehirler ve şehirler göreceklerdi. Şimdiye kadar
yabancısı oldukları yerleri. Afrika ordusunda çöllere saplanıp kalmış kardeşler ve dostlarla
yine karşılaşıvereceklerdi. Bir tarihte ula-şılmıyacak kadar uzak olan o yerler şimdi elini
uzatsan tutacak kadar yakındı. Haritalarda mesafeleri ölçmeğe başlıyanları vardı.
Gözönüne getirilemiyecek kadar altun .sarısına bürünmüş bir güzdü. Oysa bu altun sarısı
yaprakların da dökülmesi gerekiyordu. Yabancı askerleri süzen köylülerin yüzüne değişik
bir anlatım gelmişti; belki de rüzgârdan ötürü. Zira kaim asker kaputlarına pek
dokunmıyan rüzgâr onların saçlarını ve boyun atkılarını allakbullak ediyordu. Đkindilerin
yeryüzü kadar sonsuz koyu kurşuni gökyüzü burada başka bölgelerden daha da erken
çöküyordu. Burada güneşin daha uzun süre batmadığını sonraları farkettiler. Gökyüzünün
parıl parıl batı yanı altına düşen herşey altun sarısı ve yumuşacıktı. Şimdiye kadar kış
onlardan hep kaçmış gibiydi. Oysa şimdi hiç ilerlemiyor ve oldukları yerde sayıyorlar da
kar onlara doğru ağır ağır yaklaşıyor gibiydi. Kar önceleri un gibiydi, tarla ve ormanlar
beyaz bir tozla örtülmüştü.
Hans, angaryada çalışmağa zorlanan köylülerin, dişlerini sıkıp neyi beklemiş olduklarını
şimdi anlamıştı. Gökyüzüne bakarlardı hep. Bir süre önce geçtikleri bir köyün alan yerinde
ipe çektikleri inatçı karı bile, d ar ağacına doğru en son adımları atarken gözlerini dikmişti
gökyüzüne; bakışlarına öteki dünyadan bir şeyler uman bir anlatım yoktu. Hans,
darağacınm ipi boynuna geçirilirken gökyüzünün az sonra koyu külrengi olacağını
sezmişti belki, diye düşündü; şimdi üzerlerine çökmüş elan şu kirli gri alacakaranlığı!
Sonra, Odesa'ya girdiler. Hans, çok eski günlerde bir aça limanın şu merdivenlerinde
büzülüp oturmuştu; yanmasında oturan Martin kolunu omuzuna koymuştu. Zafer
kazanmış bir orduyla bu limana şimdi girenler arasında o tarihte aynı beyaz perdede
Potemkin Zırhlısı filmini seyretmişler vardı belki de!
Hans şu anda kendini orada hissediyordu her zamankinden daha çok; merdivenlere sert
sert basan kendi çizmelerinin gürültüsü —canlı herşeyi ezerek— nü de, kemiklerini
çatırdatır-casma onu ezen şu melun çizmelerin baskısını da bütün vücudunda
hissediyordu. Zimmcring onu bin kez uyarmıştı, buyrukları dinlemezsen kurşunu yersin,
diye! Hayatla ügin kesiliverir ve hiç kimseyi götüremezsin karşı yana, diye!
Kimi götürecekti? Ne zaman ve nasıl götürecekti? Đki yan-
lı bir hayat sürmekten nefret ediyordu. Kendi kendisi olmak is-
tiyordu. Đki yanlı bir hayatın birden eriyivereceğini dostuna bile
açılamaz olmuştu. Fransa'da bulunduğu günlerde daha inancı
vardı bir sürü insanı dirence sürükliyebileceğine; birinci sa-
vaştan böyle hikâyeler anlatmışlardı ona. Oysa, burada yalnız-
dı ; fırtına koparan ve kar yağdıran o büyük güç kadar sert kuv-
veti tekbaşma alt edemezdi. O kuvvet, insanları nasıl yakalamış,
—fırtına ve karda olduğu gibi— manivelaya kim basmıştı?
Hans'ın doğuya bir kasırga gibi saldırmasından kim yararlan-
mıştı? Bir manivelaya basmakla insanların böylesine cinayetler
ışiiyeceğini ve yakıp yıkacaklarım Hans bilememişti. Birlikte
zıpzıp oynadığı Binder'in günün birinde böyle olacağını da hio
sezmemişti. Oysa, gerekirdi bunları bilmesi, onu daha iyi ta-
nıması. * I
Hans'm bir tilkiyi andıran yüzü değişmişti; gözbebekle-rmde parıldıyan küçük küçük
kıvılcımlar şimdi sönmüştü.
Odesa'yı ele geçirmek için yapılan çarpışmalar sona ermiş,

Scanned By hlecter

Alman askerleri şehre alışmağa —yangın yerlerine ne kadar alışıîabilirse— başlamışlardı.


Fakat bu sırada doklarda bir patlama olunca, ele geçirdiklerini sandıkları şehirde henüz
elde edilmiyen yerler bulunduğunu anladılar. Sürüyle tutuklamalar ve kurşuna dizmeler,
savaş kuralı gereği olağandı. Salgın hastalıkların ve ölümlerin hayat kuralı gereği olduğu
gibi.
Gözlemle geçirilen kısa bir aradan sonra, hiç beklenmedik bir anda yeniden bir arama
tarama yapıldı. Mahzenlere ve yıkıntılar arasına büzülmüş insanlar, kurban sayısının
önceden kararlaştırılmış olduğunu biliyorlardı. Arama - taramayla görevlendirilen
askerlerin hepsi, rastlantı sonucu hayatta kalmış olduklarını bir an olsun akıldan
çıkarmıyorlar ve bu düşman şehirde yaşıyan herkes kendilerine düşman ve her düşmanın
yokedil-mesi gerektiği kanısındaydı. Bu görüş bütünüyle gerçekleştiri-lemiyeceğinden,
parça parça uygulanabilirdi. Parça parça uygulanması için verilen buyruğu dinlediler;
inceden inceye seçilerek hazırlanmış bir listedeki adlara, ya da sadece belirli bir yüzde
oranına, yahut keyiflerine göre davrandılar.
Hans, ev bloklarından birini tarıyan bir gruba katılmıştı. Tutuklanan adamlardan birini
elden kaçırmışlardı ama, bloktan çıkmış olamazdı. Titizlikle arandıkça ele geçmezîiği
artıyordu. Ele geçmedikçe de aramak nedenleri artıyordu. Kim olduğu bilinmezliğe
gömüldükçe kışkırtıcılığı ve sabotajcılığı daha iyi anlaşılıyordu. Havaya uçmadığına göre,
bir delikten ötekine saklanıyor olmalıydı. Gözdağı vermelerden bir sonuç alınamamıştı.
Aranılan kişi akşamın yedisine kadar ele geçirilmezse başlarına geleceği düşünmeleri
söylenmişti halka. Bodrumlarda ve yıkıntılar arasında oturanlar bu sözleri duyunca, her
çeşit hareketten ve eylemden vazgeçip taşlaşmış gibi olmuşlardı; kendilerinden hiç bir
yardım ummamalarını iyice anlasınlar gibi. Ak pak ihtiyarlar bile, çenesi düşük karılar ve
salak çocuklar bile, kımıldamaz olmuşlardı, bir yardım anlamı çıkarmasınlar diye. Tek
korkuları, kudurmuşça aramalar ve gözdağı vermelerin bir rafer çığlığıyla
kesilivermesiydi.
i Verilen mehil yedide bitiyordu. Saat altıda yapılan en son aramada kıyı bucak her yer
tarandı. Başarısızlığı bir yüz karası ve güçsüzlük belirtisi sayan teğmen, erleri
yüreklendiriyor ve kışkırtıyordu, kaçanı ele geçirememek hepsi için utanç ve-
riciymişcesine.
Kıyı bucak her yer didik didik ediliyor, her yandan sarılmış suskun insanlara tokat, tekme
ve dipçik yağdırılıyordu. Daha önce evleri sarmış olup şimdi nöbetten çıkan bir grup
Alman askeri, arama işine katılmıştı. Hans, sadece iki duvarı kalmış tavansız bir odaya
girdi. Kimseler yoktu. Sobanın kalıntıları, içeriye girilebilecek tek yer olan bir tepe
penceresini kapatmıştı. Bu katta oturanlar ya avluda toplanmışlardı, ya da herhangi bir
yerde tutuklanmışlardı. Ölüler kaldırılmıştı ama, şurası burası kopmuş cesetler ve
parçalanmış ev eşyası, bu yıkıntıları doldurmuştu' Alman askerleri süngüyle saldırıp
döşeme tahtalarını söktüler. Hans, verilen buyruğa uyarak, duvardaki bir boruyu çekti.
Borunun çıktığı delikte iki çizme göze çarpıyordu. Deliğe gizlenmiş adam, Hans boruyu
çekerken dizlerini daha yukarıya alamamıştı yer darlığından. O daracık yerde
havasızlıktan boğulmamıştı henüz, yaşıyordu. Başçavuş öfkeyle uzattı kafasını; kaçağın
kendi alanında bulunacağını sanıyordu o da herkes gibi. Hans, boruyu eski yerine sokup
görüşü engelledi. Boru deliğine saklanmış adamın beni bacaklarımdan tutup çekerler mi
diye bir korku geçirip geçi-remediğini bilemiyordu. Oraya gizlendiğinin farkına varan biri
bulunduğunu adamın biYp bilmediğini de kestiremiyordu. Hana; adamın çizmelerinden
başka yerini —onları da ökçelerinden ayak bileklerine kadar sadece— görmüş değildi.
Adamın genç mi yaşlı mı olduğunu, bilmiyordu; kursunlarıyla öteki dünyaya gönderdikleri
kadar onun da yabancısıydı.
Hans, kaçağı aramağa koyuldu yine. Öteki askerlerle birlikte. Onun artık hiç ele
geçmiyeceğini bilerek. Erlerin aranmasına son verildi bir süre sonra.
Bir sabah erken saatlerde birden almıverdiler Rusya'nın güneyinden. Bunun anlamı, pek
kesin bilinmese de, yukarılarda, Stalingrad'da iş var demekti. Karlar kalmlaşıp
sertleştikçe, söylentiler de artıyordu. Çoktan düşmandan alınmış yerlerin adı geçtikçe
şaşıp kalıyorlardı. Görünmez bir savaş yeryüzünü gittikçe daha şiddetle sarsıyordu. Yerin
derinliklerinde çarpışmalar oluyormuşcasma. Stalingrad önlerine varmış olamazlardı
henüz. Stalingrad'daki Alman ordusunu saran çemberi yarmak için savaşa sokulacaklarını
subaylar bilmekteydi. Kızıllar yollarını daha önceden kesmiş bulunuyordu. Ruslar, çemberi
yarmak için güney batıdan gelen Almanlara karşı direniyorlardı. Besili inekler yemenin
zamanı geçmişti Almanlar için; askerlerin dişlerinin arasında buz gibi bir rüzgâr esiyordu.
Bazı bazı bir köyü öylesine çabucak boşaltmak gerekiyordu ki, arkada kalan

clekiler kocaman paketler göndermek için ganimet toplıyamaz olmuştu. Soğuktan


morarmış suratıyla bön bön bakmıyor ve burnundan soluyordu.
Hans, elden geldiğince Zimmering'in yanından ayrılmıyordu yine. Bir baş sallayış, ya da
bir bakışla anlaşıyorlardı. Hana nereye baksa o yaşlı köylü karısının gözlerinde uçuşan
parlak noktacıkları görür gibi oluyordu: işler o duruma geldi şimdi, başlıyor bundan böyle
der gibi! Hans anasını da hatırlıyordu Polonyalı köylü karısıyla. .
Ne var ki, işler daha gelmemişti o duruma. Eski buyruklar, birlikleri ileri savuruyordu
yine. Fırtınanın savurduğu güz yaprakları gibi. Almanların yarma saldırısı başarıya
ulaşamamıştı. Güz yapraklarının rüzgârla savurulurken bir an duraklamasından ötürü
değil. Bütün kasırgaların çarpıp kırıldığı bir kaya duvarın yükselmeğe başlamış
olmasından.
Şimdi, Zimmering başlamıştı görüşünü açıklamaya; ilk uygun durumda karşıya geçmeli
diyordu. Hans, ötekileri bu yana çekebileceğine inanmaktan vazgeçmiş olmalı, diye
düşünüyordu, kendisini daha önemli olaylar için korumaktan da vazgeçmişe benziyor!
Yarma denemesinin başarısızlığa uğradığı anlaşılınca, Zimmering önceleri yine bazı
umutlara kapıldı. Herşeyden önca Kettler'e umut bağlıyordu; işler kötüleyince bu oğlan
kafasını çalıştırır diye düşünürdü hep. Kettler önceleri çekingenleşti, umutsuzlaştı, fakat
sonra sonra açıkça atıp tutmağa başladı. ' Aklına geleni apaçık söylüyordu. Zimmering,
tasarladığım Hans' dan başkasına asla açmış değildir. Kettler'den umudu kesmişti. Onu
bu işte kullanamazdı, sinirleri aşırı yıpranmıştı, dayanamazdı.
Simmering, onun bu işlere burnunu sokmuş olduğundan habersizdi. Oğlan önceleri
hevçslenmişti Zimmering'e katılmağa; .onun tasarladığını bilmekten çok, seziyordu.
Birkaç defa birkaç söz konuşmuşlardı. -Sonra, Berndt onu bir kenara çekip konuşmuştu.
Berndt, Zimmering'ten kuşkulanıyordu. Görevine büyük bağlılığına rağmen ondan
kuşkulanıyordu. Elle tutula-mıyan ve ispatlanamıyan küçük küçük belirtilerden ötürü.
Kettler açıkgöz değildi, bön ve uyuşuktu. Zimmering'le konuştuklarının ne olduğunu
açıklayıverdi; oysa Berndt sezdiklerini biliyor gibi söylemişti yüzüne karşı. Kettler onun
yanından uzaklaşırken, Berndt'ten birşey gizlenemez duygusu vardı Đçinde. Sonraları da,
ölüm korkusundan, Berndt'm buyruğuna uyup
Zimmering'in konuşmalarım dinledi. Oysa her an ölümle burun burunaydı. Kettler hiç bir
şey ortaya çıkaramamıştı ama, Berndt, Zimmering'ten kuşkulanmağa devam ediyor ve
onu göz hapsinde tutuyordu.
Hans, anasına mektup yazdı ve uzun süre hiç bir haber alamasa bile umutsuzluğa
düşmemesini bildirdi. Zira geçen savaşta bazılarından pek geç bir haber alınmıştı.
Hans, arkadaşından hiç ayrılmıyordu. Şu, ya da bu yoldan ortadan kaybolmak için geçen
yıl daha uygun durumlar vardı; vurulup ölmüş gibi bir yerde kalınırdı ve düşman gelip
çevreyi tarayınca partizanlarla ilişki kurulabilirdi. Şimdi, cehennem ağının bir ilmiğine
büzülmüştü. Şimdi düşmanla aralarında tanklardan örülmüş bir alev çemberi vardı.
Bulunduğu yerden azıcık kımıldanmak, kendi topçusunun ateşi altına düşmeğe yetiyordu.
Uçar gibi ilerliyen tanklar kendi askerlerini eziyordu. Büyü bozulmuştu. Çemberi yarma,
buyrukları, çöküntüyü önleme gücü olduğu inancından yoksundu. Uygulanamaz
buyrukları ge-tirmsk zorunda ulakların şaşkınlığı yüzlerinden okunuyordu. Yeryüzünde
gizli bir güç varsa, görünmez ve herşeyin üstünde Führer'den değil, hiç
tükenmeyecekmişcesine kar yağdıran o kaim ve puslu gökyüzünden geliyordu.
Hans gözleriyle gördü, Berndt'in tabancasını Zimmering'in sırtma ateşlediğini.
Yeryüzünün derinliklerinden, ya da gökyüzünden gelirmişe benziyen bir vuruşla aynı anda
yere serildi. Kemiklerini yokladı, birşey olmamıştı bir'yerine. Onunla birlik-' te kapaklanan
arkadaşlarının vücutları birbirine geçmişti. Kimi yamndakinin başını saçlarından
yakalamıştı kopmamış koluyla Ve kendi başı uçmuştu. Berndt, ateş ettiği Zimmering'in
sırtına kapaklanmıştı. Beyni parçalanmıştı. Fakat yana dönük kafatasında öyle bir yüz
anlatımı vardı ki, çevresindeki beş kişinin son kalıntılarını öteki dünyada da gözetlemek
ve dinlemek istediği sanılırdı.
Canlarını kurtarabilen pek az sayıda arkadaş, Hans'a kurşun işlemez diyorlardı. Hans,
yavaş yavaş kendine geldi; umutsuzluk duymuyordu, ölenleri suçluyordu bir bakıma. Bu
andan sonra çok daha yapyalnızdı. Bir insanın yalnız duyabileceğinden çok daha aşırı.
Kendisinden gayrı kimsesi yoktu güveneceği. Bundan böyle sadece ve yüzde yüz kendi
düşüncesine göre hareket edecekti. Şimdiye kadar hiç bir insanı dinlemediği bir .aşırılıkla.
Hans, ertesi günü anasına bir mektup yazıp kötü günleri

yine arkada bıraktığını bildirdi; dostları inanabilirdi, ona hiç birşey olmadığına. Anası onu
sapsağlam yine göreceğine umut bağlamalıydı.

III

Geschke bir silâh fabrikasında çalışıyordu; uzun süre kaçınmıştı bu işten. Önceleri
gündeliği eski işinden daha düşüktü. Marie, bu tersliği hayatın bütün güçlükleri gibi
umursamazlıkla karşıladı. Oğlu için beslediği korku, kötülüğün her çeşidini
önemsetmiyordu. Geschke önceleri çok güçlük çekti, verimi çok düşüktü. Ömrü boyunca
açık havada, dikkat ve beceriklilik istiyen işlerde çalışmıştı; havası ağır bu kapalı yerdeki
biteviye çalışmadan hiç hoşlanmamıştı. Fakat yine de oldukça kısa bir süre sonra işi
kavradı, hatta günlük kazancını da yükseltebildi. Geschke'nin bölümündekilerden bir kaçı
başlangıçta ondan da ağır çalışıyorlar ve öğrenemiyecek kadar beceriksiz görünüyorlardı;
aralarında Beringer adlı biri vardı, Geschke ona garajda yıllarca rastlamıştı, hatta
sosyalistlerin toplantılarında da. Beringer herkesle iyi geçinirdi, zira kendine özgü tuhaf
görüşleri vardı. Hitler başa geçince duruma hemen ayak uydurmuş ve ne çenenizi
yoruyorsunuz demişti, uzun süre kalacak onlar. Geschke, kendisine en uygun saydığı
sersemce görüşler ileri süren Beringer'e karşı tiksintiye varan bir öfke beslerdi. Fakat
işinde verimli olamıyan ve aldığı parayla küçük çocuklarını ve torunlarını geçindirmek
zorunda bulunan o adamı yine de bağışlardı. Zira ötekilerin hazırladığı parça önünden
geçerken bir türlü davranamayıp bütün çalışmayı durdururdu. Bu durum, çalışmanın
hızına nasıl olsa ayak uyduramıyanları memnun ederdi sadece. Fakat ötekiler, bu yüzden
gündelik düşecek diye homurdanırlardı. Postabaşıları söverdi. Đşletme şefi, bu
savsaklamanın kötü niyet belirtisi olduğunu söylerdi.
Geschke, Nazilerin istediği gibi aşırı çalışmağa hiç istekli değildi. Bundan ötürüdür ki,
Beringer'in çalışma temposuna uydu, ona kızmasına rağmen. Sonraları bir kaç kişi de
katıldı Geschke'ye. Beringer, ondan yana olduğu için, Geschke'ye borçluluk duyuyordu.
Đşletme şefi kuduruyordu öfkesinden. Dayanışma denilen o eski hortlak bazı bölümlerde
hâlâ gebermiş değildi. Bu küflenmiş parola bazı Alman işçilerini hâlâ yanıltıyor, çabuk ve
güçlü çalışanlara değil güçsüzlere ve hantallara ayak uydurmalarına yol açıyordu. Bundan
dolayıdır ki, bir çok bölümlerde işler aksıyordu. Oysa Führer'in ilkeleri halkı, işyerini ve
teker teker her Almanı son gücüyle çalışmağa zorluyordu. Dayanışma ise, en güçsüzlere
ve zavallılara göre çalışmak görüşünü benimsiyordu; dayanışma denilen bu zevzeklik,
yahudi-hıristi-yan karışımı bir kalıntıydı aslında.
Başka zaman toplantılarda can sıkıntısından patlıyan Geschke, birden kulak kesildi. Büyük
büyük lâflar eden konuşucu can alacak noktasına dokunmuştu. Okuması kıt ve hiç bir gün
aşırı kafa işletmemiş de olsa, bir düşüncenin —kendi de farkında bulunmadan— çoktan
kafasına yerleştiğini hissediyordu. Dayanışmanın ne olduğunu kavraması için Marx'ı
incelemesi, ya da Bebel'i okuması gerekli değildi. Đşletme şefinin sersemce konuşması,
Geschke'nin iç dünyasında epeydir kıvılcım -lanmış bir düşünü şimdi açıklığa
kavuşturmuştu.
Geschke öylesine heyecanlıydı ki, eve dönerken bir iş arkadaşının alıkoymasına bile ses
çıkarmadı; Diepoid adlı yaşlıca işçi, birlikte biraz yürüyelim mi, diye soruyordu. Geschke
onu şöylesine tanıyordu; Leopold'un bu isteğini neden böylesine istekli kabul ettiğini
bilmiyordu. Onun kendisini uzun süredir gizlice tetkik ettiğinin de farkında değildi.
Geschke. bu yaşa kadar hiç kimseyle bir dostluk kurmamış, bunu gerekli bulmamıştı.
Oysa, şimdi isteyivermişti bunu.
Marie haftalardır cepheden hiç mektup almamıştı. Emilie Bâlâ'nın işleri elinde, mutfak
penceresinde oturuyordu. Belle -Alliance alanından doğru yokuş aşağı inen herşey,
Marie'nin gözlerinde bir yığın oluyor ve ortasında bir nokta beliriyordu: mektup dağıtıcısı.
Onu uzaktan görür görmez elindeki işi atıyor ve sokak kapışma kulak veriyordu;
postacının her kapıya uğraması için gerekli dakikaları bir bir sayıyordu; postacının her
kapıya uğraması için gerekli dakikaları bir bir sayıyordu. Fakat sonunda yine bir şey
çıkmıyordu. Cephenin bazı kesimlerinden posta gelmediğinin ailelere duyurulmuş olması
Marie' yi hiç de yatıştırmış değildi. Zira bu, oralarda çarpışmaların kızıştığına bir belirtiydi.
Marie yine oturmuş dikiş dikerken, bir kapının çarpıldığını ve konuşmalar duydu. Đkinci
katta oturan kadın büyük oğlundan haftalardır mektup bekliyordu, tıpkı

Marie gibi. Kadının beklediği mektup değil, oğlunun cephede öldüğü haberi gelmişti.
Komşular kadını yatağa yatırdılar. Bir tarihte ağlamalarıyla Geschke'nin uykusunu
kaçırmış olan kız çocuğu, kadının şimdi büyümüş olan kızı, zayıf yüzünde ciddi bir
anlatımla, anasını okşuyordu yatışsın diye. Kocası, sonraları ortaya çıktığına göre,
partinin eski bir üyesi, «eski bir mücadeleciydi. Hitler başa geçtikten sonra uzun süre
bunu açıklamamıştı, apartmandakiler henüz ondan yana olmadı diye. Savaşta oğlunu
kaybeden ana o akşam, kocası ve görümcesi yanında otururken, yine umutsuzluğa kapılıp
yüksek sesle : «Bütün suç o senin Hitler'de..» diye boşandı ve daha başka şeyler de
söyledi. Ertesi günü kadıncağızı Halk Mahkemesi önüne çıkardılar. Apartmandakiler, asık
suratla ve usul usul konuşuyorlar ve o ufak tefek görümceyi suçlu tutuyorlardı bundan;
kocanın ailesi eskidenberi aşırı Nazi olarak tanınmıştı. Kadını sonunda serbest bıraktılar.
Soruşturmalar kocanın partiye bağlılığını ortaya koymuş olabilirdi. Apartmandaküere
göre, o görümce karıyı kapıdan bile içeri sokmamalıydı. Fakat günün birinde
gülümseyerek, göğsünü çıkarmış kırıta kırıta, gelince hiç kimse birşey söylemedi. Önceleri
selâm vermediler ama, onun bunu umursamadığını görünce hemen vazgeçtiler. Gece
aralarında konuşurlarken: «Eski bir pa.rti»linin karısı neden kötü şeyler yapmazmış diye
konuştular! Karı koca bir olup görümceyi kapı dışarı eder ummuşlardı ama, böyle bir şey
de olmadı. Görümceyi akşam yemeğine alıkoydular. Adam, karısının acıyla ne söylediğini
bilmediğini ileri sürdü. Kız kardeşi görevini yerine getirmek zorundaydı elbette. Herkes
umutsuzluğa kapı-iırsa Alman milletinin durumu ne olurdu? Adam işteki sağlam yerinden
oldu gerçi ama, çok geçmeden başka fabrikaya yerleştirildi. Kadın da, ayrılacaklar lâfı
çıkalıberi, sessiz ve uysal olmuştu. Alınyazısına yakınıyor, Rusları ve Yahudileri
suçluyordu.
Bütün bunlar, Marie'nin cepheden bir haber beklediği sırada oluyordu. Marie'nin yüzü
beklemekten süzülmüştü. Gesch-kc her akşam bakıyordu, yine bir haber yok mu,
gibilerden. Sonra : «Hans'm hayatta olduğu içime doğdu.» diyordu. Karısı: «Neden?»
deyince, omuzlarını silkip: «Öyle bir duygu.» cevabını veriyordu. Oysa böyle bir duygu
falan yoktu içinde, sadece yatıştırıcı birşeyler söyleyivermek istiyordu, r.,.;-! Marie'yi
merdiven başına çağırdılar: cepheden mektun vardı. Ne var ki, müthiş bir hayal kırıklığına
uğradı. Mektup
Franz'dan geliyordu. Büyük oğlu, hâlâ, Prag'da olmasından yakmıyordu; oysa, şu sıra
herkes Rusya'daydı ve bu savaşta çarpışabilmek isteğiyle yanıyordu. Franz, Prag'ın az
ötesinde büyük bir fabrikada önemli bir kontrol görevinde olduğunu yazıyordu.
Geschke akşam eve gelip de mektuptakileri öğrenince: <rBundan daha önemli iş olur mu
onun için?» dedi ve gülmeğe başladı, «buradayken de buna benzer işler yapardı! Her
zaman bir fabrikada çalıştığı için onu yine fabrikaya hafiyeliğe vermişler!»
Marie : «O her zaman olağanüstü birşeyler yappıak isterdi.» dedi «Şimdi böyle.
Başkalarını ele verdiği için bunu olağanüstü bir iş sayıyor.»
Geschke : «Her oğlanda böyle aşağılık duygular vardır.» cevabını verdi «Bunlardan
kurtarmak için çaba gösterilir. Fakat şimdi bütün bu gibi şeyler değerlendiriliyor sadece &
Geschke karısıyla bir akşam metronun merdivenlerinde karşılaştı; Hans'tan mektup
geldiğini kadının yüzünden anlamıştı. Havanın soğuk olmasına hiç aldırmadılar ve
yapraklarını dökmüş ağaçların altına oturdular. Marie mektupta yazılı olanlara ağlıyordu.
Hans günün birinde kendisinden hiç bir haber alınmazsa umutsuzluğa kapıîmamasmı
yazıyordu. Geschke mektubu büyük bir dikkatle iki defa okudu, soğuktan ve korkudan
titriyen karısına yatıştırıcı sözler söyledi :
«Oğlan haklı! Kurtulmanın bir yolunu bulur elbette.»
Sonra, mektubu bir daha baştan sona okuyup: «Son sa-vaştakine benzer şeyler başlıyor
belki!» diye ekledi «O tarihte de sonunda bazıları savuşuvermişlerdi. Hans'm işi rastgider
belki de!»
Marie, başını salladı iki yana :
«Onun sağ olduğuna dair hiç bir belirti elde etmeden ben nasıl yaşarım? Bir anda ortadan
kaybolamaz ya!»
Eve gelince komşular niye ağladığını sordular, Marie'ye? Đşte sonunda mektup almıştı!
Hans'm mektubu elden ele dolaştı.
Bir süre sonra büyük oğlu Franz'dan bir paket yünlü öteberi geldi. Komşu kadınlar
parmaklarını dokundurarak bir bir baktılar hepsine: Bir çift çorap, bir kadm ceketiydi.
Bayan Melzer: «Bütün bunları orada Çek kadınlarından yürüttüler.-> dedi «Burası oraları
kadar soğuk, biz de kullanabiliriz böyle sıcak tutacak şeyleri.»
Marie, hiç cevap vermedi ve bayan Melzer'e baktı sessizce. O da, Marie'nin kırıştırdığı
alnını dikkatle süzdü. Apartmanın o çenesi düşük, fakat herkesle tanış ruhu yine
depreşmiş, bü-züfdüğü köşeden başını çıkarmıştı; merdiven parmaklıklarından kayıyor,
yünlüleri dokunmuş parmaklara bakıyor ve kadınların alınlarını süzüyordu.
Marie o akşam cevap yazdı Franz'a:
«Güzel, yünlü öteberi için çok teşekkür ederim. Hepsini hemen söktüm, yünlerinden sana
bir yelek öreceğim. Gerçi burası da soğuk ama, senin giymen daha doğru.»
Gelen ve gönderilen her mektubu okuyan Geschke gülerek: «Asıl anası hayatta olsaydı
böyle bir mektup yazardı ona.» dedi. Bugüne değin Marie'yi böylesine öven bir söz
çıkmamıştı Gesch-ke'nin ağzından.
Marie bir kaç hafta sonra kocasını yine bekliyordu metro istasyonunda; gerçi ağlamıyordu
ama, bu yeni mektup da onu pek yatıştırmış değildi.
Geschke, mektubu okuduktan sonra : «Birşeyler tasarlamış ama, başaramamış!» dedi
kısaca.

IV

Wenzlow, masanın üstüne koymuş olduğu sağ kolunu Hitler selâmıyla sevinçli bir şaşma
belirtisi arası şöyle bir kaldırdı; zira Fahrenberg, başı sargılar içinde ve üst kısmı hâlâ
alçıda olan vücudu dimdik, içeriye girivermişti.
«Dostum bu ne hoş sürpriz! Nasıl kurtuldunuz?»
«Komutanım, ölülerin arasında yeniden dünyaya geldim!»
Hizmet eri, kahvaltıyı iki kişilik hazırladı. Güneşli alana bakan pencerenin önünde karşılıklı
oturdular. Đlerdeki ağaçların arkasında ve yanda, Alman işgal komutanlığı binası
yükseliyordu. Nöbetçiler birbirlerini selâmlayıp uzaklaşınca bir sürü serçe, ağaç
tepelerinden cıvıltıyla havalanıp kumlara iniyordu; sonra, nöbetçiler yine görününce pırr
diye havalanıveriyorlardı. Tam karşılarında, hemen hemen sağlam kalmış bir evde tuhaf
bir alet duruyordu; Fahrenberg o aleti görünce hiç farkında olmadan alnım kırıştırdı.
Oysa, darağacı falan değil, bir çeşit jimnastik âletiydi. Tam karşılarındaki yapı bir okuldu.
Đşte şimdi bütün bir sınıf öğrencisi, başlarında öğretmeniyle sökün etmişti; çm çın öten
sesine göre Alman olması gereken bayan öğretmen, Alman komutanlığı önünden
geçerken saygı selâmı vermelerini haykırıyordu çocuklara.
Fahrenberg, cephe hastanesinde elden geldiğince uzun süre kalmak için çeşitli
kurnazlıklara başvurmuş ve evine değil buraya izinli gönderilmesini sağlamıştı. Yarbay
Wenzlow güldü. Genç teğmen onun arkadaş duygularına ilgisiz kalmamıştı demek. O sert
kış haftalarında Fahrenberg'e pek ısınmıştı. Rus birliklerini oyalamak için Almanların
yaptığı zorunlu gerileyi-şe birlikte katılmışlardı. Şimdi burada, geçen yıl Alman ordusunun
ilerleyişi sırasında girdikleri bu küçük şehirde biraz soluk ahyorlardı. Rusya'da geçirdikleri
ilk kışta kaldıkları yerin sadece birkaç kilometre batısmdaydılar. O tarihte Rönnecke adlı
bir SS subayıyla başları derde girmişti. Sonra tatsızlık da, Rön-necke'nin kendisi de
yokolmuştu. Rönnecke, hiç beklenmedik bir anda çöküvermiş ve ateşli bir hastalıktan
ölmüştü. Fahrenberg o kış kendi isteği, hatta Wenzlow'un da yardımıyla, cephenin batı
kesiminde tehlikeli bir yere verilmişti; oraya görderil-mesini pek istemişti. Wenzlow ona
yakınlık duyduğundan çek iyi de anlıyordu. Fahrenberg, Rusları elden geldiğince
alıkoyarak Almanların geri çekilişlerini sağlıyan alaya verilmişti. O alay her yandan
çevrilmişti. Fahrenberg, çevirmeyi yarma konusunda görüşmek, atılan yiyecekleri ve
silâhları almak için iki asker ve iki SS subayıyla düşman hatlarını geçmişti. Ağır
yaralanmıştı. Onu bir oğlu gibi seven Wenzlow, öldüğünü sanıp pek üzülmüştü.
Fahrenberg şimdi yine Wenzlow'un yanma dönmek istiyordu. Bu da güç bir şey değildi.
Fahrenberg'in yerine verilmiş olan yaver, onların bu tasarısına karşı değildi.
Wenzlow, Fahrenberg'in ayrıntılarına kadar düşünülmüş tasarılarını dinliyordu;
Fahrenberg'in memlekete izinli gitmekten hiç de mutlu olmıyacağını sezmişti. O da
kendisi gibi eve dönmekten ürküyordu. Wenzlow, evde kendisini bekliyen şeyleri
düşündükçe yanak kemikleri titrerdi sinirinden: bir yığın sorunla hiç değil şu son kıştan
birşeyler anlatıp evdekilerin merakını gidermek ve koltuklarını kabartmak gibi saçma bir
görev.
Hizmet erinin getirdiği sabah kahvaltısını tadını çıkara çıkara yediler. Zira son zamanlarda
çektikleri yoksulluklardan acnra doğru dürüst bir kahvaltı pek makbule geçiyordu.
Fahrenberg : «Sonunda bir haber alabildik.» dedi «Önceki

gece Krause döndü. Bölük bozguna uğramış.»


