Академический Документы
Профессиональный Документы
Культура Документы
YA SA K M E Y V E
JOJO M OYES
Özgün Adı: Foreign Fruit
YASAK MEYVE
İngilizceden Çeviren:
SOLİNA SİLAHLI
PEGASUS YAYINLARI
C h arles A rth u r
C athy R u n cim a n a
“H erkesin b ir geçm işi vardır, tıpkı say falarını
ezbere bild ikleri bir kitap gibi içlerinde duran,
arkadaşlarınınsa kitabın ancak ismini okuyabildiği.”
V irg in ia W o o lf
Giriş
Annem bir keresinde bana bir elm a soyup kabuğunu tek parça h a
linde omzum un üstünden geriye atarsam evleneceğim erkeğin ismini
bulabileceğim i söylemişti. “Kabuğu omzunun üstünden atınca bir h a r f
belirir; anladın m ı?” dem işti. En azından bazen belirirdi. Annem her
şeyin yoluna girm esini öylesine çaresizce isterdi ki kabuğun yedi ya da
iki gibi bir rakam a benzediğini reddeder; B'lerin ve D ’lerin her türünü
eşeleyip ortaya çıkarm aya çalışırdı. İsm i B ya da D ’y le başlayan birini
tanım asam bile.
Ama Guy konusunda elmaya ihtiyacım yoktu. Onu gördüğüm anda
anlam ıştım ; yüzü kendi adım gibi zihnim e kazınmıştı. Beni ailem den
ku rtaracak, beni sevecek, bana tapacak, benim le güzel, küçük bebekler
y ap acak bir yüzdü onunki. O evlilik yem inini ederken hiçbir şey söy
lem eden, hiç sıkılm adan izleyeceğim yüz. Onun yüzü sabah gözümü
açar açm az ilk, gecenin ılık nefesinde son göreceğim şeydi.
O bunu biliyor muydu p e k i? Elbette biliyordu. Beni kurtarm ıştı
ya. Işıl ışıl parlayan bir zırh yerine çam ura batm ış kıyafetiyle yardı
m ım a koşan, karanlığın içinden gelip beni ışığa çıkaran bir şövalyeydi
o. Ya da istasyonun beklem e salonuna... Ne fa r k ederdi ki? Son treni
beklerken askerler ban a asılm aya başlam ıştı. Patronum ve karısıyla
birlikte dansa gitm iştim ve son treni kaçırm ıştım . A skerler sarhoştu,
benim le konuşup duruyorlardı. Erlerle konu şm am am gerektiğini çok
iyi biliyordum am a hayırı yanıt olarak kabu l etmiyorlardı. Onlardan
m üm kün olduğunca uzağa gidip köşedeki ban ka oturdum. Bana yak-
laştıkça yaklaştılar ve sonunda içlerinden biri şakalaşıyorm uş gibi bir
havaya bürünerek bana dokunm aya çalıştı. Saat epey geçti ve orta
lıkta ne bir h am al ne de yolcu vardı, korkm aya başlam ıştım . A skerlere
beni rahat bırakm alarını söyledim am a beni dinlemediler. D inlem ek
istemediler. Sonra içlerinden en iri y arı, en k a b a olanı, kıllı suratı ve
iğrenç nefesiyle üzerim e çullanıp ben istesem de istemesem de bana
sahip olacağını söyledi. Tabii o an çığlık atm ak istedim am a onu bile
yapam ad ım çünkü korkudan donakalm ıştım .
Sonra Guy geldi. B eklem e salonuna hışım la girdi ve ad am a ne
yaptığını sandığını sordu, ona haddini bildireceğini söyledi. Üç adam la
tek başına m ücadele etti, a d a m la r ona küfredip yum ruğuna karşılık
verdiler am a bir iki d ak ika sonra tam bir kork a k gibi davranıp bir iki
küfür d ah a savurarak kaçtılar.
Bense titriyordum, dokunsalar ağlayacak haldeydim . Guy beni bir
sandalyeye oturtup kendim i d ah a iyi hissetmem için bana bir bardak su
getirdi. Çok nazikti. B ana karşı çok kibardı. Sonra da bana tren gelene
k a d a r yan ım da bekleyeceğini söyledi. Gerçekten de bekledi.
Ve işte tam o an , istasyonun sarı ışıklarının altında yüzüne ilk
kez b aktım . O olduğunu anlam ıştım . K esinlikle oydu.
Bunu an nem e an lattıktan sonra annem em in olm ak için bir elm a
soyup kabuğunu om zum dan geriye attı. Ben çıkan şekli Dyy e benzettim.
Annem se bugün bile G h arfi çıktığına yem in eder. A m a artık elm aları
çoktan aşmıştık.
BİRİNCİ KISIM
Bir
Bayan Colquhoun derin bir nefes alıp eteğinin önünü düzeltti ve pi
yaniste başıyla işaret verdi. Gür soprano sesi, kalabalık ön salondaki
ilk deneme uçuşunu yapan yavru bir sığırcık gibi yükseldi. Sonra
vurulmuş, besili bir sülün misali düştü ve onun bu halini gören Sylvia
ile Freddie kahkahalarını bastırmak için elleriyle ağızlarını kapatıp
birbirlerini çekiştirerek mutfak kapısının arkasına sığındılar.
Lottie de dudaklarında beliren tebessümü bastırmaya çalıştı. “Ben
olsam o kadar gülmezdim,” diye fısıldadı bundan biraz da keyif alarak.
“Widows and Orphans’ta onunla düet yapacaksınız.”
Başladıktan altı ay sonra Bayan Holdenm “salon gösterileri” Merham
sosyetesinin üst tabakasında belli düzeyde nam salmaya (belki de kötü
şöhretti bu, kimse emin olamıyordu) başlamıştı. Bayan Holden m kıyı
kasabasına “küçük, kültürel bir renk” olarak tanıtmayı ümit ettiği, iki
haftada bir cumartesi akşamları düzenlenen bu programlara kendini
önemli gören hemen herkes katılmıştı. Hanımefendiler ayrıcalıklı ki
taplardan pasajlar okumak (bu ayın seçimi C ollected Works o f George
Herbert'ti1), piyano çalmak ya da biraz cesaretleri varsa küçük bir şarkı
söylemek üzere davet ediliyorlardı. Şehirli arkadaşlarının onların bir
hava boşluğunda yaşadıklarını iddia etmeleri için herhangi bir sebep
yoktu ne de olsa, değil mi?
Bunu sorarken Bayan Holden’ın sesinde azıcık bir hüzün varsa -ki
genelde vardı- bunun sebebi Kensington’da yaşayan ve bir keresinde
Uç
Celianın bir erkek arkadaşı vardı. Birini bulm akta da hiç gecikmedi, diye
düşündü Lottie alaycı bir şekilde. Mektuplarının arası bariz bir şekilde
açılmıştı. Sonunda tren istasyonunda başına gelen korkunç olayı ve
şimdi görüştüğü bu adamın onun hayatını kurtardığını heyecanlı bir
dille yazmıştı. Lottie başta buna pek önem vermemişti ama Celianın
olayları abartma eğiliminin de farkındaydı. Hem zaten Celianın tam
kendine göre birini bulduğuna yemin ettiği ilk adam değildi bu. Üs
telik Londra’da bulunduğu o kısa süre içinde. Bishops Stortford ve
Broxbourne arasındaki trende tanıştığı adam, Baker Caddesi ndeki,
patron yokken ona fazladan kahve ikram eden kafenin elemanı, bir
de imlasını ve yaptığı kısaltmaları bir öğretmeninkinden farklı bir
ilgiyle inceleyen steno öğretmeni Bay Grisham vardı. Ama Angela
teyzesi ve onun o korkunç çocuklarıyla geçirdiği sonu gelmez akşamlar,
tanıştığı diğer adamlar ve sekreterlik okulundaki kızlarla ilgili yaz
dıkları gün geçtikçe azalırken mektuplarını şık restoranlarda yediği
akşam yemekleri, Hampstead Heath’te beraber yaptıkları yürüyüşler
ve Guy’ın konuşma becerisinden öpüşme tekniklerine kadar (“Tanrı
aşkına annem görmeden bu mektubu yak”) her konudaki üstünlüğü
doldurmaya başlamıştı.
Lottie onları okuyor, sonra da okuduklarının ne kadarının doğru
olduğunu çözmeye çalışıyordu. “Varlıklı aile” tanımını “içinde tuvaleti
olan bir evin sahibi aile” olarak okumalıydı. “Çok yakışıklı” tanı
mından adamın huysuz bir buldoğa benzemediği, “bana deli oluyor,
bana tutkuyla bağlı” ifadelerinden de Celianın şu Guy denen ada
mının buluşmalara tam zamanında geldiği sonucunu çıkarmalıydı
herhalde. Az da olsa alaycı bir tavır takınmaması mümkün değildi;
Lottie, Celiayla yıllarını geçirmiş, Celianm zaman zaman dürüstlükten
çok uzak olduğunu zor yoldan öğrenmişti. Hatta Celianın başkalarına
onun Blitz Bombardımanında yanan bir binadan kurtarıldığına, Orta
Avrupa asıllı, gizemlerle dolu bir göçmen olduğuna, somon füme ve
kaçak votkayla evlilik yıl dönümlerini kutlayan ailesi bombardımanda
ölünce kimsesiz kaldığına dair hikâyeler anlattığını da duymuştu.
Lottie bu işin aslını anlamaya başlasa da Celia’ya hesap sorup onunla
tartışmamıştı. Hiç kimse Celiayla tartışmıyordu zaten; Lottienin Hol-
denların evinde öğrendiği şeylerden biri de buydu. Onunla tartışması
Pandora’nın kutusunun açılmasına benzerdi. Hatta Celianın beyaz
yalanlarının lafı bile edilmiyordu. Lottie bu uydurmalardan birini
Bayan Holden’a anlattığında Bayan Holden sinirlenmiş, bunda bir
yanlışlık olduğunu ve Lottienin bu konudan bahsetmekle büyük ka
balık ettiğini söylemişti. C elianın bir erkek arkadaşı olm ayabilir bile,
diye düşündü Lottie. Belki de tüm o adamlar onun hayal gücünün
bir ürünüydü ve Celia akşamlarını aslında Angela teyzenin çocuk
larıyla birlikte iğne oyası öğrenip piyano çalışarak geçiriyordu. Bu
düşünce Lottie’yi gülümsetti. Sırf Celia yı kızdırmak için bir sonraki
mektubunda Guy’la ilgili hiçbir yorum yapmayıp Angela teyzenin
çocuklarıyla ilgili bir sürü soru sormuştu.
O birkaç ay çok garipti ve artık Lottie, Celia’sız hayata alışmaya
başlamıştı. Ama kendini rahat hissederken evin içindeki gergin ha
vayı da daha iyi fark ediyordu. Her şeyi bir arada tutan görünmez bir
tutkal, Celianın yokluğuyla birlikte kaybolmuş, her şey dağılmaya
başlamıştı sanki. Doktor Holden daha sık eve gelmemeye başlamıştı
ve bu da Bayan Holden’ın günlük hayata tutunmakta zorlanmasına
sebep olmuştu. Görünmez bir sirene yanıt verircesine daha tiz ve he
yecanlı sesler çıkaran Freddie ve Sylvia, Bayan Holden’ın “sinirlerini”
iyice gererken Doktor Holden’a eve dönmemesi için yeni bir bahane
yaratmış oluyorlardı. Adam alçak ve sözde ölçülü bir ses tonuyla, “Bu
evde biraz olsun huzur bulamayacak mıyım ben?” diye söylenirken
Bayan Holden soğuk bir gecede sokağa atılan bir köpek misali ona
karşı koyuyordu.
Lottie, Bay Holden’ın aynı nazik tavırla, “İyi geceler Lottie,” dedikten
sonra sessizce çalışma odasına geçmesini ya da gece gece beklenmedik
bir telefon görüşmesi yapmasını izlerdi. Doktor Holden ona hiç kaba
davranmamış, evlerini gasp etmiş gibi hissetmesine sebep olmamıştı.
Ama bazen onu hiç fark etmemiş gibi görünüyordu.
Lottie eve ilk geldiğinde Doktor Holden bu kadar içine kapanık
değildi. Dost canlısıydı ve daha çok gülerdi. Ya da Lottie öyle ha
tırlıyordu. Evdeki ilk gecesinde neden ağladığını bilmese de sesini
duydukları takdirde onu evine geri gönderecekleri korkusuyla gizli
gizli ağlarken Doktor Holden sessizce onun yanma gelip yatağının
kenarına oturmuştu. “Korkma Lottie,” demişti sıcak ve kupkuru elini
onun başına koyarak. “Londra’da zor bir hayatın olduğunu tahmin
ediyorum. Ama artık güvendesin.”
Lottie şaşkınlıktan iyice sessizliğe gömülmüştü. Bugüne dek hiçbir
yetişkin onunla Doktor Holden gibi konuşmamıştı. Ciddi ve ilgiliydi
o, tehdit veya aşağılama dolu sözler sarf etmiyordu. Lottie’yle konuşan
yetişkinler çoğu zaman onun adını bile hatırlamıyordu.
“Burada kaldığın süre boyunca mutlu olman için elimizden geleni
yapacağız. Gitmeye hazır olduğundaysa burada geçirdiğin zamanı sev
giyle hatırlamanı ümit edeceğiz. Çünkü biz seni sevgiyle hatırlayacağız.”
Doktor Holden bu sözlerin ardından Lottienin başını okşayıp
minnetini ve sekiz yaşındaki kalbinin sunabileceği sadakati de alarak
gitmişti. Doktor Holden, Lottienin o güne dek birinden tatlı sözler
duyması şöyle dursun, hayatı boyunca bir baba figürüyle karşılaşmadı
ğını bilseydi belki bu sevgi gösterisini biraz daha dengeli tutardı. Ama
hayır, Doktor Holden ona gülümsemiş, onu okşayıp rahatlatmıştı ve
küçük Lottie ağlamayı kesip yumuşak yatağına uzanarak küfretme
yen, onu köşedeki dükkândan bir şeyler almaya göndermeyen ya da
Old Holborn kokmayan erkeklerin mucizevi ve beklenmedik varlığını
düşünmeye başlamıştı.