Wenzlow, kaşlarım kaldırmakla yetindi soru sormak için. Fahrenberg, hastanelik olmadan
önce, çevrilmiş birliğin yarma hareketine ve destek gelinceye kadar havadan ikmal
yapılmasını sağlıyan raporunu vermeği başarabümişti. Fakat kendi raporunun değil de
birlikte kaçtığı arkadaşının raporunun daha tesirli olduğunu epeyce sonra öğrenmişti.
Raporda belirtilen yere daha çok silâh ve yiyecek atılsaydı da bölük sonuna kadar yine
pek dayanamazdı. Durumları biraz daha kötüleşse bile hiç çarpışmadan teslim olmaları
akla gelirdi ancak. Gerçi oraya uçaklar gönderilmişti ama, bölüğe cephane ve besin
yardımı için değil, düşmana teslim olmalarından önce hepsini temizlemek için.
Fahrenberg iyileştikten sonradır ki, olup bitenlere akıl erdirebilmişti. Durumu
kavrıyabılmeşi için gerekli sağlığa daha yeni kavuşmuştu. Fahrenberg umutsuzdu ama.
bütün benliğinde duyulamıyacak kadar belli belirsiz bir umutsuzluktu, daha çok dış
belirtilere dayanıyordu. Zira tutamak olabilecek dış belirtiler vardı. Arkadaşı Altmeier'le
yapılmış kaçamak ve parça parça görüşmeler gibi. Çarpışmadan teslim olmayı Altmeier
uygun bulmuş olabilirdi. Şimdi ölmüş bulunan arkadaşıyla yaptığı görüşmelerden
hatırlıyabildikleri bunu aklr. getiriyordu.
Fahrenberg yaralı olmasına rağmen çarpışıp başarmış, bütün tehlike ve acılara
katlanmıştı ama o ölmüş arkadaş kendisini yüzüstü bırakmıştı; acı çekmeği saçma
bulmuştu belki de,! Altmeier bütün bunlara bir son vermek istemişti. Diri diri asla teslim
olmamak görevini birden önemsemez oluvermişti; düşman çemberini yarmasını başarmış
Fahrenberg'! öteki dünyadan küçümsüyordu şu anda.
Wenzlow, gözlerini hiç ayırmadan önüne bakıyordu. Fahrenberg: «Kaçmılamazdı
bundan!» dedi. Wenzlow, başıyla doğruladı. Fahrenberg : «Buradaki istirahatimizden
yararlanıp kendi aramızda da bir temizlik yapmalıyız.» dedi «Mikroplarımızı başkalarına
da geçirmiyelim. Tek tük mikrop yuvalarını uçakla bombardıman edemeyiz. Tek tek kan
tahlili yapmalı, her erkeği bir bir muayene ettirmeli.»
Wenzlow, başıyla doğruladı yine. Fahrenberg bir iki yıl önce epeyce kuşku beslerdi ama,
şimdi başına öyle şeyler gelmişti ki, arkadaşlarının da aynı acılara katlanmasını istiyordu.
Düşman güçlendikçe kurbanları da artıyordu. Alman milletini düşmanlar sarmıştı her
yanından. Fahrenberg, neden ötürü düşmanlarca sarılmış olduklarını sormuyordu epeydir.
Yaralanmıştı ve acı çekiyordu. Başkalarının da yaralanmasını ve acı çekmesini istiyordu.
Tıpkı kendisi gibi. Wenzlow, gençliği ve gençliğin bütün bağdaşmazlığını sembolleştiren
konuğunun sözü nereye getireceğini anlamıştı.
Wenzlow, Almanya'dan haberler sordu konuğundan. Fah-renberg'in yüzünde bir gölge
uçuştu. Köln'de oturan anası babası şehrin bombardımanından zarar görmüştü. Nişanlısı,
an-lasamıyacaklarını farkettiğini yazmıştı; Fahrenberg'in bağlı ve görüşleri kolay kolay
değişmez sandığı o genç kız, bir hava teğmeniyle evlenmeyi onunla hayatını
birleştirmekten daha çekici bulmuştu.
Fahrenberg de Wenzlow ailesinden haberler sordu. Wenz-low, gülümsiyerek bir bir
sıraladı: Potsdam'da oturan yaşlı kız, günün birinde onun yeğeni Helmut'la
karşılaşıvereceğini hâlâ ummaktaydı. Amalie hala, Ukranya'yı Berlinde yapılan bir göl
kıyısı gezintisi sanıyor olmalıydı.
Wenzlow'un dünyadan habersiz yaşlı bir halanın saçma düşüncesi saydığı şey günün
birinde gerçekleşiverdi.
Wenzlow, tümgeneral Brauns onu askeri bir konferansa daha önce de bir teftiş gezisine
birlikte katılmağa çağırınca pek memnun olmuştu. Zira gerçekten başına gelmiş, ya da
hayalinde kurduğu bazı küçük görmelerin tesirindeydi hâlâ. Bra-uns'm kolay kolay değer
vermediğini çoktan bildiği ve onun bu kış günlerinin öldürücü buzları gibi donmuş
yüzünden hoşlanmadığı halde. Bu teklif, Brauns'm kendisine değer verdiğini ve saydığını
gösteriyordu.
Teftiş gezisinden sonra, L.deki konferansa gittiler. Wenz-low, yeğeni Helmut von
Klemm'le orada karşılaştığı. Hem de hiç ummazken.
«Sahiden bizim Fritz amca! Protokoldaki adlar arasında hemen çarpmıştı gözüme. Fritz
von Wenzlow adını bir başkası daha taşıyamazdı.»
Helmut von Klemm, konferanstan sonra tuhaf bir adı olan Kırım şarabı, votka ve lezzetli
yiyeceklerle geldi. Helmut, masmavi gözleri ve dimdik duruşuyla hep o çocukluğundaki
Hel-mut'tu; gülerken, koca dünyayı bîr elma gibi ısırmak istercesine bir hâli vardı. Yıllarca
önce ailesi, Potsdam'daki evde konuşmaları da onun da Hitler gençliği üniformasıyla
bulunmasını bir çeşit belge saymıştı. Burada, bombalanmış L. de

Wenzlow'un bu çok gözde SS subayı yeğene rastlaması da hiç de fena değildi elbette.
Helmut, amcasına eliyle servis yaptı; içki koydu ve kadeh tokuşturdu. Çok güzel bir
delikanlı olmuştu. Yüzü hemen hiç değişmemişti, sadece bir dalgınlık gelmişti. Çocuksu
hali bulada geçer, diye düşündü; bakışları bazı ürkek, bazı bazı da pervasızdı. Epeydir
yabancılaştığı sayın amcanın şu, ya da bu konuda ileri sürdüğü görüşleri zoraki bir
anlayışla karşılamak ister gibiydi. Helmut bir amcanın yargısını heyecanla bek-îiyen oğlan
çocuğu olmaktan çıkmıştı çoktan. Amcasından daha çabuk ve daha çok içiyordu.
Anlatırken ayağa fırlıyor, bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu. Aralarında yabancı yoktu.
Dışarda öyle parlak bir ayışığı vardı ki, ağaçlarm yaprakları bir bir sayılabilirdi.
Genç adam pencerenin önünde durup dışarıyı süzdükten sonra: «Ayışığı bütün tabiatı
öylesine yumuşaklaştırıyor ki!» dedi «o güneş insanları eyleme iter, ay da duygulandırır.»
Wenzlow, gülümsiyerek : «Evet, doğru!» cevabını verdi «Bundan ötürüdür ki, Fransızcada
güneş'in harfi tarifi erkektir. Ay sözünün Fransızcada harfi tarifi de dişidir.»
Helmut, masaya dönüp içti ve gevezeliğe başladı :
«Fransa'dan buraya gönderildiğimde alışıncaya kadar çok güçlük çektim.»
Wenzîow, yeğeninin votka tesiriyle de olsa böyle açıkyü-rekli konuşmasına sevinmişti.
«Bütün Fransa'yı işgal etmeden de işi yürüteceklerini sanmışlardı o tarihte. Ben de
burada Fransa'dan çok daha gerekliydim. Şimdiyse buradaki işleri öylesine kavradım ki,
ben-siz yapamazlar.»
Wenzlow, bir elinde içki kadehiyle yine pencere önünde duran bu uzun boylu, güzel ve
vazgeçilemiyecek kadar gerekli delikanlıyı süzdü gülümseyerek.
Helmut, subayların kaldığı evin manzarasını övdü. Komutanlık bahçesi ve bahçenin
arkasındaki hastane görünüyordu. Delikanlı bunu anlattıktan sonra, asker hastanesini de
övdü; Berlin'deki Charite hastanesinde buradaki uzmanlar ve olanaklar yoktu. Zira orada
denemeler için başvurulacak imkânlar yetersizdi. Birkaç tavşan, ya da köpekten ve pek
pek bir maymundan gayri şey bulunmazdı. Ağır yaralı bir arkadaşın vücudunu
toparlıyabilmesi için üç Ukranyaîı'nm 'Bir defa olsun işe yaradık!' diye düşünmesi
gerekmişti. Wenzlow, bu sözlerle ilgilenip: «Düşünmesi gerekmek? ne demek» diye
sordu.
«Pek önemli bazı uzuvları alıverdiler. Dostum şimdi yaşamazdı yoksa!»
«Peki, ne yaptılar bu durumda Ukranyahlar?»
«Ne mi yaptılar? Hiç birşey yapılması gerekli değildi. Dayanıklı çıkanları toplanma
'kampına gönderiliyor. Kamp çok uzakta değil. Gönderilmeleri için biraz benzin gerekiyor
sadece.»
Helmut, durakladı birden. Wenzlow, bu birkaç saniyelik duraklamanın ne anlama geldiğini
hemen kavramıştı. Ya: amcasının yeri aşırı duyguluların arası demekti, ya da: aşırı içtim
de ağzımdan birşey mi kaçırdım acaba'ydı!
Wenzlow, yeğenini yatıştırmak için, hemen: «Yaa!» dedi.
«Bizler 'Protestanlığı Yayma Ordusu' değiliz, çorba dağıtmıyoruz. Tutukluları taşıyan
vagonlarm kapısı açılınca bir kaçının geberdiğini gören yarbay Betz bana gelip besin
yetersizliğinden yakınınca, bunların yerine birkaç Alman çocuğu ölseydi daha mı
hoşunuza giderdi, dedim. Herifler memlekette iliklerimizi sömürüyorlar. Şimdi çalışamaz
olunca ve üstelik tıkmacak bir şeyler de aranınca, bizlerin durumu, açlık sıkıntısı çeken
memleketimize çekirge sürülerini üşüştürmeğe benzer.»
Helmut şimdi daha ateşli konuşuyordu, oysa Wenzlow herhangi karşı bir görüş ileri
sürmüş değildi. Tanımadığı o yarbay Betz de şimdi kendi duyduğuna benzer bir tedirginlik
hissetmiş, vicdan midede başlar diye bir hisle kusar olmuştu her halde! Wenzlow, çok
eski günlerde söylediği sözlerinin şimdi bir benzeri tekrarlıyor gibiydi. Yabancı ülkelerdeki
dergilerde Hitler gençlerinin fotoğraflarını görünce, Helmut aralarında değil mi acaba, diye
sorardım kendi kendime.
Helmut, neşelenmişti:
«Fritz amca!» diye sürdürdü konuşmasını. «Ukranyalıla-rın bazı parçalarıyla ölümden
kurtulan o arkadaşım şimdi gece gündüz konuşuyor.. Sen ne dersin?»
«Ne cevap vereceğimi gerçekten bilemiyorum, Helmut.»
«Kızın Marianne'dan söz açıyor hep. Eşsiz bir genç kız oldu; izinli çıktığımızda size
uğramıştık.»
Helmut, amcasının ailesinden, son izinlerinden, gönül işlerinden söz açmıştı şimdi. Herşey
yine yolundaydı. Amcasının kadın isteği olup olmadığını bile sordu arkadaşça. Burada bazı

istemez anlamına başını salladı gülümsiyerek. Herşey yolundaydı şu Raide!


Wenzlow hastalardan birinin dakikalarca aklıbaşmda ve olgun konuştuktan sonra ateşi
yükseliverince hiç beklenmedik bir nöbete kapılıp korkunç şeyler söyleyerek karşısındakini
dehşete düşürdüğünü görmüştü çoğu zaman. Helmut'un ateşi düşmeğe ve aklıbaşmda
konuşmağa başlamıştı şimdi; güzel Marianne'dan, hastane bahçesinde ayışığından söz
ediyordu. Yeğen, bütün yaşıtiarı gibi, saatlerce bir sürü gevezelik etti: «Ayışığmda
gölgeler ne tuhaf oluyor! Hele şu karşıdaki kömürleşmiş ağaç! Bu gece bu saate kadar
düşman uçaklarının saldırısına uğramamız inanılır şey değil!» Sonra, ateşi yine
yükseliverdi: «Toplantının L. de yapılması kararlaştırılmca bize bir sürü iş çıktı.» Bunu
söylerken takındığı tavır, ateşin yüselmeğe başladığım gösteriyordu. «Orada bulunması
doğru olmıyan herşeyi bir anda uzaklaştırdık L. den. Alışkın olduğumuz seçmeyi bile
yapamadık zaman yetersizliğinden. Bir parti iş gücünü Almanya'ya göndermeğe bile vakit
bulamadık. Herşeyi elden gelen hızla B. ye gönderdik. Orada yapsınlar, ayıklamayı. Şimdi
gerekli de. Zira sadece bir kaç bin kişiyi doyuracak kadar yiyecekleri var. Şu durumda
bazı tedbirlerin çabuk-laştırıldığı bilinir.»
Wenzlow, bir hareket yaparken kendini tuttu. Bir hastanın korkunç sayıkladığı karyoladan
kalıvermek ister gibi olmuştu. Helmut, amcasına bir baktı, kafasından geçenlerden
kuşkulamrmışcasma. Wenzlow, dudaklarına gelen bir sorudan vazgeçti. Zira bir hastamn
başucunda çoğu görüldüğü gibi, ateşler içinde yanan hasta sorup soruşturmalarla başını
ağrıtan kişiyi, savmasını başarır.
Fakat Helmut, amcasının açığa vurmadığı şeyin ne olduğunu farketmişti: onu ne
onlaylamıştı, ne de karşı çıkmıştı. Amcasına iyice yaklaştı. Hattâ amcasının gözlerinin
içine bakabilmek için, sandalyeyle masa arasına sokuldu:
«Ayrılmazdan önce sana birşey söyleyeceğim dostum. Şu anda kafandan geçenleri benim
bilmediğimi düşünüyorsundur belki de! Önce bir sorayım sana: Köln, ve daha başka
yerlere düşman uçakları saldırılarını radyoda yeterince duymuş olma-lasın! Bunu
öğrenirce, ne alçaklık, koca bir şehri yerle bir etmek, diye düşünmüşündür her halde!
Çocukları ve kadınlarıyla bütün bir şehir, değil mi? Oysa bu bir başlangıç, sadece bir
örnek olarak düşünülmüştür elebette! Çabucak zafer kazanmazsak sürüp gidecektir
bunlar. Küçük küçük parçalara ayrılarak gebermek mi, ya da elektrikli sandalyede veya
gaz odasında son bulmak mı daha zevklidir, bilmiyorum! Fakat sen, evet sen, bizlerin
zafer kazanmasını belki de hiç istemiyorsun! Senin hiç işine gelmiyor bu!»
Helmut, amcasına dikti gözlerini. Wenzlo\v, delikanlının
sert ve buz gibi bakışları altında tatsız bir duyguya kapılmış-
tı: «Ben de onun gibi düşünüyorum, ikimizin de mizacı bir! O
da benim kadar sağlam, yahut ben de onun kadar sağlıksızım,»
diye aklından geçirdi. <
Sonra, kesin bir davranışla: «Bana böyle şeyleri nasıl da sorabiliyorsun, nereden aklına
geliyor böyle şeyler?» dedi.
Delikanlı: «Öyle olsun!» karşılığını verdi.
Wenzlovv, konuyu değiştirmek için, delikanlının anasından, Leonore'den haber sordu.
Helmut: «Hastanede çalışıyor.» cevabım verdi. «Böyle bir işi sanırım Birinci Dünya
Savaşında da yapmıştı.» Sonra: «Yaşının ilerlemiş olmasından ötürü başlangıçta biraz
zorluk çekilir sanırım», diye ekledi. «Fakat şu sıra herkesin çalışması gerekli...»
Ateş düşmüş, nöbet geçmişti. Helmut, olağan bir insan gibi ve heyecansız konuşuyordu
yine. Wenzlow'un anlıyabildiği kadarıyla, az önce çıkmış olan ateş şimdi de aşırı düşmüşe
benziyordu. Wenzlow, her yanından gençlik fışkıran bu delikanlıda iyice yaşlanmış bir yan
bulunması pek tuhaf, diye aklından, geçirdi; güzel yüzünü kadınların sevimli bulacağına
hiç kuşku yok. Fakat o yüz uzun süre yaşamış, tehlikelerle boğuşmuş ve sıkıntılar çekmiş
bir insanı andırıyor. Wenzlow, hizmeteri, on dakikaya kadar yola çıkılacağını büdirince,
pek sevindi.
Đkindi üzeri geç vakit L. ye döndüler. Wenzlow, çetin saatlerden sonra Fahrenberg'le yine
karşılaşmasına pek sevinmişti. Fakat bu defa, görev gereği birkaç sözden gayri birşey
konuşmadılar. Đkisi de bütün söyliyeceklerini tüketmiş gibiydi; susmağa iyice alışmışlardı.
Kendi kendilerine karşı bile susmağa. Wenzlow o gece hiç uyuyamadı. Ne de olsa kız
kardeşinin oğlu bu gençle açıkyürekli konuşmadığı için kendini suçlu buluyordu; buna
engel korkularını aşırı büyütülmüş buluyordu şimdi. Hem bunlar doğru bile çıksalardı?
Amalie halanın buz gibi mavi gözlerini üstünde hissediyor ve onun, karşılaşmanızdan
yararlanamadın, dediğini duyar gibi oluyordu;

Scanned By hlecter

halanın, Helmut'a oralarda rastlıyacağma hiç inanmıyordun oysa ben böyle


düşünmüyordum dediğini de.
Wenzlow son haftalarda düşünceli ve suskun olmuştu. Sabahları traş olurken aynada
yüzüne bakınca saçlarının kırlaşmış ve uzun süre hep kapalı tuttuğu dudaklarının incelmiş
ve elmacık kemiklerinin daha da fırlamış olduğunu görüyordu. Amalie halasına
benzemişti; gözlerinin sert mavisi, ve yüzünün yandan görünüşü, tıpkı halasıydı.
Wenzlow'un şimdiye kadar başına gelenler, savaş yüzünden herkesin basma gelen
tersliklerdi. Alınyazısının ona uygun bulduğu felâket bundan sonraydı. Evden bir mektup
aldı o sıra. Çok tuhaf, bu defa küçük kızıydı yazan. Karısından tek satır yoktu. Kızı:
«Babacığım bu mektubu ben yazıyorum, zira annem yatıyor, pek halsiz düştü. Yazacak
gücü kalmadı,» diyordu. «Başımıza gelen büyük felâketten şaşkına döndü. Sevgüi ve
küçük oğlan kardeşim öldü. Düşman uçaklarının saldırısında küçükleri daha iyi korumak
için arkadaki bodruma göndermiştik, orada daha güvende olacaklarını sanmıştık. Bizim
apartımanda oturan yüzbaşı Fran-zen'lerin iki küçük çocuğu da o saldırıda öldü. Bayan
von Ra-witz'le memedeki çocuğu ve kapıcının çocukları da. Şoseye düşen bomba bütün
arka duvarı yıktı. Küçük kardeşimizi yanımızda alıkoyamadık diye dövünüp duruyor
anam. Hekim, ağlamanın iyi geleceğini söylüyor. Hekim, anamın bu felâketi unutacağını
da söylüyor. Babacığım, yürekli olmamız gerekiyor. Oğlan kardeşim pek küçüktü ama, bir
erkek gibi savaş alanında onurla can verdi. Sevgili babam, sana böyle hüzünlü haber
vermek zorunda olduğuma pek üzgünüm. Anama oradan güzel bir mektup yazıverin de
herkesin ölüme katlanması gerektiğini belirtirsen kendini toparlamasına yararı dokunur.
Sevgiyle kucaklarım babamı: kızın Marianne.»
Wenzlow, istenilen mektubu yazdı; kızın öğüdüne uydu ve bugün vatanın herkesten
müthiş fedakârlıklar beklediğini ileri sürdü karısını yatıştırmak için. Oysa sonraları, gece
yalnız kalınca, kafası hiç de rahatlamıyordu. Küçük oğluyla pek ovunurdu; o yavru ailenin
adını sürdürecekti. Kızları, başkalarının adını taşıyacak oğlanlar doğuracaktı, biricik oğlu
ölmüştü; Wenzlow'un umut bağlıyacağı hiç birşeyi kalmamıştı.
Wenzlo\v, bu olayı Fahrenberg'e söz arası açmakla yetindi. Hislerini açmak isteğini de
duymadı; zira kendisi de, bir saldırıdan önce herkesin olduğu gibi, heyecan içindeydi.
Fah-
yapılacak temizlik hareketleriyle görevliydi. Halkın çoğunluğu, değişik yönlere taşınarak
cepheden uzaklaştırıldı. Bulundukları yer asker doluydu. Bütün yüzlerde ve bütün
davranışlarda hep aynı heyecan göze çarpıyordu. Alandaki bütün ağaçlar çok önceden
kesilmişti. Fakat kuş sürüleri halâ oraya iniyorlardı; Şimdi akçaağaçlarm değil,
bataryaların gölge verdiğini anlamamışa benziyordular. Okullarda askerler yatıyordu.
Gücü yerinde çocukları tarla işlerine ayırmışlar ve çelimsizleri L». kampına
göndermişlerdi; Wenzlow bu konuda hiçbirşey sormamıştı ama, Fahrenberg, L. kampını
işaret etmek ister gibi bir el hareketi yapmıştı:
«Stalin çete savaşını meşru üân edeli çok var. Bundan ötürüdür ki, bizler de sivil ile asker
arasmda bir ayrım yapmayacağız.»
Wenzlow onu sessizce dinliyordu; Brauns da onun raporlarını böyle dinlerdi, umursamaz
görünür olduğu kadar dikkatli bakışlarla. Wenzlow ve Fahrenberg, geçmiş yıllarda olduğu
kadar bağlılık duyuyorlardı birbirlerme. O günlerdeki kadar anlayış besliyorlardı karşılıklı.
Bulundukları bölgenin temizlenmesi için gerekli bazı tedbirlerin salt yetki tartışmaları
yüzünden çabuk uygulanamadığını ikisi de görüyor ve üzülüyorlardı. Bunların
uygulanması onların işi değildi. Ne zaman uygulanacağına karar vermek onlara
düşüyordu, nasıl uygulanacağı onların işi değildi.
Wenzlow, yeğeni Helmut'a nasıl rastladığını kısaca anlattı. Ayışıkh gecenin tedirginliği
geçmişti çoktan. Wenzlow da şimdi herkes gibi bütün gücüyle hazırlanıyordu bekledikleri
saldırıya. Şu sıra Wenzlow, ya da Fahrenberg herhangi bir kuşkusunu açıklamakla
başkalarının daha büyük kuşkularını itelemiş olurdu ancak. Oysa, başkalarında,
tasarlanan darbenin —şartları ne olursa olsun— başarılması kanısıyla karşılaşacaklarını
biliyor Wenzlow. Daha bir başka yankı beklemiyorlar. Đç dünyaları, şu sıra bulundukları
topraklar kadar boşaltılmıştır. Buyruklar ve vicdanlar arasında hiçbir tartışma yoktur yetki
bakımından. Hiçbir duraksama da yok. Wenzlow, Fah-renberg'in gerilmiş gibi duran
vücuduna bakmca, yaraların hâlâ acı verdiğini anlıyordu.
V
Vilhelm savaşta öleli bir yılı geçmişti. Christian bir pazar.

günü köpeğiyle gezinirken Liese'yle kızma rastladı. Onların yanı sıra yürüdü evlerine
kadar; epiydir yapmamıştı bunu. Liese bundan neden kaçındığını sormuştu. Ama gerçek
bir neden yoktu. Doğru yanı, Liese'yi canı çekmemesiydi. Liese, hiçbir gerçek neden
olmadan neye böyle kaçındığını sık sık soruyordu kendi kendisine. Christian onu hiç
aramıyordu. En küçük oğlu büyüdüğünde Liese şişmanlamış, bir zamanlar yaylanmış gibi
yürüyen bacakları kütük gibi olmuştu. Sadece yüzünün çüleri hiç değişmemişti; gözleri
eskisi gibi yine pırıl pırıl ve çilleri yaban lahanaları gibi sarı benek, benekti. Oysa,
Christian pek değişmemişti. Ne eskisinden daha çok topallıyordu, ne de daha az.
Saçlarının bir çok yeri ağırmış, ya da kırçıllaş-mıştı ama göze çarpmıyordu pek.
Liese, Christian'ı düşündükçe —neden düşünmiyecekti onu— bir tarihte pek ilgilendiği
birini nasıl da unutabildiğim aklı almıyordu. Christian'a bir zamanlar yakınlık duyduğunu
her zaman hatırlıyan biriydi. Bu dünyada hiçbir şeye heyecanlandığını açığa vurmazdı
ama, yine de bağlı kalırdı; rüzgârlara benzerdi. Rüzgâr, hoşlandığı yerlerde uğuldıyarak
oradan oraya eserdi ama, hoşlandığı bir yere yeniden uğrardı her zaman.
Christian, kızını dışarıya göndermesini isteyince, Liese, bugün neden uğradığını
anlayıverdi. Liese'nin gözlerinin çevresinde sayısız kırışık vardı ama, gözlerde hiçbir
değişme olmamıştı. Ne bir tasa, ne de utançla hüzünlenmiş değildi gözler. Eskisi gibi
masmaviydiler. Çekinmezlik ve kurnazlık belirtisi küçük noktacıklar ■—■ gülünce
gözlerinde ortaya çıkan — elli yılda hiç eksilmemişti. Ne çalışmak, ne sevişme, ne evlüik,
ne de zamanın geçişi bunu yapmıştı. Hitler, iş başına geçtikten sonraki yıllarda da
Liese'nin gözlerinin gökmavisi canlılığını yitirmemişti.
Liese, ağzım büzmüş, kollarını kara urbasının üstünde kavuşturmuştu, yeni bir kıravat
takmış olan Christian girip de evlenme teklif ettiğinde. Christian bunu, buraların âdetine
göre, azbuçuk değerli bir şey ister gibi yapmıştı. Hattâ biraz çekingendi, de. Masanın
altında uzanmış köpeğin açık renk gözlerini üstünde hissedince çekingenliğini hemen
yenmişti.
Christian, Liese'nin kendi kulübesine taşınmasını da teklif etti; tarlada çalışmak için, yol
yürümekten kurtulmuş olurdu böylece! Kocası cephede ölmüş olan kızı otururdu Liese'nin
köydeki evinde; anasının yeniden evlenmesine karşı ağzını açıp söylenmezdi bu çıkarını
düşününce.
Liese, bir zamanlar rahip uğrayınca çıkardığı kiraz rakısını getirdi. Kadeh tokuşturdular.
Anlaşmışlardı.
Şu karmakarışık dünyada beş duyusunu da canlı tutabilmek çok güçtü ama, sonunda her
ikisi de uygun bir anla karşılaşmıştı.
Christian, köpeğine bir ıslık çaldı. Liese, mutfak penceresinden baktı arkalarından.
Christian, köpeğine: «Görüyorsun ya, VVindu!» dedi. «Sonunda bunu da başardık.»
Fakat işler, Christian'ın o pazar umduğu kadar çabuk ve kolay yürümedi. Zira Liese,
oğlunun cephede öldüğü haberini aldı bir kaç gün sonra. Ağlıyarak koştu, Christian'ın
kulübesine. Christian, kadının kendi kendisini suçlamalarla sona eren ağlayıp sızlamasını
dakikalarca dinledi: *■
«Ah biz çok kolaya aldık bu işleri de şimdi cezasını çekiyoruz; sonunun kötü olacağı
belliydi. Yasak dinlememelerinin ve günah işlemelerinin cezası bu olmamalıydı;
haktanırhk bu değildi.»
Christian birden öfkelendi :
«Ne saçmalıyorsun öyle! Sevgili Tanrının şu sıra cezalandıracağı çok daha başka günahlar
var! Bizim küçücük günahımızı düşünecek durumda değil. Şu sıra çok daha başka tasaları
var.»
Christian, evlenmelerini biraz geri bırakmağa razı oldu; kadın gidip de köpeğiyle yalnız
kalınca: «Görüyorsun, başımıza neler geliyor!» dedi. «Yeni yeni belâlarla uğraşmak, hep
kurnaz davranmak zorundayız. Benim küçüğün hakkını büyük oğlandan korumak için ne
de kafa patlatmıştım! Miras ve benzeri şeylerle oyalanıyoruz. Oysa, boşuna olduğunu sen
de görüyorsun. Küçük oğlumuzun geri dönmesinden başka hiç birşey gerekli değil bizlere
şimdi. Bunun için de elimizden pek bir şey gelmiyor. Birşeyler yapabileceğimizi hayâl
etmekten bir vazgeçebilsek!»

VI

Lieven, Berlin'de kısa süre kaldıktan sonra Prag'a hareket emrini aldığından, karısının son
gebelik aylarını ve çocuğunun doğmasını görmekten kurtulmuştu; bunları düşündükçe
içine fenalıklar gelirdi. Ancak epiyce uzun bir aradan sonra

ve kısa süre için Berlin'deki apartmana yine geldiğinde oğlu beşiğinde yatıyordu topuz
gibi. Elizabeth'in hâlâ sütü gelmesi de pek olağantüstüydü. Lieven'e göre. Karısı:
«Mememden ne gelsin istiyorsun?» diye sordu. «Votka mı gelsin?» Karısı, her zamanki
gibi pek tatlıydı. Fakat kendi burada yokken oğluna ölü kayın biraderinin adının
verilmesinden hiç hoşlanmamıştı Lieven'in Elisabeth bunu öğrenince güldü; bundan ötürü
ne çocuğuna, ne de meslekte ilerlemesine bir kötülük gelirdi.
Lieven izinli olarak uğradıkça, Eisabeth'i hep eskisi gibi sevimli ve alaycı buluyordu.
Çocuğun büyümesine bakarak son gelişinden bu yana ne kadar zaman geçmiş olduğunu
anlıyordu. Berlin'e ikinci uğrayışmda, oğlu ayaklarına basıyordu ve ken-dinisine pek
benzemişti. Lieven bu defa, özel bir komutla Finlandiya'ya gidiyordu; işgal altındaki
topraklarda edindiği tecrübeleri, SS. lerle birlikte, müttefik Fin subaylarına öğretip yeni
yeni işgallere onları da hazırlıyacaktı. Elisabeth hep o eski Eisabeth'di; küçük ve sert
memeleri süt veriyor gibi değildi görünüşte. Kalçaları da genişlememişti doğumdan sonra.
Lieven: «Elisabeth!» dedi. «Bu çocuğu bir süre vücudumda taşıdım demene inanasım
gelmiyor!»
Elisabeth: «Đşte böyle!» dedi. «Ev işlerimize bakan bayan Haber buna tabiatin mucizesi
diyor.»
Lieven, eski arkadaşı Lütgen'i birlikte getirmişti; ona Prag'da rastlamışlardı ve
Finlandiya'ya birlikte gidiyorlardı. Arkadaşı Lieven'le bir rütbede değildi ama, o boy bosca
daha ufak tefek olduğuna üzülüyordu; zira Lieven'le silâhlı hizmette bulunamıyordu,
teknik büro işlerine verilmişti bundan ötürü. Fakat yine de beraberdiler.
Elisabeth, onun anlattıklarını alayla dinliyordu. Kendi büroları yl a kızıl ordunun gizli
servisi arasında eğlenceli bir çekişme olmuştu önceleri. Her iki taraf da, yeni model
mermilerin atış tesirini azlatmak için ne gibi sabotajlar yaptırabileceğini uzmanlarına
inceletmişti önceleri. Hem de ateşli bir çabayla. Sonra, fabrikada yapılabilecek bütün
sabotaj ihtimallerini en son dakikada kontrolculara bildirmişlerdi. Çek sabotajcıları da
hemen hemen aynı anda talimatlarını ulaştırmışlardı işçilere. Alman gizli servisinin tahmin
ett>ği kişilerdi sabotajcılar. Bu gibi uzmanları ortaya çıkarmak pek güçtü çoğu zaman.
Polis kayıtlarını çabucak, fakat dikkatle incelemek kimlerden kuş-kulanılabileceği ortaya
çıkarılabiliyordu. Görünüşe göre kendi halinde bir müzik öğretmem —keman çalmasında
ne gibi bir kimya sırrı bulunabilirdi böyle birinin— ve buna benziyen kişilerdi. Ne var ki,
geçenlerde posta değiştiğinde hiç vakit geçirmeden el koymuş olmasalardı bütün fabrika
havaya uçmuş olacaktı. Lütgen, Stegltz'deki ev sahibi kadının ayrılış armağanı olarak
verdiği gamalı haçlı yastığı Lieven hâlâ saklıyor mu, diye sordu. Bunu hatırlayınca ikisi de
kahkahalarla güldüler. Lütgen o tarihte Lieven'i teselli etmişti, gamalı haç bir yastık
işlemesi olarak kalmıyacak, diye.
Ruslara karşı savaş uzayıp gidiyordu. Lieven üçüncü defa olarak izinli geldi. Zaman,
bütün hızıyla döndüğü için duruyor görünen bir tekerlek gibi çılgınca bir gidişe kapılmıştı.
Sert ve fakat hâlâ bir sonuç alınmamış Leningrad kuşatmasında da,, bu ara diş çıkarmış
ve bir kaç söz öğrenmiş oğlunda da zaman kavramı ortadan kalkmıştı.
Lieven bir gece apartmana çıkagelince, Elisabeth koşup boynuna sarıldı; bayan Haber pek
duygulanmış, ağlıyordu. Az sonra odalarına geçince, Elisabeth: «Otur da içmene bak!»
dedi. «Hiç beklenmedik bir anda izinli geldiğinde bayan Haber için bu kadarı yeter.»
«Buna sen de şaştın, herhalde!»
«Elbette. Bir gece çıkageleceğini ve beni şaşırtacağını hep bekliyordum. Đşte bir gece çıkıp
geldin ve beni şaşırttın.»
Elisabeth, çok hoşuna giden çayır yeşili hafif bir sabahlık giymişti. Lieven: «Senin
böylesine güzel olduğunu hemen hemen unutmuştum,» dedi. Elisabeth: «Fakat ben senin
yakışıklı olduğunu her zaman hatırladım.» diye karşılık verdi. «Hâlâ da eskisi kadar
yakışıklısın.»
Lieven, elini omuzuna koydu karısının. Elisabeth biraz kaçınır gibi davrandıktan sonra,
kocasına sokuldu ve öptü. Sonra onu çocuğun karyolasına çekti. Lieven, çocuğunun
mevcudiyetine alışmıştı çoktan. Alnını kırıştırarak değil, gülerek baktı küçüğe. Sonra:
«Şimdiden bir delikanlı.» dedi. «Bende hiçbir değişiklik yok. Sen her zamanki gibi güzel
ve sevimlisin. Evimizde tek değişen şu karyoladaki.»
Elisabeth, iki şampanya kadehiyle bir şişe getirdi: t
«Gel içelim, Ernst.»
Kadehleri doldururken masaya bakıyordu. Lieven konuşmasını sürdürüyordu:
«Küçüğün hoşuma gitmiyen tek yanı, adı. Onu çağırmak
için bir başka ad bulacağım. Hep bu Otto, Otto ve yine Otto
demek, hoşuma gitmiyor.»

«Fakat kardeşimle iyi arkadaştınız.»