Lottie büyüdükçe Doktor Holdena beslediği iyimser duygular
da azalmaya başlamıştı. Karısıyla iletişim kurmaya yanaşmayan bir
adamın yaşattığı zulme ilk elden tanıklık edince azalmaması zordu.
Doktor Holden sabahları gazetesinin arkasına gizlenir, o mürekkepten
perdesini yalnızca yaramazlık yaptığını öğrendiği Freddie’yi ya da
Sylvia’yı tatlı bir dille azarlamak veya kahvesini almak için aralardı.
Akşam geç saatte ve dikkati dağınık halde eve geldiğinde bir şeyler
içip “huzur içinde birkaç dakika” geçirmeden asla konuşmazdı ve bu
süre genelde öğle yemeğine kadar uzardı. Bu arada mesajları alama
yan Bayan Holden endişe içinde kocasının etrafında döner durur,
isteklerini yerine getirirken onunla konuşmaya çalışır, görgüsüzlük
edip kendisi söylemeden yeni saçını, ojesini, kazağını kocasının fark
etmesini ümit ederdi.
İşte böyle zamanlarda Lottie, Doktor Holdena içten içe kızardı.
Bayan Holden gibi biriyle evli olmak sinir bozucu olabilirdi ama onu
bu şekilde görmezlikten gelmek de zalimlikti; özellikle de o, kocasının
hayatını kolaylaştırmak için bunca çaba harcarken. Lottienin gördüğü
kadarıyla Doktor Holdenm bu yönde bir çabası yoktu. O yüzden yıllar
geçtikçe Bayan Holden’ın daha gergin ve daha çenesi düşük göründü
ğünü, Doktor Holdenm ona olan öfkesini eskisi kadar gizlemeye gerek
duymadığını ve eve gelmediği günlerin arttığını gözlemleyen Lottie
hem annesinden hem de onlardan gördüğü üzere evliliğin kesinlikle
kötü bir birliktelik olduğuna ve lağım suyu veya suçiçeği gibi ondan
uzak durulm ası gerektiğine karar vermişti.
Tren saat dördü on altı dakika, otuz sekiz saniye geçerken geldi. İstas
yon saatini yakından inceleyen Freddie trenin zamanında gelmediğini
yüksek sesle duyurdu. Bayan Holden bu kez onu azarlamadı, boynunu
uzatıp diğer yolcuların arasında kızını görmeye çalışırken sertçe kapa
nan vagon kapılarının sesi arasında kendi sesi iyice güçsüz çıkıyordu.
“İşte orada! Sondan üçüncü vagonda!” Sylvia annesinin elinden
kurtulup peronda koşmaya başladı. Lottie ona bakarken bir anda ken
disinin de koşar adım ilerlediğini, kısa süreliğine de olsa küslüklerini
unutan Holdenların peşinden gittiğini fark etti.
“Celie! Celie!” Sylvia kendini ablasının kollarına atlarken trenden
aşağı adım ını atan Celianın dengesini bozmuştu, neredeyse düşmesine
sebep oluyordu. “Yeni ayakkabılarım var benim ! B ak!”
“Benim de yeni ayakkabılarım var!” dedi C elian ın eline yapışan
Freddie. “Tren çok mu hızlı gidiyor gerçekten? Londra’da casuslar var
mı? Çift katlı otobüse bindin m i?”
Bayan Holden yüzünde annelere özgü bir gururla kollarını tek
lifsizce kızının om uzlarına atarken garip bir duyguya kapılan Lottie
geride durdu. “Ah, seni çok özledim! Hepim iz çok özledik!” diyordu.
“Kesinlikle öyle,” dedi D oktor Holden. Karısının Celia’yı bı
rakm asını bekledikten sonra onu kendi kollarının arasına aldı. “Eve
döndüğüne sevindik tatlım .”
Lottie nin utanmasına sebep olan tek şey dışlanmışlık hissi değildi.
Celia’nın ta kendisiydi. Birkaç ayda Celia çok değişmişti. Saçlarını
kestirip onlara dalgalı, ışıl ışıl bir görünüm kazandırm ış, dudaklarına
cesur ve göz alıcı kırm ızı bir ruj sürmüştü. L o ttien in daha önce hiç
görmediği kemerli, yeşil bir palto ve rugan ayakkabılar giymiş, on
lara uygun bir çanta takm ıştı. Ayakkabıların aşağıya doğru gittikçe
incelen topukları en az sekiz santim vardı. Dergilerden çıkm ış gibi
görünüyordu. Çok güzeldi.
Lottie saçını düzeltip saç tokasının arasına sıkıştırdı ve kalın ta
banlı, tokalı ayakkabılarına baktı. Bacaklarını Celia’nınkiler gibi naylon
çorap değil, pamuklu bir çorap sarm ıştı. Şimdiden çok sıcaklam ıştı.
“Tanrım , hepinizi gördüğüme çok sevindim !” diye haykırdı Celia
onlara bakarak. Bayan Holden da onu gördüğüne o kadar sevinm işti
ki onu azarlam am ıştı bile. “Lots? Lottie. Geride kalma. Seni görem i
yorum bile.”
Lottie ona doğru bir adım attı ve Celia’nın onu öpmesine izin verdi.
Celia geri çekilirken üzerinden çok hoş bir parfüm kokusu yayıldı.
Lottie yanağındaki ruj lekesini silm em ek için kendini zor tutuyordu.
“Londra’dan size bir sürü şey getirdim. Hepsini size göstermek için
sabırsızlanıyorum. Angela teyzenin verdiği parayı çılgınca harcadım .
Ah, Lots, sana aldığım şeyi gösterm ek için can atıyorum. O kadar
hoşum a gitti ki neredeyse sana vermekten vazgeçecektim .”
D oktor Holden saatine bakarak, “Haydi, bütün gün burada du
racak değiliz ya,” dedi. “Bu tarafa gel Celie, hayatım.”
“Evet, yorgun olm alısın. Açıkçası onca yolu tek başına gelmeni
hiç istem edim . Babana gelip seni alm asını söyledim.”
“Am a ben yalnız değildim ki anneciğim .”
C elia’nın valizini alıp bilet gişesinin yolunu tutm uş olan D oktor
Holden olduğu yerde arkasına döndü.
Celia nin arkasından bir adam trenden inip hafifçe eğildi, sonra
doğruldu. Bir kolunun altında iki büyük ananas taşıyordu.
C elianın yüzündeki gülücük baş döndürücüydü. “Anneciğim ,
babacığım, sizi Guy’la tanıştırayım . Ve ne olduğunu asla tahm in ede
m ezsiniz... Biz nişanlandık.”
“Bu kıza ne oldu, bilm iyorum ,” dedi Bayan Holden, L o ttien in dikle
nerek mutfaktan çıkışın ı izlerken.
“Ah, Lottie, Lottie. Bence kendine gelecektir. Kafasına bir şey
takılm ıştır.” Celia saçlarını düzeltip şöm inenin üstündeki aynadan
kendine baktı. “Haydi, bir kere daha yapalım. Şuradaki yeşil elmayla.
Bu kez daha keskin bir bıçak kullanırız.”
***
Guy onu bahçede buldu. Lottie sırtını evin k ırık tuğlalarına dönüp
küçük göletin yanma oturmuş, sefil bir halde ekmek parçalarını bulanık
suya atıyordu. Guy’ın geldiğini duyunca etrafına bakınıp homurdandı
ve yüzünü bronz kollarının arasına gömdü. Ama Guy bir şey söylemedi.
Öylece L o ttien in yanm a oturup ona bir tabak uzattı ve dirseğinin
arasına sıkıştırdığı kızarm aya yüz tutmuş kocam an meyveyi alırken
Lottie saçlarının arasından ona kaçam ak bir bakış atıp doğruldu.
M erakı utancını bastırm ıştı. O, meyvenin garip şeklini incelerken
Guy da cebinden küçük bir çakı çıkarıp meyvenin kabuğunu dört
düzgün bölüme ayırdı. Sonra bıçağı dikkatlice meyvenin iç kısm ına
kadar soktu ve çekirdeğini ayırdı. “M ango,” dedi L ottiey e bir dilim
vererek. “Bugün geldi. Denesene.”
Lottie önünde duran ıslak, parlak meyveye baktı. “Celia nerede?”
“Hâlâ kuaförde.”
Freddie üst katta ağlıyordu. O öfkeli, çocuksu h ıçkırıklarını ve
arada yükselen boğuk itirazları duyabiliyorlardı.
Lottie onun yüzünü inceledi. “Tadı nasıl?” Guy m parm aklarının
arasındaki meyvenin kokusunu alabiliyordu.
“Güzel ” Guy tabaktan bir dilim alıp Lottienin dudaklarına doğru
uzattı. “Dene haydi.”
Lottie duraksadığında ağzını çoktan açtığını fark etti. Meyve
yum uşak ve tatlıydı. Parfüm lü gibi bir tadı vardı. M eyvenin dilinin
üstünde erim esine izin verirken o sulu dokunun tadına vardı ve o
sıcak, yabancı ülkeleri, insanların kırm ızı, sarı ve masmavi kıyafetler
giyip güneşi sırtlarında hissettikleri yerleri hayal etti.
G özlerini tekrar açtığında Guy hâlâ ona bakıyordu. A rtık gü
lümsemiyordu. “O nları sevdim,” dedi.
Bakışlarını ilk kaçıran Lottie oldu. Biraz zam anını alm ıştı gerçi.
Ayağa kalkıp eteğindeki olmayan tozu silkeledi. Sonra dönüp uzun
zam andır dayandığı fırtın an ın dinmeye başladığını hissederek eve
yöneldi.
Arka kapıya gelmeden arkasına dönüp baktı.
“Seveceğini biliyordum.”
Beş
A klını başında tutm anın bir yolu olabilirdi bu belki ama Lottie başın
dan beri bunun kaçınılm az olduğuna inanmayı tercih etm işti. Mer-
ham “salonu’ nun davetiyesini açılm am ış halde cebinde bulduğunda
Guy’ın orada babasının işiyle ilgili konuşabileceği bir beyefendi olduğu
bahanesiyle oraya tekrar gitm eyi teklif edeceğini biliyordu. (Bayan
Holden işle ilgili bir şeye karşı koyamazdı sonuçta.) Guy’ın oraya
gitm ek için C elianın yine güzelleşme seanslarından birinde olduğu
bir zam anı seçeceğini de biliyordu. Celia ya Colchester da ayakkabı
ya da M annigtree’de çorap bakıyor olacaktı; nişanlısı da olsa bir er
keğin eşlik etm esinin beklenmeyeceği işlerdi bunlar. Lottie, Guy’ın
ona artık farklı bir gözle baktığını biliyordu. Züm rüt yeşili giymemiş
olabilirdi ama Adeline’ın değerli mücevherlerinin kalitesini taşıyordu.
Karşılığında da içten içe ışıldayıp ışığı yakalayan enfes bir parça gibi
genç adam ın bakışlarını üzerine çekiyordu.
Bunların hiçbiri bilinçli yapılm am ıştı elbette. Lottie bu zamana
kadar nasıl Guy’dan kaçtıysa şimdi de kendini bir anda belediye par
kında onunla yürürken bulmuştu. Kendisi çarşafları asarken Guy’ın
çamaşır sepetini taşıması gibi. Kendisi Parade’de birkaç işini halletmeye
gittiğinde Guy’ın Mr. Beans’i yürüyüşe çıkarm ası gibi.
Lottie, Guy’ın yanında utangaçlığını tahm in ettiğinden de hızlı
bir şekilde üzerinden atmıştı. Onun yakınlarında olmanın verdiği ina
nılm az acının yerini onunla konuşm ak için olağan dışı bir istek, belli
belirsiz bir beklenti alm ış, eskiden beri olması gereken yerdeymiş gibi
bir inanca kapılmıştı. (“Huysuzluğunu bir nebze üzerinden attı. Eskisi
kadar inatçı değil,” diye fikrini belirtm işti Bayan Holden. “Susan, bu,
aileden gelen bir şey,” demişti Bayan Chilton. “Bahse girerim annesi
suratsızın tekidir.”) Lottie, C eliayı düşünm em eyeçalışıyordu. Guy’la
birlikteyken her şey kolaydı. Öyle zamanlarda etrafına görünmez du
varlar örüyor, orada olm anın onun hakkı olduğuna dair bir inançla
korunuyordu. Asıl C elian ın yanındayken kendini çıplak hissediyor,
hareketleri belli belirsiz bir ışığa m aruz kalıyordu.
Çünkü artık C eliaya eskisi gibi bakamıyordu. Eskiden m üttefiki
olan kız şimdi onun rakibiydi. Celia artık Celia değildi, Lottie nin
kendisiyle kıyasladığı elementlerin bir karışımıydı âdeta. Celia nin hoş
bir şekilde şekillendirilm iş sarı saçlardan m iğferine karşı L o ttien in
okullu kızlarınkine benzeyen dümdüz, siyah saçları; L o ttien in bal
rengi tenine karşı C elian m ışıl ışıl parlayan, şeftali gibi teni; C elianın
dansçılara özgü, uzun, güzel bacaklarına karşı L o ttien in bacakları.
Onun bacakları daha mı kısaydı? Daha mı kalındı? Çarpık mıydı?