Elisabeth, şampanya dolu kadehi uzattı kocasına; yüzü hafif gölgeliydi ama, sözlerine
tesir edecek kadar değildi:
«Senin gelişin ve oğlumuzun yarını için kadehlerimizi tokuşturalım!»
Elisabeth, kendi kadehini de doldurmuştu.
Lieven: «Mutlu bir başka şey için de, memlekete dönmemiz için de!» dedi.
Elisabeth, kocasına dikkatle bakıyordu.
Lieven, karısının elini aldı ve: «Ne demek istediğimi anlıyor musun?,» dedi. «Şu sıra bu
duruma geldik. Bu gelişim bundan ötürü. Seni ve oğlumuzu memlekete götürmek için.
Senin özleyip durduğun herşey başarıldı. Çiftliğe dönebilirsin, anlıyor musun?»
Lieven'in bu sözleri umduğundan da büyük bir tesir yaptı; Elisabeth, bardağını yine
doldurdu ve taşan bir kaç damlayı sileceğine, işaret parmağıyla kadehin çevresine ıslak
bir yuvarlak çizdi. Lieven: «Daha önce de yazmıştım sana,» diye devam etti. «Riga'ya
dönmesine ilk izin verilenler arasında bizim ev sahibi de vardı. Bizimle kendi işiymiş gibi
ilgilendi ve yazdığına göre hiç değilse büyük bina taşınılacak duruma getirilmiş bulunuyor.
Alman makamları Bolşevikler tarafından köylülere dağıtılmış bütün topraklarımızı yine
çiftlik topraklarına kattılar. Göl kıyısındaki köyde ve komşu köyde kim varsa, Alman
askerlerinin yönetimi altında, işlerin eski durumuna getirlmesinde çalıştırılıyor. Yol
hazırlığını bitirmen için ne kadar zaman istersin?»
Elisabeth: «istersen hemen yola çıkabiliriz,» cevabını verdi; memlekete hemen
dönebiliriz» sözlerinden ötesini duymamıştı bile. Kocasıyla kadeh tokuşturup birkaç
yudum içtikten sonra: «Hemen gidip oğluma da söyleyim,» dedi.
Lieven güldü:
«Sonra izinli gelişimden beri bunu anlıyacak kadar öğrenmemiştir sanıyorum.»
Elisabeth, hiç şaka etmeden ve büyük bir ciddilikle cevap verdi.
«Oğlum bana hepinize olduğundan çok daha yakındır. Söyliyeceklerimi çok iyi
anlıyacaktır, bundan ötürü.»
Lieven, yarı açık oda kapısından baktı karısının arkasından ve: Elisabeth iyice bağlanacağı
birşeye kavuştu sonunda, diye düşündü.
Elisabeth az sonra döndü ve Lieven'in yanma oturdu. Yüzü rahattı: «Lieven'lerden hiç
değilse bir kişinin, Otto adını taşıyan bir Lieven'in oralara dönebilmesinden pek
mutluyum,» dedi.
Lieven : «Senin erkek kardeşine kalsaydı, hiç birimiz dönemezdik oralara!» diye cevap
verdi. «O hayalci ve ülkücü kardeşinin sözlerine kulak verseydik asla bir daha göremezdik
o toprakları. Bizim olan yerleri ele geçirmek için silâh kullanmak gerekir. Sevgili kardeşin,
Bismarck için de, Schlageter için ve Đsa için de hayaller kurdu ve bol bol konuştu. Oysa
böyle hiçbirşey yürümez. Mektubumda yazdığımdan başka bir çıkar yolu yoktu bunun:
Çiftliğimize yerleşip patlaymcaya kadar doyan o ayak takımı zıkkımladığın, kusmalı ve
topraklarımızı bu kez bizler için sürmeli. 'Evet, sadece böyle geri alabilirsin senin olan
yerleri yine. Ancak böyle geri dönebilirsin topraklarına.»
Elisabeth: «Benim yüzümden gecikme olmıyacak.» karşılığını verdi. «Bu gece yola çıkmak
istemezsen yarın sabah olsun!»
Lieven güldü: «O kadar acele etme! Berlin'de yola koymam gereken bazı işlerim de var;
sen herşeyi hazır et, yavrunu sıkıca giydir.»
Elisabeth, yola çıkmadan önceki son gece hiç uyumadı. Lambanın abajuru altına oturdu,
bir şişe içki aldı ve örgüye başladı. Ev işlerine bakan bayan'Haber'in Lieven'e söylediğine
göre. Elisabeth sigarayı bırakmıştı; nesillerce bir sürü küçüğe ömür boyunca yetecek
kadar çok sayıda ve tuhaf örnekli ceket-cikler örmüştü.
Yavruları karyolasında mışıl mışıl uyuyordu. Lieven de karyolasında deliksiz bir
uykudaydı.
Elisabeth, oralara dönüşümüz onun gözünde büyük bir olay değil, diye düşündü. Eski
yerlerine dönmüyor ki! Ona göre herşey yatıp uyumak için bu. Hattâ yabancı yerlerde
daha rahat uyuyor. Fakat ne olursa olsun, beni yurduma geri götürüyor; verdiği sözü
tuttu. Benden yana bir çok şeyi haketti. Ona karşı çok iyi davranmalıyım. Oralara varıp da
ormanlarım, göllerim ve bulutlarımla yine kucaklaşsam ve çocuğum da yanımda olsa!
Ancak o zaman rahatlıyacağım.
Elisabeth. erkek kardeşi ve anası öleîiberi, insanları hiç de Özlememişti. Sadece yurdunu,
çiftliğini özlemişti. Eski çiftlik yapısının dört duvarı arasına girer girmez herşeyin düzelive

receğine iyice inanmıştı.


Düşman uçaklarını haber veren canavar düdükleri Elisa-beth'in derin düşüncelerine son
verdi. Oğlunu, yol için hazırladığı sıcak şeylere sardı, belki de hiç çıkamıyacağız bu
yolculuğa, diye düşündü.
Eîisabeth, çocuk kucağında olarak merdivenleri inen Lie-ven'i sımsıkı tutuyordu. Kocası
her işte olduğu gibi büyük bir beceriklilikle başardı çocuğu taşımağı.
Aşağısı tıklım tıklımdı. Sivil savunma şefi, büyük bir işe kumanda eder bir tavırla,
itişkakışı düzene koydu. Fakat tek tek buyrukları ve yatıştırıcı sözlerinin uyumu en son
canavar düdüğüyle ilk patlıyan bomba arasında değişiverdi. Đnsanlar, hem üşüyor, hem
terliyorlardı birbirlerine sokulurken; bir trende aynı kompartmana doldurulmuş ve aynı
yolculuğu yapanlar gibiydiler. Eîisabeth ise, çılgınca bir hızla öteki dünyaya doğru yol alan
bir trendeymiş sanıyordu kendini. Canavar düdükleri, ve bataryalar, cehennem
istasyonlarının ifrit işaretleri gibiydi. Dışarda bir çatırdı olunca, tren raylardan çıkmış gibi
geliyordu Elisabeth'e; fakat soğukkanlı olduğu kadar çılgın o esrarlı lokomotifçi her
defasında başarıyordu dönemeci geçmeği. Tren çılgın bir hızla yol almasını sürdürüyordu,
varacağı yere sapsağlam varmak zorundaymış gibi.
Bir ara oldu. Canavar düdükleri tehlikenin daha geçmediğini bildirmekteydi. Đnsanlar
soluk alıyordu. Eîisabeth, sağında solunda bir sürü görüşlerin üeri sürüldüğünü
duyuyordu. Dostluğa, da düşmanlığa vakit bırakmıyan bir sürü görüş. Bir tren
yolculuğunda gibi. Eîisabeth, çocuğumla beraberim, ötesi umurumda değil, diye düşündü;
birden bayan Haber'i gördü. Gece haliyleydi kadın, saçları karmakarışıktı. Elisabeth'e
doğru: «Haydutlar bu saldırılarla bizleri yıldıracaklarını sanıyorlarsa;» dedi. Bu sözleri
duyan pek çok kişi yüksek sesle onu doğruladüar büyük bir çabayla. Küçük bir çocuk
ağlıyordu. Hiç ara vermeden. Ana, daha yürekli bir çocuk doğurama-dığmdan
utanırcasma yatıştırmağa çalışıyordu. Oysa kadın, dördüncü katta oturan yarbayın eşiydi
ve kocası, kaşlarını çatarak bir ona bir buna bakıyordu. Katıla katıla gülen bir genç kızı bir
türlü yatıştıramıyorlardı. Birisi: «Sizin buraları da pek hoş oluyormuş!» dedi. Eîisabeth,
hele bak, bizim Lieven'miş, diye düşündü. O da aralarındaydı. Eîisabeth şöylesine bir
düşündü, Lieven'le yapılacak daha bir sürü işi olduğunu. Çocuğu ve kocasıyla bu pis
yerden çıkmasını pek isterdi. Genç kadın.

yolculuk ne diye devam ediyor acaba, diye aklından geçirdi. Öteki dünyaya gecikmesiz
varılmasının hiç önemi yoktu. Eşyalarının olup olmaması da önemsizdi. Yine bombolar
atılmış ve pek yakınlarda patlamıştı. Eîisabeth, yerime yurduma dö-nemiyeceğim diye
düşündü. Bombalar yine patlayınca, çiftlikteki evi boşuna hazırladılar, dedi kendi kendine.
Köylülerin yamaçları çapalaması boşunaydı. Alman askerlerinin köylülerin çalışmalarını
kontrol etmesi de boşunaydı. Çocuk şimdi bütün sesiyle haykırıyordu. «Ne var böylesine
cıyak cıyak ağlıyacak yavrum? Az sonra hep birlikte oradayız»! Lieven: «Eîisabeth!» diye
seslendi. «Buradayım!», «Bir yerinize birşey oldu mu?», «Hayır, pek sanmıyorum.»
Sonunda dışarı çıkmalarına izin verildi. Taze ve serin bir sabahtı. Öteki dünya, son durak
değildi burası; eski tanış sokaktı. Sadece şu köşedeki ev yoktu. Mahallenin bütün yolları
kesilmişti. Yakındaki bahçeli bir eve yerleştirildiler geçici olarak. Hitler gençleri süt bile
dağıttı çocuklara. Eîisabeth, dağıtılan sütten çocuğunun payını aldı. Ağlıyan çocuğunu
doyurup uyuttu. Lieven, içeri girilmesi yasak evinde kalmış yol eşyasını çıkarabilmek için
izin aldı. Bu dünyada kullanılan sıradan bir sürü öteberi. Demek bu sabah yola çıkıyoruz
yine de, diye düşündü. Çevresinde olağan korku, öfke ve kin boşanmaları vardı. Bayan
Haber'le bir daha karşılaştı; yanaklarında yuvarlak kırmızı lekeler vardı kadının. O da
öteki dünyayı boylamamış-tı. Kanatları falan yoktu. Her zamankinden daha çok ve kötü
kötü sövüyordu. Bayan Haber, birkaç saat önce burun buruna geldiği kötülerin kötüsü
kuvvetlilere atıp tutuyor ve Sta-lin, Churchilel, Roosvelt, Đsrael diye adlarım da
söylüyordu.
Eîisabeth az sonra çocuğuyla birlikte özel trendeydi. Bu trenin esrarlı lokomotifçisi yoktu
ama, lokanta vagonu vardı. Zira genel kurmay treniydi. Trendekiler, Đngilizlerin böylesine
gülünç kin gütmelerine küfrü basıyorlardı. Kimin daha çok dayanacağı belli olacaktı.
Lieven'ler, görevleri dolayısıyla tanıştıkları iki karı-kocayla buluştular lokanta vagonunda.
Çocuğu yataklıda uyutmuşlardı. Erkeklerden biri, Elisabeth'e bir zamanlar pek hayran
olan Retzlow'du. Arada bir kaçamak bakıyor ve Elisabeth'i kendi çekingen karısıyla
kıyaslıyordu. Lieven, davranışları ve şakalarıyla bütün ilgiyi toplıyan karısından ötürü onur
duyuyordu. Tren, Berlin'den ayrıldıktan az . sonra yan hatlardan birinde durdu.
Raylardaki vagonlardan birinin önünde bir kalabalık gördüler. Retzlovv: «Yahudi tasıvnr

lar,» dedi. Hepsi de merakla baktılar pencerelerden. SA'lar, kadın ve çocuk, yaşlı ve genç
herkesi inanılmaz bir çabuklukla hayvan vagonlarına yerleştiriyordu ite kaka. Eîisabeth:
«Ne yapıyorlar bunları?» dedi. «Polonya'ya götürüyorlar, burada bize engel olmasınlar
diye.» Retzlov/un ufak tefek ve ürkek karısı da: «Onların yeri de orası,» dedi.
Elisabeth'in bakışları, kalabalık arasında gebe bir kadım izliyordu; kadına yardım etmeği
deniyordu çevresindekiler. Vagona çıkabilmesi için aşağıdan yukardan yardım ettiler.
Eîisabeth: «Yiyecek veriyorlar mı bunlara?» diye sordu. Retz-low: «Alıştıkları kadar bol ve
yağlı yemek verilmiyor.» cevabını verdi. Masadaki iki karı kocadan ötekinin erkeği»—
cavlak kafasında bir kaç tel kalmış saçı iyice fırçalayıp yatırmıştı —: «Bizler yeterince
yiyecek bulduğumuz süre,» diye lâfa karıştı. Eîisabeth: «Ernst, o kadım gördün mü?»
dedi. «Neden sordun?» «Vagonda çocuğunu doğurursa ne olacak?», «Bir sürü Yahudi
hekimden bir tane vardır aralarında elbette b Lieven, karısının bu sorularına ve böyle
sorudan ötürü tuhaf olan arkadaşlarının bakışlarına kızmıştı. Bunu farkeden Eîisabeth,
konuyu değiştirmek için çabuk çabuk: «Sahici Çin çayı gerçekten,» dedi ve şekeri
karıştırdı. Garson, kızarmış ekmek getirmişti. Ekmek kuponlarını büyük bir naziklikle
isterken, bol veremediğinden ötürü özür dileyen bir hali vardı. Eîisabeth, bizler yeterince
yiyecek bulduğumuz sürece, diye aklından geçirdi; az sonra Berlin'e varacaklarını
düşünmekle yetinmesi daha uygun olaeaktı. Geçmişi değil, ileriyi düşünmek daha iyiydi.
Memleketinden kaçışı, yıllarca önce ilk kaçışım, az kalsın yakalanacağı ikinci kaçışı, o
geceyi ve çılgın lokomotifçinin deli gibi sürdüğü treni, az önce gördüğü Yahudi kaf üesini
düşünmemeliydi; bütün bunlar şimdi geçmiş oluvermişti.
Eîisabeth, çiftlik yöneticilerinin yaptığı karşılama hazırlığına pek bakmadı. Kâğıttan süs
askıları ve bayraklar sallan-dırılmıştı. Çalgı bile vardı. Yerli halkın oğullarından derlenmiş
bir SA bölüğü de. Buraların gerçek sahibi kim olduğunu iyice göstermek için bir olanaktan
yararlanmışlardı. Eîisabeth, bu karşılamaya, evine bir an önce girmesine bir engel gözüyle
baktı. Her soluk alışında ormanının ve gölünün kokusunu buluyordu. Çocukluk
günlerinden bu yana tanışı gölün ve ormanın, güzel ve tertemiz kokusunu. Bazı köylülerin
uzaktan doğru kızgın ve karanlık bakışları karşılamanın havasını bozmuyordu. Uykusunu
almış oğlunu elinden tutan Eîisabeth, herkesin önünden neşeyle geçip büyük kapıdan
girdi. Bunca yılın tanışı o sütünîu büyük giriş kapısı savaştan epiyce zarar görmüştü ama,
onları karşılamak için çimentolanmış ve badana edilmişti. Eski geleneğe uyarak
adamlardan biri ekmek ve tuz uzattı Elisabeth'e.
Lieven, Berlin'e bir daha gidişinde Alman uşak ve hizmetçi bulacağına söz verdi.
Eîisabeth, oğlunun, baba ocağında büyüyeceği için pek memnundu; burada daha çabuk
ve daha iyi gelişirdi. Genç kadın sabahları uyanıp pencereden kırlara bakınca, rüzgâr
güzel güzel eserken ve güzel havasım ciğerlerine doldurunca, mutlu gibi oluyordu.
Yalnızlığı hiç sıkıntı vermiyordu. Lieven bir süre sonra yine cepheye gidince de. Onun izinli
gelmesi, bir sürü arkadaşı, şenlikleri ve gürültüsüyle, Elisabeth'in sakin hayatını
bozuyordu bir bakıma.
Eîisabeth hem hayret etti, hem de biraz alaya aldı, kırlarda yalnız, dolaşmaması için
uyarıhnca. Bu insanlar hem ona ne yaparlardı? Kimseye en küçük bir kötülüğü
dokunmamıştı. Kısa süren Sovyet işgali, hepsini temelden değiştirmiş, en yumuşak
başlıları bile kavgacı yapmıştı. Aşırı kötüleri başka yerlere göndermişlerdi gerçi. Eîisabeth
çiftlikte eski yüzlere pek rastlamıyordu. Sadece yaşlı bir vekilharç kadın kalmıştı; o da
bırakıp giden torun ve kızlarından yakmıyordu zaman zaman.

ONYEDtNCĐ BÖLÜM

Elisabeth şu anda elde ettiği şeyi yıllarca hep istemişti; kendinin olan topraklarda kendi
çocuğunu yetiştirmek isterdi. Gölün üzerine yanlamasına vuran akşam ışığı, kuşların
haykı-rışmaları, böğürtlenlerin ve buruk tadına kadar herşey doğup-büyüdüğü yerlere
döndüğünü hep ve hep doğruluyordu. Yerinden yurdundan edilmiş, bir sınırdan ötekine
kovalanmış, bir sevgiden bir başka sevgiye koşmuştu. Doğup büyüdüğü memleketten
daha başka bir yerde başını dinlemiyeceği rüyalarına girerdi. Bu topraklardan öylesine
sonsuz bir huzur fışkırıyor-du ki, hiç birşey Elisabetlı'in huzurunu bozamazdı. Uzaklardan
doğru duyulan top gürleyişleri, ya da şehre yapılacak bom-bardumanları bildiren canavar
düdükleri ve tek tük silâh sesleri bile. Elisabeth, yapma bir korunma duvarıyla çevirmişti
kendini; bu duvarı memleketinin havasından gayri hiçbirşey aşamazdı. Memleketi demek,
çocukluğundanberi pek hoşlandığı çayır kokuları, rüzgâr ve köylü kadınların alacalı
urbalarıydı.
Yazları çiftliğin iç bahçesinde oturan, ya da dolaşan dostlarının söyleşmeleri bile şöylesine
bir kulağına çarpardı. Bu konuşmaların tedirginlik veren yanı olsa da, Rusların ilerleyiri
gibi kulağa hiç de hoş gelmiyen haberler de olsalar, hattâ kızgınlık, öfke ve kin
patlayışları bile, Elizabeth'in baba ocağı bu topraklarda kavuştuğu huzuru bozamıycrdu.
Retzlovv, ufak tefek ve ürkek karısından vakit buldukça Elisabeth'i görmeğe gelmekten
hâlâ hoşlanmaktaydı. Elisa-beth'i hâlâ eskisinden daha güzel ve genç buluyordu. Onda
hiçbir ürkeklik belirtisi yoktu. Eski alaycılık yanı da kalmamıştı. Retzlovv, küçük Lieven'e
çubuktan bir kaval yontuyordu, güzel ananın yanında biraz daha fazla kalabilmek için.
Dostlar şehre dönmüştü. Cepheden gelen haberlerden heyecanlanmış ve te-
dirginloşmişîerdi. Almanların büyük sayıda tankla Orel'de yaptığı ve büyük umutlar
bağlanmış saldırı, duraklamışa benziyordu. Retzlovv : «Şu tasalı günlerimizde burası tam
bir huzur yeri.» dedi. Elisabeth: «Ya!» demekle yetindi.. Retzlovv'un biraz hayretle
baktığını görünce bir süre sonra: «Buradan bir üçüncü defa uzaklaşmıyacağım, bundan
yana hiç kuşkunuz olmasın,» diyebildi. Retzlovv: «Ben de korunmanızı üzerime alamam
bu defa.» dedi. «Buradan yine uzaklaşmanız söz konusu olabilecekse vaktinde
davranmanız ge«ekir.» Elisabeth güldü ve : «Buradan asla uzaklaşmıyacağım.» cevabını
verdi. «Sizin o şehirlerinizde başıboş dolaşmaktansa bu tepeye gömülmeği daha çik
isterim.», «Büyük toprak sahibi bütün Almanların böyle cevap vermesi istenir* Fakat
çocuğunuz ne olacak?», Elisabeth, omuz silkti ve şöyle cevap verdi: «Bir çocuk anasının
yanında korunur en iyi; ondan bir an bile ayrılmağı düşünmüyorum. Fakat size ne oldu
böyle Retzlovv? Şurada burada işler pek de istenildiği gibi gitmedi diye!»
Elisabeth, kavalını öttürmeğe uğraşan oğlunun gür saç-" arında dolaştırdı elini. Güzel ve
neşeli bir çocuktu. Biraz yu-uşaktı belki! Elisabeth, birden değiştirdi tavrını — Retzlovv'-n
pek hoşuna giderdi onun bu halleri —, derin ciddiliğin yerini boşveren bir hafiflik alıverdi:
«Bir masal vardır, belki bilirsiniz Retzlovv! Şeytan günün birinde saf bir genç kızı baştan
çıkarmıştı. Kız ondan bir de çocuk doğurunca, Tanrı, babasının sadece iyi yanlarım
yavruya uygun gördü. Çocuk güzel, yiğit ve zeki oldu.» Gülmek sırası Retzlovv'adydı:
«Bilmiyordum bunu, çok hoş!» cevabını verdi. «Fakat burada şeytan kim olacak ve
hepsinden önemlisi saf kızı nereden bulacağız?»
îkisi de güldüler. Retzlovv, neşelenmiş olarak döndü evine. Elisabeth, günlerce yalnız
kalmaktan bile pek hoşlanıyordu. Çiftliğin yandaki binasına askerler yerleşmişti. Aileyi ve

çiftliği korumak için bunun gerekli olduğu söyleniyordu; zira eski günlerde olduğu gibi
yine baskınlar beklenilebilirdi. Hazırlıklı olmalıydı. Ormanlara çekilmiş olan birkaç çeteyi
püskürtmek kabildi elbette, ama bu çeteler günün birinde çok pervasız ve umutsuz bir
baskını göze alabilirdi. Güvendiğiniz durum Elisabeth'i bunaltmak şöyle dursun buraları
daha da çekici yapıyordu. Lliven ailesinden kadınların eski zamanlarda nasıl yaşadığını
ağabeyi anlatmıştı. Çocukların yetişmesini ve tarlaların sürülmesini erkekler silâhla
korurlarmış!
Şosede ilerliyen motorlu Alman ordusu ve tarlaya giden asık suratlı köylüler ve bu çeşit
herşey Elisabeth'in çiftlik duvarlarına şöylesine bir sürtünüyordu ancak. Hava öylesine
temiz ve pırıl pırıldı ki, lânetlemeler ve yakınmalarla büsbütün arınmış sanılırdı.
Ernst Lieven haftalarca uzaklarda kaldı görevle. Letonya-lı SS.leri yetiştirmek de vardı
görevleri arasında. Arada bir çıkageliyordu sapsağlam; bir sürü arkadaş da olurdu
yanında. Birinci Dünya Savaşında böyleydi. Gönüllü birliğinde çarpışırken böyleydi. Uzun
süre barındığı bu çiftlikte de yme boyıeydi. Güzel karısıyla övünüyordu, oğluyla da.
Başlangıçta duyduğu tedirginlik geçmişti. Elisabeth o alaycı haliyle buna alıştırmış-tı belki
de! Ernst Lieven: «Bizim gibilerin çoluk çocuk sahibi olmasında Nazilerin direnmesi belki
de haksız değil!» diyordu. «Memleketimizi elden kaçırmamak için erkek çocuk gereKiı
Dize.»
Elisabeth, eski günlerde olduğu gibi gırtlaktan bir gülüşle güldü ve : «Naziler haklı
demek!» dedi. «Sen kendin SS. üniforması taşımıyormuş gibi konuşuyorsun!»
Ernst Lieven karısını omuzlarından tutup sarstı; Retzlovv'un karısına yine sokulmak
istediğini ve Elisabeth'in yine pek yüz vermediğini anlayıp keyiflenmişti. Elisabeth'in
kimseyle
lgilenaiği yoktu.
Elisabeth'in sürgit bu hali Lieven'e sıkıntı veriyordu biraz; Ernst, evinde elden gelediğince
çok arkadaşıyla birlikte olmaktan hoşlanıyordu. Elisabeth yandaki odada onlara çay
hazırlıyordu; oğlu arkasında dönüp duruyordu. Retzlovv'un sesi duyulurdu kapı
aralığından:
«Hiç anlamıyorum bunların durumunu. Bu gibi halleri görünce benim manastıra
gideceğim gelir olsa olsa! Rahip olsaydım, kadından elini çekme adağından önce bütün
keşişleri bizim toplanma kamplarına gönderirdim görsünler diye. Zira gördükten sonra
ömürlerinin kalan kısmında daha rahat yaşarlardı.»
Ötekiler gülüştüler. Ernst Lieven: «Doğru!» dedi. «Böylesine çirkinliğin bir raya geldiğini
hiç görmemiştim! O ne karınlar, ne göğüsler!» Bu sözleri duyan Retzlovv : «Bir tarihte bir
Yahudi kızıyla ilişkim olmuştu.» dedi. «Yani çok eski günlerde, ırk bilincine varmamış
olduğumuz sırada. Bunca aşağılık ve iğrençlik şimdi mi ortaya çıktı, ya da benim gözüm
mü yeni açıldı diye kendime soruyorum sık sık.» Lieven: «Ben hiçbir zaman pek
ilgilenmedim Yahudilerle.» cevabını verdi. «Nasıl şeyler olduklarına hiç bakmazdım. Fakat
böylesine çok çirkin ve aşağılık şeyi, bir arada görmemiz bir rastlantı değil. En azından iki
bini çırıl çıplak dolaştı önümüzde.» Bir başkası: «Fakat kendilerini bekliyen sonu
biliyorlardı; evlenme töreni yürüyüşü yapmadıklarının farkındaydılar!» Elsabeth, bunu
söyleyenin Schulze olduğunu sesinden tanımıştı. «Bu durumda hiçbir genç kız sevimli
olamaz!» Retzlovv'un sesi duyuldu yine: «Yok yahu! Ben yüzlerden söz etmek
istememiştim. Karınlar ve göğüslerdi benim sözünü ettiğim; karın ve göğüs de ölüm
korkusuyla çirkinleşmez!»
Elisabeth çayı ve bardakları hazırladı. Ayaklarının dibinde dolaşan çocuğunu sertçe bir itti.
Oğlan, hayretle baktı anasına. Elisabeth, tepsiyi eline alıp hole çıktı. Güçlükle birkaç adım
atabildi masaya kadar; bu da evlenme töreni yürüyüşü değil, diye düşündü. Toplanma
kampları üzerine bir sürü şey duymuştu; arada sırada, kaçamak konuşmalarda, hattâ
kaygısızca. Ernst Lieven bir defasında bir sorusuna: «Berlin'de bizim çocuklarımızı,
dükkânların önündeki kuyrukları, pazar-yerlerinde itiş kakışları bir görsen!» cevabını
vermişti. «Ant içtik çocuklarımızı soğuktan titretmemek ve aç bırakmamak için. Ne
pahasına olursa olsun! Sen de kendi çocuklarını aç bırakmazsın, daha önce yabancılar
zıkkımlansın diye! Protestanların şefkat ordusu yalanma hiç bir gün bel bağlamadık, îki
bin kişi geberse de bir büyük şehirde kendi çocuklarımızın iki düzinesini beslemek bize
övünç verir. Hesabımızı iyi biliyoruz: Şu kadar onlardan geberecek ve şu kadar
bizimkilerden yaşıyacak.»
Elisabeth ne cevap vereceğini bilememişti; ancak şimdi düşünebiliyordu, böyle bir seçim
yapılamaz, böyle şey olamaz hiçbir zaman diye. Böylesi pek eski zaman hikâyelerinde
olur-
Ölüler Genç Kalır II __ p. . 37 du; şeytan ya çocuğunu ya da ruhunu alacağım diye
sorardı o hikâyelerde. Eîlsabeth aşağı yukarı bir yıldır zaman zaman ve herhangi bir sağır
biri gibi. Yüksek sesle söylenmiş bir söz sağırın kulağına çarpıveriyordu arada bir; sağır,
dudakların kımıldandığım görürdü, yüz çizgilerinden sözleri çıkarırdı. Bazı doğru, bazı
yanlış anlam verirdi. Biri kalkıp önüne gelerek sözleri tekrarlayıncaya ve nasıl anlaması
gerektiğini belirtince-ye kadar böyle sürüp giderdi. Fakat ne ayağa kalkan, ne de böyle
bir zahmete katlanan vardı. Elisabeth, sağırlaşmış kulakları her hangi bir haberi
duyduktan sonradır ki bir sürü gereksiz soru sorardı. Oysa şimdi, holden yan odaya
ulaşan bir kaç sözü bile şaşılacak bir kesinlikle duyabüiyordu.
Retzlovv'un fincanına çay koydu. Lieven, Retzlovv'un teşekkür edişini ve karısının elini
öpüşünü göz ucuyla izledi. Karısının bu harekete biraz kaba davranması hoşuna gitti
âdeta.
Fakat gece yalnız kaldıklarında Lieven karısına arkadan doğru yaklaşınca, Elisabeth onu
da sertçe bir itti. Lieven, gözlerini kısıp bir süzdü karısını; sert davranmak için mi, kabalık
için mi, ya da kocasını herhangi bir nedenle yaklaştırmamak için mi Elisabeth'in böyle
yaptığını kestirememişti henüz. Elisabeth, kocasının hiç bozulmamış o güzel ve gergin
yüzünde hafiften bir gözdağı verme belirtisi sezdi; kendini toplamağa çalışarak: «Kızma
bana sevgüi Ernst!» dedi. «Müthiş yorgunum.»
Elisabeth sonraki günlerde pek uysaldı. Nazik ve çevikti; Lieven'in hoşuna giden o hafif
alaycı hali vardı. Bazı zaman güpegündüz yalnız kalmak ve başını dinleyip birşeyler
düşünmek isteği duyuyordu. Đğrenç bulduğu şeyler yapılamazdı, olmazdı bu. Erkekler,
her şeye izin olduğunu, zira Alman milletinin herşeyden daha önemli olduğunu
söylüyordu. Fakat bu dünyada herkesin herşeyi yapmasına izin yoksa — Elisabeth bunun
böyle olduğunu kavrayıvermişti — Alman milleti de herşeyden daha önemli olamazdı ve
değildi. Bazı geceler uyanıyor ve çocuğumu sarıp sarmalayıp uzaklara kaçsam, diye
düşünüyordu. Fakat nereye kaçacaktı? Nereye diye bir yer yoktu artık. Elisabeth hayatta
bir yerden bir şeyden hoşlanmaz olunca oradan uzaklaşmıştı çoğu zaman. Bir okuldan, ya
da bir sevişmeden uzaklaşmıştı. Fakat babaocağımda olabüsem diye düşünebiliyordu o
günlerde! Oysa şimdi babaocağındaydı hiç kuşkusuz; kendi evindeydi ve kendi
çocuğuylaydı. Bundan böyle daha bir başka amacı olamazdı.
Elisabeth bir gece yine uyandı; çocuğu biraz hastaydı. îlk kardan çeşitli oyunlarla
yararlanmıştı. Zira ilk karı aydınlık bir anı gibi ömrünce hep hatırlamıştı. Küçük oğlu kar
topu oynamış hizmeteri onu ve çocuğunu kızakla dolaştırmıştı çiftlik çevresinde.
Elisabeth, çocuğu kuştüyü yatağına yatırıp uyumasını bekledi. Uzaktan doğru tüfek sesleri
duyuluyordu ama pek aldırmadı. Sesler, kapı çarpışlar, komutlar ve adımlar duydu.
Lieven girdi odaya, arkasından da Retzlovv. Kürk ceketlerini ve giydikleri öteberiyi çıkarıp
attılar. Elisabeth, çocuğu uyandırmamaları için işaret etti. Fakat Lieven yüksek sesle :
«Çabuk al onu, sen de hemen giyin!» dedi. «Şimdi giyemiyeceğiniz herşeyi otomobile
koyarız. Fakat ikinizin buradan hemen uzaklaşması gerekiyor.»
Elisabeth: «Aklını kaçırmış gibi bir halin var?» dedi. «Ne oldu?»
Lieven: «Aklım başımda.» cevabını verdi. «Çeteler bize bir oyun ettiler. Şoseyi çevirdiler.
Bütün telleri de kestiler. Şoseye doğru indikten sonra soldaki tarla yoluna saparsınız.
Cadde arkada kalınca bir geçit daha var şimdilik. Hemen köye varmış olacaksınız. Biz
çeteyi, çabucak temizleriz. Fakat buna yüzde yüz güvenemediğimden senin ve çocuğun
buradan hemen uzaklaşması daha uygun.»
Elisabeth hiç şaşmamıştı, hattâ biraz neşeliydi. Retzlovv, çetecilerin umulmayacak bir
sayıda toparlamverdiğini anlattı. Ormanlara saklanmış önemsiz küçük küçük bazı gruplar
birleşmişti belki de! Yakındaki köye baskın yapmışlardı; telefon ve radyoyu daha önceden
bozan köylülerden yardım görmüş olmalıydılar. Alman garnizonunu temizledikten sonra iş
bölüğünde-kileri süâhlandırırlar. Böylece güçlendüer sonraki köye saldırmak için. Yardımcı
kuvvet gelmeden de onları haklıyabiliriz ama, bizimkiler yetişinceye kadar neler olup
biteceği yine de kestirilemez! Takviyenin hemen mi yetişeceği, ya da hepsini birden
temizlemek için önce bütün bölgeyi kuşatacağına bağlı. Bu durumda bir saldırıya her an
hazır bulunmalıydı.
Lieven, karısının birşey sormak istediğini görünce: «Soru sormağı bırak şimdi,» dedi.
«Hemen yola çık. Boşuna da olsa! Yarın gelh* buluruz seni. Köyün arkasındaki şose
serbest. Tarla yolu da şimdilik geçilebilir durumda, kar fazla yağmamış.»
Lieven, bunları söylerken, çocuğu da yataktan aldığı bir sürü şeye sarmıştı. Hemen dışarı
koştu. Karısmm arkası sıra

geleceğini biliyordu.
Elisabeth, çocuğun otomobile bırakıldığını görünce, hemen direksiyona geçti. Retzlovv,
son hazırlıkları yaptı ve kaim bir kaç örtü daha koydu arabaya. Lieven: «Haydi!» diye
seslendi ve otomobilin arkasından baktı. Retzlovv: «Eşsiz bir kadın!» dedi. Lieven:
«Görürüz!» demekle yetindi.
Sigarasını yere attı ve askerlerini topladı; bir kısmım çiftliği korumakla görevlendirdi, geri
kalanlarını da köye gönderdi. Köyün bitiminde bir değirmene gizlenmiş bir kadınla iki
erkeğin durumları kuşkulu görülüp kurşuna dizilmişti. Devriyeler de karlar arasında bir
küçük çocuk yakalamıştı; habercilik yapıyor olmalıydı! Karlar henüz azdı. Çocuğun işini
biti-rivermişlerdi. Partizanlar gelinceye kadar kardan adam numarası yapacağını sanmıştı
belki de!
Lieven, en tehlikeli yer olan, köyün batı yönü bitimine gitti. Kilise çanı kulesindeki gözcü
inip yanma geldi; ve çetecilerin üç müfreze olduğunu haber verdi, ilk partisi komşu köye
sızmıştı. Elli kişilik kadar olan ikinci kısmı göl boyunca Uerli-yordu; nöbetçilerce
durdurulmaları kabildi. Üçüncü kısım ise, bir çok gruplara ayrılmıştı ve düz araziden
yaklaşıyordu köye. Şehirle hiç bir bağlantı sağlanamazdı, zira bütün telefon telleri
kesilmişti.
Bir saat sonra bir haber ulaştı; şehirden hareket eden bir Alman alayı bütün göl bölgesini
çeviriyordu. Bu durumda çiftliğe takviye gelinceye kadar çevrilmiş arazide herşey olabi-
lidi. Eledeki kuvvetlerin saldırı yapanlarla başa çıkamıy-ıcağır gölün bu kıyısından duyulan
tüfek seslerinden anlaşılıyordu.
Retzlovv, Lieven'in yanma geldi. Lieven, bir içki verdi. Adamlarına da kısa kısa aralarla
bol bol içki verdirdi. Retzlovv, dostunun yüzüne bakınca, durumun parlak olmadığını
anladı. Fakat bizleri tasalandıran bir durum onu keyiflendiriyor diye de düşündü. Sonra:
«Çocuğunla karının buradan uzaklaştığına pek sevindim.» dedi.
Üç koldan ilerliyen çetecilerin birleşmiş olduğunu haber verdi nöbetçiler. Gündüz olmuştu.
Fakat sabaha karşı kar başladığından ortalık alacakaranlıktı. Retzlovv : «Karm B. ye ayak
basmıştır sanırım.» dedi. Lieven: «Elbette.» cevabını verdi. Retzlovv, onu seviyor mu
acaba, diye aklından geçirdi. Ne diye ağzını büzmüştü öyle? Böyle neşelenecek ne var şu
sıra? Bizi ayıran yola kurşunların çarpması mı? Gözlerinin böyle pa-rıldaması neden?
Lieven buyruklar verdi; haykırarak değil, ıslık gibi bir sesle. Teğmen Schulze'yi getirdiler
taşıyarak. Đniltiyle hırıltı arası sesler çıkarıyordu. Lieven'in ağzı büzülmüş, bütün dişleri
ortaya çıkmıştı; gülüyor gibiydi. Ateş öyle şiddetlenmişti ki, Retzlovv kolunu yakaladı
Lieven'in: «Duvarı aştılar bile! Ne yapacağız şimdi?» Lieven, omuz silkti: «Yapacak birşey
yok. Sonumuz geldi?» Sonra: «Gel arkamdan!» diye ekledi. «Çiftliğin bir çıkış yeri daha
var, belki başarırız!»
Lieven'in kafasında yığınla anı hızla koşuştu; nice buna benzer durumlardan sıyrılmış, en
umutsuz kaçışlardan en son anda kurtulmuştu ömrü boyunca. Kızılların eline geçmesine
kıl payı kalmıştı çoğu zaman. Lieven onlara nice oyun oynayıver-vermişti.
Ne var ki, bu kez iş işten geçmişti. Büyük pencerelerin camları bir cam kırığı yağmuru
gibi şangırtıyla saçıldı hole. Giriz kapısını kırmağı bile gerekli bulmamıştı gelenler. Geniş
yan pencerelerden atladılar içeriye. O sırada büyük kapı da ardına kadar açıldı. Lieven
yakalandığını anladı. Yapacak birşey yoktu. Kötü sonunu gülcryüzle karşılar görünmekten
gayri yapacağı yoktu. Karşısmdakilerin yüzlerine dikti gözlerini; öyle sonsuz kin
duyuyordu ki, karşısmdakilerin yüzü karmakarışık olmuş, göz, burun ve ağızları yer
değiştirmiş sandı. Đçlerinden biri dipçik vurmak üzereyken sert bir komut duyuldu.
Çetecilerin başı — ya da bir başkası — aralarına girmişti. Tüfek yere indi. Bir adım
gerileyip Lieven'in karşısında durdular. Çete başı çok yakınında durmuştu. Çok gençti ve
çamur içinde üniformasına rağmen hiç de sevimsiz değildi. Lieven, can düşmanımız
Đngilizler böyle durumlarda, Take it easy, der diye aklından geçirdi. Cebinden sigaralarını
aldı ve kızıl çetecinin burnuna uzatarak: «Yakar mısın, yoldaş?» dedi. Kızıl, eliyle vurup
yere saçtı sigaraları. Sonra: «Götürün bunu!» diye emretti. Lieven, bir ayağını ileri attı
ve bir davrandı; kollarından ya-kalayıverdiler kıskıvrak. Lieven, iç avluda duvara kadar
yürüyeceği son bir kaç adımı, eelden geldiğince umursamaz ve tasasız görünmeğe çalıştı.
Karlar vıcık vıcıktı. Duvarın karşısında suratlar ne de çirkin bir yeşil olmuştu; Kendi suratı
yeşil değildi inşallah! Zavallı Retzlovv'u daha önceden getirmişlerdi. Retzlovv en önemsiz
kâğıt oyunlarında bile sinirlerine söz geçiremezdi, kaybedince. Lieven, bir defa daha böyle
bir çiftlik duvarının önüne dikmişlerdi beni diye düşündü. Baltık denizi kıyılarında bir
yerde, Kaşevnikov adlı bir ihtiyarın çiftliğindeydi.
Fakat o defasında savuşmasını becerebilmişti en son anda. Oysa, bütün bu yirmi yedi
yılın bunca heyecan ve tedirginliği boşunaymış! Sanırım kaybettik! Take it easy! Oyun
bittL
Blisabeth şoseden ayrılmış ve tarla yoluna sapmış bulunuyordu. Tam arkasında tüfekler
patlayınca elinde olmadan bü-zülüverdi. Tüfekler tahmininden çok daha uzakta patlamıştı
ama o, her defasında olduğu gibi, kendisine ateş ediyorlar sanmıştı. Kurşunlar ona
rastlarsa; küştüyü yatağında rahat bir uykuya dalmış olan yavrusu da mahvolurdu.
Kızıllar otomobili ele geçirince uyuyan çocuğu da bulurlardı; Elisabeth yavrusunu
koruyamayacaktı o zaman. Anasından dinlediği bir olayı hatırladı. Bolşevikler 1917 de
buralarda bir yakınlarının çiftliğine saldırmıştı; çocuk bakıcısı kadın yavruyu savunmak
isteyince çiftlik sahibi bayanın çocuğunu çekip almışlardı elinden ve ne diye çabalıyorsun,
demişlerdi, bundan hayır gelmez!
Elisabeth, yine şoseye ulaşmak için tarlada geniş bir yarım yuvarlak çizerek ileriye sürdü
otomobili. Arkasında solda patlıyan tüfekler, gökyüzünün bir yerinde fırtına çıkmış gibi
geliyordu. Bu gürültünün dışında gece derin bir sessizliğe gömülmüştü yeni yağan karlar
altında. Otomobilin motoru hırıltılı sesler çıkarıyordu. Lieven daha dün atıp tutmuştu
benzinin kötülüğünden ötürü. Elisabeth, tarlada ileriye sürdü otomobili. Dönemecin
hemen ötesinde şoseye vardı yine. Retzlov/un anlattığı gibi. Retzlov/ kocasından daha
çok tasalanmıştı arkalarından. Elisabeth, tarlada geniş bir yarım yuvarlak çizdikten sonra
hemen hemen kurtulmuş olacaklarım sanmıştı yola çıkarken. Otomobili durdurdu.
Eldivenlerini çıkardı. Karbüratö-rü temizledi. Kaim eldivenlerini yine giydi. Direksiyonun
başına geçti. Batıya doğru bir kaç dakika yol aldı. Motor yine hırıltılı sesler çıkardı ve
durdu. Elisabeth, yapacak birşey yok, diye düşündü; çocukla ben iyi giyimliyiz, üşümeyiz,
varacakları ilk köyün soluk ışıkları ormanın ağaçları arasında titreşiyordu. V. den gelen
Alman devriyeleriyle L. den gelen Alman devriyeleri şosede karşılaşırdı. Âz sonra onlara
rastlaması gerekiyordu. Telâşlanmamalıydı. Çocuğu derin bir uykudaydı; gittikçe daha
sıklaşarak yağıyordu kar. Çocuğu uyandırın köye kadar yürümeleri daha uygun olurdu
belki de! Buraları iyi tanırdı. Korkmuyordu. Çocuğu uyandırdı. Yavrusu biraz şaşaladı,
fakat anasının dediğini hemen yaptı. Hafif iki tümseği aştıktan sonra topraklar ütülenmiş
kadar dümdüzdü köye kadar. Ormandan kar pek hissedilmiyordu. Çocuğun hoşuna
gitmişti karlar. Az sonra yürümekten vazgeçti. Elisabet'e ağır geldi çocuğu taşımak;
terlemeğe başlamıştı. Fakat güçlüydü, bir saatlik yolun sonuna yaklaşmıştı. Đlk
kümbeltiden sonra ışıklar daha yakın ve daha iyi seçiliyordu. Fakat ikinci tümseğe
varınca, gördüklerinin köyün ışıkları değil, küçük bir göle vurmuş ay ışığı olduğunu anladı.
Gecenin geç vaktinde hangi köyün ışıkları seçüirdi buradan? Işık yakmak yasaktı da!
Elisabeth, çocuğunu otomobile geri taşımağa karar verdi. Sabırlı olup beklemek
gerekiyordu. Tümseği indi ve ilk tümseğe tırmandı yine; yüzü kar olmuştu. Burada kar
iyiden iyiye artmıştı. Yere bıraktığı çocuk az sonra sızlanmağa başlayınca omuzuna aldı.
Keyfi yerine gelen çocuk gülüyordu. Yanlış bir tümseği aşmış olmalıydı, görünürlerde köy
yoktu. Yine yere bıraktığı, çocuk ağlayıp sızlıyordu. Yine omuzuna aldı. Fakat ağır gelince
yine bıraktı. Sık bir ağaçlığın altında mola verdiler; karlardan da korunmuştular. Elisabeth
kalkmağa davran-du ama, biraz daha dinlenmenin fena olmıyacağım da düşündü.
Otomobilini bulacak olan devriyeler bir işaret verirdi elbette! Çiftlik yanındaki çarpışmalar
susmuştu. Uzaklardan doğru geliyordu tüfek sesleri. Hemen hergece olduğu gibi.
Elisabeth kol saatini unuttuğunu farketti. Ama, şu sıra kaç olduğunu bilmek hiç de önemli
değil, diye aklından geçirdi. Daha pek çok şey önemini yitirivermişti bir anda. Çoktan
unuttuğu anılar, döne döne yağan karların arasından yine ortaya çıktılar, Elisa-beth'i
sardılar ve yine kayboldular. Genç kadın, nerede okumuştum, ya da biri mi okumuştu
bana? diye aklından geçirdi; biz insanlar sayarız, fakat o saymaz! O üç şey sayar sadece:
geçen yazın ağaç yapraklarını, gelecek kışın kuşbaşı kar tanelerini ve benim kalbimin küt
küt vuruşunu.
Elisabeth, oğlunun başını kucağına koydu; çocuk örtünün altında bir kirpi gibi
büzülüverdi, gözleri kapandı. Sık ağaçlığın altına da kar geçmeğe başlamıştı. Karlar ne
hoştu! Kar gümbürdemiyor, insanları kana bulamıyordu. Sessizdi. Đnsanın canım da
acıtmıyordu. Elisabeth, eldivenlerini güçlükle çıkardı; örtünün altındaki yavrusuna
dokunmak istemişti. Çocuğun uykusu rahattı. Fakat Elisabeth onun vücudunu
hissedemedi iyice: yavrunun vücudu kendi elleri kadar sıcak, ya da soğuk mu olduğunu
anlıyamadı. Genç kadın, ikimiz bir aradavız, diye düşündü; su anda ü^miz için dua
edebilsevdik. Eldivenleri giymeğe üşeniyorum, örtüler de ısıtıyor eldiven kadar. Ey gök-

yüzünün aziz varlığı eğer sen gerçekten varsan adın kutsaldır ve hüküm sürmek senin
hakkmdır; adı üzerine bir süre zevzeklik edüenler değil! Gökyüzünde ve yeryüzünde senin
isteklerin gerçekleşecektir, göklere uçak filolarını ve dünyaya bombalan salmış o Führer'in
isteği değil. Sen vereceksin bizlerin günlük ekmeğini! Ancak o zaman doymuş olacağım,
hep bir boşluk ve kofluk duymaktan ve cansıkmtısmdan kurtulacağım, doymuşluk
hissedeceğim. Baştan çıkmaktan, sevişme, para ve armağan diye sunulan herşeye
kapılıvermekten, hattâ epiydir hiç hoşuma gitmiyen şu Lieven'in çocuğuna ve bu çiftliğe
bütün yüreğimle bağlanmaktan sen koruyacaksın! Bizlerin suçunu, bağışlıyacaksm! Hep
aklıma estiği gibi yaşayıp dünya zevklerini kaçıracak hiç bir söze kulak asmıyan beni de!
Fakat ya onlar, Lieven'in, Retzlovv'un ve Schulze'nin önünden davarlar gibi çırıl çıplak
geçirden o bahtsızları nasıl bağışlıyabilir-ler? Suçları bağışlamağa ancak sen kadirsindir!
Senin yanın da baba ocağı kadar huzur verir. Babaocağım her zaman huzur verirdi, şimdi
bile! Kar da huzur verir. Zira Kâinat senidir, bütün güçler ve eşsizlikler senindir. Amin!

Bataryaların gümbürtüsüyle uyanan Christian Nadler, yeniden uyayabilmek umuduyla bir


onbeş dakika daha yattı. Başka zaman bunu başarırdı. Fakat bu gece bir tuhaflığı vardı;
sadece Berlin değil, bütün dünya tahrip edilecekmiş gibisine geliyordu. Christian sık sık
düşünmüştü, ne diye bu toprağa bağlandım diye; ille de burası olsun diye seçmiş değildi
ama, burada ölecekti yine de. Geçen savaşta cephe hastanesinde acılar içinde kıvranırken
ne diye ille de beni buldu bu felâketler diye düşünmüş durmuştu. Oysa bu gece, dışarda
bombalar patlar, bataryalar kıyametleri koparır, yıldırım gibi motörbotlar ve gölün
çevresinde devriye sinyalleri kulakları sağır ederken o yatağında oturmuş kafa yoruyordu;
ne diye bu dünyaya düştüm ben diye! Şu dünya yuvarlağı hiç hoşuna gitmiyordu.
Kulübesinde olsun, kapısının önünde otursun, eninde sonunda güvende değildi. Uçak
saldırısında açıkta oturmak yasaktı gerçi, fakat karakol nöbetçilerine vız gelirdi onun
içerde, ya da iskelede oturması şu sıra, Bu düşünceyle yatağından indi ve kapıdan çıktı.
Projektörler Berlin üzerine ışıklardan bir şehir sermişlerdi. Bu ışıklı ağın her ilmiği, bir
düşman uçağı yakalamak isteyince hızla yer değiştiriyordu. Arada sırada bir uçak
düşüyordu yanarak. Şehre; Berlin'in bir çok semti alev alev yanıyordu. Christian'm
tedirginliği geçmişti Hiç korkmuyordu. Yanarak düşen uçaklar, kuyruklu yıldızlar kadar
olağanüstü ve akıl ermez şeyler gibisine geliyordu. Şehrin göbeğinde ve kenar
semtlerinde yükselen alev sütunlarından ötürü ne kızıyor, ne de acınıyordu. Kömürleşmiş
insanlar, cançekişenlerin feryatları, dullar ve yetimlerle bu gördüklerinin yakın ilgisini hiç
düşünemi-yordu. Projektör ışıklarının ilmikleri arasına düşüvermiş iki uçağın savaşını bile
bir tabiat oyunu kılı kıpırdamadan izliyordu. Düşmanını düşürmüş bir uçak aynı anda
düşerken de hiç umursamıyordu.
Christian başını biraz yukarı kaldırıp bakınca, projektör ışıkları ağının ilmikleri, üstünde
gece gökyüzünü gördü. Yıldız dolu bu geceleri çocukluk günlerinden tanırdı. Christian
kulübesinin yukarsmda az solda Samanyolu ve daha solda da ikiz burcu olduğunu
biliyordu. Bir araya gelince samanyolunu meydana getiren bütün yıldızların yerli yerinde
olduğunu hiç kafa yormadan anlıyordu. Yıldızlar o projektör ışıkları ağının Ötesindeydi.
Yıldızlar hiçbir ağla yakalanmazdı. Christian neye şaştığını da, neyle yatıştığını da pek
bilmiyordu. Uçakların düşürüldüğü ve projektör ışığının kollarına yakalanıverdiği Berlin
göklerine doğru baktı. Bütün yıldızların ağın dışında olduğunu bir daha anlamıştı.
Projektörlere, yangın bombalarına ve yangınlara kıyasla yıldızlar küçük küçük ışıklardı
gökyüzünde. Alevler içinde bir ucağm, belki az önce bomboladığı bir semte hızla
düştüğünü gördü.
Chiristian, yanan evlerin yüksekliğiyle alevler içinde düşen uçağın bulunduğu yüksekliği
ve projektörlerin ısık kollarının yüksekliğiyle ağa yakalanmıyan yıldızların yüksekliğini
karşılaştırınca, rahatladı. Uçaksavar bataryaların çılgınca ateş açışına uygun bir tempoyla
küt küt atan kalbi, kaçınılmaz bütün felâketlerin dışında kalabilmiş birşev keşfetmiş gibi.
yavaşlamıştı; olup bitenlerin dışında kalabilen o yıldızlar dünyasıyla bir bağlantısı varmış
gibiydi.
Geceyi seyyar karyolasında ve kollarını başının altonda kavuşturarak geçirdi. Đlk Dünya
Savaşında aldığı yaralarla Đkinci Savaşta ölümden kurtulduğunu düşünüyordu. Şu anda
pek neşeliydi, Liese hâlâ buraya taşınmadığı için. Bundan böyle Liese Tanrının ve
insanların önünde kendisiyle birlikte yaşayacak diye, istediğinin gerçekleşmesini büyük
bir kazanç saymıyordu. Eskiden yalnızlığından hep yakınırdı. Oysa bundan böyle ömrü
boyunca bir başka insanla birlikte yaşıyacağım bileli, tekbaşma düşüncelerle geçireceği
bu geceyi pek çekici buluyordu.
Christian böyle düşüne düşüne uyuyakaldı sabaha karşı.
Liese uyandırdı onu. Geceki bombardımanda ne yaptığım sormağa gelmiş değildi. Kadının
gözleri ağlamaktan kıpkırmızı olmuştu; öyle tasalıydı ki önce bilemedi ne söyliyeceğini;
sonunda: «Kari!» diye boşanıverince Christian yerinden sıçradı, fakat sonra yine arka
üstü uzandı ve kollarını başının altında kavuşturdu. Liese: «Oğlum öldü sayılır.» diye
devametti. «Ruslara esir düşmüş!» Christian: «Ne diye uluyorsun anlıyama-dım.» dedi.
«Oğlunu yine göreceğine hiç kuşkun olmasın.», «Rusların esirlere nasıl davrandığını
biliyorsun! Onlara neler yaptıklarını sen de biliyorsun. Günün birinde sapsağlam
döneceğini aklım almıyor.» Ailesinin bunca şey basma geldikten sonra! Böylesine adalet
demezler!»
Christian sonunda vazgeçti yatmaktan ve: «Karl'a ne gibi bir adaletsizlik yapıldığını pek
merak ediyorum,» diye sordu.
Liese, o güne kadar hiç ağzına almadığı birşeyi yüksek sesle söyledi:
«Sevgili Tanrı onun ikimizin oğlu olduğunu düşündü. Onunla mutlu olmamıza izin
vermedi. Fakat böyle de olsa bu kadarını haketmedik!»
Christian öfkeyle: «Sevgili Tanrıyı karıştırma bu işe!» dedi. «Onun bu işle ilgisi yok.
Đkimizin başına gelen küçük bir felâket onun hiç de umurunda değildir. Bunun böyle
olduğunu, sana bir kez daha anlatmıştım. Onun şu sıra daha başka tasaları var adalet
yönünden. Oğlumuz bulunduğu yerden bize dönecek. Bundan daha iyisi başına
gelemezdi.»
Christian bir kara taş kadar sertti ama bu kadar yüreğine işlemişti; Liese'nin hemen köye
dönmesine pek sevindi bundan Atürü. Köpek, önayaklarmı yatağın kenarına dayamış ve
efendisinin hiç kımıldamadığını görünce göğsüne uzandı. Christian hayvanın altın sarısı ve
parıl parıl gözlerine bakarak konuştu,kendi kendine: «Öldü saydırmış! Hayatta olan birisi
için, böyle şey söylenir mi? Günaha girmek derim ben buna!» Köpek, serin burnuyla itti
efendisini. Chrisitan kollarmı kımıl-datamıyacak kadar uyuşmuştu, vurmadı. Yüzünü de
kırıştırmadığından köpek pek rahat yalıyamadı. Christian: «Bizim oğlanı sağ göreceğiz
diye kendimizi aldatmıyahm, Windu!» dedi. «Onun yemek kabım hemen sana veririm.
Sen şu torbamı getir önce!» Köpek, efendisinin hiç bıkmadan öğrettiğini yaptı. Chiristian
pek böbürlendi bunu görünce. Đçinde ekmek ve içyağı kutusu bulunan torbayı getirmişti
Windu. Köpek, büyük bir azgözlülükle saldırmadı ve efendisinin bir düim ekmeği
kendisiyle paylaşmasını sabırla bekledi.

Wenzlow'ların büyük kızı Annaliese, gönderilecek bir paket işini yoluna koymak için şehre
gidiyordu. Yolda bir genç kıza rastladı; okul direktörü bayanla görüşmeleri sırasında
tanışmıştılar. Okulun bulunduğu çiftliğin bir kısmı eskidenberi tarım emekçileri işlerdi.
Şimdi onların yerini doğudan getirilmiş tutsak kadınlar almıştı. Kısa kesilmiş kıvırcık saçlı,
sırtındaki üniformanın rütbe işaretine uygun ve biraz da yapmacıkü davranışlı o genç kızın
emrinde Ukranyalı tutsak kadınlardan kurulmuş bir müfreze vardı. Eskiden ırgatların
oturduğu barakalara yerleştirilmişlerdi. Yenilgiye uğramış ve işgal altında bir ülkenin
kadınlarının, yeterince işgücü bulunmamasından ötürü Almanya'da çalıştırılması
Annaliese'ye de, çevresindekilere de olağan ve gerekli görünüyordu. Kısa kesilmiş kıvırcık
saçlı ve keyfi yerinde bu mazeretçi kızın Annaliese'yi ilgilendirecek bir yanı yoktu. Sadece
o yabancı kadın ve kızları yakından görebilmek için ona yaklaşmak isterdi bazı bazı.
Annaliese, küçük şehirdeki kampın yanma da yaklaşırdı yeni gelen tutsaklara^ yiyecek
verilirken. Dağıtılan birer lokma yiyeceğe ve su yalaklarına hırsla bir atılışları vardı;
Annaliese onların insana yakışmıyan bu hallerinden dehşet duvardı.
Okul arkadaşlarının bu konuda anlattıkları, Annaliese'nin gördüklerini doğruluyordu. Onlar
da görmüşlerdi, çalıştıkları çiftliğe verilmiş doğulu tutsakları. Bütün buyrukları
anlamamazlıktan gelen bir hal vardı hepsinde. Çalıştırılabilmeleri için sertlik ve gözdağı
gerekiyordu.
Annaliese'nin kendine özgü bir inancı vardı çocukluğundan beri; sevdiği kişilerden
öğrenilenlerle kendi tuhaf kurallarından meydana gelmiş bir inanç. Kabüelerin bellibelirsiz
bir gelenekten ve çok şüpheli bir gözlemden olağan kanunlar yapması gibi. Bütün bu
durumlarda olduğu gibi iki ayrı istek çarpışıyordu Annaliese'nin kafasında: Olağanüstü
davranıp yalnız olmak ve kendisiyle yetinmek, kısa ya da uzun süre sonra yalnızlık ağır
gelince ortaklaşa bir yaşayışa katılmak. O kötülen-miş okul rahibi Schröder'in fısıldadığı:
«Tanrı önünde bütün insanlar eşittir.» görüşüne bir tarihte yervermişti inancında.
Annalise, birlikte yaşadığı insanların hergün söyledikleriyle bu cümleyi nasıl bağdaştırsam
diye kafa yormuştu durmamacası-na. Akrabaları, okul arkadaşları ve öğretmenleri başka
şeyler soyuyorlardı. Genç kız, inancını değiştirmeden ortaklaşa yaşayışla bağdaşmak için
bir çıkar yol arandı. Ruslar insan değü-lerse gerçekten, bütün insanların önünde eşit
olduğu Tanrı yanında da eşit sayılmazlardı, zira onların ruhu yoktu. Dikenli teller
arkasındaki Rus tutsakları kokmuş bir balık kuyruğu ya da küflenmiş ekmek parçası için
birbiriyle çekiştiğine ve kor bakışlı o karılar yattıkları samanlardan dipçiklenmeden
kalkmadığına göre, öteki insanlara benzemiyor demekti. Fakat Annaliese bu yaratıkları bir
kez olsun yakmdan görmek istiyordu yine de.
Annaliese, kıvırcık saçları ve yuvarlak göğsünden gayri her haliyle tam bir askere
benziyen o nezaretçi kıza bu isteğini açtı çekinerek, öteki olmaz anlamına başını salladı iki
yana. Bu isteğine karşı değildi, hattâ ondan hoşlanıyordu da; bu tıknaz ve çekingen
kızdan ona asla bir kötülük gelmezdi. Ne var ki, bu gibi ziyaretler yasaklanmıştı.
Annaliese ancak hafta sonunda daha uygun bir olanak ele geçirdi. O kızm nezaret ettiği
toprakta fasulya sırıklarının nasıl dikileceği ve domates fidelerinin nasıl ayıklanacağıyla
ilgili bir emir götürüyordu: «Ana kökle bir sürgünden başka hepsi sökülecek!» diye. Bu
talimat, kızın yardımcısına da ulaştırıldı ve yabancı işçilerden üç dört kız oraya çağırıldı.
Toprakla meşgul oluyormuş gibi yapan Annaliese en yakınında duran tutsak kıza kaçamak
bir baktı. Güneş yanığı yüzlü ve dudakları olağanüstü beyaz tutsak kız da, çukura kaçmış'
masmavi gözle-leriyle, onun kadar umutsuz ve meraklı bir baktı. Đkisi de iyice yere
eğilmişti ve birbirlerine epiyce uzaktılar. Aynı anda bir daha bakıştılar. Bakışlarının
karşılaşmadan şaşalâmışîardı. Đkisi de dudaklarını ısırdılar, sen de insandan sayılır mısın
acaba, sorusunu yutmak ister gibi. Bu milletten olan sen!
Annaliese tepeyi tırmanırken kafasının içinde bir sürü düşün vardı. Düşüncelerini
toparlamak için beynini öylesine zorlamıştı ki, başı ağrıyordu. Frau von Uhlenhaupt'm
yanına girince güçlükle konuşabildi. Sonra çıktı odadan. Okul direktörü bayan hayretle
baktı kızın arkasından.
Annaliese, okulun kısa tatilinde Amalie hala'ya kadar u-zun bir yolculuk yapmak için
harçlığını biriktirmişti. Halası bir kaza geçirmişti. Fakat vücutça olsun ruhça rlsun zayıf
düşmekten pek utanan hala, sakatlığını bir baston kullanarak belli etmemek istiyordu; bu
haliyle büyük Friedrich'e pek benziyordu.
Annaliese, babasının kız kardeşi Leonore'nin de, geçen gelişinde koltuk değneksiz
gördüğü halaya benzemiş olduğunu farketti. Ne var ki, Leonore'nin gözleri bir koyu mavi
oluyordu bir açık mavi, bir karanlıklaşıyordu bir tatlılaşıyordu. Fakat büyük Friedrich'in
gözlerinin de bazı bazı yumuşak ve bazı bazı sert parlayıp parlamadığını nereden bilsindi?
Almanya'nın durumu kötülüyeliberi Amalie hala, yürümekte güçlük çektiği halde, o büyük
kiralın mezarına gidiyordu sık sık. Çoğunlukla eski ailelerden olan bir kaç kişi daha vardı o
yolu göze alan; Sıkıntılı durumlarını bir büyük ölünün mezarına gitmekle açığa
vurduklarından ötürü biraz ürkek ve çekingendiler.
Amalie hala, sevgili yeğeninin en büyük kızı Annaliese'nin, bu en sevdiği yakınının ağır ev
işlerinin üstüne almasına için için seviniyordu. Genç kız, çeşitli yemek hazırlamak
konusunda epiy şey öğrendiğini ortava kovuyordu. Leonore Klemm şu sıra pek eve
uğramıyordu. Đstediği olmuştu. Öyle çok yaralı vardı ki, Leonore yaştakilerin
hastabakıcılığı da şiddetle gerekiyordu.
Annaliese. Leonore'nin genç kızlığında önemli bir rol oynamış kitaplığı karıştırırken, o
güne kadar hiç görmediği eserler bulmuştu. Leonore, halâ ışık yandığını görüp genç kızın
odasına g'rdi; kitap okuyan genç kızı. hevecanlı yüzü ve dalgın bakışi.ırıvla ne de çok
andırıyordu kendi genç kızlığını! Genç kız, günlük hayatta görülmiyen insanlar ve
duygularla karşılaşmıştı kitaplarda; Leonore hala odaya girince yasaklanmış bir şey
yaparken yakalanmış gibi oldu.
Leonore gülümsiyerek: «Ne okuyorsun?» diye sordu. Annaliese: «Genç bir adam
altınlarına göz koyduğu tefeci bir kadını öldürüyor,» diye anlattı. «Fakat sevgilisi ona: 'Bir
insan pire gibi öldürülmez.' deyince pişmanlık duyuyor.»
Leonore, önce bir korktu ama sonra yatıştı; kitabı kısa süren sevişmelerinden sonra
Lieven göndermişti ve yazık ki, birkaç satır yazmadan; o sıra buna pek üzülmüştü ama
şimdi daha uygun buluyordu böyle olmasını: «O kitabı dolapta kimsenin görmiyeceği bir
yere koy, zira bir Rus yazarının,» dedi. Kız: «Bir Rus mu?» diye sordu hayretle. Leonore
halac «Bundan ötürü hemen kaldırsan iyi olur,» cevabmı verdi.

Potsdam'da pazarlar, eski pazarlardan farksız geçiyordu. Malzahn'ların evinde hep birlikte
içiyorlardı çayları. Đzinli olan Leonore hastabakıcı kılığıylaydı. Akdeniz, Berlin yakınındaki
Schwieose gölü kadar tanışları oluvermişti. Đtalyan ve Rus adları da yabancı gelmiyordu
şimdi. Masanın çevresindekiler bu adları söylemekten hoşlanıyorlardı, bunları söylerken
dünyayı yakından tanımışlar gibi bir duygu daha da güçleniyordu. Eski dostlar da yine
ortaya çıkmıştı; yüzbaşı Stachvvitz, Leonore evde bulunduğu günler uğruyordu eski
alışkanlıkla ama, Wenzlow'larm özellikleri yüz çizgilerinde iyice ortaya çıktı, hele burunda
ve sivri çenede, diye de aklından geçiriyordu. Stachvvitz, kırlaşmış şakaklarına, göğsünde
sallanan nişana ve izinli gelmesine yarıyan ağır yaralanmasına rağmen yüzünün genç
görünüşünü korumuştu. Bu arada o hiç düşünmeden yaptığı konuşmalarıyla epiy
öfkelendirmişti çevresini. Rütbelerinin artması gittikçe ağırlaşmca az konuşur olmuştu.
Yüzbaşı Stachvvitz'in bazan itiraza, bazan da gülüşmelere yol açan görüşlerinden yoksun
söyleşi, pek ağır geliyordu. Yüzbaşının üniformasından taşan hafif bir iyod kokusu vardı
kahve masasımn çevresinde. Geçen yıl uğranılmış hayli kırgınlıkları söz konusu edilirken o
bazı hüzünlü dokundurmalara ve söylentilere de böyle yaptı. Stalingrad adı, Amalie hala
açın-caya kadar söz, konusu edilmedi. Hala: «Hiçbir savaşta inan-mamışımdır
söylentilere,» dedi. «General asla teslim olmamalıydı, teslim olamazdı da.» Stachvvitz
sonunda: «Ne yapmalıydı?» diye sordu. Amalie hala: «Beynine bir kurşun sıkmalıydı ve
bunda hiç kuşkum yok.» cevabmı verdi. Stachvvitz, halanın öfkeli yüzüne bir süre baktı
düşünceyle. Annaliese bir halasma bir yüzbaşıya baktı. Stachvvitz: «Ah, sayın bayan von
Wenz-lovv!» dedi. «Bu dediğiniz böylesine kolay olsaydı!», «Neymiş güçlüğü? Şakağa
tabanca dayayıp tetiğe basıhverir.»
Bu çok zor hareketin hala için yeni hiçbir yanı yokmuşa benziyordu. Bu konuda sarsılmaz
bilgisi ve tecrübesi varmış gibiydi. Stachwitz hafifçe gülümsiyerek: «önemli karar
anlarında hiç de kolay değil bu dediğiniz, gerçekten hiç kolay değil.» cevabmı verdi. Söze
karışan Malzahn: «Hiç de böyle değil, bir sürü örnek var ortada,» dedi. Masanın
çevresindekiler bir kaç ad ileri sürdüler, hattâ tanışlar da vardı arasında. Leonore, şöyle
ya da böyle yaşıyan konuklarının fincanlarına çay koydu. Amalie hala: «Adı geçenler
bizlerin şeref listesinde her zaman için yaşıyacak,» dedi. «O adam ise, düşmana teslim
olmuş biri diye söz konusu edilecek.» Leonore, usulca: «Ya ordusu, ya o yüzbinlerce
kişi?» deyiverdi. Malzahn: «Onların da teslim olmaması gerekirdi.» diye karşılık verdi.
«Son nefere kadar sa-vaşmalıydılar. Buyruk böyleydi.»
Stachvvitz, yetişkinlerin arasında soru sormağı göze alabilen bir delikanlının olağanüstü
keskin sesiyle: «Kimdendi o buyruk?» dedi. «Führer'imizden,», «Ya, Führer'imizden mi?»
Annaliese hayretle süzdü yüzbaşıyı; bazı kuşkulanmalar duymuştu şimdiye kadar,
bazılarının kuşku beslediğini anlamıştı; fakat düşünebildiği gündenberi Führer, Führer'dir
hep. Führer'e güvensizlik beslediğini açıklıyan birine hiç rastlamış değildi. Führer'e
güvenilmediğini ilk defa duyuyordu. Fakat sözle değil, ses uymuyla sadece. Annaliese
korktu, dünyanın döndüğünü Copernick'ten ilk kez duyan insanlar gibi oldu. Kahve
masasının çevresini sarıveren zorlama bir suskunluktu ve o hafif iyot kokusunda ölümün
yakınlığını her zamandan daha çok duymaktaydı.
Annaliese ertesi gün okula döndü. Tatilden önce o yabancı tutsak kadınların çalıştığı
toprakların şimdi, tek bir yönetime bağlandığını, sorusuna verilen cevaptan, öğrendi.
Kıvırcık saçlı genç nezaretçi kız ve tutsak kadınlar da geri gönderilmişlerdi. Küçük şehrin
istasyonu, o burada yokken, düşman uçaklarınca tahrip edilmişti; trenler şimdi geçici bir
başka istasyonda durak yapıyordu. Okulun topraklarında şehirde evleri yıkılmış-

lar için barakalar yapılmıştı. Frau von Uhlenhaupt, okulun kapatılmasından sonra da
küçük bir toprak parçasından yararlanmak ve eski öğrencilerinden bir iki kızı alıkoymak
iznini, koparabilmişti. Annaliese, bu seçilenler arasında olmasından hiç hoşnut kalmadı.
Çok uzaklara, her yanından çevrilmiş o esrarlı ormana gidebilmek özlemiyle yanıyordu;
oraya şu savaşta eskisinden dala kolay gidilebilirdi. Annaliese, bir işde çalışmak, o güne
kadar hiç tanımadığı insanlar arasında ve hiç çalışmadığı bir işde çalışabilmek özlemi
duymaktaydı.