Bir de suçluluk duygusu vardı. Lottie geceleri C elian m nefes alıp
verişini duymamak için kulaklarını tıkıyor, kız kardeşi gibi gördüğü
kıza çaresizce ihanet etm e arzusu yüzünden sessizce ağlıyordu. Bu
zam ana kadar kim se ona Celia kadar yakın olm am ıştı. Kim se ona
daha iyi davranm am ıştı. Ve bu alçakça ihanet etm e duygusu onun
C eliaya daha da kızm asına sebep oluyordu.
Lottie arada bir onunla eski ilişkilerini düşünüyordu. O zaman
bulutlar yarılıp sonsuz bir maviliği gözler önüne seriyordu sanki. Ama
sonra tekrar birleşiyorlardı ve Lottie, Guy’ı düşünmeden onu gözünde
canlandıramıyordu. Celia, Guy’a bir öpücük gönderse Lottie mantıksızca
aralarına girip insandan bir duvar örerek o öpücüğün Guy’a ulaşm a
sına engel olmaya çalışıyordu. Celia kolunu öylece Guy’ın omzuna atsa
Lottie onu öldürme düşüncesinden bir parça daha h a fif düşüncelere
kapılıyordu. Suçluluk duygusu ile öfke dolu bir kıskançlık arasında
gidip geliyordu; arada alçak bir gerilim e sebep olan bir sarkaç gibi.
Celia bunun pek farkında değildi. D üğünün yaklaşmasıyla iyice
heyecana kapılan Bayan Holden ise kızının kıyafetlerinin hiçbirinin
yakında gireceği çevreye uygun olmadığına karar vererek onun gar
dırobunu tam amen yenilemeye karar vermişti. L ottieye de yeni el
biselerden birkaçını ayırabileceğini söyledikten sonra Celia, kendisi
kadar güzel giyinmeyen arkadaşına neredeyse hiç bakmadan kendini
yeni görevine adamıştı. “Bu öğleden sonra balayı için birkaç broşür
almaya gideceğim,” dedi. “Bence deniz yolculuğu harika olur. Sence
de deniz yolculuğu harika olmaz mı Lottie? Şu bikinilerden biriyle
güvertede uzandığını düşünsene. Guy beni bikiniyle görmek için
çıldırıyor, muhteşem görüneceğim i düşünüyormuş. Son zamanlarda
bütün Hollywood yıldızları deniz yolculuğunu tercih ediyor. Londrada
duyduğuma göre... Lots? Ah, affedersin Lots. Ne kadar düşüncesizim.
Bak, em inim sen de evlendiğinde deniz yolculuğuna çıkabilirsin. Hatta
istersen broşürleri senin için saklayabilirim .”
Ama Lottie ona imrenmiyordu ki, hatta Guy’la yalnız kalacağı
için seviniyordu. Yine dolanırken tesadüfen A rcadiaya giden yola
saptıklarında Guy m da buna sevindiğini düşünmüştü.
Joe daha onları görmeden çocuklar onu görmüştü. Çok da zor olm a
m ıştı doğrusu. Joe bir Austin Healey nin kaputuna iyice gömülmüş,
distribütör kapağıyla boğuşuyordu. Sylvia ve V irginia’yla birlikte alış
verişten dönen Freddie, Joen u n arkasında dikilip ne olduğu belirsiz
bir şekerleme yüzünden hâlâ yapış yapış olan elini onun gömleğine
sildi. “C elian ın bebeği olacak!”
Joe başını kaputun altına gömdüğü yerden çıkardı.
“Freddie!” V irginia endişeyle yola bakıp önü açık garaja daldı
ve çocuğu çekiştirdi.
“Am a öyle! Dün akşam Celia ile annem bebek yapmaktan b ah
sederken onları duydum. Annem ona Guy’ın kendi sorunlarıyla il
gilenm esine izin vermesini, böylece her yıl başka bir bebek yapmak
zorunda kalm ayacağını söyledi.”
“Freddie, saçma sapan şeyler söylediğini annene anlatacağım !”
dedi V irginia ve Freddie onun her zam anki güçlü tutuşundan kur
tulmaya çalışırken Joeya, “Affedersin,” diye fısıldadı.
“Neden artık gelmiyorsun?” Sylvia, Joe nun önünde durmuş, ba
şını yana eğmişti. “Bana M onopoly oynamayı öğretecektin ama söz
verdiğin halde ertesi gün gelm edin.”
Joe bir bezle ellerini silmeye başladı.
“Affedersin,” dedi. “Biraz meşguldüm.”
“Lottie ona kızgın olduğun için gelmediğini söylüyor.”
Joe ellerini silmeyi bıraktı. “Öyle mi dedi?”
“O, Dickie Valentinela çıktığı için sen artık bize gelmiyormuşsun.”
Joe her şeye rağmen kıs kıs güldü.
“Lottie nin de bebeği olacak m ı?” Freddie şimdi araştırm acı, tom
bul, pembe kolunu uzatmış, m otora bakıyordu.
“Sylvia. Freddie. Haydi!”
“Lottienin bebeği olursa ona Monopoly oynamayı öğretecek misin?”
“Silgin varsa yalnızca bir bebeğin olabilir.”
Freddienin kolunu motordan uzaklaştıran Joe başını iki yana
salladı. Yanındaki Virgina da gülüyordu.
Yetişkinlerin neşesini fark eden Freddie adım larını hızlandırdı.
“Lottie, D ickie Valentine’la bebek yapıyor. Sonra da D ickie televiz
yonda şarkı söyleyecek.”
“Söylediklerine dikkat et Freddie. Biri sana inanabilir,” dedi
V irginia ve kıkırdayarak Joeya döndü. Joe’dan hoşlanıyordu. Joe,
Lottie nin peşinde koşarak boşuna vakit harcıyordu. O aptal kız tip
olarak Joe’dan iyisini bulabileceğini düşünüyor, H oldenların evinde
yaşadığı için kendini önem li biri gibi görüyordu. Oysa V irginia’dan
daha iyi değildi. Yalnızca şanslıydı.
“Bu ikisine bakarsan L o ttien in bir sonraki sevgilisi Elvis Presley
olur.” V irginia saçlarını geriye atarken sabah evden ruj bile sürmeden
çıktığına pişman oldu, oysa bunu aklından geçirm işti.
Am a Joe onun farkına bile varm am ıştı. Elvis Presley esprisini de
kom ik bulm am ıştı. Yine ciddiyete boğulm uştu.
“Son zam anlarda hiç dışarı çıktın mı Joe? C lacton’a gittin m i?”
V irginia ona biraz daha yaklaşm ış, ince bacaklarını onun gözlerinin
önüne serm işti.
Joe başını eğdi ve hafifçe kım ıldandı. “Hayır. İşler biraz yoğun.”
“Freddie doğru söylüyor. Seni pek görmüyoruz bu aralar.”
“Evet, haklısın.”
“Bak, başparmağımda bir tırnağım daha var.” Freddie elini Joeya
doğru uzattı.
“Şeytan tırnağı o Freddie, söyledim sana. Ve yakında düşecek.
İnsanlara gösterip durma şunu.”
“Ben hidrojen bombası yapabilirim. Eczaneden hidrojen alabili
yorsun. Bay Ansty söylerken duydum bunu.”
Joe gitm elerini bekliyormuş gibi saate baktı. Ama Virginia ısrar
cıydı. “Hidrojen peroksit demek istiyor. Baksana Joe, cumartesi akşamı
birkaç arkadaşımla beraber Colchester Caddesindeki dans salonuna
gidiyoruz. Gelm ek istersen em inim senin için de bilet bulabiliriz.”
Duraksadı. “Londra’dan bir grup geliyormuş. Çok iyi olduklarını
duydum. En iyi rock’n’roll parçalarını çalıyorlarm ış. Eğleniriz.”
Joe ona baktı ve elindeki bezi büktü.
“Sen düşün ”
“Teşekkürler Virginia. Çok teşekkürler. Ben sana haber veririm .”
***
1870 yılında Lorenzo Dow Baker isim li Am erikalı bir kaptan, Port
A ntonioya yanaştı ve şehrin pazarlarını tembel tembel dolaşırken
yerli halkın garip şekilli, sarı bir meyve tükettiğini gördü. Girişim ci
bir kişiliği olan Kaptan Baker meyvenin davetkâr bir kokusu ve gö
rüntüsü olduğunu düşündü. Meyveden her biri bir şilinden yüz alt
mış demet aldı ve onları gem inin deposuna koydu. On bir gün sonra
A m erik an ın New Jersey’deki lim anına vardığında şehirdeki meyve
alıcıları o meyveye saldırdı ve dem etine iki dolar ödedi.
“Fena kâr elde etm em iş,” dedi Julian Arm and.
“Birkaç muz için, evet. Halk bu yeni meyveye bayılmış. Bir şeyin
garipliği yerine güzelliğini görenler... ödülü kapmış. Meyve ithalat
endüstrisi de böyle başlamış. Baker Şirketi, Boston Meyve Şirketi ne
dönüşmüş. Ve o şirketten doğan yeni şirket de bugünkü en büyük
ithalatçılardan biri olmuş. Babam bunu bana masal diye anlatırdı.”
Guy, L ottieye gülümsedi. “O şirket kendi şirketinden çok daha büyük
olduğu için daha fazlasını anlatm aktan hoşlanm azdı.”
Çıplak ayaklarını kitap yığınına yaslayarak oturan Julian, “Re
kabetçi adam m ış,” dedi. Kucağında taş baskı resimlerden oluşan bir
yığın vardı ve her birini iki yanındaki minderlerin üstüne koyarak
iki gruba ayırıyordu. Bu zamana dek konuştuğunu hiç duymadıkları
solgun yüzlü, çilli, Stephen adlı genç adam, Julian’ın bir köşeye at
tıkların ı alıp bunu nezaketen yapıyormuş gibi yakından inceliyordu.
Görünüşte oyun yazarıydı. Lottie tam da Bayan H oldenm tavrıyla
“görünüşte” kelim esini de eklem işti çünkü Frances dışında hiçbiri
bir şey yapıyormuş gibi görünmüyordu.
“İşleri iyi gidiyor mu peki?”
“Şu aralar iyi. Yani ne kadar para kazandığını falan bilm iyorum
ama çocukluğum dan beri evlerimizin gitgide büyüdüğünü biliyorum.
A rabalarım ızın da.”
“Rekabetin kendine göre iyi tarafları da var. Baban kafasına koy
duğunu yapan birine benziyor.”
“H içbir konuda kaybetmeye gelemez. Beni bile.”
“Satranç bilir m isin Guy?”
“Ne zam andır oynamadım. O ynam ak ister misiniz Bay Armand?”
“Hayır, hayır. Ben taktik konusunda pek iyi sayılmam. Ama eğer
iyiysen George’la oynayabilirsin.”
“G eorgeu n kafası sırf matematiğe çalışır. Saf m antıktır. Bazen
yarı insan yarı m akine mi, diye düşünmüyor değilim ,” dedi Adeline.
“Soğuk biri yani.”
“Tam olarak soğuk da sayılmaz. George istediğinde çok nazik biri
olabilir. Ama âşık olunacak biri değildir.” O nazik sohbet, o günkü
havanın sonbaharın başlam ak üzere olduğu gerçeğiyle çeliştiğini gös
teriyordu. Lottie başta bunu pek fark etm em işti; odadaki insanlar
arasında zar zor fark edilebilir bir titreşim , bir enerji vardı. Adeline,
L ottien in saçının bir tutam ını kaldırdı. “Kesinlikle âşık olunacak bir
adam değil.”
A delinem ayağının dibinde oturan Lottie, onun kullandığı ke
limeler karşısında kızarm am aya çalışırken yük gemileri ve egzotik
meyvelerle ilgili hayallerinden uyandı. Adeline bir kutuda bulduğu
m inik, boncuklu güllerle L o ttien in saçlarını süslüyordu. “Bunlar be
nim gelinliğim in süslemeleriydi,” dedi ve Lottie o an dehşete kapıldı.
“Yalnızca bir elbiseydi Lottie, o kadar. G eçm işin sadece iyi taraflarını
saklam ak hoşuma gidiyor.”
Adeline “sırf görmek için” onları Lottie nin saçlarına takm ak is
temişti. Lottie başta buna itiraz etm işti; üstünde bir yığın çiçek olan
saçlarda Adeline ne “görecek”ti ki? Ama sonra Guy da denemesini,
A delinem onun örgülerini açm asına izin vermesini, saçları taranıp
çiçekler takılırken sessizce oturm asını önerm işti ona. Ne kadar uzun
sürerse sürsün Guy’ın gözlerini üzerinde hissetm e düşüncesi o kadar
güzeldi ki Lottie bir parça daha itiraz etmesine rağmen sonunda buna
razı oldu. “Am a gitmeden önce onları çıkarırım . Bayan H bunu gö
rürse küplere biner.”
Frances terastan içeri girdiğinde Adeline duraksadı. Lottie onun
ellerinin saçlarında sabitlendiğini, Frances yanlarından geçerken
Adeline’ın hafifçe iç geçirdiğini hissetti. Orada oldukları bir buçuk
saatlik süre içinde Frances tek kelime etm em işti. Lottie başta bunun
farkına varm am ıştı; tüm duyuları Guy a odaklanm ıştı ve Frances’in
son zam anlarda dışarıda, duvar resmi üzerinde çalışıyor olması sık
rastlanan bir durum olmuştu. Ama sonra o da Frances’in soğuklu
ğunu, Adeline’ın içecek bir şey, yeni bir fırça, Guy’ın getirdiği lezzetli
meyvelerden isteyip istemediğine dair sorularını duym azlıktan gel
diğini fark etm işti.
Frances yanlarından geçtiğinde Lottie onun ters bir yanıt verm e
mek için kendini zor tutuyormuş gibi çenesini kastığını gördü. Dik,
kem ikli omuzları kaskatı görünürken biri onu yolundan alıkoyabilir
miş gibi boya kutusuna eğildi. G özlerindeki pembemsi buğu olm asa,
kirpikleri m inik yıldızlar gibi ıslak ıslak ışıldamasa saldırgan bir hali
olduğu söylenebilirdi.
Julian onu kızdırmış olmalı , diye düşündü Lottie. O gelene kadar
Frances hiç böyle değildi. Julian’ın varlığı genç kadının davranışlarını
değiştirmeye yetmişti, rahatsızlığı her halinden belli oluyordu. “Resim
yapmana yardım edebilir m iyim Frances?” diye sordu.
Ama Frances ona yanıt bile vermeden mutfağa geçti.
Guy’ın ailesinin gelip Holdenlarla tanışm asına dört gün kalm ıştı
ve birlikte geçirdikleri zam anın sona ereceğinin farkında olan Lottie,
şekerlemelerini istifleyen küçük çocuklar gibi birlikte geçirdikleri her
anı ezberlemeye çalışıyordu. Bu zor bir görevdi ve bazen anıları zihnine
kazıma işine kendini öylesine kaptırıyordu ki etrafındakileri tamamen
u n u tu y or, dalıp gid iyord u . “L o ttie bizi yin e terk etti,” d iyordu A deline.
Çakıl taşlı araç yolundan geçerlerken Guy onun elini tuttu. Woodbridge
M eydanına kadar o dokunuşun sıcaklığıyla yanan Lottie ne yükselen
sesleri ne de hâlâ saçına takılı olan gül goncalarını hatırlıyordu.
Bazı şeyleri yapm anın belli yolları vardı; karşılanm ası gereken belli
standartlar. Ve Adeline’ın Merham salonundaki kadınlara verdiği tepki
fazlasıyla yetersiz olmuştu.
“Bize katılam ayacağı için çok mu üzgünmüş? Neden? M eşgul
müymüş? Ç ocuk mu bakıyormuş? Yoksa başkanlığa adaylığını mı
koymuş?” Bayan Chilton bu durumu en çok kötüye yoranlardan biriydi.
“Ama başka bir zaman ona uğram am ızı ümit ediyormuş,” diye
okudu Bayan Colquhoun fildişi rengi kâğıt parçasından. “Ancak o
‘başka bir zam anm ne zaman olacağı da belli değil.”
Bayan Chilton kendisine ikram edilen kavun dilim ini reddede
rek, “Bence de değil,” dedi. “Hayır, teşekkür ederim Susan, tatlım .
O meyve geçen hafta midemi mahvetti. Bence çok yetersiz bir yanıt.
Gerçekten çok yetersiz.”
Ayaklarını altına alarak kanepede oturduğu yerde bir dergiyi
karıştıran Celia, “Sizi evine davet etm iş işte,” dedi.
“Önemli olan o değil tatlım. Sorun onun evi değil. Onu biz davet
ettik, dolayısıyla daveti kabul etmesi gerekirdi. Durumu tersine çevirip
onun bizi davet etmesi çok saçma.”
“Neden olm asın?” dedi Celia.
Bayan Chilton, Bayan Holden’a baktı. “Sonuçta gelmedi, değil mi?”
“Ama kabalık etmemiş ki. Sizi davet ediyorsa kabalık ettiğini
söyleyemezsiniz.”
K adınlar sinirlenm işti. Sylvia yla birlikte yerde oturmuş, yapboz
yapmakta olan Lottie içten içe Adeline’ın aslında akıllılık ettiğini dü
şündü. S ırf onlar istiyor diye “salon’ a gelecek değildi ama kadınların
Arcadia’yı ziyaret ederken kendilerini yeterince güvende hissetm eye
ceklerini de biliyordu. Topu onlara atarak bu işten sıyrılm ıştı.
“Sandığınız kadar kabalık etmemiş bence,” dedi Celia umarsızca.
“Hem ziyaretinize gelmesini neden bu kadar istiyorsunuz, onu da
anlam ış değilim. Zam anınızın büyük bir kısm ın ı insanları ondan
uzak tutmaya çalışm akla geçiyorsunuz.”
“Am a zaten sorun da bu,” dedi Bayan Holden öfkeyle.
“Evet,” dedi Bayan Colquhoun. Sonra da başını eğdi. “Sanırım öyle.”
Bayan Chilton mektubun devamına bakarken yarım çerçeveli
gözlüğünün ardından gözlerini kıstı. “Sanatsal bir çalışma yapmamızı
da istiyormuş. Ünlü şair Rainer M aria R ilke’den bir alın tın ın bize
ilham vereceğini umuyormuş: ‘Sanat da bir yaşam biçim idir ve insan
yaşarken farkında olmadan buna hazırlanır; gerçek olan her şeyde ona
biraz daha yaklaşır.’” O an mektubu indirip etrafındakilere baktı. “Bu
da ne demek oluyor?”
Guy birkaç gündür moralsiz görünüyordu. Başka işlerle m eşgul
müş gibi ciddi bir hali vardı. Dolayısıyla Bayan Holden onun Doktor
Holden’ın şöm inenin yanındaki koltuğuna oturmuş, gazetesinin ar
kasından güldüğünü gördüğünde rahatlasın mı, yoksa bozulsun mu
bilemedi.
İşte o zaman her şey gerçeğe dönüşmüştü. Guy ile Celia nin evlenecek
olması, L o ttien in âşık olamayacağı bir adama âşık olm ası... Üstelik
onun aşkına, onunla birkaç defa yürüyüşe çıkm aktan ve saçındaki
aptal, çocuksu çiçekleri beğendiğini söylemekten başka hiçbir şekilde
k arşılık vermeyen bir adam a... Bu kadardı işte, değil mi? Sonuç ola
rak Guy onu, mesela Freddie’yi sevdiğinden daha fazla sevmiyordu.
Freddie’yle de çok zaman geçiriyordu ne de olsa. Hem Guy ondan
hoşlansaydı bile yapabilecekleri bir şey yoktu. Son birkaç gün onunla
eskisi kadar ilgilenmedi diye C elianın ne hale geldiği ortadaydı işte.
Ah, Tanrım , buraya gelmek zorunda miydin sanki? Lottie hom ur
danarak alnını dizlerine yasladı. Sen gelene kadar ben hayatımdan
memnundum. Sonra V irginia’nın gümüşleri yerleştirmesine yardım
etmesi için Bayan Holden onu alt kata çağırdı.
Tüm iyi niyetine rağmen Celia üzüntüsünü bir türlü üstünden ata
m am ıştı. Belki de haklıydı. Lottie onun en yeni elbisesiyle Guy’ın
önünden gelip geçm esini, kolunu şaka yollu çim diklem esini, başını
cilveli bir şekilde onun omzuna yaslamasını izledi. Guy’ın onu bir ada
mın, köpeğini okşar gibi ilgisizce okşam asını, buna karşılık Celia’nın
yüzündeki gülümsemenin silinm esini izledi. Ve bu arada kendi içinde
kaynamaya başlayan duyguları kontrol etmeye çalıştı. Sonra da Sylvianm
ayakkabılarını bağlam asına yardım etmeye gitti.
Lottie üst katta tek kişilik yatağına uzanm ış, alt katta Celia ve ço
cukların kiliseye gitm ek üzere paltolarını giyme telaşına girdiklerini
duyabiliyordu. Freddie için bu birkaç çığlık ve kısık sesle dile getirilmiş
tehdidin ardından bir şey yapmadığına dair yüksek sesli protestolar,
sonunda da kapıların sertçe kapanm ası anlam ına geliyordu. Çileden
çıkm ış annelerinin haykırışlarına eşlik eden dış kapının kapanma sesi,
evde Lottie dışında kim senin kalm adığına işaretti. Lottie hiç k ım ıl
dam adan uzanm ış, çocukların çığ lıkların ın bastırdığı arka plandaki
sesleri dinliyordu: koridordaki saatin tik takları, sıcak su sistem inin
tıslayıp takırdam ası, araba kapılarının uzaktan gelen kapanm a sesi.
Yattığı yerde seslerin, öfke dolu zihnine süzüldüğünü hissederken
nadiren eline geçen bu yalnızlığın tadını çıkarabilm eyi diledi.
Lottie neredeyse bir haftadır hastaydı. Aslında tam olarak ne
zaman hasta olduğunu da biliyordu; ikisi de çok önemli olduğu için
büyük harfle yazılması gereken Büyük İtiraf ya da Onu Son Gördüğü
Gün başlamıştı hastalığı. Guy m ona duygularını açtığı gece geç saatlere
kadar uyuyamayan Lottie ateşler içinde yanm ıştı, tüm uzuvları tir
tir titrem işti. Başta hezeyanlı, karm akarışık düşüncelerinin duyduğu
vicdan azabından kaynaklandığını sanmıştı. Ama sabah onun boğazını
muayene eden Doktor Holden bu titremelere daha sıradan bir açıklama
getirm işti; ona bir haftalık yatak istirahati ve bolca sıvı tüketm esini
tavsiye etm işti.
Celia onunla ilgilense de hemen Sylvia’nın odasına kaçmıştı (“Affe
dersin Lots ama düğün hazırlıkları bitene kadar hasta olamam”). Böylece
Lottie, huysuzluğunun özellikle dile getirilm esi gereken V irg in ian ın
çorba ve meyve suyuyla dolu tepsilerle düzenli aralıklarla gelmesi ve
Freddie nin “onun ölüp ölm ediğini” kontrol etm ek için sık sık içeri
dalması dışında yalnız kalm ıştı.
L o ttien in ölmüş olmayı dilediği zam anları da yok değildi. G e
celeri kendi sayıklam asını duyarken hezeyan halinde kendini ele
vereceğinden korkuyordu. Nihayet hislerini dışa vurmuşken, kaleye
hapsedilmiş saçları kesik Rapunzel’miş gibi Guy’ın onu görm esinin
engellenmesine katlanam azdı. Evin içinde ya da köpeği gezdirirken
bir araya gelmek için türlü sebepler bulabilecek olsalar da evin genç
kızıyla nişanlı bir adam ın başka bir kızın yatak odasına girmesi için
hiçbir geçerli sebep yoktu.
İki gün sonra Lottie, Guy’ın yokluğuna daha fazla dayanamaya
cağını anladığında kısacık bir an için de olsa onu görebilmek amacıyla
su içme bahanesiyle alt kata indi. Ama koridorda yere yığılacak gibi
oldu ve solgun kollarını om uzlarına atan Bayan Holden ile V irginia,
hom urdanm alar ve azarlam alar eşliğinde onu tekrar üst kata çık ar
dılar. Bakışm aları bir saniye bile sürm em işti ama Lottie o kısacık
bakıştan bile aralarındaki ittifakı anlam ıştı, bu da uzun bir günü ve
geceyi daha geçirmesine yetecek inancı ona vermişti.
Guy’ın varlığını hissediyordu; o tatlı ve gergin kabuğundan müthiş
bir lezzet akan Güney Afrika üzümlerinden getirm işti ona. Boğazını
yumuşatması için kaynar suya konacak İspanyol limonu ve bal yollamış,
onu iyice olgunlaşm ış incirlerden yemeye zorlam ıştı. Bayan Holden,
Guy’ın ailesinin cöm ertliğini hayranlıkla anlatıyordu. Meyvelerin bir
kısm ını kendine ayırdığına da şüphe yoktu.
Ama bu kadarı yeterli değildi. Ve susuzluktan ölmek üzere olan
birine bir yudum su verilmiş gibi Lottie onu böyle küçük dozlar halinde
tatm anın durumu daha kötü hale getirdiğine karar verdi. Şimdi onun
yokluğunda Guy’ın, C elianın tüm güzelliğini yeniden keşfettiğini dü
şünerek kendine işkence ediyordu. Celia onu yeniden kazanm ak için
çabalarken Guy’ın o güzelliği görmemesi m üm kün değildi ki. Celia
yeni elbisesiyle odanın içinde dönüp dururken, “Sence bu elbise nasıl
Lots?” diyordu. “Sence bununla göğüslerim daha büyük görünüyor
mu?” Lottie ise zayıf bir tebessüm eşliğinde ona kendini iyi hisset
m ediğini ve uyumak istediğini söylüyordu.
Alt katın kapısı tekrar açıldı. Lottie gözleri açık halde merdiven
lerden gelen ayak seslerini dinledi.
Bayan Holden kapıdaydı. “Lottie, tatlım , söylemeyi unuttum. Biz
kiliseden sonra doğruca otele, yemeğe gideceğimizden senin için bir
kaç sandviç hazırlayıp dolaba koydum. Yumurta ve tere, birkaç dilim
jam bon ve limonata var. Henry gün boyunca limonata içmenin faydalı
olacağını söyledi. Hâlâ yeterince sıvı tüketm iyorsun.”
Lottie ona m innet dolu bir tebessümle baktı.
Bayan Holden eldivenlerini takarken bir şey düşünüyormuş gibi
yatağa baktı. Sonra durduk yere battaniyeyi şiltenin altına doğru gü
zelce sıkıştırdı. Ardından uzanıp L o ttien in başını okşadı. “Hâlâ biraz
ateşin var,” dedi. “Zavallıcık. Bu hafta çok sıkın tılı geçti, değil m i?”
Lottie, onun sesinde böylesi bir yum uşaklık duymaya pek alışkın
değildi. Bayan Holden, L o ttien in kirli saçını okşadıktan sonra elini
sıkarken o da onun elini sıktı.
“Tek başına kalm anda sakınca yok, değil m i?”
“Ben iyiyim, teşekkürler,” dedi Lottie çatlayan sesiyle. “Uyurum
zaten.”
“İyi fikir.” Bayan Holden odadan çıkm ak üzere arkasını dönerken
kendi saçını düzeltti. “Saat iki gibi döneriz. Çocuklar yüzünden yemeği
erken yiyeceğiz. O şık restoranda Freddie kim bilir neler yapacak? He
nüz tatlı servisi yapılmadan utanç içinde başım ı önüme eğeceğimden
e m in im ...” Çantasının içine baktı. “Kom odinin üstünde iki aspirin
var. Lütfen, Henry nin söylediklerini unutma tatlım. Meyve suyunu iç.”