IV

Đzinler kaldırılmıştı ama, Hans'm Berlin'e uğraması olanağı çıktı. Tutsakları götüren bir
trene vermişlerdi. Kafilenin büyük bir kampa götürülerek, oradan da çeşitli fabrikalara
grup grup dağıtılacaktı; az da olsa sürekli yiyecek alıyorlardı. Kafilenin yöneticisi Kolb:
«Şu kadar bin kişiyi çalışabilir durumda memlekete teslim etmekle görevliyiz,» diyordu.
«Yolda, ya da işyerine ayak basar basmaz bir tanesinin gebermesi, şu kadar merminin
eksilmesi demektir.»
Arkadaşları arasında sevilen, bön olduğu kadar da kurnaz ve yürekli olmasını bilen biriydi.
Hans onun tehlikeli anlarda müthiş soğukkanlı davrandığını sık sık görmüştü. Boşaltılan
bir köyü büyük bir beceriklilikle ateşe verişini ve aynı gün arkadaşlarının moralini nasıl
yükseltmesini başardığını kısa bir süre önce görmüştü. Đnsanlık duygusu ölmemişti
Kolb'un içinde ama, pek az yararlanacak kadar sınırlıydı; bir haydudun «on buyruk» tan
yedincisi olan «Çalmıyacaksm!» ı büsbütün unutmayıp suç ortaklarına uygulatması gibi.
Kolb yolculuk sırasında tutsaklardan birinin başparmağının sarılmasına bile izin vermişti, o
parmak yarın bir Alman fabrikasında mermi yapımına yarıya-cak diye.
Hans, tutsakların dilinden tek söz anlamıyordu ama, vagon--lar önünde nöbet
beklediklerinin morallerinin biraz düzeldiğini sezmişti. Batılı müttefiklerin Fransa'ya çıktığı
haberini duymuşlardı belki de! Çektiklerinin sona ereceğini seziyorlardı belki! Kapıları
çiviü ve karanlık bu trendeki tutsaklar, silâhlı nö*.
betçilerinden daha önce ve daha kesin kavrıyorlardı durumu. Karanlık hayvan
vagonlarında dışarıyı görmeleri hemen hemen imkânsızdı. Hans o kaçamak bakışlardan
birine arada sırada rastlayınca heyecan ve müthiş bir merak okuyordu gözlerde.
Baktıkları o topraklar bir şeyler öğretir, ifritten beter oğullarını ele verirmiş gibi bir halleri
vardı. Fakat onlar vagon budak deliklerinden istedikleri kadar gözleseler de, basamakta
duran Hans yurdunu ne denli seyretse de, olgun başaklar dünyanın her yerindeki olgun
başaklar kadar sarıydı. Bembeyaz şose tatlı kıvrıntılarla uzuyordu. Đki kızıl kayın ağacı
arasında istasyon şefinin küçük evi masalların bebek kulübeleri kadar sevimliydi. Kolb :
«Şu uçak saldırıları başlayıncaya kadar yurdumuzun korkunç savaşın yüzünü görmediği
ortada.» dedi. Bunu söylerken, kendisinin savaşın korkunç yüzü olduğunu unutmuştu.
Memleketine geri döndüğü duygusu Hans'a da geliyordu arada sırada. Fakat bu, çok
uzaklarda bir geçmişe dönüş gibiydi.
Hans, kafileyi teslim ettikten sonra tıklım tıklım bir yolcu treninde tekbaşına Berlin'e gitti.
Savaşın perişan ettiği genç ve yaşlı her meslekten bir sürü insan özel izin kâğıtlarıyla bu
trende yolculuk ediyordu. Hans, babaocağmm şehri Berlin'e değil de bir başka gezegene
yolculuk ediyormuş gibi olmuştu. Yolcular.ona saçma, ya da kurnaz her çeşit soru
soruyorlardı. Sepetine kümes hayvanları doldurmuş yaşlı bir karı, savaşın daha çok mu
süreceğini sordu. Birisi, Führer'e sarsılmaz bağlılığını bu izinli asker önünde beürtmek
olanağım kaçırmadı. Bir başkası, neler olacağını çok iyi bildiğini belirtmek fırsatım buldu.
Fakat sepetlerinde ne taşımış olsalar, neyi belirtip belgele-seler, Hans'm bir an bile
unutmadığı şeyi hiç biri henüz anlamış değildi. Şu kocakarı kümes hayvanlarını sepetle
boşuna taşıdığını ne diye anlamıyordu? Burundan takma gözlüklü adam Führer'e
bağlılığını belirtmenin bir şeye yaramıyacağım neden anlamazdı? Đşlerin içyüzünü bildiğini
dokunduran o bıyıklı adam bunun boşunalığım neden bilmezdi? ölüm aralarında
dolaşmaktaydı. O pis üniformasını giymişti. Vagondaki bu sersem kişiler arasında avını
aranıyordu. Şu halde neye yarardı bu insanların çabalanmaları?
Hans, tren Berlin'de Anhalter istasyonuna girerken, burayı

ölüler Genç Kalır H p# ben iyi tanıyorum ama neden ille de buraya geliyorum bir daha,
diye düşündü.
Bombalanmış bir caddeden geçerken yıkıntılar üstünde tuhaf ve sivri bir çatı kalıntısı
gözüne çarpınca nerede bulunduğunu anladı. Memlekete geldiğini ispatlamak için sağlam
kalmışa benziyen bir iki caddeyi koşarak geçti. Sonra, tahrip edilmiş bir alan yine.
Molozlar arasında ayağına çarpan bir sokak tabelasından anlamıştı nerede bulunduğunu.
Bir merminin açtığı çukurda çocuklar oynuyordu. Devrilmiş bir sokak fenerinin demirine
binmişlerdi ata biner gibi. Hans, bütün bu gördüklerini kendisi getirmiş, daha önce
buralara hiç birşey olmamış gibi bir duyguya kapıldı.
Gazete satıcıları, sokak çocukları, metronun giriş yerinde göze çarpan kocaman bir M
harfi, herşey onu kolundan çekip dürteliyerek; ölümü bir yana bırak da bizleri tanı artık,
der gibiydi.
Hans daha yolda karar vermişti —biri Alexander caddesine giden, öteki de yeryüzünde hiç
bir durağa varmıyan iki yolu düşünür gibi— önce kendi evine değil, kız kardeşine gitmeği.
Bu kısacık iznini baba Berger'in yardımıyla daha iyi değerlendirebilirdi. Helene'ye sokakta
rastladı; çalıştığı örücü mağazası kapanmıştı. Bir fabrikada bir saatliğine çalışıyordu.
Helen, kardeşini görünce, ağlamakla gülmek arası bir ses çıkardı. Kızkar-deşinin çirkin,
fakat tanış yüzü, babaocağma döndüğünü biraz olsun hatırlatıyordu.
Berger, karısının termos şişesini doldurmasını bekliyordu. Torunu örgülü saçlı bir öğrenci
kızdı. Çift kurdelayla örülmüş bu saçlar, ev kokusu, bayan Berger'in uzun boynu ve
kursağı, Jqffj?n*' ^eraeı hemen inandırıvordu doğup büyüdüğü yerlere döndüğüne.
Berger'lerin oturduğu yere birşey olmamıştı daha. Bundan ötürü ue, kapkaçak, mobilya
gibi ne varsa evde, eşsiz ya da gülünç anılarla birlikte yerli yerindeydi. Ölüm, böylesine
birbirine sokulmuş ortak bir hayattan homurdanarak kaçıyordu. Hans, yuvama döndüm,
rüya görmüyorum, diye düşündü; zira rüyalarda kahve kokusu olmaz, ilk gördüğüm
günden-beri hep kırık şu kulplu kalp da, Oskar'm Tunus'tan gönderdiği fotoğraflarında
bile patlak patlak bakan gözler de olmaz rüyada.
Hans, Berger'le yürüdü istasyona kadar; ilk izinli gelişinde rastladığından daha da
gençleşmiş görünüyordu Berger. Şöyle açıkladı bunu: «Sizler Moskova önünde saplanıp
kalınca bende gençleşme başladı. Leningrad önlerinde dişlerinizi gıcırdattığınızda benim
yüreğim ısındı. Stalingrad'dan sonra düzenlenen milletçe yas gününü, yani sonun
başladığı gün, güçlükle kımıldattığım bacaklarım zıplıyacak kadar çevikleşti. Bütün bir yıl
sizlerin başına bir şey geldikçe, sizler yavaş yavaş ve bazı da hızla geriledikçe,
yuttuklarınızı bir bir kustukça, bir lokma Uk-ranya ve bir lokma Kırımı geri çıkarmak
zorunda kaldıkça, ben sabahları aynama baktım kır saçlarım da yine altun sarısı oluverdi
mi acaba diye! Amerika savaş açınca —tıpkı birinci savaşta olduğu gibi— bunu alaya
aldılar. Cephenin daraltılması, kendi isteğimizle ve manevra gereği yapılmış bir sürü geri
çekilme ve nihayet şu yiğitlik türküleriyle dolu ordu tebliğlerinizi ben çok eskiden bilirim.
Fakat bizim Oskar'dan bir haber almasını pek isterdim. Cephenin daraltıldığı bir yerde
çelme talan taktı mı pek merak ediyorum.»
Hans, haklı diye aklından geçirdi; fakat şu kötülüklerden ve aşağılık işlerden bir
kurtulunabilseydi! Barış olunca savaştan önceki gibi yine rahata da kavuşulsaydı!
Berger devam etti :
«Ötekiler şu sıra Fransa'ya çıkarma yapınca keyfimden ıslık çaldım. Temmuzda Hitler'e
karşı yapılana gelince, derim ki, ben olsam bu adama bomba atmaz onu ipe çekerdim.
Fakat yine de kurtulmuş sayılmaz; bayların biraz geç açıldı gözü. Vakit henüz geçmediği
sırada bizlere pek kulak asmıyorlardı. Fakat bizler de aklıbaşmda davranmadık, onlara
ayak uydurduk. Halk-sız hiç birşey yapılamaz bir halk için.»
Berger, metronun giriş yerini dolduran kalabalığa, sokuldu. Hans hemen arkasından
yürüyordu. Az önce duyduğu bir kaç söz, bütün zırhlı arabalardan, bütün günlük ordu
buyrultularından ve son er kalıncaya kadar direnç buyruklarından daha güçlü
gümbürdüyordu Hans'ın kulaklarında. Ölüm buradan çok uzaklardaydı; buraya
yaklaşmağı göze alamıyordu. Zira burada, doğup büyüdüğü bu yerlerde hiç bir şey son
bulmuyordu. Sadece şu yaşlı ve kurnaz adamın kafasında, akpak kaşlarının arkasında da
yaşamış olsa! ihtiyar Berger, ayrılırlarken: «Kız kardeşinle haber yollıyacağım sana.» dedi
«O da bir apartman söyliyecek. Orada rahatça konuşabiliriz. Senden bir şeyler dinlemek
istiyen bir kaç kişiyi çağıracağım. Ordu bildirisinin sahicisini bir kez olsun dinleyelim.»
Hans, bir saat sonra kendi merdivenlerini çıkıyordu sıçrı-ya sıçrıya. Kimin çocuğu
olduğunu çıkaramadığı bir iki küçüğe Çarptı acelesinden. Fakat merdiven sahanlıkları hiç
değişmemişti. ikinci katta oturan bayan Binder'in yuvarlak yüzünde hayretle karışık bir
gülümseyiş belirdi, kapüar açıldı: «Hana geldi!» sesleri duyuldu.
Marie sahanlıktaydı; kollarını uzattı, fakat oğlu yukarıya varmadan kolları yine iki yanına
düştü. Hans anasının başım elleri arasına aldı. Savaştayken bazı bazı düşünürdü, anam
beni hiç doğurmamış olsun isterdim, diye. Marie, iki eliyle tutup oğlunun kollarını aşağıya
çekti, ellerinden yakaladı. Marie'nin yüzünde, şimdi çok uzaklarda kalmış gençlik
günlerinin, yitirilmiş gençliğinin bir gölgesi uçuştu bir an. Oğluna : «Yüzün neye karıştı
böyle birden?» diye sordu. Hans: «Aldırma!» dedi «Hiç!»; bir genç kadını
hatırlayıvermişti.. başçavuşu kadının kollarmda tuttuğu çocuğunu almaşım emretmişti.,
çocuğu çekip almış ve başçavuşa uzatmıştı., o da merdivende duran bir başkasına., öteki
de çocuğu aldığı gibi kapıda duran bir kamyona fırlatmıştı. Ana, haykırmamış, boğulmuş
gibi yıkılıvermişti olduğu yerde. Ne diye yerine getirmişti başçavuşun buyruğunu?
Çocuğun başına geleceği o sıra henüz bilemediği için mi? Peki ya bilseydi bunu? Her biri
ancak bir küçük parçasını büebiliyordu o aşağılık şeylerin! Aşağılığın tümünü
kavrıyabilmek için, küçük küçük ayrıntıları bir araya getirmeliydiler. Yoksa, herkes, ben
çocuğu bir başkasına vermekten gayrı birşey yapmadım, diyebilirdi.
Hans, oturdukları yerin dört duvarını hâlâ sağlam görünce hayret etti. Ocak, eski kaplar,
mavi kenarlı fincanın durduğu raf —anası biriktirdiği fenikleri oraya koyardı—, herşey yerli
yerindeydi. Nasıl oluyorda bu duvarlar hâlâ burada kalabiliyordu? Hayat uçurumu ne
tuhaf ve ne eski öteberiyle doluydu! Başını anasının kucağına bıraktı ve: «Ah ana!» dedi
«Yine senin içine, vücuduna sokulmayı kaç kez istedim bilsen!» Ana, oğlunun başını
okşamadı; küçüklüğünde bilyalarmı kaybedip sızlanınca da böyle okşardı onu. Marie, evet
sen ve ben ne diye herşeye bırakıverdik kendimizi, diye düşündü.
Sonra birden müthiş bir korkuya kapıldı; belki de rüya rö-rüyordu, oğlu eve dönmüş falan
değildi. Marie, çorba içen oğluna korkuyla baktı. Hans arada bir anasını tutup vücudunda
dolaştırıyordu parmaklarını. Ben bu vücuttan çıktım, işte şimdi * evimdeyim, diye
düşünüyordu. Sonra kapı bir çok kez açıldı. Melzeler'ler, görümce ihbar edince az kalsm
başları belâya girecek olan Binding'ler, geldi. Hans, bütün soruları neşeyle cevaplandırdı.
Geschke en son geldi. Oğlunun gelmiş olduğu ha» berini sokakta duymuştu. Baba oğul
birbirlerini süzdüler. Geschke, herkes gidince: «Senin Ruslar sonunda üstesinden
geldüer.» dedi. Oğul: «Daha da fazlasını başaracaklar.» cevabını verdi
Helene gece geldi. Kardeşini ilk görüşüymüş gibi selâmladı. Pazar günü hangi apartmanda
onu bekledikleri yazılı bir pusula tutuşturdu eline. Ertesi sabah da Emmie geldi. Hans son
izinli gelişinden bu yana o kızı uyanıkken olsun uykuda olsun çok hayal etmişti. Marie, kız
da çok bekledi, diye aklından geçirdi; beklemenin ne olduğunu şimdi o da öğrendi.
Đki genç birbirlerini öyle çok düşünmüşlerdi ki, gerçekte değil, fakat ancak rüyalarda
seviştiklerinin farkına varmamışlardı. Öpüştüler. Her zaman öpüşürlermiş gibi. Geschke
ve karısı gülümsemediler, ciddi ciddi baktılar. Eski günlerde olduğu gibi türlü dolambaçlı
hallere, gizliliklere ve kibar hareketlere ayrılacak vakit olmadığının farkındaydılar.
Geschke, bütün hafta çalışmaktan pek yorgun düşmesine rağmen pazarları bir saatini
Diepold adlı birisiyle geçirmeğo alışmıştı. O adamla hemen hemen dost olmuştu.
Fabrikadaki çalışmalarında o beceriksiz Beringer'in temposuna uydular diye bir toplantıda
azar işitmişlerdi birlikte. Geschke o günden sonra Diepoid'a bağlanmıştı. Oysa, dostluk
diye birşey bilmezdi. Ne Birinci Dünya Savaşında, ne de barış sırasında kamyonculuk
yaparken. Hayat o güne kadar olduğundan çok daha zorlaşmcadır ki, Geschke, arada bir
bu Diepoid'a görüşlerini açıklayıp onun düşüncelerini öğrenerek biraz yatışmayı öğrendi.
Diepold da onun kadar öfkelinin biriydi. Yaşlanmağa başlamış bu iki erkeğin birlikte
homurdanıp birlikte susması bir mucizeydi adeta. Diepold'un cephede bir sürü oğlu vardı,
bir kızı da fabrikada çalışıyordu. Karısı evde bir sürü toruna bakıyordu. Geschke, sadece
kendisiyle dostluk eden Diepold'la övünüyordu. Diepold,, Geschke'nin hayat tecrübelerini
dinliyordu. Geschke de bunları anlattıkça seviniyordu, epeyce uzun ömründe pek çok
şeye kafa yormuşum diye. Geçmişte yapılan toplantılar, fabrikada olup
bitenler —bunlardan kanıt ve açıklama diye yararlanıyordu i
Diepoîd'dan daha çok hatırlamasına kendi de şaşıyordu. Diepold'un dikkatle kulak
verdiğini görünce kendine olan eski güveni biraz geri geliyordu.
Bugünkü karşılaşmalarında Diepold, birlikte bir komşusuna gelip gelmiyeceğini sordu
Geschke'ye. Kendileri gibi düşünen bir kaç kişi daha bulunacaktı orada.
Diepold, Geschke böyle buluşmalar için uygun biri mi diye

uzun uzun düşünüp taşınmıştı. Geschke'yi uzun süredir inceliyordu. Geschke'nin


düşünceleri sağlamdı. Fakat ağzını tutmasını bilecek miydi? Ya polis basarsa nasıl
davranırdı? Bu komşu buluşmalarının tehlikeli olduğuna Geschke'nin dikkatini çekmeli
miydi? Sonunda: «Ne kendi karma, ne de benim karıya birşey anlatma orada
konuşulanlardan.» dedi. Geschke, başını salladı ve: «Anlaşıldı.» cevabını verdi. Bir
saniyede kavramıştı herşeyi; arkadaşı suskun bir insandı, fakat pazarları homurda-nır gibi
söylediği birkaç sözden daha başka şeyler de bildiği belliydi. Geschke söylediklerini
Diepold'un dikkatle dinlemesine bakıp pek de böbürlenmemeliydi. Onun böyle davranması
belki de kendini denemek ve sınavdan geçirmek içindi. Hem onun daha başka dostları da
olmalıydı. Diepold o gizli buluşmalarda daha pek çok kişiyle görüşüyordu her halde. Fakat
ne olursa olsun Diepold'un onu da götürmeğe karar vermiş olması, Geschke'nin
koltuklarını kabarttı ve hayal kırıklığını unuttu.
Hans, Berger'in arkasından merdivenleri çıkarken biraz kayguluydu. Girdiği yabancı
odada bir kaç kadın ve erkek vardı; konuşmalarını bastırsın diye radyoyu açtılar. Ne
anlatsmdı onlara? Tedirginlik ve ürkeklik duyuyordu. Düşüncelerini sözlerle ortaya
koymayı epeydir unutmuştu; söyleyeceklerini heyecanla izlemeğe hazırlanmış bu
insanların önünde nasıl ve neyle söze başlıyacağmı bilemiyordu. Onun durakladığını
görünce sorular yönelttiler. Hans kendi kendisine sormak isterdi bu soruları, açıkça
sorabilseydi. Hans soruları cevaplandırdı. Bu soruları kendi kendisine sormağı göze
alabilseydi vereceği cevaplarla. Sonuna kadar direnilecekti. Oysa, yaklaşan sonu herkes
seziyordu, bazıları da özlüyordu. Savaşın sona ereceğini göl-geliyen bir korku da vardı,
cephede son dakikada vurulup barışı görememek korkusu. Bu gidiş on yıl önce korkuyla
başlamıştı ve sona erişi de korkuyla olacaktı. Korku yüzünden buyruk veriliyor, korku
yüzünden boyun eğiliyordu. Bu savaş vicdanları hergün biraz daha rahatsız ediyordu. Zira
bu savaş şimdiye kadar olanların hepsinden daha aşağılık ve utandırıcıydı. Hayatta-kileri
yaşamaktan utandırıyordu.
Hans bu yüzlerin hiç birini tanımıyordu ama, yıkılmış ve çökmüş şehrin bu hiç tanımadığı
köşesinde toplananlar, milyonlarca insandan dokuz on kişi, kendisini bekliyormuş gibisine
geldi.
Hans'dan hemen sonra ufak tefek ve hüzünlü bir adam.
girmişti odaya, iri kemikli bir arkadaşıyla. Karanlık bir köşeye oturdular. Hans, o iri
kemikliyi babasına, Geschke'ye benzetti biraz. Konuşmasını sürdürürken bakışlarını o
yabancı üzerinde daha dikkatli dolaştırınca babasını kesinlikle tanıdı. Hans, kardeşim
Franz'ın beni kızdırmak için, babasının benim de babam olmadığını arada bir
dokundurması pek saçmaydı, diye düşündü. Anamın da güya bir tarihte bir başkasıyla
ilişkisi bulunduğu söylenirdi apartmanda. Şimdi bu yabancı odada ve şu bir avuç insanla
birlikteyiz ikimiz de. Bu da gösteriyor ikimizin aynı kandan ve etten olduğunu, ötesi yalan
dolan.
Geschke oturduğu daracık yerden süzüyordu delikanlıyı. Onu hemen tanımıştı. Önce
sadece kendisini ve hayatım ilgilendiren olayları hatırladı. Hans'm kendisine bütün öteki
çocuklarından daha yakın olduğunu düşündü. Oğlanı şaşırtacak, ya da soğutacak şeyler
yapmadığına iyi etmişti. Hans, Geschke'yi gece gündüz bunaltan fakat iyice kavrıyamadığı
düşünceleri nasıl da anlatıveriyordu. Arkadaşı Diepold bile oğlanı heyecanla
dinlemekteydi.
Neden başımıza geldi bu işler? Bizlerin günümüzde ve şu andaki suçu nedir? Uyuz illeti
gibi vücudumuza işli yen bu suç ne kadar eski acaba? Bize hükmedecek birisinin
buyruklarını yerine getirmekten her zaman hoşlanmışızdır; bizden daha çok bilgili
olduğundan ötürü değil, bizlere hükmettiği için sadece. Güç her zaman hoşumuza
gitmişdir. Başkalarının bize gücünü kullanması da, bizim başkalarına kuvvet
kullanmamızdır. Bundan hep hoşlanmışızdır. Bununla öğünmüşüzdür. Bu odada
bulunmamız da bundan ötürü, kendimizi öteki insanlardan daha üstün hissettiğimizden.
Herşeyi daha iyi anladığımızdan, aldatılmamıza izin vermediğimizden. Fakat başkalarını
değiştiremedik. Bundan ötürü de iktidar yerinden bile kımıldamadı ve bizler bir avuç insan
kaldık.
Geschke, somurtkan ve az konuşkan biri bildiği arkadaşı Diepold'un gerçek yüzünü
farkediverince de hiç şaşmadı. Ağzından bir evet, ya da bir hayır güçlükle çıkan
Diepold'un böylesine çok söz bilebileceğini hiç ummazdı:
«Biz burada bir avuç insan, sizler cephede bir avuç insan ve aramızda incecik bir bağ, her
an kopabilecek kadar ince.»
Diepold, Geschke'nin ilk kez duyduğu böyle cümleleri, fabrikada çoktandır kullandığı bir
aleti kullanırcasma büyük bir ustalıkla sıralıyordu:
«Yığınları kazanan bir düşünün bir zorbalık gücü olacağını biliyorduk. Şimdi de bir
yalancılık en büyük güç oldu yığını
kazandığından. Bunu bir gün bile düşünememiştik.» 'c>
Birden dağılma işareti verilip de Geschke yalnız olarak eve dönerken çok memnundu.
Merdivenlerde rastladığı Diepold'un, yüzü yine eskisi gibiydi, öfkesinden kırış kırıştı.
Geschke ve Hans, öğle üzeri mutfakta buluştular, ayrı yönlerden gelmiş gibi. Đzinli askeri
görmek için bir sürü insan geliyordu. Mahalle şimdiye kadar şanslı çıkmış, apartmana da
oturanlara da birşey olmamıştı. Emilie hala pek heyecanlı geldi ama, kendi basma gelen
için ağlıyordu; yirmi yıldır bağlandığı atölye kapanmıştı. Bu yaştan sonra gittiği fabrikada
iğne tutmasını bilmiyen kadınlarla çalışıyordu. Eski atölye şefinin yeni verildiği fabrikaya
onu da alacağını ummuştu. Oysa adam, Emilie halaya pek soğuk davranmış, işçilerden bir
tekinin oraya alınması için araya giremiyeceğini söylemişti. (J eski günler geçmişti. Atölye
şefiyle arasındaki bağları daha sağlam san-mıştı Emilie hala. Kendisinin şefin yüreğinde
öteki işçi kızlardan daha ayrı bir yeri var bilirdi. Hans, Emilie halaya baktı alayla.
Kadıncağız zayıflamıştı ve saçları karmakarışıktı. Eski süslerinden leylak rengi bir kurdela
kalmıştı, bir tarihte memelerinin bulunduğu yerde.
Karı koca Melzer'ler de geldi. Bayan Melzer, Hans'la Em-mie'nin elele oturduğunu hemen
gördü. Dev olayların geçtiği şu sıra ufak tefek ayrıntılarla uğraşılamayacağmdan
kadıncağız bütün gücünü yitirmişti. Bayan Melzer çalıştığı fabrikada aradığını
bulamıyordu, önünden geçip giden otomatik band işe yarar bir haber, bir olay
getirmiyordu. Postabaşı olarak da kızlarca hiç sevilmiyordu. Zira en ufak bir kusurlarını
bile gözden kaçırmazdı. Kocası ise hayat taşıyordu, pek canlıydı. Bir türlü arkası gelmiyen
konuşmalarını yaparken gözlerinde eski günlerden kalma bir parıltı vardı. Kimsenin
tanımadığı bir onbaşıdan Alman orduları başkomutanlığına yükseliverme gibi bir olayın
derin bir anlamı olmalıydı ve buna güvenmek gerekirdi.
Hans, bayan Triebel nerelerde diye soruverdi, onu göremeyince. Önceleri aklına da
gelmemişti. Fakat sonra, bu bir sürü gevezeliğin arasında o kadını, onun sakin ve neşeli
yüzünü, çocukluğunda mutfağına saklanışını hatırlayıverdi. Sorusuna hemen bir cevan
almadı. Marie : «Onu b*r kaç ay önce geceleyin alıp götürdüler.» diye bozdu sessizliği.
Bayan Melzer, çabuk çabuk: «O kadını hiçbir gün gözüm tutmamıştı.» diye lâfa karıştı
«Gerçi yasak bir davranışını, ya da kuşkulu bir sözünü bilmiyorum.»
Bayan Melzer, güvenilmez kimseleri devletin hiç bir ispat olmadan sadece önseziye
dayanarak alıp götürebilmesine pek memnundu, «gizli dolaplar çevirmesi bir işe
yaramadı,» dedi.
Hans, bugünkü Alman devletinin yararlanmıyacağı hiç bir kötülük yoktur, diye sklmdan
geçirdi; şu bayan Melzer'in kuşku ve meraklardan öteye geçmiyen şeylerden bile.
Emmie o gece onlarda kaldı. Bayan Melzer bunun böyle olacağını önceden sezdiğine pek
memnundu. Bayan Melzer de herkes gibi sabah erken saatte ağır bir işte çalışmağa
gidecekti ve o da herkes gibi düşman uçaklarının saldırısı korkusuyla yağıyordu ama, bu
tahminin doğru çıkmasından memnundu yine de. Bayan Melzer merakını daha da çok
giderdi. Zira Hans gidince Emmie, Geschke'lere taşındı. Emmie burada kalabildiğine pek
memnundu. Sevdiği delikanlının yetiştiği hava vardı bu dört duvarın arasında; Hans
bugünkü durumuna bu evde ulaşmıştı.
Hans gittikten sonra da evin havası değişmedi. Marie'nin ağlamağa hiç hevesi yoktu;
Hans şimdi trendeydi ve tren oğlunu gittikçe daha hızlanarak, doğuya götürüyordu.
Hans'ı ateş hattına daha yaklaştırıyordu. Marie saatleri sayıyordu; oğlum vurulabilir diye
hissediyordu bütün vücuduyla.

Wenzlow'un göğsünde nişan sallanıyordu şimdi. Bütün gençliğinde hep bunları hayal
etmişti. Fakat rütbe yükselmesinin ve nişan almanın hayal ettiği kadar parlak olmadığım
bu arada gerçeklerle öğrenmişti. Vurulup ölen Loerke yerine alay kurmayına seçilmek
olanağını elde etmişti. General Brauns bunu destekliyordu. Fakat birliklerinin bulunduğu
zor durumda tcr-fiinin tasdiki için uzun zaman isterdi. Wenzlow gençlik hayallerinden
vazgeçeliberi —aslında bu hayallerden vazgeçilemezdi— zira gerçek bu hayallerle
ölçülebilirli ancak— bu rütbe ulaşılmaz olmuştu gözünde; kabiliyetinin sınırını biliyordu.
Babasının yaptığı gibi dalavereleri ya da almyazısmı suçlamaktan da vazgeçmişti.
Wenzlow, hiç ummadığı anda gelen bu rütbe yükselişiyle de rahatlıyamayacağını
farkedivermişti. Su içtiği halde susuzluğunu gideremiyen bir hasta gibiydi. General
Brauns onu bu rütbeye lâyık biri gibi değerlendirmiş olmalıydı. Şu halde yapılacak tek
şey, bu değerlendirmeye lâyık olmaktı.
Şimdiye kadar bütün saldırıları püskürtmüşlerdi. Bulundukları yeri şartlar ne olursa olsun.
Koruyacaksınız diye emir almışlardı. Brauns onu vurulan Loerke yerine bütün
görüşmelere çağırmakla kalmıyor, en yakınları arasında bulunduruyor, hatta son
günlerinde arada sırada, tekbaşma da çağırtıyordu. Kuvvetleri üçte bir azalmıştı. Fakat
düşman makineli tüfeklerin dış çemberini hiç bir noktada yaramamıştı. Ruslar Vistül
nehrine iki koldan vardıkları halde P. ye giden ana yola iki noktadan çıkış yerleri vardı
daha. O noktaîarda.n takviye almışlardı. Yol, kapanmadan ikinci bir takviye gelmesini her
an bekliyorlardı.
Bulundukları çevrilmiş yerde —-Polonya sınırının iki tepe ötesinde— küçük bir taşra şehri
vardı ve bir yolla bir kaç yapı ve beton sığmaktan gayri herşey yerle bir edilmişti.
Buralarda oturanların hepsi uzaklaştırılmıştı, Alman birliklerin direnmesine ve
beslenmesine engel olmasınlar diye.
Wenzlow, general Brauns karşısında oturmuş raporunu sunuyordu. General, raporu
dinlerken baş parmağının kemiğiyle aralıksız vuruyordu masaya. Belki sinirinden, belki de
bir alışkanlıktan. Bodrumda sallanan abajursuz ampul bembeyaz ışık veriyordu. General
Brauns'un başka zamanlar hiç hareketsiz olan yüzündeki süpürge gibi kaşları durmadan
oynuyordu. Wenzlow, generalin içki vermesine sevinmişti. Kendi içkileri tükenmişti.
Takviyelerin gelmesi şerefine askerlere daha fazla içki dağıtılmıştı.
Wenzlow, raporunu okumağa devam etti. Niehls, halktan kalan kısmı da emir gereğince
muhafaza altında P. ye giden caddeye götüreceğine —raporun okumasını general parmak
tık tıklarına uydurmuştu kendi de farkında olmadan—, Wenzlow'un itirazına rağmen,
kalanların en son kısmını makineli tüfeklerin önünden geçirmişti.
Brauns'un başparmağı, Wenzîow'un raporu okuması kadar çabuk çabuk vuruyordu
masaya. General: «Verdiğimiz emirde böyle birşey yok.» dedi. Wenzlow: «Elbette yok.»
karşılığını verdi. Brauns başını salladı öne doğru. Bunun anlamı, görüşünü açıklama
ölçüsüne göre, bir duygusunu belirtmekti. Brauns, SS subayı Niehls'le çoğu zaman
çatışmıştı. Niehls yazılı raporlarında ve sözle belirttiği görüşlerinde general için
düşüncelerini hiç gizlemezdi; ona göre bu general Brauns eskimiş önyargılara bağlı ve
general mevkiinin kalıp düşüncelerinden asla kurtulamıyan biriydi. Niehls, savaşın
Almanlardan yana gelişmesi için vazgeçilmez saydığı tekliflerini kabulettirmek için general
Brauns'm uzun direncini kırmak zorunda kalırdı.
General Brauns'un imzasını almak, nice dirence, çekişmeye ve inandırma gücüne
maloluyordu Niehls'e. Fakat Niehls için tek önemli şey de generalm imzasını taşıyan
kâğıdını elinde bulundurmaktı. Niehls, başvuracağı bir tedbirin gerekliliğine ihtiyar
generali inandırmak için kaybettiği zamana eskiden gülerdi. Şimdi durum biraz
değişmişti, yararlı bir sonuç ortaya çıkmıştı. Herşeyi birlikte yaptıkları ispatlanmış
oluyordu böylece.
Wenzlow, general'in durumunun hiç değişmiyeceğini hesapladığını iyice anlamıştı.
General, çemberin kapanacağını düşünüyordu. P. yönünden bir yarma teşebbüsü
beklemiyordu; zira oradaki Alman kuvvetlerinin hepsi, düşmanı Vistül önlerinde
durdurtmak için gerekliydi.
General Brauns, akıl almaz şeyler düşünmeği bırakmıştı çoktan, tek ve daracık bir alana
saplanmıştı: kâğıtlar, kendi imzasını taşıyan emirler ve SS arşivi. General, savaş sırasında
aşırı içli dışlı olduğu insanlardan iyice arınmış olarak ayrılmak istiyordu. Kendi isteğiyle!
Ya da isteği dışında! Mahşer günü gerekli görülürse bu durum tespit edilirdi. Niehls ise,
insanlarla karışımın claha sağlamlaştırılmasma değer veriyordu.
Brauns ve Wenzlow, susuyorlardı: karışım temelden olmuştu ve sıyrılıp kurtulmak için
zaman çok geçti. Bunun bövle olduğunu Niehls bir gazete kesiğini göstererek anlatmıştı.
Hiç bir yanlış anlaşmaya yer bırakmıyacak bir el hareketiyle: «Teslim olmayı
düşünmeyiniz!» diye. Geçen yıl Harkov cephesinde ipe çekilmiş bir kaç Alman askerinin
bellisiz gölgelerini hatırlatmıştı.
Brauns başparmağıyla masaya vurmağa devam ediyordu; ne var ki bu Wenzlow
göründüğü gibi olan bir insandı. Brauns geçen savaşta Wenzlow'un babasını da tanımıştı;
hiç de sevimli bir insan değildi, olağanüstü bir kabiliyeti de yoktu. Fakat o da namusluydu
oğlu gibi. Niehls gibileri ne anlardı bundan? Vatan bu Niehls gibileri için bir buluşma
yeriydi sadece. Birlikte yakalanan birlikte ipe çekilirdi.
Wenzlow, raporunu okumağa devam etti ve iaşe durumunu açıkladı. Paraşütle yardım
atılmazsa bile yiyecek stoku üç hafta yeterdi.
Bataryaların ateşi şiddetlenmişti. Çok yakınlara düşen bir mermi yüzünden bardaklar,
yazı takımı ve Wenzlow'un çene kemikleri titredi, ışık söndü. Brauns, pilli el lâmbasını
yaktı ve çevrede dolaştırdı; kendisi karanlıkta kalmış ve Wenz-low'un yüzüne parlak bir
ışık yuvarlağı vurmuştu. El fenerini bu karanlık yeraltı siperini hiç bir ışığın ve hiç bir
zaman aydınlatamayacağı kadar apaydınlık yapmış gibi geldi VVenz-low'a. öylesine bir
sessizlik çökmüştü ki, Brauns'un başparmağının masaya vuruşu bir yelkovanın tıktıklarını
hatırlatıyordu. General Brauns: «Devam ediniz!» dedi.
Işığın keskinliğinden bakışlarını önüne eğmiş olan Wenz-low, raporunu tekrarladı. Kapının
dışındaki nöbetçinin birisini Uzaklaştırmak istediği duyuldu. Fahrenberg'in direttiği de
duyuldu. Nöbetçi, teğmen Fahrenberg'in görüşmek istediğini bildirdi. Brauns, elektrik
fenerini söndürdü. Wenzlow bir rahatladı, yüzü o çiğ ışıktan kurtuldu diye. General
Brauns içeriye girene yüzünü değil, sadece gözlerini çevirdi.
Fahrenberg'in yüzü parıl parıldı; Wenzlow'un kaldığı evin de tahrip edildiğini haber verdi.
Bütün cadde büyük alana kadar tahrip edilmişti. Brauns, teğmeni gönderdi. Wenzlow,
gene-ral'in yanma rapor sunmağa çağırılmasının aşırı bir şans olduğunu düşündü. Ama
neydi olağanüstü? Şans neydi? Brauns, Wenzlow'un ayağa kalktığını görünce, bir dakika
daha kalmasını rica etti. Verilecek bütün emirlerde, bütün komutlarda, hatta
konuşmalarda teslim olmak diye bir şeyin asla düşünüle-miyeceğini Wenzlow'un kafasına
iyice sokmak istiyordu. General, görüşme bitti anlamına sakin bir el işareti yaptı.
Generalin başparmağı kaç saniye, kaç dakika masaya vurmuştu tık tık diye?

VI

Marie, fabrikada sabahtan akşama kadar çalışırken kafasını hiç işletmediğine pek
memnundu. Yatağa girer girmez uyuyor, fakat gece yarısı korkuyla yine uyanıyordu. Eski
alışkanlığıyla, Hans hâlâ gelmedi, diye düşünüyordu. Marie, yarı u-yanık, oğlunun başına
bir felâket gelebilecekmiş gibi korkuyordu»
Son otobüse kulak veriyor, pencerenin altından geçenlerin ayak seslerini dinliyordu. Hans
şimdi çıkıp gelmezse yakayı ele vermiş demekti! Hans gelmemişti. Marie iyice uyanınca,
Hans'ın gelmesinin kabil olamıyacağmı kavrardı yavaş yavaş. Bazı geceler sabaha karşı
uyuyabiliyordu ve çalar saatle yine uyanıyordu. Güçlükle gidiyordu işe; kolları omuzlarını
kımıldatarak değil, hasta vücudunun dışında tellerle hareket ettirilirmiş gibiydi.
Marie bir gece yorgunluktan bitkin, yemeği tabaklara boşaltırken Geschke'ye «Đnsanların
bütün bunlara nasıl katlandığını aklım almıyor.» dedi «Her gün hep aynı iş. Mezarda hiç
değilse huzur vardır.»
Geschke : «Biz insanlar herşeye katlanırız.» cevabını verdi. Marie: «Evet.» dedi «Hans
günün birinde çıkagelirse beni hayatta bulsun istediğim için katlanıyorum. Düşün bir:
barış oluyor, Hans dönüyor, döndüğüne seviniyor ve fakat beni hayatta bulmuyor!»
Geschke: «Hemen herkes de böyle düşünebilir.» diye karşılık verdi «Bundan ötürüdür ki,
hiç kimse ağzından bir söz çıkarmağı göze alamıyor. Herkesin de yine görmek istediği ve
çok sevdiği bir yakım var.»
Epeydir bu kadar çok lâf etmemişlerdi. Apartman epeyce gürültülüydü ama, çorbalarını
sessizce kaşıkladılar. Geschke'le-rin dairenin gürültülü olmasının nedeni vardı; Mehler
baba'nın torunları bir süredir yanlarındaydı. Zira Mehler'lerin kenar semtlerden birinde
oturdukları apartman bombalanmış, çocukların anası hastaneye kaldırılmıştı. Çocukların
en küçüğü Meh-ler'in koynunda yatıyordu.
Geschke susuyordu. Marie, onun her zamanki gibi dalıp gittiğini, hatta sandalyesinde
belki de uyuyakaldığını sandı. Fakat Geschke tam bu sırada yeniden söze başladı ve
heyecanla şöyle dedi :
«Böyle düşüncelerinle Hans'a çok büyük kötülük edersin.»
Geschke bir süre sonra: «Hans cephede ölürse ne yapardın?» diye sordu «Kendini hiç
düşünmez miydin?»
Marie : «Onu bu dünyada bir daha göremiyeceğimi kesin öğrendiğim gün,» dedi «kendimi
hiç korumazdım. O zaman öleyim daha iyi. Başkalarına da şöyle derdim: Bundan böyle
çabalamayın bu dünyada! Değmez bunca sıkıntıya! Böyle derdim. Şunu da söylerdim:
Ağır ağır, yavaş çalışın, hiç bir işi gereği gibi yapmayın. Gestapo'nun eline düşsem de ne
önemi olurdu?
Oğlum Hans öldükten sonra!»
Geschke, karısını hayretle süzdü; Marie'nin kaşları çatıl-mıştı. Dipleri kırlaşmış açık renk
saçları —hafifçe çıkık alnına düşmüştü—nda eski günlerden hafif bir parıltı vardı.
Geschke: «Oysa ben!» dedi «Hans ölünce senin yapacağını şimdi yaparsam onun
sapsağlam döneceğini düşünüyorum sık sık. Bızı hayatta bulamamanın korkusundan
uzak, Gestapo'ya ele verileceğiz diye korkmadan.»
Marie de onu hayretle süzdü. Geschke'nin kızgın hali geçmişti; yorgun ve hüzünlü
gözlerinde yeni ve bambaşka bir ışıltı parlayıvermişti. Marie onun gözlerinde bu ışıltıyı
sadece bir iki defa görmüştü. Evlenmelerinin başlangıcında Marie'nin kimsesiz bir zavallı
olduğu sıra.
Mehler'in torunları yatak odasının kapı aralığından gözetliyorlardı ; akşam yemeğinden
birşeyler kalmıştır belki diye ummuşlardı. Marie çocuklara birer kaşık daha verdi. Çorba
kâsesinin dibini iyice kazıdılar.
Marie o gece her zamandan daha geç uyudu. Fakat sonra deliksiz uyudu, çalar saat
uyandırıcaya dek.
Geschke'nin iş arkadaşlarının Marie'ye sonradan anlattığına göre, fabrikada bulunan
ajanlar onu gözaltında tutuyorlardı. Fakat olağanüstü şartlar sayesinde yakalanmaktan
kurtulmuştu.
Marie ertesi günü daha uzun süren bir postada çalıştı. On bir saat yerine on iki saat. Eve
dönerken düşman uçaklarının saldırısı başladı. Geceyi bir mahzende yabancılar arasında
geçirdi. Gün ağarırken evin yolunu tuttu. Sığmakta tahmin ettiğinin doğru çıktığını yolda
kulağına çarpan sözlerden anladı. Oturdukları semte bombalar düşmüştü. Alan ve sokak
halka kapatılmıştı. Marie, dumanlar biraz dağılınca, enkaz arasında balkonlu bir evin
önyüzü kalıntısını gördü; rüyada bir gerçekle karşılaşıvermiş gibi olmuştu. Polisler
Marie'yi uzaklaştırdılar: Marie, bu balkon gerçekten kendi balkonları mı diye ve tıpkı
rüyada gibi çabaladı ve direndi. Sonunda, alt katın yan balkonu olduğunu anladı. Geçen
yaz bayan Triebel orada oturup dikiş dikerdi. Bayan Triebel'i bir gece gizli polisin alıp
götürdüğünü hatırlamıştı. Bayan Melzer, çevirdiği dolaplar hiç bir işe yaramadı, demişti
kadının arkasından. Marie, pekâlâ da bir işe yaradı, diye aklından geçirdi; bayan Triebel
bir yerlerde hapisti belki de ve yaşıyordu! Kafasının içi karmakarışık olan Marie, Hans'ım
şu sıra cephede bulunuyor bereket, diye düşündü. Sonra, apartmanın önyüz kalıntısında
sallanan o bir tek balkonda bayan Triebel'i neşeyle dikiş dikerken görür gibi oldu. Fakat
kendi balkonu, balkondaki çiçek sandıkları neredeydi? Daha geçenlerde, hem de pek
yorgun olduğu halde yeni tohum koymuştu çiçeklilere. Tohumlara bakması gerekmezdi
enkazda da çıkardılar. Marie: «Geschke!» diye haykırdı. Bir polis, kadını hem geri itmeğe
hem de düşmemesi için tutmağa çalışıyor ve Marie ile çekişiyordu. Zira Marie,
Geschke'nin o akşam işten çok erken döndüğünü hatırlayıvermişti. Bir kadın, Marie'nin
omuzuna koydu elini ve enkazı çeviren zincirin berisinde bir taşın üstüne oturttu. Marie,
ikinci katta oturan bayan Binder'in görümcesini tanımıştı. Hemen aklını başına topladı. Bu
kadın ne arıyordu yine burada? Ne diye ille de bana sokuluyor? Umutsuzluktan Hitler'e
söveceğimi ve beni ihbar ederek yeni bir nişan alacağını mı umuyor? Tertemiz bluzlu
kumral cadı yanılmıştı. Yeni başlıyan gün Marie'nin aklını başına getirmişti. Hem de tam
vaktinde. Hitler'e atıp tutmıyacaktı elbette. Bu kadar ucuza onun yakasını bırakmıyacaktı.
Hitler'e daha başka oyunlar etmeliydi, rastgele bir kaç küfür yetmezdi. Zira sadece
yuvasını yitirmemişti, girmesi yasaklanmış sokağın kimbilir neresinde kömür olmuş
Geschke'yi kaybetmekle kalmamıştı! Korku da gidivermişti. Geschke, önceki gece
korkudan söz etmişti daha. Đyi adamdı. Marie bir rastlantıyla ona yaklaşmış, başka bir
çaresi olmadığından ve çocuğunu yanında dünyaya getirmesine izin verdiğinden kalmıştı
Geschke'yle. Marie'ye karşı çok iyi davranmıştı. Geschke Hans'ı komşularına kendi oğlu
diye tanıtmakla da büyük iyilik etmişti. Marie, mutfaktaki dolabın altındaki döşeme
tahtalarına saklanılan tüfeği hatırlayıverdi. Bir tarihte Geschke'nin hiç umulmadık bir anda
gidip o tüfeği çıkarmasına ne şaşmıştı! Hans'm doğumundan az sonraydı. 1920 martında
Kapp'm hükümet devirme teşebbüsü sırasında. Hans beşikte yatıyordu. Geschke'lerin
evinde iki sır vardı. Beşik ve tüfek. Biri kadının, öteki de erkeğin. Enkazı temizlerlerse
tüfeği orada bulabilirlerdi hâlâ. Fakat enkaz arasından çıkaracakları bir kaç kemik
parçasını birleştiremi-yeceklerdi.
Marie, enkazı çeviren zincirin arkasında kum sandıklarını da gördü. Parçalanmışlar ve
tanınır vanları kalmamıştı. Birinci savaş sonunda gripten ölen bayan Geschke'nin
çocukları burada oynamıştı. Marie, o sırada çocuklara analık eden bayan Melzer'in
isteğiyle, oyunlarına göz kulak olmuştu. Bayan Melzer de mi yanık evin enkazı altında
kalmıştı? Geschke'nin pek sevdiği büyük oğlu Paul çoktan ölmüştü. Bundan daha büyük
acı olamaz diye düşünmüştüler o tarihte ikisi de. Helen yeni anasının yüreğini kazanmıştı.
Öteki oğul Franz daha on yıl önce babasıyla bozuşmuştu, Göğsünün çevresi SS.'e
alınması için yeterli değil diye. Kömürleşmiş kemiklere homurdan bakalım şimdi! Đşte
sana SS. ölçülerine uygun göğüs çevresi!
Marie ileriye doğru öyle bir atıldı ki, bayan Binder onu eteğinden yakalayamadı. Fakat
polis kollarından tuttu. Marie polisle çekişiyordu. Marie polise bir türlü anlatamıyordu
meramını; zincirin ötesine geçmek istemesinin nedeni vardı, dökülüp saçılmış kumlan
sandıklara koymak istiyordu yine! Hit-ler gençliği örgütünün bir süt arabası gelmişti.
Şaşılacak derece kararlı ve şaşılacak kadar becerikli genç kızlar, süt ve yiyecek vermek
için, bütün çocukları bir araya topladılar. Marie, Meh-ler'lerin en büyük torununu
görmüştü; yanma koştu. Oğlan, ağlıyarak sokuldu :
«Kocanız bomba düşmezden önce küçük kız kardeşim Lana'yı kucağına almıştı; birlikte
öldüler.»

ONSEKlZĐNCÎ BÖLÜM

I
Amalie hâlâ komşulukları süresinde Malzahn'lara uğrardı hep Fakat oturulacak yerlerin
azalması dolayısıyla çıkarılan kararname gereğince evlerden bir tanesi elden çıktı ve iki
aile bir yapıya yerleşti. Amalie hâlâ birinci kattan zemin kattaki Malzahnlar'a bir daha
inmedi. Halanın yeni emirlerine biraz kızarak, biraz da gülerek uydular. Oturduğu kata
kimse gelsin istemiyordu. Yemeği kapının önünde duran küçük bir masaya bırakılacaktı.
Hasta bacağını hemen hiç kımıldatamaz olduğu halde yine de birinci katı seçmigti
oturmak için. Zira o renkli camlı balkondan ayrılamıyordu. Çoğu zaman o balkonda oturup
Scharnhorst caddesine bakıyor, postacı, ya da bir gelen var mı diye heyecanla bekliyordu.
Sokağa çıkması hemen hemen imkânsızdı. Saçlarını düzeltse, ya da giysilerini ve odasını
toplasa pek yorgun düşüyordu. Gidip balkonda, yeşilli kırmızılı camların arasında
oturuyordu; dışarıyı seyre-demiyecek kadar hava kararınca, sevdiği kişileri
canlandırıyordu anılarında. Kendi hayatının, ya da tarih sayfalarının kişilerini. Başını
sallıya sallıya konuşuyordu o hayal kişilerle. Bazı zamanlar kötü kötü gülüyordu,
erkeklerden duymuş olduğu yüzsüz şakakları hatırlayınca, özene bezene seçtiği
konuklarının arasında kendini rahat hissediyordu. Konukları arasında büyük prenslerden
yeğen Fritz von Wenzlow'a kadar herkes vardı. Bu toplantılara yabancıların da girmesine
pek az izin vardı. Onların da havayı bozmadan bir kenarda oturması gerekirdi Bunlar
arasında, şu sıra çoğu zamanı uzakça hastanede geçen Leonore ve nerede bulunduğu
bilemediği yeğen kızı Annaliese

Scanned By hlecter

vardı. Öteki akrabalarını hiç aramıyordu; onları unutuvermiş-ti.


Stachwitz'in oğlu günün birinde Malzahnlar'a çıkageldı. Amalie halanın aklının bir tuhaf
olduğunu ve Wenzlow'un küçük oğlunun ölümünü haber alalıberi —küçüğün ölümünü
epiy-ce gizlemişlerdi— daha da kötülediğini söylediler gence. Stac-hwitz. yine de çıktı
yukarı kata ve kapıyı vurdu. Oysa, halanın kimseyi yanına almadığını söylemişti
aşağıdakiler. Genç adam büyük bir neşeyle: «Amalie hala, ben geldim. Stachwitz'im
ben!» diye seslendi. Yaşlı kadının ayaklarını sürüyerek hızlı hızlı kapıyı yaklaştığı duyuldu.
Yeğeninin arkadaşını çoktan unutmuştu; onun sesini duyunca pek üzüldü. Bu Stachwitz
gerçi her zaman biraz gürültücü, hatta şımarıktı ama, dürüst bir genç olduğuna hiç
kuşkusu yoktu; sahici ya da hayalindeki konukların arasında hiç de uygunsuz düşmezdi.
Hala ve Stachwitz balkonda karşılıklı oturdular. Adları karıştırarak zihninin zayıf
düştüğünü açığa vurmaktan korkan hala, genç yakınlarını sordu çekinerek. Hastaları ve
yaşlıları görmeğe gidenlerin zor durumunda olan Stachvvitz, yapmacıklı bir neşeyle
ayrıntılı cevaplar verdi. Delikanlı, halanın güçlükle konuştuğunu farketmişti. Fakat
Malzahnlar'ın anlattığı kadar da kötü durumda bulmadı halayı. Amalie hala, Fritz'in doğu
cephesinden kendisine yazdığı mektuplardan parçalar okudu. Söz dönüp dolaşıp küçük
yeğenin ölümüne geldi. Stachvvitz halanın bu ölüm yüzünden aklını yitirdiğini hiç
sanmadı. Zira, Amalie hala, bu küçüğün ölümüyle Wenzlow adının devamlılığının
tehlikeye düştüğünü söylüyordu; yeğeni bu savaştan sonra erkek çocuk sahibi olabilecek
miydi yine? Hala, fakat şu sıra bir çok Alman ailesinin de böyle acılı durumlarda olduğunu
ekledi sözlerine. Sonra, eski günlerdeki ciddiliği ve sertliğiyle, görev durumunu ve savaş
izlenimlerini sordu. Stachwitz, anlatılmasını uygun bulduklarını anlattı. Amalie hala
dikkatle dinledi. Stachwitz, renkli camlardan geçebilen ışıkta halanın yüz çizgilerini
seçemiyordu. Stachvvitz, gizlediği, ya da kaçamak yaptığı şeyleri halanın farkedemiyeceği
kanısındaydı. Hala, dinlediklerini düşünür gibiydi. Sonra: «Oğlum, söylesene bana,» dedi,
«Almanya için hiç bir kurtuluş umudu kalmadığını sanıyor musun?» Stachvvitz, bir
davrandı. Hala: «Oğlum, yalan söylemiyeceksin, Amalie halaya gerçekten olduğu gibi
söylenir.» dedi.
i ..Stachvvitz, başını eğdi önüne; çocukluğunda yaramazlık yaptığında haladan azar
işitmiş gibi. Sonra çok yavaş bir sesle: «Korkarım ki, böyle, halacığım!» cevabını verdi.
Öyle yavaş söylemişti ki, renkli camlarıyla küçük bir dağ killisesini andıran balkona gizlice
bir ajan sokulmuş olsaydı duyamazdı.
Hala, başını öne doğru salladı ve heyecanla: «Bundan ben de korkuyorum epiydir.» dedi
«Ben o sizin Führer'inize hiç bir gün pek güvenmedim. Adam hiç hoşuma gitmezdi. Kötü
ırktan biri. Irk üzerinde böylesine duran o adamın kendisi hiç de iyi yetişmiş değil, kötü
alışkanlıkları da var üstelik, güvenü-mez bir kişi, inançtan da yoksun.»
Stachwitz, eğildi öne doğru ve mizacmdaki çekingenlikten kendi anasına bile yapamadığı
bir hareket yaptı. Amalie halanın iki elini birden tutup öptü ve okşadı.
Stachvvitz sonra aşağı kata indi ve Malzahnlar: «Pek yormadı ya seni? Amalie hala pek
yaşlanmış, değil mi?» diye sorunca: «Hiç değil.» cevabını verdi» Tam tersine. Yüz yıl
ancak sıcak şeyler geçti başımdan. Hepimizi müthiş yaşlanmış buluyordum. Amalie hala
ise hep o.»
Amalie hala bir kaç gün sonra pek hızlı bir davrandı ayağa kalkmak için. Postacıdan
mektubu kendi eliyle almak istiyordu. Bayan Malzahn elli yıldır onun yalnız ve kendi
halinde yaşayışını bir sürü huysuzluğuyla hep burnundan getirmişti; şimdi de Fritz'in
cepheden gönderdiği mektupların zarf adresini önce bayan Malzahn okuyacak diye
üzülüyordu.
Đki kadın bir evde oturmağa başlayınca merdivenleri bayan Malzahn'm temizlemesinde
anlaşmaya varmışlardı; fakat Amalie hala temizlikten hiç memnun kalmıyordu. Kendi
merdivenlerinin iyi cilâlanmadığına söyleniyordu savaşı ve bombardımanları unutup.
Savaş öncesinden kalmış cilasından biraz daha vardı. Geçen gece uykusu kaçınca
basamakları ve kapı eşiğini kendi eliyle oğalamıştı başı döndüğü halde.
Amalie hala o sabah ayaklarını sürükliyerek biraz daha çabuk yürüyünce, bastonu elinden
düştü ve bastonla birlikte kendisi de. Bir kaç basamak yuvarlanıp alt katta boylu boyunca
uzanmış kaldı. Postayı almak için kapının öntihe çıkan bayan Malzahn, Amalie halayı
baygın bir halde inler bulunca* kocasına koştu.
Bayan Malzahn, yapılacak bir yardım olmadığı anlaşlr
îmca, Wenzlow'dan epeydir bekledikleri mektubu önce zarfın
üstünden inceledi; hastanın ayılamayacağı anlaşılınca da zarfı
açıp okudu. *-
Leonore'yi ertesi günü bir askeri hekim hastaneden Pots-dam'a getirdi. Gelir gelmez
ölüyle başbaşa kaldı. Amalie halanın solgun ve sivri profili: «Ne sanıyorsun 5*avrum!
Duygularına hiç kendini bırakmamalı! Acılarına da aşırı kapılmamalı!» der gibiydi.
Leonore, sonunda gözyaşlarını kuruladı yüzünden ve burnunu pudraladı.
Stachwitz, izni bitmesine rağmen, Amalie halayı bir daha görmek istemişti. Leonore açtı
kapıyı. Hastabakıcı külâhmı çıkarmış olan Leonore, saçları seyrekleşmiş solgun yüzüyle ve
yarı karanlıkta halaya öyle benziyordu ki, Stachwitz şaşırarak: «Frauleinn von Wenzlow!»
demekten kendini alamadı.
Leonore, bu benzetmeden üzülmüş bir sesle: «Ben Leonore* yim.» diye cevap verdi
«Amalie hala dün öldü.»

Marie şimdi iki işçi kadınla birlikte oturuyordu. Đşçilerden birinin okula giden iki kızı vardı.
Evler uçak saldırılarında yıkılınca yanyana yapılıveren sıra barakalar işyerlerine pek
yakındı; işçilerin bir on beş dakikada fabrikaya yetişmesi verimli oluyordu. Marie ile bir
barakada oturan bayan Klaeber: «Bize de iyi oluyor!» dedi; kızları aynı semtte bir okula
yerleştirilmişti. Büyük kız okuldan kalan boş zamanlarında fabrikada hafif bir yardımcı işte
çalışıyordu. Anası postabaşıydı. Kuru bir kadındı. Her zaman tertemiz giysileri, her zaman
taranmış saçları ve hep parlak ve dosdoğru bakışlarıyla oldukça sevimli ve bakımlı bir hali
vardı. Çocukları da anaları gibiydiler; daraş-malık barakada, okulda ve işyerinde saçları
taranmış, temiz ve çalışkandılar. Bayan Klaeber, çocuklarına da, baraka komşularına da:
«Herşey biz kadınlara bağlı.» dedi. «Böyle kadınları olan bir mü%t daha yoktur.» Bayan
Hübner adlı kadın da: «Orasını nereden bileceğiz?» dedi «Bizimkiler de karşıdakilerin
memleketine tonlarla bomba attı. Fakat onlar da hâlâ savaşıyor. Sözgelişi şu Londra'ya
bizim misilleme silâhımız bile tesir etmedi. Onlar da dayanıyor galiba!» Bayan Klaeber:
«Hava korsanlığı bizim misilleme silâhımızdan daha korkunç birşey.» cevabını verdi.
Bayan Hübner sustu. Son aylarda cildi öylesine bozulmuş ve saçları öyle seyrekleşmişti
ki, yaşlanıvermişti. Marie hâlâ susuyordu. Ortaklaşa susmak, bayan Hübner'in sözlerini
doğru bulduğuna belirtiydi.
Marie her sabah tam vaktinde işe geliyordu. Önceden tes-bit edilmiş bir levhaya önceden
kararlaştırılmış sayıda delik açıyordu matkapla. Marie'nin hiç umurunda değildi, oturduğu
ba-raka'da, matkapla kaç delik açtığı da. Delik açtığı band, boşalmış kafasının henüz
düşünebildiği son bir kaç suratın üzerinden kayıp geçiyordu. Kimi zaman Geschke'yi
görüyordu, en son akşam olduğu gibi düşünceli, ya da pencerenin önünde öfkeli. Bazı
bazı Emilie hala çiçekli urbasıyla, ya da koca burunlu üvey kızı Helene gözünün önüne
geliyordu. Elindeki matkapla delikler açıyordu hepsinde. Marie, sadece gençliğini
düşünmekten kaçmıyordu. Matkapla delikler açtığı band gençliğinin üzerinden geçsin
istemiyordu. Gençliğinde delikler olsun istemiyordu. Marie gençlik günlerim pazardan
pazara barakada dikiş dikerken düşünüyordu; düşünürken öylesine bir acı duyardı ki,
içerisi yanarmış gibi olurdu. Fakat yine de en güzel anları buydu.
Fakat Marie hiç farketmediği halde, felâketleri izliyen uyuşukluktan kurtulamadı.
Sabahları fabrikaya geldiğinde keyifliydi. Bir dakikada şimdikinden bir misli daha fazla
delik açmağa kadınları zorlayan yeni talimata o da atıp tutuyordu ötekilerle. Marie müthiş
sövüyordu ama kimsenin onu aldırdığı yoktu. Eve dönerlerken bayan Hübner: «Marie
neden bu öfken? Neye bu halin birden?» diye sorunca: «Tutuklasmlar beni!» cevabını
verdi «Ne olur sanki?»
Bayan Hübner: «Cephede bir oğlun yok mu?» dedi «Oğlan gelince anasını bulamazsa!»
Marie güldü ve: «Oğlum bunu duyunca anasıyla övünür.» dedi «Onun da diyeceği: ana
sövmene bak sen, olurdu!»
Bayan Hübner: «Oğlun böyle şeylerle övünecek biriyse, daha başka birşey söylerdi.»
cevabını verdi «Oğlun, ana, söv> mekten daha akıllıca brişey yapamaz mısın, derdi.
Anacığım, derdi, senin sövmene fabrika daha ağır çalışmaz. Söveceğine iki delik az
delersen daha iyi olur, zira o zaman ötekiler de ikişer delik daha az yaparlar ve yaptığınız
şey fabrikadan çıkınca kötü işler. Ben de bu durumda daha çabuk evime dönerim, ya
böyle sevgili anam, derdi.»
Marie hiç cevap vermedi. Kendisine bir arkadaş aranmağa başladı. Bu aşağılık hayatta,
dev şehrin bir ucunda ye her yerinden rüzgârlar esen, yağmur suları akan barakada bir
sürü yabancı arasında yalnız olmaktan kurtuluvermişti.
Ertesi günü fabrikada bir gürültü koptu. Yiyecek maddesi karnelerini geri almakla
korkuttular. Cezalı çalıştırmakla gözdağı verdiler. Fakat kadınların çoğu, önceden
kararlaştırılan sürede ve istenilen sayıda delik —bütün yürekleriyle isteseler de—,
açamıyacağım söylediler.
Bayan Klaeber gece evde: «Senin de bu yüzden başının derde girmesine pek üzüldüm,
Marie.» dedi «Fakat önlemeleri de gerekirdi.»
Marie : «Üzüleceğin bir şey yok.» cevabını verdi «Kolumda romatizma var.»
Bayan Klaeber'in, aydınlık gözleri parladı :
«Senin kötü niyetle böyle bir şey yapmayacağını bon düşünmüştüm. Bu işlerin herkesi
ilgilendirdiğini anlamıyanlar yazık ki bu hareketleri yapan böyleleri var. Benim kolum da
hasta. Ne dikiş dikebiliyorum, ne de yama yapıyorum. Fakat kendimiz için dikiş
dikmektense cephedekiler için fabrikada çalışmak çok daha önemli şu sıra.»
O gece düşman uçakları saldırısı oldu. Sığmaktan çıkıp barakalarına döndüklerinde,
caddeye bakan yapılar yerle birdi. Yangını söndürmek için barakaların bir kısmını yıkmak
gerekmişti. Yeniden bombardımana uğrıyanların kaybı büyük olmadı bu bakımdan. Geçici
bir süre için en yakındaki barakalara tıkıştırıldılar. Marie ve bavan Klaeher, çocuklu üç
kadının oturduğu bir odaya düştüler. Yaşlı bir adam ve tek bacaklı bir asker de VP rdı
odada.
Her zamanki gibi neşeli olan bayan Klaeber, bütün bu kargaşalık arasında saçlarını taradı;
gözleri de parıl parıldı. Çocuklar, neşeli ve fakat davranışları sert olan analarına ilk kez
korkuyla baktılar; analarını bir hayalet sanmışlar gibi. Marie, tit-riyen çocukları okşadı.
Odanın eski ve yeni konukları Marie'nin aralarında bulunmasından memnundular.
Sığmakta da aralarında Marie olunca neşeleniyorlardı. Fabrikada da Marie'nin aydınlık
yüzünü görmekle bile seviniyorlardı. Đlk haftalar ona pek dikkat etmemişlerdi. Uğradığı
büyük felâketin acısından uyuşmuş kalmış olduğu günlerde farkına bile varmamışlardı.
Marie günün birinde yeniden varlığını hissettirdi, yeniden bir canlandı; olağanüstü sağlam
bir bağla hayata yeniden bağ-lanıvermiş gibiydi. O bağa sarılınca kendini daha güvende
hissediyordu. Gemi kazasında batmamak için bir kalasa tutunmuş gibiydi.
Marie'nin bölümünde eski çalışma düzenine dönülmüştü yine. Daha yüksek verim
sağlanamamıştı. Fakat kadınlar öylesine bitkindiler ki, buna sevinemediler. Bazıları, bir
levhaya üç delik daha az açmak neye yarar diye düşündü. Marie: «Bunun anlamı savaşın
bir saniye kısalması olabilir!» dedi «Bir saniyede benim oğlum, ya da senin kocan
vurulabilir.»
Bayan Hübner, Marie'nin hayata böyle yeniden bağlanıver-mesine, söz ve davranışlarını
açan sessiz bir yüreklilikle ortaya çıkmasına hayret etmişti. Daraşmalık barakada bir kişi
eksik olunca sevinilirdi ama, Marie çıkagelince hepsi rahat bir soluk alırdılar. Odaya yeni
yerleştirilenlerden asık suratlı ve kimsesiz ihtiyar biraz neşelenirdi. Bir bacağı sakat asker
ona: «Ana!» diyordu; kendi anasının şu sıra nerelerde olduğunu bilmiyordu. Đki çocuk onu
görünce seviniyordu. Bayan Klaeber bile ona karşı daha az sert davranıyor, onunla
konuşurken daha sakin oluyor ve gözlerindeki o tuhaf parıltı azalıyordu. Böyle olunca
hayalete benziyen hali de azalıyor ve Marie'yle tanışa-lıberi insan hakları denilen şeyi
kavramışa benziyordu.
Marie bir gün bayajı Hübner'i de yanma alıp üvey kızının oturduğu semte gitti. Helene
evde değildi, pazar olmasına rağmen işe gitmişti. Baba Berger de, çok uzakta olan yeni
işyerine gitmişti. Fakat bayan Berger torunuyla evdeydi. Böyle günlerde bir akrabanın
gelmesi hiç beklenmedik bir olaydı. Oturdukları ev bombardıman edilmemişti, eski
eşyalar ve fincan takımları yerliyerindeydi. Yaşlı bir kadın olan bayan Berger hâlâ dinçti.
Oğlu Oskar esir düşmüştü. Böylece oğlu ona kalacaktı. Oğlunu boşuna doğurmamış
oluyordu. Bu sözleri duyan Marie' nin yüreği sıkıştı. Kendi oğlunu hatırlayınca acı ve
umursuz bir kıskançlık duydu yeniden; bayan Berger'in sözlerine göre, Hans'ı doğurmuş
olması bir şeye yaramamıştı.
Bayan Hübner, Marie'nin bakışlarını yere diktiğini görünce, omuzuna koydu kolunu.
Birden bir yakınlık duydular üçü de birbirine. Yaşlanmış ve çökmüş üç kadın, bu
karmakarışık dünyada sağlam bir nokta bulmuştular. Doğurdukları ve yitirdikleri herşey,
birbirlerine dayadıkları başlarının üzerine eğilmişti.
Marie ve bayan Hübner, eve dönerken, Emilie halanın oturduğu sokağa da uğradılar.
Enkaz hâlâ kaldırılmamıştı. Marie'nin bu yabancı şehre günün birinde ilk ayak bastığı yapı
şu boşluktaydı. Emilie hala'nın oturduğu ev de bombardımandan kurtu-

lamamıştı. Yapının ön yüzü yıkıldığından hemen arkaya geçile-biliyordu. Eskiden atölyenin