Lottie uykunun ağırlığını çoktan üzerinde hissetmeye başlamıştı.
Kapı nazik bir tık sesiyle kapandı.
Belki birkaç dakika, belki de birkaç saat uyumuştu. Lottie o tık ırtı
nın onu rüyadan uyanıklığa doğru sürüklediğini hissetti ve kapıya
baktığında ses daha da ısrarcı bir hal aldı.
“Lottie?”
Yine bir hezeyan geçiriyor olmalıydı. Tüm pencere pervazlarının
alabalıkla dolduğunu sandığı zam anki gibi.
Lottie gözlerini kapattı. Alnı ateş gibi yanıyordu.
“İçeri girebilir m iyim ?”
Lottie gözlerini tekrar açtı. İşte oradaydı; Guy m inik yağmur
damlalarıyla lekelenmiş mavi tişörtüyle içeri girerken dönüp arkasına
baktı. Lottie gök gürültüsünün sesini duyabiliyordu. Oda kararırken
yağmur bulutları gün ışığını gölgeleyerek ortalığı kasvete boğuyordu.
Hâlâ rüya gördüğünden şüphelenen Lottie uykulu gözlerle yatakta
doğrulmaya çalıştı. “İstasyona gittiğini sanıyordum.” Guy meyve san
dığını almaya gideceğini söylemişti.
“Başka bir yalan uyduramadım.”
Oda adım adım karanlığa gömüldüğü için Lottie onun yüzünü
güçlükle görebiliyordu. Guy’ın yalnızca gözleri ışıldıyordu, genç adam
yakıcı bir parıltıyla ona bakıyordu ve Lottie onun da kendisi gibi hasta
olabileceğini düşündü. Gözlerini tekrar kapatıp açtığında Guy m hâlâ
orada olup olm ayacağını görmek istedi.
“Çok zor Lottie. A klım ı kaçıracak gibi hissediyorum .”
Sevinç. Sevincin ta kendisiydi bu. Lottie başını tekrar yastığına
yaslayıp kolunu uzattı. O loş ışıkta teni bembeyaz parlıyordu.
“L o ttie...”
“Gel buraya.”
Guy odaya girip onun yanında diz çöktü ve başını onun göğsüne
yasladı. Lottie onun ağırlığını nemli geceliğinde hissediyordu. Elini
kaldırıp genç adamın saçlarına dokundu. Tahm in ettiğinden daha
yum uşaktı saçları, Freddie ninkilerden bile daha yumuşak. “Baktığım
her yerde seni görüyorum. Gözüm başka bir şey görmüyor.”
Guy kafasını kaldırınca Lottie o loş ışıkta bile onun kehribar
rengi gözlerini gördü. Düzgün düşünemiyordu; zihni bulanmıştı, âdeta
yüzüyordu. Genç adamın ağırlığı onu aşağı çekiyordu. Lottie bir an
için o ağırlık olmasa havalanıp pencereden dışarıdaki karanlığa, o
ıslak sonsuzluğa kayıp gidecekm iş gibi hissetti.
“Am an Tanrım , geceliğin ıslak... Sen hâlâ hastasın. Sen hastasın.
Özür dilerim Lottie. Buraya h iç ...”
Guy başını kaldırırken Lottie uzanıp onu tekrar kendine çekti.
Görüntüsüne, ıslak, kirli saçlarına, hastalığın verdiği solgunluğa bir
bahane bulmaya çalışm adı. Hisleri, sezgileri öyle bir ihtiyaç duym a
sını engelliyordu. Guy’ın yüzünü ellerinin arasına aldığında dudakları
birbirine o kadar yakındı ki genç adam ın nefes alıp verişini hissede
biliyordu. Tüm deneyim sizliğine rağmen beklem enin, arzulam anın
çok daha değerli olduğunun bilinciyle bir an duraksadı. Ama o an
Guy acı çekiyormuş gibi inleyerek üzerine geldi. Yasak bir meyve
kadar tatlıydı.
“Joe! Hey, Joe!” Celia kilise kapısından, güçlü rüzgârın o son yağmur
bulutlarını da silip süpürmesiyle aydınlanmaya başlayan açık havaya
adım ını atan Joe’yu kolundan çekiştirdi. K aldırım lar yağmurun et
kisiyle hâlâ kaygandı ve Celia görmeden bastığı bir su birikintisinden
bacağına sıçrayan çam urlu suya lanet etti.
Joe, C elianın ona bu kadar sıcak davranm asına şaşırarak ona
döndü. Açık mavi bir gömlek ile kolsuz bir süveter giymişti ve genelde
m otor yağı bulaşm ış gibi görünen saçları güzelce taranm ıştı. “Ah,
merhaba Celia.”
“L o ttiey i gördün mü?”
“G örm ediğim i biliyorsun.”
“İyi değil.” Celia kilise avlusunun kapısından onu izleyen annesi
nin bakışlarının farkında olarak Joen un yanından yürümeye başladı.
“Joe ile L o ttiey i barıştırm ak lazım ,” dem işti annesi. Celia gittikten
sonra Lottie çok yalnız kalacaktı.
“Çok hasta. Yani ateşi falan var. Duvarlardan bir şeyler çıktığın ı
sanıyor.”
Bu cüm le Jo ey u duraksattı. “Nesi var?”
“Fena üşütmüş, diyor babam. Hem de çok fena. Yani ölebilirdi bile.”
Joe’nun beti benzi attı. Durup Celia’ya baktı. “Ö lm ek m i?”
“Yani şimdi tedavi oluyor tabii ama evet, durumu çok ağırdı. Ba
bam onun için çok endişelendi. O kadar üzücü k i...” Celia yapmacık
bir şekilde söyleyecek söz bulam ıyorm uş gibi yaptı.
Joe bekledi. “Ne oldu?” dedi sonunda.
“Senden uzak kalm ası. Yani bu hale gelm eniz. Sayıklam aları fa
la n ...” Celia çok fazla şey söylemiş gibi sustu.
Joe kaşlarını çattı. “Ne sayıklam ası?”
“Ah, boş ver Joe. Söylediklerimi unut gitsin.”
“Haydi Celia. Ne söyleyecektin?”
“Olmaz Joe, sadakatsizlik olur.”
“İkim iz de onun arkadaşıysak neden sadakatsizlik olsun ki?”
Celia düşünüyormuş gibi yaparak başını yana yatırdı. “Tamam.
Ama sana söylediğimi sakın ona söyleme. Senin adını sayıkladı. Yani
en kötü olduğu anlarda. Ben başındaydım, alnını siliyordum ve ‘Jo e ...
ah, Jo e .. diye mırıldandı. Onu bir türlü yatıştıramadım . Küstüğünüz
•• »
için.
Joe ona şüpheli bir bakış attı. “Benim adımı m ı sayıkladı?”
“Hem de durmadan. Yani sık sık. En hasta olduğu anlarda.”
Uzun bir sessizlik oldu.
“S en ... sen yalan söylemiyorsun, değil mi?”
Celia hakarete uğram ış gibi gözlerini kocam an açtı ve kollarını
göğsünde kavuşturdu. “Kız kardeşim hakkında mı? En azından kız
kardeşim gibi gördüğüm biri hakkında mı? Joe Bernard, bugüne dek
senden duyduğum en kaba söz bu. Ben sana zavallı L o ttien in senin
adını sayıkladığını söylüyorum, sense beni yalan söylemekle suçluyor-
sun. Sana anlatm am alıydım demek ki.” Celia topuklu ayakkabılarıyla
dönüp ondan uzaklaştı.
Bu kez Joe uzanıp onun kolunu tuttu. “Celia. Celia, affedersin.
Lütfen dur.” Joe nefes nefese kalm ıştı şimdi. “Sanırım buna inanmakta
biraz zorland ım ... yani L o ttien in benim adım ı sayıklam ası... Ama
gerçekten hastaysa bu çok kötü. Yanında olam adığım için çok üzgü
nüm.” Joe gerçekten çok üzülmüştü.
“Ona söylemedim.” Celia onun gözlerine bakıyordu.
“Neyi?”
“Virginia yla çık tığ ını.”
Joe kıpkırm ızı oldu. Suya batırılm ış pembe bir sünger gibi kıza
rıklığı adım adım artıyordu.
“Bunun gizli kalm asını beklemiyordun herhalde, değil mi? Ne
de olsa bizim evimizde çalışıyor.”
Joe başını eğip ayağını kaldırım ın kenarına vurdu. “Aslında pek
öyle sayılmaz. Yani birkaç defa dans partisine gittik. Ciddi bir şey
yok aram ızda.”
Celia bir şey söylemedi.
“O, Lottie gibi değil. Yani keşke Lottieyle bir şansım olsaydı...”
Joe sustu ve dudağını ısırıp bakışlarını Celia’dan kaçırdı.
Celia elini içtenlikle onun koluna koydu. “Şey, Joe. Ben onu herkes
ten iyi tanıyorum ve L otsu n biraz garip biri olduğunu söyleyebilirim.
Bazen ne istediğini kendisi de bilmiyor. Ama ölüm döşeğinde senin
adını sayıkladığında ben onun ne istediğini anladım . Şimdi bundan
sonra yapacakların sana kalm ış.”
Joe çılgınca düşünüyordu. O çabayla nefes alıp verişleri de hız
lanm ıştı. “Sence gelip onu görmeli m iyim ?” Yüzünde acıyla karışık
umut vardı.
“Bence mi? Bence çok hoşuna gider.”
“Ne zam an geleyim?”
Celia saatini işaret eden annesine baktı. “Bak. Şu andan daha iyi
bir zamanlama olamaz. İzin verirsen anneme otele biraz geç gideceğimi
söyleyeyim. Birlikte gideriz. Ama sen içeri tek başına girersin,” diye
açıkladı gülerek ve koşar adımlarla annesinin yanma gitti. “Ama Lottie
onu geceliğiyle görmene izin verdiğim için bana kızabilir.”
Neredeyse kırk sekiz saat sonra Lottie artık yerinde olmayan tabelaya
göre adı Saranda olan yetm iş yedi num aralı sahil kulübesinde tir tir
titreyerek bekliyordu. Paltosuna sım sıkı sarınm ış, Mr. Beans’i tas
m asından çekiştiriyordu. Hava neredeyse kararm ıştı ve ışıklandırm a
olm adan kulübe iyice karanlık olmuş, biraz da ürkütücü bir havaya
bürünm üştü.
Lottie neredeyse on beş dakikadır orada bekliyordu. Biraz daha
bekledikten sonra dönecekti. Bayan Holden onun bu halde dışarıda
fazla kalm asını istemiyordu. G itm esine izin vermeden önce iki defa
düşünüyordu. D oktor Holden’la on beş dakikalığına yalnız kalm ak
istemese, Lottie kadının ona izin vereceğinden şüphe duyardı.
Patikada bisiklet tekerleklerinin sesini duydu. Kapı tem kinlice
açıldı ve işte oradaydı. Guy bisikletten inip onu öylece kapıda bıraktı.
Birbirlerine sarılırlarken dudakları da birbirine kenetlendi.
“Fazla vaktim yok. Celia tutkal gibi yapıştı bana. O banyoya gi
rince ben de kaçtım .”
“Şüpheleniyor mu?”
“Sanm ıyorum . O günle ilgili bir şey söylemedi.” Guy eğildi ve
ayağını koklayan Mr. B eans’in başını okşadı. “Tanrım , bu korkunç
bir şey. Yalan söylemekten nefret ediyorum .” L ottie’yi kendine çekip
başına bir öpücük kondurdu. Lottie de kollarını onun bedenine do
layıp kokusunu içine çekti ve belini saran ellerinin verdiği duygunun
tadına varmaya çalıştı. “Bunu onlara söylemek zorunda değiliz. Öylece
gidelim. Mektup bırakırız.” Guy bunu onun saçlarına doğru söylemişti.
Onu içine çekm ek ister gibi.
“Hayır. Ben öyle bir şey yapamam. Bana iyi davrandılar. En azın
dan bir açıklam a yapmam gerek.”
“Bunu açıklayabileceğini sanm ıyorum .”
Lottie geri çekilip Guy’ın gözlerine baktı. “Anlayış gösterirler,
değil mi Guy? Anlamalılar. Onlara bir zarar vermek istem ediğim izi...
Bizim bir suçumuzun olm ad ığını... Kontrolsüzce geliştiğini...” Lottie
ağlamaya başlamıştı.
“K im senin suçu değil. Bazı şeyler olacağına varıyor ve bununla
mücadele etm ek faydasız.”
“Mutluluğumuzun böylesi bir acının üstüne kurulacak olmasından
nefret ediyorum. Zavallı Celia. Zavallı, zavallı Celia.” (A rtık Guy ona
ait olduğuna göre cömert olabilirdi en azından. Celia’ya karşı duyduğu
anlayış onu bile şaşırtm ıştı.) Burnunu bluzunun koluna sildi.
“Celia kendini toparlar. Başka birini bulur.” Guy’ın sesindeki ger
çekçi tonu duyunca Lottie nin içi acıdı. “Bazen bana âşık olduğunu
bile hissetm iyorum ; o, âşık olma fikrine âşık bence.”
Lottie ona baktı.
“Bazen o duygunun bana özel olm adığını düşünüyorum, anlıyor
m usun?”
Lottie o an George Bern’ü düşündü. Sonra arkadaşına ihanet
ettiğini düşündü. “Seni sevdiğinden em inim ,” dedi kısık, isteksiz bir
ses tonuyla.
“Bu konuyu kapatalım bence. Bak Lots, bir plan yapmalıyız. Bunu
onlara ne zaman söyleyeceğimizi kararlaştırm alıyız. Herkese yalan
söylemekten nefret ediyorum. Kendimi gerçekten rahatsız hissetmeye
başladım .”