bulunduğu kısma. Emilie hala onları görünce pek şaşırdı. Öylesine bozulmuştu ki, Marie
jiizünü değil, bir tarihte pek güzel olan çiçekli urbasını tanıdı. Evin yıkılmış ön kısmında
oturanlar şimdi halanın yanma yerleştirilmişti, onlarla birlikte bir sürü tuhaf öteberi.
Marie, Emilie halanın birinci savaşta cephede ölmüş kocasının büyük boy fotoğrafının eski
yerinde olduğunu farketti. Hala, ona bütün kalbiyle bağlı olduğunu söyler dururdu.
Marie, eve dönerlerken gençlik hikâyelerini anlattı, sevgilisini boşyere beklediği o geceyi
de. Sonradan bütün yüreğiyle istediği bir dileği gerçekleşmiş ve oğlu hayatta kalmıştı. Şu
sırada da hayattaydı belki! Fakat o günlerde yavrusunu kendi vücudunda taşıyordu,
şimdiyse çok uzaklardaydı. Uzun süre hiç anlatılmaz sandığı bazı şeyleri şimdi kolaylıkla
anlatıyordu; iç dünyasının temel duvarları yıkılmış gibiydi.
Günler birbiri arkasından geçtüer. Uykuya ayırdıkları ufak aralar dışında fabrikaya
koşuyorlar, bütün fizik güçleriyle kendilerini verdikleri otomatik bandın başına
geçiyorlardı. Günlerin hepsi birbirine benziyor denilebilirdi, bombalar, yangınlar, ölüm
korkusu ve ölüm, imdat feryatları ve parçalanmış insan vücutları da olmasa! Fakat
otomatik band, bu ölüm ve kalım savaşında herşeyden ve herkesten daha dayanıklıydı;
bir an durmuyordu. Gündüz çalışanlar uykudayken gece postasında çalışanlar vardı
bandın önünde. Ne daha hızlı, ne de daha ağırdı. Akıp geçtiği topraklarda acı çeken,
gülen, doğuran, ya da ölen insanların farkında bile olmıyan bir nehir gibiydi. Bu arada
radyo konuşucuları, gazete satıcıları ve cepheden en son haberler kulakları tırmalayan bir
gürültü yapıyordu. Alman topraklarına düşman asla ayak basamaz deniliyordu.
Bataryaların gürültüsünden korkan bazı kaçık karılar da oluyordu arada bir. Böyleler ini
yatıştırmak gerekiyordu düşman daha çok uzakta diye. Fakat bu yatıştırmalarda «Daha»
sözünü kullanmak gerekiyordu.
Marie geceleri bayan Hübner'in yanma uzandığında öyle yorgun oluyordu ki, gündüzleri
düşünmeğe ne vakit ne de güç bulabildiği bazı soruları yine soramıyordu. Günde sekiz
saat çalışmadan ötürü kocasının nasıl övündüğünü hâlâ hatırlıyordu; artık epeydir
aralarında olmıyan Geschke, yine epeydir görünmezlerde olan Triebel'e, mutfakta, bunu
bizlere borçlusunuz, demişti. Şimdi günde on iki, on dört saat çalışılıyordu. Canavar
herşeyi zıkkımlanacak gücünü yitirmesin diye. Daha bir kaç hafta öncesi şu savaş bir
sona erse, zira bundan daha kötüsü olmaz diye yüksek sesle konuşanlar bile, şimdi.,
Ruslar asla Berlin'e girmemeli demeğe başlamıştı. Bunca kan döküldükten sonra, hayatın
en büyük amacı olan vatanın varlığı için, milletin yaşaması için daha büyük kurbanlar da
göze alınmalıydı! insanların acı çekmesinden daha olağan ve haklı bir ölçü tanımıyor-
dular. Bir şeyin değeri katlanılan acılarla ölçülürdü. Sersemlikler, korkaklıklar,
sözvermeler, ya da cinayetler ve suçlardan ötürü bu duruma düşülmesi birşeyi
değiştirmezdi. Acılarla yüklüydü durum. Bu gibilerin değerlendirme ölçüsüne göre, daha
az acı çekilen hallerin hepsinden daha üstündü.
Bayan Hübner kolunu Marie'ye doladı. Savaş bitiyordu belki! Yeni bir hayat başhyacaktı.
Hayatta herşeyini yitirmiş ve yüzüstü kalmış kimsesiz yaşlı bir kadın için yeni bir hayatın
ne olabileceğini pek düşünemiyordu. Kocası tenekeciydi ve iyi para kazanırdı. Oğlu da
öğrenmişti tenekeciliği. Onun da babası kadar becerikli olduğunu bütün komşular
söylerdi. Şakacı ve güler-yüzlüydü. Küçük sebze bahçelerinde pazarları bayram ederlerdi.
Şimdi ikisi de ölmüştü. Baba da oğul da. Her zaman şakacı ve güleryüzlüydüler. Elden
gitmiş bir ülkeye, yitirilmiş bir gençliğe duyulan çılgınca bir özlemle gözyaşlarını tutamadı.
Bayan Hübner'in yüzü öyle kırış kırıştı ki, gözyaşları belli olmuyordu. Yeni bir hayatın
başlıyabiieceğini aklı almıyordu. Rusların Berlin'e girmesini başkalarının aklının almaması
gibi. Yeni barakaya taşmalıberi Marie'ye daha da yakınlaşmıştı. Bu kadın yanında olduğu
zamanlar kendini daha bir yatışmış hissediyordu. Marie'nin de pek genç olmadığını,
kendisi kadar yalnız bulunduğunu ve oğlu Hans'm belki hiç dönmiyeceğini bildiği halde
onun yeni bir hayattan birşeyler umabileceğim hissediyordu. Bunun ne olabileceğini
bilmeyi pek isterdi ama, soru soramayacak kadar yorgundu.
Asıl büyük anlaşılmaz kendisiydi. Fabrikada zorla çalıştırılmağa ne diye gidiyordu hâlâ?
Sevdiği insanların ölümünden sonra rüzgârla savrulan solgun bir yapraktan farksız kaldığı
halde ne diye buyrukları yerine getiriyordu yine ? Đnsanların yolunu çizen ve adına devlet
denilen o tanrılaştırılmış kuvvet neydi? O kuvvet nasıl böylesine güçlenmişti?
Düşüncelerinin burasında başı öyle ağrıyordu ki, kolunu Marie'nin omuzuna koyup
uyuyakalıyordu.

Ticaret müşaviri Castricus'la güzel kızının bindiği otomobil, Taunus'da direktör


Schlütebock'un vülasında garajın önünde durdu; şimdi çoktan unutulmuş barış yıllarında
von Klemm otomobiliyle Ren nehrinin'sularına gömülmeseydi, Castricus'un damadı şimdi
o olacaktı. Schlütebock da von Klemm'in o tarihte iş arkadaşlığı yaptığı ve işgal altında
Almanya'dan gelen mektuplar için adresini kullandığı ÎG. Farben direktörü aynı
Schlütebock'tu.
Villanın sigara salonunda bekliyen üç erkek, Castrıcus, kızı ve SS. subayı damadıyla
girince, hoşnutsuzluklarını belli etmemeğe çalıştılar; hele, damat iyice yerleşip de içkileri
bir bir tadarak müttefik Macar ordularının direnç gücünü enine boyuna anlatmağa
başlayınca! Fakat eşi randevusunu birkaç kez hatırlatınca ayağa kalktı. Şoförün de hemen
gidip babasını almak için vaktinde dönmesi gerekiyordu.
Castricus, sonunda ikisi de uzaklaşınca, çift camlı pencerede duran sümbüllerin arasından
görünen güneşli kış manzarasına bakarak: «Bizim damadın buralardan hoşlanmasında
şaşılacak birşey yok!» dedi «Avrupa kalesinin en hoş ve rahat köşesinin buralar olduğuna
hiç kuşku gerekmez.»
Dört erkek, Castricus, müteveffa von Klemm'in yeğeni ve mirasçısı Kurt Klemm, villanın
sahibi direktör Schlütebock ve az önce Berlin'den tam vaktinde gelen hukuk müşaviri
Spranger, rahat ve geniş koltuklara yerleştiler.
Castricus hepsini de hileli bir bakışla bir bir gözden geçirdikten sonra: «Baylar!» dedi «Bir
çocuk şarkısı vardır, hatırlar mısınız? Ellisinde işler yolundadır, altmışında yaşlılık başlar
ve yetmişinde akpak ihtiyardır insanoğlu. Siz Klemm, işlerin iyi gittiği yaştasınız! Size
gelince Schlütebock, yaşlanmağa başladınız. Ya siz Spranger? Ya ben? Biz ikimiz yakında
yetmişinde akpak ihtiyarlar olacağız. Söylemesi bile hoş değil. Yetmişi aşınca diye
söylense daha tatlı olurdu gibime gelir. Seksen yaşında ak sakallı bir ihtiyar, doksanına
basanı tanrı korusun, yüz yaş ise tanrının bir bağışı!»
Bu sözlerini dinliyenler, ne cevap vereceklerini kestiremeden, yutkundular. Spranger, ben
kendim şu çenesi düşük Castricus'tan daha hazırlıklıyım yetmiş yaşıma, diye aklından
geçirdi. Ne var ki Spranger her zaman çok canlıydı ve hep böyle kalmıştı. Özene bezene
traşlı yüzünde hiç bir değişme olmamıştı; bir tarihte pek ünlü bir isveçli güzeli olan eşinin
ölümü bile bu yüzde iz bırakmamıştı. Spranger'in karısı bu kış ölmüştü. Düşman
uçaklarının bombardımanından değil, hastalıktan ölmüştü.
Schlütebock : «Castricus! Açık konuşuyorum,» dedi «Buraya getirdiğiniz konuk beni pek
şaşırttı. Sanırım bizler dördümüz buluşacaktık.»
Castricus: «Benim sevgili dostum!» diye başlarken ellerini uğuşturdu; yaşlılığın
beceriksizliklerinden bile yararlanmasını severdi. Biraz gevezeleştiğinin farkındaydı. Fakat
bu gevezliğinin ona daha tasasız bir içtenlik verdiğini de biliyordu: «Üniformasında ölü
kafası işareti bulunan damadımdan bilerek rica ettim beni buraya, bu villaya bırakmasını.
Dört kişi olmaktansa, tanıklarımızın bulunması çok daha iyi; gizli kapaklı işler çevirenlere
adımız çıkmaması için. Başarılmamış bir sürü örnekten ibret almalıyız. Ben yaşta birisine
darılmayın, fakat şu Adolf Hitler'e on iki yıldır doyamamışsınız gibime geliyor. Bana
kalırsa, bu Nasyonal sosyalizmin daha bir süre başımızda kalması gerekiyor iyi ders
alabilmemiz için.»
Bir an sustular. Odadakilerin en zekisi olan Spranger, bu konuşkan ve yaşlı tilkinin çoğu
olduğu gibi yine haklı olduğunu aklından geçirdi herkesten önce. Fakat yine de:
«Castricus ve siz, Klemm, yani müteveffa yeğeniniz von Klemm, sizler o tarihte acele
ettinizdi bu ders için.» dedi.
Castricus, kollarını başına koydu tuhaf bir biçimde ve: «Çağırdığım ruhlar yakamı
bırakmıyor!» dedi «Kimindi bu sözler? Schiller'in değilse Goethe'nin. Herşeyi mısralarla
dile getirmesini bilen o iki insandan birinin, hiç kuşkum yok.»
«Damadım için daha başka tasalarım var. Jalta'da toplananların ne kararlar aldığını iyice
bilmek isterim. Damadımı buralardan elden geldiğince uzaklara göndermek istiyorum,
ama Rusların yakında işgal edeceği bir böigeye değil. Tanrı korusun! Düşmanımız Ingilzler
güneyde şimdiden bir köşe sağ-CP™,^. Ri*im dolîk^nhvı vakit geçirmeden oraya
göndermek niyetindeyim. Şu Rundstedt ün düşkünlüğünden bir vazgjeçebnseydım bizler
durumu daha açık görebilirdik çoktan. Ne var ki, o, düşmanın üstüne atılıp zafer
kazanmağa alışmış bir kez. Bunun sonucu ortada: Zafer kazanmağa alışmış generaller
batı cephesinde hiç de az sayıda olmadığından Ruslar tehlikeli bir hızla canevimize
sokulurken batı komşumuz tehlikeli bir ağırlıkla ilerliyebiliyor.»
Castricus'un gevezeliklerini nazik bir sabırla dinliyorlardı. O devam etti :
«Zira benim damadın adı buralarda hiç de iyiye çıkmamış! Tanınmadığı yerlere, uzaklara
gitmeli. Kırıma ilk gününde olduğu kadar tutkun, gerçi! örneklik bir koca. Bağlılık harikası.
Evlilik dışında kadınlarla bütün ilgilenmesi, görevi gereği kadınlar kampı ve benzeri işler.
Erkeklerden gayrı, sadece bir kaç aşağılık karıyla ilgilenmesini burada hiç bağışlamıyorlar.
Söz konusu olanlar işçi karılar elbette. Politika suçlusu olanlardan söz ediyorum. Fakat bir
daha söylüyorum, örneklik bir aile babası. Oturduğumuz işçi semtinde kara urbalı SS.
leriyle ortaya çıkınca herkesin nasıl baktığını bir görseniz, başına neler gelebileceğini
anlarsınız. Buradan uzaklaşmaktan gayrı bir şey yapamaz. Kızım gönül işlerinde pek
bahtsız çıktı.»
Klemm, yeğenim Helmut doğudan batıya geçebilmiş de ■—aylardır hiç bir haber
alamadım— burada ortaya çıkıverip bir sürü istek ileri sürerse, diye düşünmekteydi.
Spranger, kararlı bir sesle : «Buluşmamızın amacına geç-sek iyi olacak.» dedi «Korkarım,
zamanımız dar.»
Schlütebock: «Bayları çatımın altında görmek benim için büyük'bir zevk olmakla
beraber..» diye katıldı onun sözlerine.
Spranger: «Benim sözünü ettiğim, sayın bay direktörün bizlere ayırdığı zamanla ilgili
değil.» diye sürdürdü konuşmasını «Ben, müttefikler cephesindekilerin bizlerden
esirgemediği zamandan söz açmak istedim. Hava saldırılarından belirli bölgelerin
kurtulması bence rastlantı değil. Avrupa ekonomisinin daha da gelişmesi için gerekli
belirli bölgeler. Sayın baylar, yakında yüzyüze konuşma olanağına kavuşmazdan önce
iddia edebilirim ki, karşı taraftakiler arasında bizim gibi olanları da bazı umutlar
beslemektedir.»
Berlin'de durumu hâlâ sağlam olan Spranger, isveç elçiliğinde çalışan bir yakını
aracılığıyla, Stockholm'da bir toplantıya katılmak gibi eşsiz bir olanak ele geçirmişti, isveç
yolculuğu sadece Spranger için değil, fakat arkadaşları için de büyük bir mutluluktu.
Spranger bir kez yurd dışına gidince, çoktan ho zulmuş ilişkileri yeniden yoluna
koyacağına hepsi inanıyordu. Askeri işgal yönetiminde güçlükler çıkarılmadan, hatta
büsbütün bozulmadan, eski ilişkileri Spranger'in büyük bir beceriklilikle ve tam
zamanında yoluna koyacağım umuyorlardı.
Schlütebock, bazı görüşme konuları için Spranger'e sınırsız bir yetki sağlamıştı. Savaştan
önce yabancı firmalarla birlikte elde edilmiş bjazı patentalar vardı. Buluş sahipleri ölmüş,
ya da ortadan kaybolmuş olsa bile, patentalar hiç bir uçağın bombalamadığı Taunus
yamaçlarında bu güzel vülanın çekmecesinde olduğu gibi duruyordu.
Spranger, dostlarının verdiği bir sürü görevi not aldı. Bunları yolda ezberliyecekti; zira
beyni de eskisi gibi güzel yüzü kadar sağlamdı. Stockholm'da toplantı salonunda bu yüzü
görecek dost düşman herkes eski günleri hatırlayıp, Ah bu Spranger, yine ortaya çıktı,
diyecekti!

IV

Hans'ın verildiği motorlu birlik şosenin son dönemecini düşman ateşi altında öylesine
çılgın bir hızla aldı ki, yaya yol alan tutuklu kadınlar davranıp karşıya geçemedi.
Hans, bindiği aracın yanında ve arkasında kar ve kan karışımı şosede urba parçaları ve
tekerleklerin yana fırlattığı bir ayak gördü. Beşinci araba da ölülerin üstünden geçmişti.
Hans'm, yanmasında oturan Schilling'e birşey söyleyecek vakti yoktu; düşünmeğe de
vakti yoktu. Hans şimdi biliyordu, her şeyi bilyordu, yeryüzünde öğrenümeğe değer ne
varsa., kafasına vura vura sokulmuş gibi., savaşın son anlarında bir kurşun yemeden., şu
kar, kan, kumaş parçası ve et karışımı yığın, yeryüzünde yitirecek hiç birşeyi kalmamış
birisinindi.
Araçlar birden sert bir dönemeç aldı. Hans arkadaşı Schil-ling'in üstüne düştü. Bir mermi
vınladı üzerlerinde. Schilling arkadaşını yere doğru çekti, Hans'm durumunu, kendi
vücudunun ne hade olduğunu ya da Hans'm ayağa kalkmasını önlemek için mi böyle
yaptığının farkında değildi.
iki gündür beraberdiler. Çevrilmiş Alman askerlerine takviye gönderilmek üzere birlik
yeniden kurulmuştu. Schilling şu anda Hans'm kurtulmuş olmasını kendisinin kurtulması
kadar candan istiyordu. Birbirlerine açılıyorlar, konuşuyorlar, yemeklerîni değiştiriyorlardı.
Tepelerinde dolaşan ölüm, başka zamanlarda çok vakit gerektiren şeyleri bir araya
toparlamıştı.
Aşağı inin, komutu verildi. Yolun dönemeçten ötesi bozuktu. Kamyonlar boş döndüler.
Yolun kalan kısmını yaya yürüdük ler. Küçük küçük gruplara dağılıp, korudan geçen yolda
ilerlemeğe başladılar. Fakat hemen yere attılar kendilerini ve mermiler vınladı
üzerlerinden. Kayın ağaçları çatırtıyla yıkıldı. Hen-kel'in cırlak sesi duyuldu, kimler ve
neler nerede kalmış diye haykırıyordu. Đçinde biraz hava kalmış teneke bir borudan çı-
kıyora benziyen bu sesi iyi tanırdı. Bu sesten asla kurtulamamıştı. Henkel, yeni kurulan
birlikte de eskilerin arasına düşmüştü yine. Hans bu cırlak boru sesinden kurtulmağı sık
sık umduğu halde iki yıldır hâlâ çekiyordu. Henkel vurulan Berndt'in yerine gelmişti.
Berndt'in yokluğunu aratmamıştı, hatta daha beterdi görevinde. Birisi biraz geride kalsa,
Henkel söylenerek hemen yaklaşırdı. Kurşun işlemez biri gibiydi. Kapılar kapanmadan
olup bitenleri kaşla göz arasında öğrenmesi gerekirmiş, üstelik herkesi de cehenneme
sapsağlam teslim için şeytandan buyruk almış bir hali vardı. Đki asker bacağından hafifçe
yaralanmış birini yürütmeğe çalışıyordu. Birliğe önceki gün verilmiş olan Strickert,
yıkılmış bir ağacın altında kalmıştı; gencecik, bembeyaz ve ürkmüş yüzü ağacın dalları
arasından bakıyordu. Henkel, hemen oraya koştu ve ağaç öteye sürüklendi. Göğüs
kemikleri ezilmiş olan Strickert ulur gibi haykırıyordu. Sonra, herzamanki sesiyle yalvardı
Henkel'e bakarak. Bu durumda yapılacak hiç bir şey yoktu: ne geriye taşıyabilirlerdi, ne
de beraberlerinde götürebilirlerdi.
Hans, Schilling'in hemen yanmasında yatıyordu yerde; Henkel önümde uzanıyor, diye
aklından geçirdi; burada böyle kalabilirim, beni sürükleyip götürmeğe kimsenin hevesi
yok şu sıra. yolun kenarında çukura kayıverir ve orada uzanıp kalırım; Ruslar bulurlar
beni. Schilling göz ucuyla bir baktı arkadaşına, bunu şu sıra başaramazsın, der gibi. Hans,
arkadaşının bakışlarını izledi; melun Henkel şimdi arkalarmdaydı ve keskin bakışlarını
üzerlerinden ayırmıyordu.
Heiefe varmak üzere bulundukları, şiddetli mitralyöz ateşinden anlaşılıyordu. On metre
ilerlerindeki çalılıktan bir sevinç çığlığı duyuldu. Bir komut yükseldi. Bir tüfek patladı.
Tutsak kadınlardan biri geriye kaçmak isterken çalılıkta yakavı elo vermişti. Bir kurşunda
ölmüştü. Vahşi hayvanlar tarafından parçalanmış gibiydi; bacakları. tersine dönmüş,
kalçalarından etler kopmuş, omuzlarına bir tutam saç dökülmüş ve yüzü yamyassı
olmuştu.
Arazinin kalan parçasını koşar adım geçtiler. Kurşunlar arkalarından geçiyordu, ölüm biraz
uzaklaşıyormuş gibi. Hedefe vardılar ve sevinç çığlıklarıyla karşılandılar. Birlikte ölmek
için değil de onları kurtarmak için canlarını tehlikeye atmışlar gibi!
Başarılarının karşılığı olarak bir kaç saat uyku uyumalarına izm verildi. Hans öylesine
yorgundu ki, hemen uykuya dalacağına, Schilling'e sorular yöneltti. Schilling'i ancak kırk
sekiz saattir tanıyordu ama, ona herşeyin sorulabileceğini hemen anlamıştı. Schilling'in
fırça saçlı ve yuvarlak kafasında gizli bir işaret varmışcasına ! Hans, başka zaman olsa
günler, hatta haftalarca sonra bile soramıyacağı bir şeyi sormayı göze aldı. C. köyünden
yola çıkarlarken Schilling'in yüzünü üç defa gözden geçirmişti. SS. ajanlarına ve öteki
jurnalcılara hiç bir şey belli etmiyen yuvarlak bir yüzü vardı. Fakat Hans onun gerçek
kişiliğini yine de anlamıştı. Bir başkası yerine bu Schilling'le ölmeği seve seve göze alırdı.
Belki, aralarındaki dostluktan böyleydi, ya da ona öyle geliyordu !
Hans: «Önünde yatan Henkel'e neden ateş etmedin?» diye sordu.
Schilling bu tepeden inme soruya belki şaşmıştı. Fakat yuvarlak yüzünün neşeli hali hiç
değişmedi. Tehlikeli bir düşmandan, hatta ölümden hileyle kurtulmak gerektiği anlarda
Hans'ın yüzü sivrileşir, tilkiyi andırırdı. Fakat Schilling'in yuvarlak yüzü her zaman neşeli
görünürdü.
Schilling : «Kimse benimle birlik olmayacağı için ateş etmedim.» dedi. «Onlar da beni şu
zavallı kadın gibi parça parça ederdiler belki! Nasıl da sevinçle haykırdıklarını duydunuz.»
Hans : «Kimse bizimle birlik olmıyacak diye bizler hiç bir? şeyi göze alamıyoruz.» cevabını
verdi «Oysa, birisinin birlik olması için birşeyi göze almak gerekir.»
Schilling : «Fakat!» karşılığın verdi «Henkel'i bir kurşunda yere serseydim ve çevreme
güvenim boşa çıksaydı şimdi şurada, senin yanında yerde uzanamazdım. Kimseye
güvenmedim ve hayattayım henüz. Gücümü bu pis Henkel'e harcamak-tansa daha iyi bir
amaç için saklıyorum.»
Hans, gülümsedi: «Rusya'ya geldiğimizde Zimmering adlı bir arkadaşım vardı!» derken
«Onu eskidenberi tanırdım, seninle olduğu gibi iki günlük tanış değildik. O da beni senin
gibi uyandırırdı ve hep 'gücümü daha iyi bir amaç için saklıyaca-ğım' derdi. Fakat daha iyi
bir amacı öyle uzun süre bekledi ki, sonunda çok geç oldu.»
Schilling, Hans'ın kemer kayışının tokasında dolaştırıyordu parmaklarını; dikkatini bir şey
üzerine toplamak isteyince parmaklarını bir yerde dolaştırırdı hep :
«Bu aşağılık herifin ve suç ortaklarının insanlığa getirdiği felâketin kökü derine yerleşti,
onun ölmesiyle ortadan kalkacak gibi kolay değil.»
Oyle yakınlarında mermiler patladı ki, birbirlerine daha da sokuldular. Biri ötekinin
gözünün ta içine baktı. Bir kaç kişi ayağa fırladı, bir kaç kişi tedirginlikle oradan oraya attı
kendini, bir kaçı da horuldadı hiç istifini bozmadan.
Ölümün gölgesi geri çekilince, Hans arkadaşının başını eskisinden daha büyük ve daha
net gördü. Schilling usul bir sesle : «Yanımızdaki şu fareyle birlikte geberelim diye şu fare
deliğine büzüldük, hem de canımızı tehlikeye koyarak.» dedi «Sen ne diye buyruğu yerine
getirdin? Aynı nedenle! Buyruğu yerine ge-tirmemnin karşılığını şu sıra hayatınla ödemek
gerektiğini bildiğin için. Darağacmdan bir süre daha kurtulmak için!» Schü-îing sözünü
yarıda bırakıp: «Uyuyor musun?» diye sordu.
Hans: «Hayır!» cevabım verdi.
Uykusuzluğa karşı durmaları çok güçtü, fakat ya şimdi birbirleriyle görüşebilirlerdi, ya da
hiç bir zaman.
«Halka herşeyi verdiklerine kendilerini inandırmak için milletçe sarmaş dolaş palavrasını
on on beş yıldır durmama-casma tekrarladılar. Şimdi işler ters gitmeğe başlayınca da
milletle sahiden sarmaş dolaş olmak istiyorlar. Zira tekleri ipe sallandırmak kolaydır ama,
bir milletin topu birden darağacma gönderilemez. Duyuyor musun söylediklerimi?»
Schilling, kollarını Hans'a doladı, gerçeği arkadaşının vücudundan çekip çıkarmak ister
gibi :
«Hans, uyuma! Uyanık kalmalısın! Ancak burada birşeyler yapabiliriz. Henkel bile öylesine
yorgun ki, uyuyor.»
«Nerden biliyorsun bunu?»
«Senin arkanda uyuyor, aramızda üç kişi yatıyor. Uyuyor gibi yapmıyor, uyuyor sahiden.
Sen işin başından değil sonundan başlamak, Henkel'i bir kurşunda gebertmek istiyorsun.
Oysa, yine en baştan başlamamız gerekiyor. Yukardakiyle aşağı-dakini ayırdetmeliyiz,
kim dost, kim düşman ayırmalıyız. Bu da yıllar ister.»
Hans: «Fakat yıllarca bekliyecek vaktimiz yok.» dedi.
Schilling: «Öyle!» karşılığını verdi «Ancak birkaç saatimiz var. Onlara bir şeyler öğretmek
için daha yaşamaları gerekli. Onlara bunu kim sağlarsa onun sözlerine kulak
vereceklerdir. Öl! buyruğu hatırına gebermeğe hevesli olmıyanları arayıp bulmalıyız.
Unutma ki, sen beni kırk sekiz saatte anladın, ben de seni kırk sekiz saatte. Önce bu
gibileri bulalım. Sözgelişi ben şu Braunewelt'i hemen üzerime alıyorum.»
Hans: «Ben de Röder'i.» dedi «Eskiden kalanlardanız ikimiz de. Onu tanırım yakından.»
«.Şu halde: canına tak edenleri daha çok sayıda bulman için ne yapmalıyız? Bundan
sonrası da: Ruslara nasıl yaklaşabüi-riz? Sonra, şuradan daha kolay geçebilirsiniz,
işaretini Ruslara nasıl ulaştırabiliriz? O güne kadar hayatta kalırsak!»
Hans: «Henkel uyumuyor, bizlere bakıyor yan gözle.» dedi.
Schilling: «Bakabildiği kadar baksın.» deyip ağır ağır döndü ve başını Hans'ın göğsüne
koydu. Gözleri kapalı, bir süre daha konuştuktan sonra, Hans'ın şimdi gerçekten uyumuş
olduğunu farketti. Kolunu geri çekti.
Schilling kürkçüydü. Karısı da. Schilling zaman zaman düşünmüştü, çocuklara tekbaşma
onun bakması gerekiyor şimdi diye. Fakat günün birinde yine geri döneceğini hep umardı.
Oysa canını kurtarıp evine dönebileceğine şimdi pek inanmıyordu.
Hans, sevdiklerini uykusunda bir kez daha düşünmek istedi. Martin'i sadece o
yusyuvarlak ve saçları kısa kesilmiş kafasıyla hatırlıyabiliyordu. Đhtiyar Berger'i biraz daha
iyi hatırlıyordu, beyaz ve çalı gibi kirpiklerine kadar. Emmie'nin hatırlayabildiği yanı ufak
tefek oluşu ve siyah gözlerinin hırçınlığıydı. Alnında da çıkıntılar vardı! Ya anasının alnı!.
Anasının alnı saç diplerine kadar ışıklıydı, aydınlıktı. Fakat şu Henkel nereden girivermişti
Bergerler'in evine? Kız kardeşi Helene, aldırma ona sen uyu, dedi; dilediği kadar baksın
yan gözle.

Bayan Uhlenhaupt okulunu dağıtmayı epeydir düşünüyordu ama, bunu zorla yapmak ağır
geldi. Çiftliği ve kümes hay-

ÖiüJer Genç Kalır II F : 40 vanları devletin eline geçti. Kızlar, yeni kanunlar gereğince,
savaş endüstrisi fabrikalarına gönderildi. Ağır hasta olduğu için yardım etsin diye bir kızı
ona bıraktılar. O da Annaliese Wenzlow'u seçti. Bayan direktör, Hitler gençliği örgütünün
uyarı mektubunda belirtilen özelliklerin kız büyüyünce de geçmemiş olduğunu anlamış
bulunuyordu çoktan. Böyle bir tek kızın bütün okuldakilerden değerli olduğunu her zaman
söylerdi kendi kendisine. Devlet zorbalığını hor gördüğünü bu kızı seçmekten daha belirli
bir davranışla açığa vurmağa gücü yetmiyordu. Direnmek ve hor görmek için çetin bir
hayatı göze alması gerekirdi ve bu gücü bulamıyordu kendisinde.
Fakat bayan direktör kıza burada kalabileceğini açınca; hayal kırıklığına uğradı. Annaliese
buz gibi: «Ötekilerle birlikte fabrikada çalışmak daha hoşuma giderdi,» dedi.
Bayan von Uhlenhaupt, cevap vermemek için dudaklarını ısırdı. Bu genç kızın çok değerli
körpe hayatını devlete sunmaktan kurtardığını sanmıştı; savaşın bitmesiyle son bulacak
devlet, sadece ve hep, gençleri zıkkımlanmaktaydı. Okul kapa-tılalıberi Annaliese, küçük
bekleme odasında yatıyordu. Direktörün odasının yanında. Geceleri ağlıyordu. Şimdiye
kadar hiç ağlamadığı halde. Çevresinden kurtulup sonunda yepyeni bir çevreye girebilme
umudu bir kez daha elden gitmişti. Bu çevre hiç birşey getirmese de eski çevreyle
bağlarını kurtarmasına yarıyacaktı. Hayat daha sert, aşağılık ve kirli olacaktı belki de.
Fakat Annaliese için bir işyerinde zorla çalıştırılmak bir çeşit özgürlük olacaktı.
Oysa, şimdi özgürlüğe değil, bayan von Uhlenhaupt'ın bekleme odasıydı karşısına çıkan.
Annaliese, yaşlı direktör bayanın gizliden gizliye onu kazanma çabalarının farkında
değildi. Bayan von Uhlenhaupt'un devlet gücünü usulca ve sessizce hor görmesini belli
etmek istemesi umurunda bile değildi. O hâlâ ve sık sık düşünüyordu okul rahibi
Schröder'i, onun yüzünden evde ve okulda başı derde girdiği halde. Rahip sadece
küçümsemekle yetinmemişti. Tanrı söz konusu olunca çekingenlik bilmezdi. Rahip, bayan
Uhlenhaupt'un büyük bir beceriklilikle kaçındığı hayat acılarından da hiç kaçınmamıştı.
Annaliese bunun böyle olduğunu çok iyi seziyordu. Kendini yalnız hissediyordu, ama
bütün yüklerden de kurtulmuştu. Kimseyi aşırı sevmiyor, kimse tarafından da aşırı
sevilmiyordu. Amalie hala ölmüştü. Anasının analık ettiği yok gibiydi. Babası ulaşılmaz
yerlerdeydi. Sokağa bırakılmış bir çocuktan farksızdı.
Annaliese umduğundan daha çabuk kurtuldu. Bayan von Uhlenhaupt onu gece yarısı
uyandırdı; sapsarıydı ve inliyordu. Hastalığı için Stuttgart'a gönderüiyordu. Genç kız,
bayan Uhlenhapt'un erkek kardeşinin yönettiği bir kliniğe kadar birlikte gidecekti
hastayla. Otomobil sarsıntısından pek rahatsız olan bayan von Uhlenhaupt, çiftlik evinden
üzüntüyle ayrıldı. Hayatı yabancı bir şehirde bir hastane köşesinde pek zavallıca son
bulacak diye duyduğu korkuyu açıkça söylüyordu. Kız, onu yatıştırmakta hiç de becerikli
değüdi. Halasına çekmiş olan Annaliese, gürültülü yakınmalardan, umutsuzluklardan,
açığa vurulan vicdan tedirginliklerinden, ölüm korkusu duymaktan hiç utanmıyanlardan
pek tiksinirdi. Acılar içinde inli-yen bayan von Uhlenhaupt'un göğsüne gümüşten bir
istavroz taktığını görmüştü; oysa, sağlığı yerinde olduğu günlerde, kuşku uyandırmamak
için, gamalı haç, ya da bir madalyon sal-lanırdı kadife bir kurdelayla.
Yolculuk izini belgesiyle binebildikleri tren tıklım tıklım doluydu. Annaliese, bayan von
Uhlenhaupt için gülçükle bir yer - ele geçirdi. Kendisi de, dolu kompartımanda yere
oturdu. Düşman uçaklarının saldırı korkusundan herkes heyecan içindeydi ve uyuyan
yoktu. Gevezelikler ve sövgüler birbirine karışıyordu. Bayan von Uhlenhaupt uykuyla
baygınlık arası bir haldeydi. Annaliese, bir kundak çocuğunun uyuduğu bir bohçayla,
birbirine sokulmuş iki asker arasında oturuyordu. Askerlerden birinin başı ve omuzları
sargılıydı, ceketinin kolu boş sallanıyordu. Annaliese, askerin yüzünü süzdü, hoşlanmıştı.
En çok gözleri hoşuna gitmişti; karşısındakini gizlice süzen, sonra da yabancılaşıveren
gözleri vardı. Arkadaşı ondan daha iri ve güçlüydü. Çevresindekilere soğukkanlılıkla,
gördüğü yüzler onu hiç ilgilendirmiyormuş gibi, bakıyordu. Đki asker aralarında heyecanlı
heyecanlı konuşuyordu, ama yavaş sesle ve büyük bir dikkatle. Bu karmararışıklığın
ortasında kendilerini oldukça güvende sanıyormuş gibiydiler. Annaliese, gürültü azalır gibi
oldukça ancak bazı parçalarını duyabiliyordu konuşmalarının; kolsuz olanı: «Doğduğum
bu çağı seviyordum» dedi. «Doğduğum bu dünyayı da seviyorum. Şimdiye kadar
görülmemiş dev olaylar geçti dünyamızda. Đki büyük ihtilâl oldu. Fransız ihtilâli ve kasım
ihtilâli.» Asker, sol elinin yokluğunu unutmuş gibi sol omuzunu oynattı. Öteki: «Paulus
bizim bu dünyada diyar diyar dolaştı.» dedi. «Tanrısızlar ve Yahudiler onu kovaladı.
Zindana atıldı ve işkence gördü. Yalancı tanıklar onu

ele verdiler ve üç kez denizin dibini boyladı.»


Tren, gecenin karanlıklarında gürültülerle yol alıyordu. Başlar ve bavullar birbirine
çarpıyordu:
«Bu dünya hiçbir gün aşırı neşeli değildi, insanlar bazen herşeyi denediler, insanoğlunun
yapabileceği herşeyi. Akla gelebilecek herşey bu dünyada insan eliyle inşa edildi ve yine
insanlarca temelinden yıkılıp yeniden yapıldı.»
Asker sustu birden. Genç kızın bakışlarını üstünde hissetmişti. Annaliese hemen
toparlandı ve gözlerini yumdu. Trenin her sarsıntısında büyük bir açlıkla kulak
kabartıyordu birşey-ler duyabilmek için. Çevresinde bugüne değin böyle sözler ko-
nuşulmamıştı hiç :
«Đnsanoğlu denilen bu sürüyle davarın derisi ne yalındır! Bir kaç bin yıldır edindikleri doku
ne de incedir! Oysa bizler, o binlerce yılın verisini iyice benimsediler diye kendimizi
aldattık. Şimdi yeni baştan işe koyulmamız gerekiyor. On Buyruk: Öldürmiyeceksin!
Çalmıyacaksın, der. Okulda öğretilenler ve ozanlarımızın yazdıkları ne yalındı. Ne kadar
yalın! Rahiplerimizin vaızları da! Cephe hastanesinde kolumun kesildiğinde bir yaralı da
son din ayini yapılsın diye yalvarıyordu. Bütün bunları gözlerimle gördüm. Adamcağız, o
sıkıcı ve ağır kutsal buyrukların onunu birden unutuverirdi eskiden.»
Annaliese, uyur gibi yapıyordu hâlâ. Kolu sakat askerin ötekinin kulağına söylediklerini
güçlükle anlıyordu:
«Đnsanları asla aldatmadık, çağımızın düşününü onlara apaçık anlattık. Bir çok savaş ve iç
savaşa katlanmamız gerektiğini de. Bizden önceki nesiller gibi.»
Kompartımandaki analar, neşelendiler, asker bu sözleri söylerken sağlam koluyla da
çocuklar için çeşitli kukla oyunu taklitleri yapıyordu. Arkadaşı, başını arkaya çevirip baktı.
«Bu yeryüzünün bir dünya cenneti olduğuna da kimseyi inandırmağa kalkışmadık. Bu
dünyanın cennet yapılabileceğini de iddia etmedik başkaları gibi.»
«Đnsanoğlunu insan yapan herşeyi ve bir parçacık kıvılcımı kalmış ne varsa kökünden
tahrip ettiler.»
«Sen ve ben daha önce aramızda tartıştık, bundan sonrası nasıl olmalı diye. Şimdi, önce
çıkış noktamızı bulmalıyız bundan böylesi için.»
Annaliese, sepetli şişman kadın da insanoğlunun insanlığını kavrayabileceği noktaya
varmadı daha, diye düşündü. Ya sakallı adamda, bayan von Uhlenhaupt'ın yanındaki şu
adamda bir tek kıvılcım var mı hâlâ? Ya ben bunların hangisinde-nim?
«Polonya'da bir köylü, kamp fırınlarına insan taşıyan trenden çırıl çıplak atlıyan bir
Yahudiyi yetkili makamlara teslimden kaçındı. Adam, böyle davranışının Tanrıya
inanmakla bir ilgisi olmadığını söyledi.»
«Bizde de bazıları bu kötülüklere katılmadılar, inançsız oldukları halde. Hıristiyan
olmadıkları halde canlarını tehlikeye koydular ilk hıristiyanlar örneği. Zira ne iktidar hırsı,
ne de hiçbir maddî hırsla zehirlenmiştiler, ölüm korkusuna ve buyruk almağa da
kaptırmamışlardı kendilerini.»
Tren, bir dönemeci, çılgın bir hızla döndü; tehlike yukardan değil, arkasından geliyormuş
gibi. Çocuklar birbirlerinin üstünden atlıyarak oynuyorlar. Yaşlı bir karı, Breslau'dan
Köln'e kadar Almanya'yı bir baştan öteki başa dolaşmış olan kızını anlatıyordu; fakat
vardığı akşam bir bombardımanda bütün aileyle ölmüştü. Kadının yanında oturanlar bir
an kulak verdiler anlatılanlara. Annaliese, başlarını iyice birbirine yaklaştırmış iki erkeğin
neler konuştuğunu pek anlıyamıyordu artık. Onların başlarının arasına sokulamazdı. Yaşlı
karı şimdi de bir arkadaşının oğlunu anlatıyordu; bütün savaşta burnu bile kanamamış
oğlan Berlin'de izinli bulunduğu sırada düşman uçaklarının saldırısında ölmüştü.
Annaliese, iki askerin konuşmalarını cümle cümle yakalamağa çabalıyordu:
«Elinden birşey gelmiyen şeylerden kaçmamadığın an suçluluk başlar. Buna karşı
hiçbirşey yapamazsın. Sonuna kadar direnirsin ama o zaman da hayatın çetinleşir. Sana
sunduklarını kabullenir, söz dinlersin ve payına düşen bir lokmacıkla yetinirsin, daha
fazlasıyla değil. Fakat bu bile birşeydir.»
Annaliese, nelerin sözünü ettiklerini anlamasını pek isterdim, diye düşündü. Belki benden
de söz açıyorlar. Elimden birşey gelmiyen olaylarla ne zaman çarpışıyorum ben?
«Böylece o eski hikâyedeki durumda olursun sonunda. Ünlü ağaçtan bir elma koparıldığı
günden bu yana herkesin iyiyle kötüyü ayrıdedebildiği sonucuna.»
Tedirginleşen bazı yolcular çocuklarını ve öteberilerini toparladılar. Annaliese, daha
fazlasını kavrıyabilsem diye şiddetli bir istek duydu.
Tren, D. istasyonunda durdu; askerlerden biri kompartıman kapısına doğru atıldı; tek
kollu asker boynunu uzatınca öteki : «Stuttgart'a gidince unutma söylediklerimi,» dedi.
«Bismarck alanında oturuyoruz hâlâ.»
Tek kollu asker, sonra çocuklarla oynamaya daldı. Anna-liese, onunla nasıl konuşabilsem
diye düşündü. Bir soru cümlesi hazırlayıp yüksek sesle söyledi. Yabancı adam hiç oralı
olmadı.
Kompartıman da, dışarısı da karanlık olmuştu. Đnsanlar birbirlerine, sokuldular titriyerek.
Ölenlerden, yaralananlardan, uçak saldırılarından, yolculuğun tehlikelerinden, gidecekleri
yerlerden ve isteklerinden konuşuyorlardı kısıkça seslerle. Bazı bazı korkulu rüyalarda
konuşuyormuş gibiydiler. Bazı da u-yanık konuşur gibi. Yolculuk sonuna yaklaştığı halde
Annali-ese askerle konuşmağı göze alamamıştı. Ne sorabileceğini şu anda hemen hiç
bilemiyordu.
Annaliese sabahleyin Stuttgart'e varınca, bayan von Uh-lenhaupt'ı kliniğe yatırdı. Yabancı
erkeğe bir şeyler sormak için halanın yatağının yanında büyük bir istek duyuyordu.
Hastanede bir sandalye üstünde birkaç saat uyudu. Ertesi günü şehre gitti. Đlk defa
gördüğü geniş caddelerden geçerken, burada kimseyi tanımıyorum, yapyalnızım ve
herkesten şimdi kurtulmuş bulunuyorum, diye düşündü. Sonra, trendeki askerin
arkadaşına seslendiği alanın adı geldi aklına. Dün gelmiş olması gereken tek kollu bir
askerin evini aradı kapı kapı. Çegingenliği geçmişti. Hayatta hiçbir kapı açılmadan da
kapılara çoğu zaman vurmak gerektiğini bilmiyordu daha. Bundan ötürüdür ki, bir çok
kapı çaldıktan sonra aradığı adamı karşısında bulunca hiç şaşmadı. Adam onu tanımadı.
Annaliese çekingenliği bir yana bırakıp bir trende yolculuk ettiklerini söyledi. Adam,
başıma bir dert getirmesin, diye pek kortu. Đçerden bir ses duyuldu ne oluyor aşağıda
diye. Annaliese, yiyecek bir-şeyler vermesini rica etti çekinerek; hastanede ona yemek
vermeği unutmuşlardı, açlıktan başı dönüyordu. Đçeriye çağırılıp yiyecek birşey
verilmesini müthiş bir sabırsızlıkla bekledi. Sonra rahatladı. Pek istediği şeyi
gerçekleştirebilirdi belki! Ne soracağını bulabilirdi belki! Zira yerinde bir soru düşünecek
duruma yeni geliyordu. Önce uygun bir soru aradı. Hayatta iyi ya da kötü pek az
tecrübesi vardı. Bulamadan birşeyin aranabileceği aklına bile gelmedi. Yabancı adam,
omuzlarını silktik-ten sonra onu içeriye buyur etti ve sofrayı hazırlamasını söyledi
karısına.

VI

O hafta durum Wenzlow'un raporunda tahmininden daha uygun geçti. Paraşütle atılan
yiyecekler yerine ulaştı. Hattâ, posta bile geldi paraşütle ve askerleri yüreklendirdi.
Wenzlow mektup okuyordu kendi bölümünde. Fahrenberg: «Ne haberler var?» diye
sordu. Wenzlow : «Kötü!» cevabını verdi. Fahrenberg birşey söylemedi ve bekledi.
Wenzlow, usul bir sesler «Amalie halam öldü.» dedi. Fahrenberg biraz da hayretle baktı:
ona. Aya ayak basınca orada rastlıyacağı bir arkadaşını ihtiyar halası öldü diye üzgün
bulmuş gibiydi. Sustu. Evrende herhangi bir gezegende herhangi biri yaşamıyor artık diye
hiç de duygulanamazdı. Fakat sonra şöyle bir hatırladı; iki yıl önce birlikte otururlarken
Wenzlow'un anlattıklarını, bu yaşlı kadının ona ana yokluğunu hissettirmemiş olduğunu
Wenzlow'un, evet hem de Wenzlow'un, o yaşlı kadına halâ bağlı kalması ne tuhaftı!
Kız kardeşinden gelen mektubu bir kez daha okuyan Wenzlow, az önce şaşkınlıkla
gözünden kaçmış olan şu satırları far ketti:
«Stachwitz de yaşamıyor artık. Stachwitz ve halanın son bir kez birbirlerini görmeleri
belki de iyi oldu. Halanın onu ne kadar sevdiğini bilirsin. Hala. yaşamış olsaydı bu hiç
beklenmedik ölüme pek tasalanırdı.»
Leonore, gençlik arkadaşı Stachwitz'in ölümünü neden böyle sözlerle anlatıyordu? Neden
kısaca: «Cephede vuruldu!» diye yazmıyordu? Neden «Bu ölüm» diyordu. Neden: «Bu hiç
beklenmedik ölüme pek tasalanırdı.» diye yazıyordu.
Wenzlow, dış dünyayla bütün bağlantısını, acı çekebilme duygululuğunu halanın ölüm
haberiyle yitirmişti. Bundan ötürüdür ki, Stachwitz belki yine dilini tutmamıştır, diye pek
u-mursamadan, düşündü. Son zamanlarda gerçi biraz düzelmişti. Fakat çocukluğunda
bile bir sürü saçmalıklardan pek hoşlanırdı.
Hitler'in canına kıymağa kalkışan subayları ölüme mahkûm eden duruşma sinirleri müthiş
bozmuştu. O sırada bu konuyu Fahrenberg'le görüşmüştü. Önemli noktalarda
anlaşmışlardı. Düşman Alman topraklarına ayak bastıktan sonra yöneticilerin arkasında
bulunmak gerekirdi tek vücut gibi.
Ne varki, zavallı Stachvvitz'cik, oldum olası herşeye burnunu sokmak isterdi. Daha o
günlerde, pek çok eskiden, hemen herşeye karışmıştı. Sözgelişi Ulm'lu subaylar
yargılamasına bile. Zavallı, küçük ve her zaman şamatacı Stachvvitz, mahşer günü bile
dilini tutamazdı.
Birkaç gün sonra Wenzlow'a bir rapor sunuldu; takviye için gelen birliklerden üç asker,
kuşkuyu çekecek kadar sık sık herkesten uzaklaşıp kendi aralarında gizlice görüşüyor ve
bir dördüncü yaklaşınca hemen susuyorlardı. Takviye birliğiyle gelenler için askeri polisin
hazırladığı dosyalar da gönderilmişti. Tutuklanmış üçlerden biri olan Ehrmann'm
dosyasında güvenilmez kişi, notu vardı.
Rus saldırısı son gece ileri hatlarda ilk kez kırılmıştı. O andanberi de olduğu yerde
sayıyordu. Fakat Rusların çok yakında kesin bir saldırıya geçeceği pek belliydi. Daracık
geçit kapanmazdan önce varmış olan yeni takviye de bu saldırıyı durdurtamazdı.
Wenzlow gece iki defa general Brauns'a çağırıldı. VVenzlovv, sunduğu rapora yeni gelen
takviye birliğinde kuşkulu bir grupun meydana çıkarıldığını da koydu. Yeni gelenleri
gözlemek için görevlendirilmiş adamları, üçlerin Rus yarma hareketini kolaylaştırmağı
tasarladığını bildirmişti. Brauns talimat vermeği gerekli bulmadı; VVenzlovv bu gibi
durumlarda ne yapılacağını bilirdi.
Wenzlow'un yerine dönmesiyle Brauns'un yanma yeniden çağırılması bir oldu. Emir
subayı onu sığınağın giriş yerinde bekliyordu; generalin kapısına kadar birlikte yürüdü.
General Brauns, seyyar karyolasına uzanmıştı. Wenzlow kapıyı çekti arkasından. General
bir sandalye göstersin diye kapının önünde ayakta bekledi. Fakat general eliyle işaret
falan etmeyince yatağa yaklaştı. General Brauns şakağına bir kurşun sıkmıştı. Emir
subayını Wenzlow'u çağırmak için yan kapıdan çıkmasını beklemişti bunu yapmak için.
Durumlarının umutsuz olduğunu Wenzlow da biliyordu. Düşman her yandan çevirmişti.
Đkinci takviye de gelmişti ama, çemberi içten yarabilmek için hiçbir umut yoktu. Teslim
olmanın imkânsızlığını da biliyordu. Son er kalıncaya kadar savaşmak için Führer'in
buyruğu gerekmezdi.
VVenzlovv, general Brauns'un ölümüyle ilgili olarak Niehl-s'in yaptığı uzun açıklamaları
tiksintiyle dinliyordu. Utançtan ve yüzkarısından söz açmağa ne hakkı vardı bu Niehls
gibilerin? VVenzlovv bilirdi şerefin ve şerefsizliğin ne olduğunu, bu Niehls değil. Bu
konuda ona general Brauns'un da örnek vermesi gerekmezdi. Başka örnekler vardı,
milletlerin tarihinde, tek tek kişiler, ya da bütün bir halk olarak. Yokolmaktan gayri
yapacak kalmayınca, en yüceltici, onur verici yol seçilirdi, yarı ölüler gibi sözüm ona
yaşamaktansa. Ne var ki, bu Niehls'-in korkusu daha başkaydı. Yenilgi onun gibiler için
bir ateş uçurumu değil, ipinde sallandırılacağı bir darağacı getirecekti. Führer bir asker
kendi eliyle canına kıymağı yasakladı diye gevezelik etmesi bundan ötürüydü. Büyük
Friedrich'in günlüğünde bu konuda daha güzel örnekler vardı. Onun seçtiği yol, yenilgiyi
yaşamamaktı. Fakat Niehls, kendi eliyle canına kıymak, umutsuzca da olsa sonuna kadar
çarpışmaktan korkmak anlamı taşır diye, hâlâ konuşuyordu. Niehls, umutsuz bir durumu
düşünebilmek gücünden yoksundu.
VVenzlovv, SS. subayı Niehls'in aşağılık ve yüksekten atan konuşmasını öyle bir
tiksintiyle dinliyordu ki, sonunda daha fazla kendini tutamadı. Yerinden fırladı ve sığınağı
ikiye ayıran tahta perdeye bir yumruk attı. Çok sert vurmamıştı. Zira dördüncü gündür
kaldığı sığmağın tahta kaplaması pek püf-tendi. VVenzlovv, daracık koridorda bir aşağı bir
yukarı dolaşırken alçacık tavana başını çarpıyordu arada bir.
General Brauns'un kapısında bekliyen nöbetçi değiştirilmişti. Ölü generali şimdi
bekliyen'in adı Kühlmay'dı. Wenz-lovv'un bakışları, nöbetçinin geniş ve hareketsiz köylü
suratına ilişti. Adamın yüzü her zamanki gibiydi. Hayattan ne umuyordu bu Kuhlmay? Şu
Niehls'in gevezeliklerine benzer bir çeşit mucize mi? Hiçbir olanağı kalmamış umutsuz son
bir direnç yuvasıydı burası; cephaneleri hafta sonuna kadar ancak yeterdi. Sovyetler'in
ilerleyişine engel olmak için hiçbir güçleri kalmamıştı. Bunun böyle olduğunu belki şu
Kohlmay da bilmiyordu VVenzlovv gibi.
Kuhlmay da, karanlık koridorda hızlı hızlı gidip gelen VVenzlovv için aynı şeyleri
düşünüyordu. Şu VVenzlovv'u hayata bağlıyan ne kaldı? Brauns'u hep izledi bugüne
kadar; onun örneğinden hiç ayrılmadı. Ne var ki, gerenalin verdiği şu son örneği pek de
çekici bulmuyor olmalı! Gerçi pek kötü adam değildi. Şöyle böyle biriydi. Evde bekliyen
karısını görmek istiyordu belki de!
VVenzlovv, sığmağa döndü; kendini toplamıştı. Niehls de sus-

— 634 —

— 635 —

muştu. Heyecanlı heyecanlı ve bol bol konuşan Niehls şimdi gözlerini yere dikmiş
oturuyordu, kolu kanadı kırılıvermisti. Wenzlow'un kapıyı kapattığını duyan Kuhlmay,
general Bra-uns'm izinden gidecek mi pek merak ediyorum, diye düşündü. En son asker
kalıncaya kadar savaşmak? Ne anlama gelir bu? Sondan bir öncekinin baktığı yok en son
asker ne yapıyor diye! Tanrı isterse ben de en son askerim burada!
Kuhlmay on dakika sonra Wenzlow'un karşısında esas vaziyetini almıştı yine. Fahrenberg
de sığınağın çıkış yerinde o sırada göründü. Wenzlow'a bir şeyler yaptırmak ister gibi
acele acele konuşuyordu. Wenzlow'un çene kemikleri titriyordu sinirli sinirli. Fahrenberg
sığınağa koştu ve iki subayla döndü. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Kulhmay, burada
neler olabilir daha, diye düşündü. Fakat kendini öldüren biri daha olmadığını az sonra
anladı. Tam tersine bir olay vardı: Niehls ortadan kaybolmuştu. Yirmi dakika önce
çıkmıştı; Kuhlmay da, ötekiler de onu son bir teftişe gidiyor sanmışlardı. Nielhs kalkmak
üzere bir uçağa yetişmişti. Gösteriş bitmişti.
Savaş hatlarının ötesine uçuncaya kadar başına birşeyler gelebilirdi. Fakat hiçbirşey de
olmayabilirdi. Kuhlmay, Wenz-low'un sorularına cevap veren Fahrenberg'in: «Babasının
bir mağazası var Bremen'de sanırım.» dediğini duydu.
Kuhlmay, sahi diye düşündü, Nielhs hemşerimdi! Đşler rastgider de sağ kalırsam,
düğmelerimi onun dükkânında yaptırırım.
Wenzlow, general Brauns'un o gece oturduğu masaya yaklaştı. Brauns'un yerine geçen
general Fiedler oturuyordu. Fied-ler'in yüzü Brauns'un yüzü gibi donuk değildi;
gözkapakları oynuyordu iki de bir. Niehls'in yerine geçen Harms adlı SS. subayı da az
önce oraya gelmişti. Harms, bulutların ötesine u-zaklaşan Niehls'in bıraktığı kâğıtları
general Fiedler'in masasına koydu. General imzaladı. Wenzlow da ilgilendiği kâğıtları
imzaladı. Bunların arasında, dün ele geçen üçer kişilik iki grubun hüküm kâğıtları da
vardı.
Bu işler bitince Wenzlow sığınağına çekildi yalnız olarak. Bir yenilgi çeşitli insanlara çeşitli
sonuçlar getirir, diye düşündü. Aşağılık kişiler bunu kabullenir ve düşmana geçer. Brauns
gibier hayatta kalmak istemez. Brauns'm beklemesi gerektiğine bizi inandırmak istiyen
Niehls gibi sersemlere gelince! Fakat neydi beklenilecek olan? Mucize mi? Herif mucizenin
en parlağını gösterdi. Aşırılmış bir uçakla bulutların ötesine savuştu.
Wenzlow, siperlere gitti. Makineli tüfek yuvalarmdakiier, cephanelerinin hiç değil daha
sekiz gün yeteceğini sanıyordu. Sade öbürgüne kadar yetecek cephane kaldığı gerçeğini
büen-lerin sayısı birkaç kişiydi. Wenzlow'un bindiği otomobil, bozuk arazide zıplâya sıçrıya
yol alıyordu. Birkaç saat önce demiryolunun bulunduğu mermi çukurlarının önünde
durdular. Beklenilen düşman saldırısından önce dolaşmasını bitirip dönebileceğini
umuyordu. Bu daraklamaya kızdı, söylendi. Tam bu sırada, altı kişilik bir grupla
karşılaştılar; rütbe işaretleri ve silâhları yoktu. Bunları götüren askerler selâm durdu.
Wenz-low : «Nereye götürüyorsunuz bunları?» diye bağırdı. «Bitirin işlerini!»
Altıları, kurşuna dizmeğe götürüyorladı. Niye bunca zahmet? Bir duvar dibine varmak için
otomobilin önünden geçip mermi çukurlarının çevresinden dolaşmak niye? Bir anda hepsi
havaya, uçabilirdi, nöbetçiler, hükümlüler ve kendi bindiği otomobil! Hüküm hemen
uygulansmdı; altılar savaşta ölmemeliydi.
Wenzlow otomobilden bir baktı yüzlerine. Ölümün eşiğinde her düşünden sıyrılmış
yüzlerdi. Wenzlow, bu lânetli çember içinde kalmış olanların yüzleri, bütün yüzler de
böyle, diye düşündü. Şu altılar hemen ve ötekiler yarın ölecekti. Bu altının süresi
dolmuştu. Wenzlow'un birkaç adım ötesinde duran adam, ağzını oynatıp birşeyler söyledi,
ya da söylediğini sandı. Nöbetçilerden biri adamı geri çekti. Otomobil sürtünürcesine
yakınlarından geçti.
Onbeş dakika sonra yeni saldırıyı bildiren gürültüler, uzun uzun mermi vmlayışları ve
uğultular başladı. Otomobil gittiği yoldan döndü. Wenzlow, hiçbir yerime birşey olmadı,
diye düşündü; bunu kendi elimle yapmam gerekiyor. Az önce altılara rastladıkları yere
gelmişlerdi; hükmün uygulanması için bir yerlere götürülen altı kişi için: «Đşlerini bitirin!»
diye bağırmıştı. Oracıkta işlerini bitirivermiş olmalıydılar.
Wenzlovv, vmlıyan mermi sesleri ve uğultular arasında kendi sesini duydu: «Bitirin
işlerini! Bitirin işlerini!» diye bağırıyordu. «Bitirin işi!» sözleri birbirini izliyordu bir yankı
gibi. Kendi sesi de sadece bir yankıymış igbi geldi Wenzlow'a. Đlk ses nerede yükselmişti?
Nerede? Hangi dağlar arasında? Hangi uçurumda? Altıların sağdan ikinci delikanlının yüzü
hiç de yabancı değildi. Onu daha önce görmüşlüğü vardı. Nerede? Ne zaman görmüştü?
Kafasını geriye çeviriveren o küstah yüzü, başkalarını iyice görmek onca pek önemliymiş
gibi bakan cam gibi parlak ve sivri bakışları? Wenzlow, şimdi hatırladım, senin kim
olduğunu anladım, diye aklından geçirdi.
Fakat düşünceleri yarıda kaldı; az arkasına bir mermi düştü. Otomobil taşlar ve toprak
yağışı arasında iki kez havaya fırladı. Hemen önlerine de bir mermi düştü. Otomobil geri
fırladı, sert bir döndü ve bir çukura saplandı. Becerikli, uysal ve soğukkanlı şoför, olağan
engeller arasında yol alıyormuş gibi, otomobili ölüm ve hayat arasında bir oraya bir
buraya sürüyordu. Basık burunlu başını arkaya çevirdi ve: «Komutanım yaya gitseniz
daha iyi olacak.» dedi. Wenzlow otomobilden atladı. Varacağı yer az ilerdeydi. Fakat
sadece bir yıkıntı kalmıştı yapıdan. Yıkıntı yanıyordu. Nöbetçi eski yerinde duruyordu.
Nöbetçiye birşey olmamıştı. Beklediği yapı yıkılmış yanıyordu sadece. Wenzlow hızla
atlıyamadı oraya. Bir bölük geçiyordu önünden. Bir çukuru atladı. Enkaz temizlyen
askerler onu görünce geriye çekildiler. Çaprazlamasına üstüste gelmiş iki ölünün
yanından geçti. Sonra, sığınağın merdivenlerini çabuk çabuk indi.
Brauns'ın kapısında bekliyen nöbetçinin önünden geçip kendi bölmesine gitti. Nöbetçi
Kuhlmay'dı hâlâ; Wenzlow'u görünce, eninde sonunda dönebildin, diye aklından
geçirdikten sonra, kendi elinle son ver şu işe, diye düşündü; düşmanın eline düşmek
istemediğine göre general Brauns gibi davranmalısın! Fakat bunu yapacak yüreklilik,
sende yok gibi.
Wenzlow, bölmesine girince iki arkadaşıyla karşılaştı. Heyecanla birşeyler söylemek
istediler ona, ama hiç birini anlamadı ve ikisini de general Fiedler'e gönderdi.
Bodrumun zemini ve duvarları zangırdıyordu ama, Wenz-low burasını yine sakin ve sessiz
buluyordu; bir an olsun tek-başma kalmağı pek özlemişti. Kuhlmay, aşağıdaki kıpı
aralığından ışık sızmadığını anlamıştı; şimdi başlıyor, fakat kolay şey değil, diye düşündü.
Herkes birşeyler umar hep!
Wenzlow tabancasını masanın üstüne koydu; birkaç dakikacık başını dinleyebilirdi elbette!
Karanlıkta önce beyazımsı noktalar, sonra da kırmızı ve yeşil benekler uçuştu. Đçini
tutuşturan bu renkleri o bütün dünyada aramıştı büyük bir özlemle; çayır ve tarlalarda
bulamamıştı bu renkleri. Kilise pencerelerinin renkli camlarında ve Çin tapınaklarında da.
Đzinli çıktığında uğradığı halasının balkon camlarında o renkleri bulabilmişti sadece.
Bayılırdı o balkonun renkli camlarına. Bazı bazı gizlice balkona çıkardı, sokağın feneri
yanıp renkli camlar esrarlı esrarlı ışıldardı. Amalie halanın sesi: «Karanlıkta ne
yapıyorum!» cevabını verdi. Amalie halanın yüzünün yandan görünüşü pek öfkeliydi!
Burun ve çene ne sivriydi! Geceleri kendisi de gizlice balkonda sık sık oturmazmış gibi,
kızmıştı: «Hemen mi?» diye sordu. Wenzlow gözlerini yumdu; parlak renkler
kamıştırmıştı. Su: «Bitir işini!» diye ilk defa kimden buyruk almıştı?
Şu anda herşeyleri hatırlıyordu. Az önce kurşuna dizilmeğe götürdükleri delikanlıyı ilk
defa nerede gördüğünü de hatırlamıştı. Küstah yüzlü ve açık renk saçlı genci. Yüzbaşı
Klemm'-di: «Bitir işini!» buyruğunu veren; bir zamanlar eniştesi olan müteveffa von
Klemm. Daha kimler vardı orada? Klemm'in şoförü de vardı. Deminki şoför gibi o da basık
burunluydu. Tutukluyu götüren nöbetçinin sıradan köylü yüzü de gözünün önündeydi şu
anda. Lieven de. Von Klemm değer veriyor diye kıskanırdı onu. Von Klemm o gün ne diye
kendisine emretmişti de gözdesi Lieven'e değil? Sonraları ceset ortaya çıktı diye
tasalandığını gören Lieven onu alaya almıştı. O gün istemiye istemiye kurşunu sıktığının
kimse farkına varmamıştı. Kendisi bile! Daha önce böyle birşeyi hiç düşünmüş değildi.
Fransa dönüşü Berlin sokaklarında çarpışırken de. Grunewald ormanında o tutsak
delikanlı karşısında otururken düşünüvermişti, bana benziyor, yaşı da benim kadar, diye
ilk defa. Fakat az sonra otomobilden inmişlerdi. Sonra da von Klemm bir işaret yapmıştı,
ateş etsin diye.
Delikanlıyı öldürmüşler ve ormana gömmüşlerdi. Fakat nasıl da genç kalmıştı? Onun
öldürülmesine katılmış olanların hepsi belki de ölmüştü çoktan! Wenzlow da hayatın
yüküne katlanma gücünü yitirmişti, akpak bir ihtiyardan daha çok beli bükülmüştü. Ama
o delikanlı, az önceki altıların arasında sağdan ikinci genç, bir tay gibi başını geriye
atıvermişti. Ölüm ona hiç birşey yapmamış sanılırdı. Noske'ler, Lishtschlag'lar, Kapp'lar
ve Lüttwitz'ler göğsünün üstünden geçmişlerdi. Fakat o, genç kalmıştı! Naziler ona
yeryüzünde cennet vermek istemişlerdi ama hiç birine kanmamıştı. Kemiklerini çatırda-ta
çatırdata nice değirmende öğütmüşlerdi. Onu savaşa yollamışlar, bir meydan savaşından
ötekine göndermişlerdi. Fakat ona hiçbir kurşun işlememişti ve gençliğini hiç yitirmemişti.
Şimdi de, herşeylerin yitirildiği şu anda da, tek bir amaç için herşeyi yeniden göze almağa
hazırdı.
Renkler Wenzlow'un göz kapaklarını yakıyordu; açtı gözlerini. Çevresinde renkli balkon
camları değil, karanlık vardı; Amalie halayı bile göremedi; sert bir sesle: «Bitir şu işi!»
dediğini duydu.
Kuhlmay bir tabanca patladığını duydu; epiydir bekliyordu bunu. Başını salladı.
Koşuşmalar ve bağırışmalar duyuldu. Kımıldamadı bile.

VII

Marie bir cumartesi ikindi üzeri eve döndüğünde barakasında bir yabancı kadının
beklediğini gördü. Yabancı kadın yerinden fırladı. Marie tanıyıverdi küçük Emmie'yi;
oğlunun sevgilisi Emmie'ydi. Yüzünün hafif parıltısı sevinçle artıverdi. Genç kız ona iyice
sokuldu; âdeta yabancılaştığı bu kadında rahatlatan bir yan bulunduğunu farkedivermiş
gibi.
Küçücük yüzü kararmış, siyah gözleri hırçmlaşmıştı. Marie: «Günün birinde Hans dönecek
diye umuyorum hâlâ,» dedi. Genç kız: «Ondan bir çocuk beklediğim yazılı mektubu alıp
almadığını da bilmiyorum.» diye cevap verdi. Marie, bu kız benden daha zeki ve hırçın,
diye aklından geçirdi; kendisi sandığından da budalaydı, gebe kaldığı için o delikanlı her
an çıkagelir diye beklemişti. Bu kız da Hans'ı çok seviyordu elbette, kendisinin o
delikanlıyı sevdiği kadar..
Bayan Hübner işten dönmüştü. Çay demleyip içtiler. Gece olunca bayan Hübner yatağın
kenarına uzandı, Emmie duvardan yana ve Marie de ortaya yattı.
Alarm düdükleriyle uyandılar. Emmie'nin yüzü daha gündüzden öyle buz gibiydi ki, hiçbir
çizgisi kımıldamadı. Çok yakında patlayışlar, feryatlar, içeriye dışarıya koşuşmalar
duyuldu, fakat o hiç kımıldamadı. Đki saat sonra Marie ve Emmie yine yanyana
yatıyordular. Bayan Hübner, Klaeber'lerin çocuklarının yanına yatmıştı. Küçük çocuk
ağlıyor diye. Fakat baba Klaeber yine horlamaktaydı. Bir sürü dinleyicisi olan bir
toplantıdalar gibiydiler; asker sövüyor, bazı da bayan Klaeber hırıtılı bir sesle uzun ve
ateşli nutuklar veriyordu uykuda.
Marie, Emmie'nin uyumağa niyetli olmadığını gözlerinin hâlâ açık olmasından anlamıştı.
Adımlar, komutlar ve kamyonların gürültüsü duyuluyordu dışardan.
Emmie : «Burama geldi bu hayat!» dedi. «Daha fazla yaşamak istemiyorum.»
Marie : «Çoçjığunu doğuruncaya kadar belki de herşey ge-çiverir» diye cevap verdi.
«Ee sonra? Böyle de olsa? Böyle olursa Hans ille de geri dönecek mi? Oğlun Hans'ın
kemiklerini Ruslar arka çantalarıyla getirmiyecekler buraya herhalde! Hans bana
dönmiyecekse sahiden, çocuğun doğmaması daha iyi. Önceleri hep umuyordum Hans geri
gelecek diye. Mektubum eline varacak diye düşünyordum. Mektubumu alsaydı dönerdi
bana.»
Marie, ben de böyleydim tıpkı, diye düşündü. Önceleri ben de hep hayal etmiştim, biraz
birşey öğrense bana dönüverir, diye.
Genç kız, acı ve tumturaklı bir sesle devametti: «Bu dünyada hiç birşey biz ikimiz kadar
yakın değildi birbirine. Onu öylesine sevmiştim ki! Onu ne çok sevdiğimi anlatamam
sana! Dinlenirken bile kol kolaydık. Herşeyleri birlikte düşünürdük.»
Marie: «Bundan ötürü de böylesine birdenbire sona eremez,» dedi. «Hiçbirşey olmamış
gibi bir sonu sen kendin de istemezsin.»
Marie, usul bir sesle bir süre daha konuştu Emmie'yi inandırmak için; sonra, genç kızın
uyuyuvermiş olduğunu farketti
Emmie, kolunu başının altına koymuştu. Kara ve hırçın gözleri kapanınca yüzüne bir
rahatlık gelmişti.
Marie, genç kızın saçlarını okşadı. Sonra o da uyuyakaldı. Oda yavaş yavaş sessizleşmişti.
Yüzleri birbirine yaklaşmış, uyuyorlardı. Gecenin bitmesine bir kaç saat kalmıştı.
Yeryüzünün ışığını dana görememiş çocuk da odada, uykudakilerin arasındaydı.

BĐTTĐ

http://genclikcephesi.blogspot.com

Вам также может понравиться