“Bana hafta sonuna kadar zaman ver. Adeline beni çağırır belki.
Frances gittiğine göre ev işlerine yardım edecek birine ihtiyaçları ola
bilir. Ben ona yardım edebilirim .”
“Gerçekten mi? O kadar uzun süreceğini sanm ıyorum . Anne ve
babam la konuşm alıyım .”
Lottie yüzünü onun göğsüne yasladı. “Keşke bu iş tümüyle bit
miş olsa. Keşke üç ay sonrasına ışınlansak.” Sonra gözlerini kapattı.
“Ölümü beklem ek gibi bir şey bu.”
Guy kapıya baktı. “A rtık dönsek iyi olur. Ö nce ben çıkarım .”
Guy eğilip Lottie nin dudaklarına sert bir öpücük kondurdu. Bu
nun bir anını bile kaçırm ak istemeyen Lottie gözlerini kapatmadı.
Guy m arkasındaki bir gemi lim ana doğru ilerlerken ışıkları âdeta
göz kırpıp duruyordu.
“Cesur ol Lottie, hayatım. Bu sonsuza dek böyle gitm eyecek.”
Sonra elini onun saçlarında gezdirerek dışarı çıktı ve karanlık
yoldan eve doğru ilerledi.
Doğrusunu söylemek gerekirse acil bir durum olmalıydı bu; beş yaşın
daki zavallı kızı Mer Point’teki limandan çıkardıkları öğleden sonrası
gibi. Ya da öncelikle oturmuş olmayı gerektiren bir haber verileceği
zam anlardaki gibi. Bazen sert bir viski dayanma gücünü artırabili
yordu. En üst rafta duran on beş yıllık malt viski gözüne iliştiğinde
D oktor Holden bir iki dublenin iyileştirici etkisi olduğuna inandığını
düşündü. Hatta yalnızca iyileştirici değil, aynı zamanda da gerekli
olduğuna. Çünkü bunu düşündüğü zamanlar sevgili kızını evlendiren
bir babanın kaygılarından çok daha fazlasını hissediyordu. Bu endişe
ve çok yakında onu bekleyen terk edilmişlik duygusu aslında yaşamak
zorunda kaldığı şeyle ilgiliydi; sefil ve telaşlı bir kadınla yapılmış sıkıcı
ve sevgisiz evlilik. C olchestera giden G illian’ın yokluğunda daha da
çekilm ez olan bir hayat. G illian biraz pervasız bir kadındı ve Doktor
Holden’a, çıktığı o uzun yolculukta uğradığı duraklardan asla daha
fazlası olam ayacağını hissettiriyordu. Ama kom ik ve eğlenceliydi.
Kaym ak taşı gibi bir teni vardı; pürüzsüz, kusursuz ve sıcak. Ah,
Tanrım , evet. Sıcaktı ama artık o da gitm işti. Ve D oktor H oldenın
hayatındaki bir diğer güzellik olan Celia da gidiyordu. Bundan sonra
ne yapacaktı? Ufak tefek sıkıntılar yaşamak ve golf kulübünün barına
gittiği günlerde Alderm an Elliott gibilerinin sırtın ı sıvazlayarak bu
yılın en iyi yılı olduğunu söyleyeceği orta yaşın sonlarına doğru ağır
adım larla ilerlemekten başka...
Henry Holden arkasındaki çekm eceden ilaç ölçek kabını alıp
oturdu ve kendine iki parm ak kadar viski doldurdu. Saat sabahın
onuydu ve viski geçtiği yeri kazıyormuşçasına boğazından aşağıya
indi ama o küçücük başkaldırı bile rahatlatıcıydı.
Karısı bunu fark edecekti, elbette fark edecekti. Kravatını ya da
gözüne ilişen ufacık bir detayı düzeltmek için ona uzanacak ve nefe
sinin kokusunu alır almaz geri çekilip ona bakacak, tiksindiği az da
olsa yüz ifadesinden anlaşılacaktı. Ama hiçbir şey söylemeyecekti.
D oktor Holden’ın o hiç katlanamadığı incinm işlik ifadesini, günlerce
sürecek işkencenin göstergesi olan ifadeyi takınacaktı. Ve asla doğru
dan dile getirmeden onu hayal kırıklığına uğrattığını, yine yarı yolda
bıraktığını türlü şekillerde ona belli edecekti.
Doktor Holden kabı doldurdu ve iki parmak daha içkiyi midesine
indirdi. Bu kez daha sakindi. Ağzının içindeki yanm a duygusunun
tadını çıkardı.
İşinin ehli diyorlardı onlara. Kendi kalelerinin kralları. Ne iğrenç,
ne kokuşmuş bir hayattı bu. Susan Holden’ın istekleri, ihtiyaçları, se
faleti onların evliliğinin tüm kurallarını mürekkepli kalem le yazmış
da D oktor Holden’ın üzerine bir ateş topu m isali fırlatm ış gibiydi.
H içbir şey gözünden kaçmıyordu, o anın tadını çıkarm ak diye bir
şey yoktu onun hayatında. İlk tanıştıkları zam anki o güzel, kaygısız,
iki kolunu birden beline kolayca dolayabildiği, baştan çıkarıcı gözleri
olan, avukatın kızından eser yoktu şimdi. Ne yazık ki eskiden nasıl
olduklarına değil de nasıl olması gerektiğine odaklanan bu sefil, bu
endişeli kadın, Susan’ı yiyip bitirm işti.
D oktor Holden, şu halimize bir bak , diye haykırm ak istiyordu
bazen ona. Ne hale geldiğimize bir bak! Terlik istemiyorum! Virginianın
yanlış balığı almış olması da umurumda değil! Ben eski hayatımı isti
yorum, günlerce ortadan kaybolduğumuz, sabaha kadar seviştiğimiz,
sohbet ettiğimiz am a senin şimdiki dünyanda konuşma denen o la f
kalabalığını yapmadığımız, gerçek anlam da sohbet edebildiğimiz gün
leri özlüyorum. Bunları ona söyleyecek noktaya bir iki defa gelm işti
aslında. Am a Susan’ın onu anlam ayacağını biliyordu. Karısı dehşetle
açılm ış gözlerle ona bakacak, sonra da zar zor bastırdığı bir ürper
tiyle kendine çekidüzen verip ona çay ikram edecekti. Ya da bisküvi.
“Sakinleşm esini” sağlayacak bir şey.
Diğer günlerse D oktor Holden belki de öyle bir hayatının hiç
olm adığını düşünüyordu; çocukluktaki yazların hep sıcak ve sonsuz
olarak hatırlanm ası gibi, hiç yaşam adıkları sevişmeleri yaşamış, as
lında hiç hissetmedikleri tutkuyu hissetm işti belki de. Böylece Henry
Holden ondan her gün biraz daha uzaklaşm ıştı. Kaybettiklerini zih
ninden tamamen çıkarmıştı. Direksiyon başındaki bir fare misali dikiz
aynasına hiç bakm adan yoluna devam edip duruyordu. Çoğu zaman
işe yarıyordu bu.
Çoğu zaman.
Ama bugünün sonunda Celia, onun saçm alıkları, değişken ruh
halleri ve kahkahaları gitm iş olacaktı. Tanrım lütfen, o da annesi gibi
olmasın. O ikisinin kaderi bizimki gibi olmasın. Henry Holden başta
Celia’nın neden düğünü bu kadar aceleye getirmek, tarihi öne çekmek
istediğini anlamamıştı. Celia ona ekim düğünlerinin revaçta olduğunu
söylediğinde ona tam anlamıyla inanm am ıştı. Am a Susan’ın düğünü
önümüzdeki yaz yapmakla ilgili söylendiğini duyunca anlamıştı. Kızı bir
an önce kaçıp kurtulm ak istiyordu. O boğucu ev ortam ından kaçm ak
istiyordu. Onu kim suçlayabilirdi ki? İçten içe kendisinin de istediği
buydu çünkü.
Bir de Lottie vardı. Celia nin yakında gidecek olmasından duyduğu
üzüntüden ötürü Henry Holden zavallı kız adına da içten içe üzülü
yordu. O savunmasız gülümsemesiyle hâlâ içini ısıtan garip, gizemli,
tem kinli Lottie. Kendisi farkında olmasa bile Henry ye her zaman farklı
bir içtenlikle gülümserdi. Ona güveniyordu, küçük bir kızken de onu
severdi, hatta belki herkesten çok severdi. Etrafında dolanır, o m inik
elini H en ry nin avucuna yerleştirirdi. Ve Henry Holden aralarında
hâlâ bir bağ olduğunu biliyordu. Genç kızın Susan konusunda onu
anladığının farkındaydı. Henry o kızın herkesi izlediğini görüyordu,
ikisi olaylara aynı gözle bakıyordu.
Ama Lottie de yanlarında uzun süre kalmayacaktı. Susan geleceğe
dair planlarla, ne yapmak istediğiyle ve en iyisinin ne olacağıyla ilgili
ipuçları vermeye başlam ıştı bile. Lottie’den sonra küçük çocuklar da
gidecek, sonra ikisi baş başa kalacak, birbirlerini çem ber içine ala
caklardı. Ve her biri kendi sefaletini yaşayacaktı.
Kendine gel, dedi D oktor Holden, bunları bu kadar yoğun bir
şekilde düşünmenin anlamı yok . Sonra çekm eceyi kapattı.
Bir an öylece oturup önceki sabah ilaç m üm essilinin bıraktığı
tıbbi broşürler ile dolaşım çizelgesine bakmadan pencereden dışarıyı
izledi. M erham m saygıdeğer doktoru ile güzel karısı ve çocuklarının
fotoğraf çerçevesini de atlam ıştı. Ardından ne yaptığının çok da bi
lincinde olm adan tekrar çekm eceyi açtı.
Joe keçi derisiyle koyu mavi D aim ler’ın kaputunu son kez cilaladıktan
sonra yüzünde silemediği bir mutlulukla geri çekildi ve “Ayna gibi
oldu,” dedi.
Arka tarafta sessizce oturmuş, Joen un işini bitirm esini bekleyen
Lottie gülümsemeye çalıştı ama yapamadı. Diğer yolcuların statüsünün
bilincinde olarak açık renkli deri koltuklara baktı. Düşünme , dedi
kendi kendine. Düşünme.
“Geç kalm am dan endişe etti, değil mi? Bayan Holden'ı kastedi
yorum .”
Lottie bu işe gönüllü olmuştu; Holdenların evindeki gittikçe bü
yüyen krizden kaçm ak istem işti. “Nasıldır bilirsin.”
Joe ellerini tem iz bir beze sildi. “Celia da heyecanla gitm eyi bek-
liyordur em inim .”
Lottie tarafsız bir ifadeyle başını salladı.
“Hemen evlerine yerleşecekler, değil mi? Neredeydi? Londra’nın
aşağısında m ı?”
“Şim dilik orada yaşayacaklar.”
“Sonra da güzel bir ülkeye gidecekler sanırım . Sıcak bir yerlere.
Celia oraları çok sevecek. Yine de ona im rendiğim i söyleyemem. Ya
sen?”
Lottie artık her türlü sohbetin üstesinden gelebiliyordu. Bir aylık
pratik sayesinde bir poker profesyonelinin yüz ifadesini takınabiliyordu
artık. H içbir şey belli etmiyor, hiç açık vermiyordu. O an A delinem
maskesini düşündü; dışarıdan sevecen görünen o yüz hiçbir şeyi açığa
vurmuyordu. Birkaç saat kaldı. Yalnızca birkaç saat.
“Ne?”
Lottie az önceki sözleri yüksek sesle söylemiş olmalıydı. Bunu
sık sık yapıyordu. “Ah, bir şey yok.”
“Freddie o uşak kıyafetinin içinde ne yapıyor? Bayan H zavallı
çocuğu o kıyafetin içine sokmadı mı henüz? Cumartesi günü Freddie’yi
caddede gördüğümde o pantolonu giymemek için bacaklarını kese
bileceğini söylemişti.”
“Giyecek.”
“Lanet olsun. Affedersin Lottie.”
“Doktor Holden, düğünün sonuna kadar pantolonunu çıkarmazsa
ona iki şilin vereceğine söz verdi.”
“Peki ya Sylvia?”
“O da kendini kraliyet ailesindenm iş gibi hayal ediyor. Kraliçe
Elizabeth’in gelip onun kayıp kız kardeşi olduğunu iddia etm esini
bekliyor.”
“Hiç değişmeyecek bu kız.”
Evet, değişecek, diye düşündü Lottie. Mutlu, neşeli, umarsız olacak
ve sonunda bir adam yıkım güllesi misali çıkagelip hayatını param
parça edecek. Muhtemelen L ottienin babasının, annesine yaptığı gibi.
D oktor Holden’ın Bayan Holden a yaptığı gibi. Sonsuza dek süren bir
mutluluk yoktu çünkü.
Lottie, Bancroftların ziyaretinden beri ilk kez dün gördüğü Adeline’ı
düşündü. Eski canlılığını kaybetmiş olan moralsiz Adeline o solgun,
yankılı odalarda hiçbir şey ilgisini çekmiyormuş, o cüretkâr resimleri,
biçim siz heykelleri, kitap yığınlarını görmüyormuş gibiydi. Julian,
Stephen’la birlikte V enedike gitm işti. George ekonom i üzerine bir
araştırm a doküm anı yazmak için O xford ’da bir görüşme yapacaktı.
Lottie ona Frances i sormak istemiyordu. Yakında Adeline da gidecekti
zaten. Aslında kendini ikna etmeye çalışıyormuş gibi İngiltere’nin
kışına tahamm ül edemediğini söylüyordu sürekli. Fransa’nın güne
yine, bir arkadaşının Provence’taki villasına gidecekti. O turup ucuz
şarap içecek, geçip giden hayatı izleyecekti. Harika bir tatil olacaktı.
Ama konuşma tarzından harika olmayacağı, hatta tatil bile olmaya
cağı anlaşılıyordu.
Adeline um ursamaz görünmeye çalışan Lottie’ye, “Gelm elisin,”
dedi. “Yalnız olacağım Lottie. Gelip beni ziyaret etm elisin.”
Ağır adımlarla terasa, duvar resmine doğru yürüdüler ve Adeline
elini uzatıp nazikçe L ottie’nin elini tuttu. Lottie bu kez irkilm edi.
Ama zihninin içindeki uğultu öylesine sağır ediciydi ki Adeline’ın
sonraki sözlerini duymadı bile. “Her şey daha iyi olacak tatlım ,” de
m işti Adeline. “Buna inanm alısın.”
“Ben Tanrı'ya inanm ıyorum .” Aslında Lottie bu cüm lenin ağzın
dan bu kadar acı dolu çıkm asını am açlam am ıştı.
“Ben Tann’dan bahsetmiyorum. Ben yalnızca zaman zaman kaderin
bize hayal bile edemeyeceğimiz bir gelecek hazırladığına inanıyorum.
Ve bunların gerçekleşmesini sağlam ak için de güzel şeyler olacağına
inanmaya devam etm eliyiz.”
Lottie o zam anki inatçı kararlılığıyla buna pek önem vermemiş,
güçlükle yutkunup gözlerini Adeline’ın dikkatli bakışlarından k açır
m ıştı. Bu da bakışlarının duvar resm ine ve iki suçlu figürüne kaydığı
anlamına geliyordu. Yüzünde öfke ve kızgınlık dolu bir ifade belirmişti.
“Ben kadere inanmıyorum. Hiçbir şeye inanm ıyorum . Hayatımızı bile
bile mahvederken kaderin bizim çıkarım ızı gözettiğini nasıl söyleriz?
Bu, saçm alıktan başka bir şey değil Adeline. Gerçekten anlamsız. Bazı
şeyler gerçekleşmez işte. Tesadüf eseri insanlar, olaylar zıt düşer ve
ardından geçm iş ortaya çıkar. G eri kalanım ızı sıkıntılarla boğuşm ak
zorunda bırakır.”
Adeline hiç kım ıld am am ıştı. Başını hafifçe eğip elini kaldırdı
ve L o ttien in saçını okşadı. Konuşup konuşmamaya karar vermeye
çalışıyorm uş gibi duraksadı. “Birbiriniz için yaratılm ışsanız sana geri
dönecektir.”
Lottie geri çekilip omuz silkti. “Bu sözlerin bana yalnızca Bayan
Holden’ı ve o lanet olası elma kabuğunu hatırlatıyor.”
“D uygularının peşinden gitm elisin.”
“Peki ya benim duygularım bütün bu olanların en önemsiz k ıs
mıysa?”
Kafası karışan Adeline kaşlarını çatm ıştı. “Senin duyguların asla
en önemsiz kısım olamaz Lottie.”
“Ah, artık gitmeliyim. G itm eliyim .” Gözyaşlarına hâkim olmaya
çalışan Lottie paltosunu alıp arkasındaki kadını görmezlikten gelerek
hızlı adım larla evden arka araç yoluna çıktı.
Ertesi gün o gereksiz tepkinin pişm anlığını yaşarken bir mektup
aldı. Mektupta Adeline, L o ttien in öfkesine hiç değinmem iş, onun
yerine Fransa’da ona ulaşabileceği evin adresini yazmıştı. Lottie’ye
onunla iletişim halinde kalm ak istediğini ve tek gerçek günahın k i
şinin olmadığı biri gibi davranmaya çalışm ası olduğunu yazmıştı.
“Kendine karşı dürüst olm ak kadar rahatlatıcı bir şey yoktur Lottie.
İnan bana.” A ltına da “bir dost” diye im za atm ıştı.
Lottie, Joe’nun Daim lerin ön tarafını beyaz kurdelelerle süslemesini
izlerken o mektubu cebinde hissetti. Neden onu hâlâ yanında taşıdığını
bilmiyordu. Belki de rahatlam asını sağlayan bir tür m üttefikm iş gibi
geliyordu ona. Adeline’ın yokluğunda konuşabileceği kim se kalm a
mıştı. Joe’yu odanın içinde gezinen bir sineğin uğultusunu dinler gibi
dinliyordu; ilgisizce, ara sıra sinirlenerek. Celia ona karşı gayet iyiydi
ama ikisi de konuşmak için fırsat kollamıyordu.
Bir de Guy vardı. O şaşkın ve mutsuz yüzü L o ttien in gözlerinin
önüne geliyordu. Elleri, teni, mis kokulu nefesi rüyalarını istila edi
yordu. Lottie onun yakınlarında olmaya dayanamıyordu, birkaç hafta
önce kum saldaki kulübede buluştuklarından beri onunla konuşma-
m ıştı. Ona kızgın olduğundan değildi bu tavrı. Aslında ona kızgındı
ama eğer Guy onunla konuşursa, ona yalvarırsa Lottie kararlılığını
yitireceğini biliyordu. Ve Guy her şeye rağmen onunla birlikte olm ak
isterse Lottie onu eskisi gibi sevemeyeceğini de biliyordu. Celia’yı o
durumda terk edecek bir adamı nasıl sevebilirdi ki?
Celia o haberi Lottieye verdiğinde Guy’ın durumdan henüz haberi
yoktu ama artık biliyor olmalıydı. Çünkü peşinde dolanmayı, Lottie nin
bulacağını bildiği yerlere notlar bırakmayı, kalın uçlu kalemle “Konuş
benim le!!” diye çaresizliğini haykırarak kâğıt parçalarına notlar kara
lamayı kesmişti. Onunla yalnız kalmamayı garantilem ek için Lottie
genelde Bayan Holden’ın yakınlarında olmayı tercih ediyordu. Guy
bunu başta anlamıyordu ama artık anlıyor olmalıydı; Celia haberi ona
söyleyeceğini belirtm işti ve artık hepsinin bir arada olduğu ortamlarda
Lottieye bakmayıp keyifsizce içine kapanıyordu. Böylece birbirlerinin
yaşadığı acıyı görmüyorlardı.
Lottie neler olabileceğini düşünmemeye çalışıyordu. Çok büyük
bir acı verecek olsa da C elian ın başka birini bulma şansı varken ona
öyle bir zalim lik yapabilirdi belki. Ama şimdi onu bu halde nasıl bı
rakabilirdi? Onu utanç dolu bir hayattan kurtaran aileyi nasıl utanca
boğabilirdi? Bazen de Guy’a kızıyordu; Guy’ın C eliayla o tür bir ya
kın lık kurduğuna, ona o tür hisler besleyebildiğine inanamıyordu.
Dünya üzerinde o duyguları yalnızca onlar hissedebilirdi, o sırrı yal
nızca onlar paylaşabilirdi. O nlar tencere ile kapak gibiydiler, üstelik
bu benzetmeyi Guy yapmıştı. Şimdi her nasılsa Lottie kendini ihanete
uğram ış gibi hissediyordu.
M utfakta kısa bir an için yalnız kaldıklarında Guy, “Neden?”
diye fısıldam ıştı. “Ben ne yaptımV ’
Lottie ondan uzaklaşıp Guy’ın yüzündeki öfke ve kızgınlık kar
şısında içten içe titreyerek, “Bunu sana söylemesi gereken kişi ben
değilim ,” demişti. Ama ona soğuk davranmalıydı. Bu işin üstesinden
başka türlü gelemezdi. Bütün bu olanların üstesinden başka türlü
gelemezdi.
“Seni geri götüreyim o halde, olur mu? Lottie?”
Joe elini arabanın üstüne yaslamış, camdan ona bakıyordu. Kendi
mekânında olmanın verdiği huzurla neşesi, keyfi yerine gelmişti. “Sizin
sokağın başında arabadan inm elisin. E m inim Bayan Holden arabayı
oraya boş götürm em i ister.”
Lottie gülümsemeye çalıştı, ardından gözlerini kapatıp arabanın
kapısının sertçe kapanmasını, sonra da Joe kontağı çevirir çevirm ez
motordan gelen uğultuyu dinledi.
Elindeki mektubu biraz daha sıkı kavrayarak, birkaç saat sonra
bitiyor, dedi kendi kendine.
Birkaç saat...
Bütün gelinler güzeldir, diye bir söz vardır ama Susan Holden, Celia’smın
Merham’ın uzun zamandır gördüğü en güzel gelin olduğundan emindi.
Üç katlı duvağı ve astarlı saten elbisesiyle C elianın üzerine tam oturan
otuz altı beden gelinlik, M iriam Ansty ve Lucinda Perrynin geçen yılki
tüm çabalarını suya düşürmüştü. O zam anlar Lucinda Perrynin veda
partisinde giydiği menekşe ve krem rengi cüretkâr elbisesine hayran
kalan Bayan Chilton bile bunu kabullenm işti. Göğsüne yasladığı el
çantası ve garip bir açıyla duran tüylü şapkasıyla törenin ardından,
“Senin Celia’n kesinlikle insanın göz zevkini okşuyor,” demişti. “Bu
söz kesinlikle onu anlatıyor: Göz zevkini okşuyor.”
Dahası çift olarak da çok güzel görünüyorlardı: genç ve yakışıklı
kocasının koluna girerken gözleri yaşlarla ışıldayan Celia ve bütün
dam atlar gibi biraz ciddi, biraz da gergin görünen Guy... Hiç gü
lümsememesi Bayan Holden’ı çok da şaşırtm am ıştı aslında. Kendi
düğününde birlikte üst kata çıkana, hatta birkaç kadeh şampanya
içene kadar Henry de hiç gülümsememişti.
Üstelik Freddie ile Sylvia tören boyunca hiç kavga etmemişlerdi.
Elbette ilahi okunurken birbirlerini dürtüp durmuşlardı ama neyse
ki Sylvia nin elbisesi kam uflaj görevi görmüştü.
Sonunda Bayan Holden en baştaki masanın altın kaplama sandal
yesine oturup ilk şarap yudumunu içerek kendine aşağıdaki masaları
izleme izni verm işti. Kasabanın en iyisi ve en büyüğü , diye düşündü
kendi kendine. Düğünü ne kadar kısa zamanda planladıklarını göz
önüne alınca her şey gayet iyi gitm işti.
“İyi misin Susan?” Yüzünü aydınlatan bir tebessümle oturduğu
yerden ona doğru eğilen baba Guy Bancroft’tı bu. “Gelinin annesinin
büyüleyici göründüğünü belirtm eliyim .”
Bayan Holden nazikçe başını kaldırdı. Sonbahar Kırm ızısı isimli
ruju sayesindeydi bu. Bu renk ona gerçekten de yakışıyordu. “Şey,
bence siz ve Bayan Bancroft da harika görünüyorsunuz.”
Bu sözü kesinlikle Dee Dee için geçerliydi; kadın iki parçadan oluşan
turkuaz rengi ipek şantuk bir elbise, altına da aynı renkte topuktan
bağlı ipek ayakkabılar giymişti. Bayan H oldenm ona ayakkabıların
özel tasarım olup olm adığını soracak cesareti toplaması neredeyse
bütün gününü alm ıştı.
“Ah, evet... Abiye kıyafetler Dee D ee’ye çok yakışır.”
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Şort ve çıplak ayaklarla da en az bu kadar güzel görünür tabii.
Benim karım gezmeyi sever. Oğlum da ona çekm iş. Yoksa damadınız
mı demeliyim?” diyerek güldü Bay Bancroft. “Sanırım buna alışmamız
biraz zam an alacak, değil m i?”
“Ah, biz sizi ailenin bir parçası olarak görüyoruz zaten.”
Keşke Henry de biraz mutlu görünseydi. Keder içinde arkadaşlarına
bakıp ağzına bir şeyler atıyor, arada bir kızına bir şeyler fısıldıyordu.
Sık sık da kadehini tazeliyordu. Tanrım , lütfen Henry nin sarhoş olm a
sına izin verme. Herkesin içinde sarhoş olmasın lütfen. Bugün olmasın.
“O muhteşem pudingler için Bay B an cro ft’ı kutlam am gerek.”
Pembe Şam kum aşından döpiyesinin içinde nefesini tutmuş (Freddie
ısrarla o kum aşın hangi koltuktan alındığını bildiğini söyleyip du
rurken Susan Holden arada bir etrafına bakınıp Freddie’nin ortalıkta
görünm ediğinden em in olmaya çalışıyordu), tabağından dolup taşan
egzotik meyveler ile kesme cam kâse içindeki meyve salatalarını işaret
eden Deirdre Colquhoun’du bu. M eyvelerin arasında sert elma, vişne
ya da konserve ananas yoktu; dilim lenm iş kum kuatlar, pavpavlar,
mangolar, ikiye kesilm iş yıldız meyveleri ve liçiler vardı. Hepsi de
İngiliz konuklara tam am en yabancı olan renk ve özellikte meyvelerdi
(Çoğu bu meyvelere yanaşmayıp bildikleri şeye tutunuyordu. Erik ve
portakal gibi. “Gerçek meyve,” diye fısıldadı Sarah Chilton, Bayan
A nstyye gizlice).
“Ne muhteşem bir görüntü,” diye m ırıldandı Bayan Colquhoun
hayranlıkla.
“Hepsi taze, hepsi de dün uçakla geldi.” Bay Bancroft sandalye
sinde arkasına yaslanıp lütufkâr bir tavırla sigarasını yaktı. “Hepsinin
HonduraslI bakireler tarafından kesilip soyulduğu konusunda garanti
verebilirim .”
Bayan Colquhoun kıpkırm ızı kesilm işti. “T a n rım ...”
“Ne anlatıyorsun Guy, balım? Um arım yine haylazlık peşinde
d eğilsind ir...” Dee Dee kocasını görmek için hafifçe geri çekildi ve
bunu yaparken uzun, bronz bacaklarını sergiledi.
Bay Bancroft, “Hiçbir şey yapmama izin vermiyor,” dedi ama
bunu söylerken bile gülümsüyordu.
“Haddini aştın sanki biraz.”
“Sen bana öyle bakarken beni nasıl suçlayabilirsin ki?” Bay Bancroft
ona sesli bir öpücük gönderdi.
“T am am ... Neyse. Bu görüntü m uhteşem.” Bayan Colquhoun
tek elini saçma götürüp dengesizce arkasına dönerek masasına doğru
yürüdü.
Bayan Holden da kocasına döndü. D oktor üçüncü konyağını içi
yordu. İçkiyi o konyak kadehine doldurup korkunç bir kararlılıkla
hepsini midesine indirdi. En azından bugün farklı bir ruh haline
bürünem ez miydi?
Freddie ile Sylvianın arasına oturan Lottie yine kendini kötü hisset
meye başlam ıştı. Günlerdir iyi hissetmiyordu zaten. Tüm benliğiyle
gizli bir yere kıvrılıp sessizce ölmeyi dilerken böyle olm ası pek de
şaşırtıcı değildi. Son aylarda bir sis bulutunun üstünde yüzüyormuş
gibi her şeyden kopmuştu, insanları uzaktan duyup görüyordu âdeta.
Rahatlatıcı bir şeydi bu aslında, özellikle de onu param parça eden
acı -C e lia n ın kollarını Guy m boynuna doladığını gördüğünde ya
da Guy’ın söylediği veya yaptığı bir şey üzerine annesiyle gizli gizli
kıkırdaştığım duyduğunda- artık dayanılmaz hale geldiğinde... Gerçek
bir duyguydu; keskin, kararlı, yorucu.
Ama bu farklıydı. Lottie fiziksel olarak dengesini kaybettiğini
hissediyordu, hareket ettiği zamanlarda kanı dalgalar misali içinde
çalkalanıyordu âdeta. Yiyeceklere kuşkuyla bakıyordu. Her şeyin tadı
değişmişti sanki, yemek yemek zevk vermiyordu. Lottie muhteşem bir
şekilde sergilenen meyvelere bakamıyordu bile. O kadar parlaklardı
ki o güzelim manzara onu küçümsüyordu sanki.
“Bak Freddie. Bak.”
Sylvia ağzını ardına kadar açmış, tabağındaki iyice çiğnenm iş
yiyecekleri işaret ediyordu.
“Sylvia.” Lottie başını başka tarafa çevirdi. Önce Freddie nin keyifli
kık ırtıların ı, sonra da küçük çocuk kendi ağzındakileri gösterirken
Sylvia nin, “Iyyy,” dediğini duydu.
“Siz ikiniz, kesin artık şunu.”
Joe, Freddie nin diğer yanında oturm uştu. Aileden değildi so
nuçta ama Bayan Holden yine de onu kendi m asalarına oturtm uştu.
Lottie nin buna kızacak gücü bile yoktu. Hatta saatler ilerlerken bunun
için ona m innet duymaya başlam ıştı.
“Sen iyi misin Lottie? Rengin biraz solmuş gibi.”
“İyiyim Joe.”
Lottie eve gidip yatağına uzanmak, saatlerce kalkm am ak istiyordu.
Ama ev de artık ona ev gibi gelmiyordu. Belki de hiç ev gibi olmamıştı.
Yemekte etrafına bakınırken Lottie nin içten içe hissettiği, bulunduğu
yere ait olm am a hissi gittikçe bunaltıcı bir hal alıyor, onu boğuyordu.
“Bak, senin için biraz daha su doldurdum. İç istersen ”
“Sylvia. Sylvia. Ağzına kaç üzüm sığdırabilirsin?”
“Gerçekten iyi görünmüyorsun. Umarım tekrar hastalanm azsın ”
“Bak, ben ağzıma senin sığdırdığından daha fazlasını sığdırabi-
liyorum. Bak Sylvia. Bak.”
“Yemeğine dokunm am ışsın bile. Haydi, bir şeyler iç. İyi gelir. İs
tersen senin için biraz süt ısıtm alarını söyleyebilirim. Mideni yatıştırır.”
“Lütfen beni zorlam a Joe. Ben iyiyim. G erçekten.”
Guy’ın konuşması çok kısa sürdü. Misafirperverlikleri ve böylesine
muhteşem bir şölen hazırladıkları için Holdenlara, olağanüstü tatlılar
için kendi anne ve babasına, ona katlandıkları için son yirm i altı yıla
ve Celia’ya teşekkür etti. Karısı olduğu iç in ... Bunu pek heyecanlı ya
da rom antik bir dille söylememiş olması Lottie’yi azıcık rahatlatm ıştı
ama yine de Celia onun karısı olmuştu işte.
Ve Celia. Celia yüzünden eksik olmayan büyüleyici tebessümü
ve zarif boynunu çevreleyen duvağıyla öylece oturuyordu. Hissettiği
nefretin boyutuna kendisi bile şaşıran Lottie artık ona hiç bakamıyordu.
Doğru olanı yaptığı düşüncesi onu rahatlatmıyordu. Adeline’ın dediği
gibi kendi kendine dürüst olmasıysa daha da zordu. Lottie kendini
hissettiği şeyi hissetmemesi gerektiğine ikna edebilirse belki o zaman
yoluna devam edebilirdi.
Ama hissediyordu işte.
Tanrı aşkına, yatıp uzanm ak istiyordu. Kapkaranlık bir yerde.
“Sana bir tabak meyveli pasta getirmemi ister misin?” diye sordu Joe.
Lim anın ağzında yanıp sönen üç ışık vardı. Balıkçı tekneleri, diye
düşündü Lottie. Çünkü daha büyük bir şeye ait olamayacak kadar
küçüktüler. G anim etlerini deniz yatağından, o serin, zifirî karanlıktan
alıp götürüyor, sessizce soluyarak bunaltıcı gecenin içine taşıyorlardı.
Lottie sonbaharın o soğuk havasından korunm ak için hırkasına sıkıca
sarınırken çakıl taşlarını gevşek parm aklarıyla kavrayıp sürükleyen
dalgaların b i r kabarıp bir alçalm asını dinledi. Ö lm enin en güzel
yoluydu bu; boğulm ak. Bir balıkçı ona böyle demişti. “Mücadeleyi
bırakıp ağzını açtığında panik duygusu diner ve su seni içine alıp o
yumuşak, göz alıcı karanlığıyla sarıp sarmalar. Huzurlu bir ölüm,”
diye tanım lam ıştı bunu. G ariptir ki o adam da yüzme bilmiyordu
ve bunu ona söylediğinde Lottie gülmüştü. Am a kolayca kahkaha
atabildiği günler de çok geride kalm ıştı artık.
Sandalyesinde kım ıldandı ve tuzlu havayı içine çekerken o tadın
suyun içinde ne kadar farklı olacağını düşündü. Suyu tadıyormuş gibi
birkaç defa yüksek sesle yutkundu ama bu gerçeğinin yerine geçem e
mişti. Lottie deniz suyu yuttuğu zam anlar genzi yanar, o tuz tadından
boğulacakm ış gibi hisseder, öğürüp salya akıtırdı. Bunu düşünmek
bile m idesini bulandırm ıştı.
Hayır, tek gerçek yanıtı ancak deneyerek öğrenebilirdi. Lottie onu
tümüyle yutup o karanlık kucağa kendi isteğiyle düşmeliydi. Kendi
zihninden beklenmedik bir şekilde çıkan bu düşünceleri duyduğunda
irkilip gözlerini kapattı. Üstesinden gelemeyeceğim şey bugün yaşadığım
acı değil, diye düşündü yüzünü ellerinin arasına gömerek. Bundan
sonraki günler, acının sürekli tekrarlanacak olması, hiç hoşa gitmeyen
bilgilerin yaşatacağı sarsıntı... Onlarla ilgili her şeyden haberdar olaca
ğım ; evleri, çocukları, mutlulukları. Uzaklara gitsem bile öğreneceğim.
Guyın bir zamanlar birbirimize ne kadar yakın olduğumuzu, onun bana
ait olduğunu her geçen günle birlikte nasıl unuttuğunu izleyeceğim. Bu
da beni mahvedecek, her gün tekrar öleceğim.
Bir ölüm binlerce ölümle nasıl kıyaslanabilirdi?
Lottie ayağa kalkıp rüzgârın eteğini ve saçlarını savurmasına
izin verdi. Riviera’nın terasından kumsala kısa bir yürüyüş yapmıştı
yalnızca. Yokluğunu fark eden bile olmayacaktı.
İlginç bir şekilde kuru kalan gözleriyle ayaklarına baktı. Ayak
ları onun kontrolünde değilmiş gibi birbiri ardına kararsız adımlarla
ilerliyordu.
Bu haliyle varlığı bile belirsizdi, önünde birkaç küçük adım kal
mış gibiydi.
Lim anın ağzındaki o üç küçük ışık da karanlığa göz kırpıyordu.
“Kim var orada?”
Lottie yerinden sıçrayarak arkasına döndü.
İri yarı bir gölge tökezleyerek ona doğru ilerliyor, ilerlerken de
beceriksizce bir kibrit yakmaya çalışıyordu.
“Ah, sen misin? T anrıya şükür. Susanm kafadarlarından biri
sandım ben de.”
Doktor Holden tüm ağırlığıyla bankın kenarına oturdu ve sonunda
kibritini yakmayı başardı. Kibriti ağzındaki sigaraya yaklaştırdı ve
nefesini dışarı verip rüzgârın ateşi söndürmesine izin verdi. “Sen de
kaçtın, öyle m i?”
Lottie ışıklara baktı, sonra ona döndü. “Hayır. Hayır, pek sayılmaz.”
Lottie şimdi üst katlardan gelen ışık sayesinde onu görebiliyordu.
Rüzgâr ters yöne esse de adamın nefesindeki alkol kokusunu alabiliyordu.
“Bu düğünler gerçekten de iğrenç.”
“Evet.”
“Böyle zamanlarda en kötü halim ortaya çıkıyor. Affedersin Lottie.
İçkiyi biraz fazla kaçırm ışım .”
Lottie kollarını göğsünde kavuştururken D oktor Holden’ın onun
oturm asını isteyip istemediğini merak etti. Ondan bir iki m etre öteye,
bankın diğer ucuna geçti.
“Bir tane ister m isin?” Doktor Holden gülümseyerek ona bir si
gara uzattı.
Şaka yapıyor olmalıydı. Lottie başını iki yana sallayıp hafifçe
gülümsedi.
“Neden içmeyesin ki? Ç ocuk değilsin. Karım sana çocukm uşsun
gibi davranm akta ısrar etse de.”
Lottie gözlerini tekrar ayaklarına dikti.
Bir süre sessizlik içinde oturup boğuk müziği ve gecenin karan
lığına süzülen kahkahaları dinlediler.
“Ne yapacağız Lottie? Sen kocaman, vahşi bir dünyaya adım atmaya
zorlanacaksın, bense kaçışı çaresizce bu dünyada bulmaya çalışacağım.”
Lottie, D oktor Holden’ın sesindeki o farklı tınıyı fark edince ol
duğu yerde kaldı.
“Her şeyin berbat bir hal alacağı kesin.”
“Evet. Evet, öyle.”
D oktor Holden ona dönüp bankın üstünde hafifçe kıpırdandı.
Ruby M u rray in mutlu günler ve yalnız geçen gecelerden bahseden
şarkısına eşlik eden boğuk sesleri duyabiliyordu.
“Zavallı Lottie yaşlı, sarhoş bir adam ın gevezeliğini dinlemek
zorunda kaldı.”
Lottie ne söyleyeceğini bilemedi.
“Evet, aynen öyle oldu. Kendim i kaybetm iş değilim. Öz kızım ın
düğününü m ahvettim, karım ı rencide ettim ve şimdi de burada senin
canını sıkıyorum .”
“Sıkm ıyorsun.”
D oktor Holden sigarasından bir nefes daha çekti ve ona yandan
bir bakış attı. “Öyle m i?”
“Hiç sıkıcı biri olduğunu düşünmedim. Bana karşı hep iyiydin.”
“îyi. îyilik. Başka nasıl olabilirdim ki? Sen kötü günler yaşamıştın
Lottie ve ona rağmen buraya geldiğinde âdeta çiçek açtın. Celia’yla
olduğu kadar seninle de gurur duydum.”
Lottie gözlerinin dolduğunu hissetti. İyiliğin bu kadarına da
yanm ak zordu.
“Ah. Hatta bazı yönlerden C eliadan daha fazla hissettirdin bunu.
Ondan daha zeki olduğun kesin. Zihnini o saçma sapan, rom antik
zırvalıklarla dolu dergilerde yazılanlarla doldurmuyorsun mesela.”
Lottie yutkunup tekrar denize baktı. “Benim de herkes kadar
rom antik hayallerim vardır.”
“Öyle mi?” Doktor Holden m hassasiyeti şimdi sesine de yansımıştı.
“Evet,” dedi Lottie. “Ama çok da işe yaramadı.”
“Ah, L o ttie ...”
Hemen ardından Lottie bir anda ağlamaya başladı.
Doktor Holden aynı anda onun yanma gitmiş, Lottieyi kollarının
arasına alıp kendine çekmişti. Lottie onun ceketine sinen pipo kokusunu,
çocukluğunun o sıcak, tanıdık kokularını alabiliyordu şimdi. Kendini
bırakıp yüzünü D oktor Holden’ın omzuna gömerek uzun zam andır
gizlemeye çalıştığı kederini rahatça dışa vurdu. Doktor H oldenm onu
bir bebek gibi okşadığını hissetti. “Ah, Lottie, benim zavallı bebeğim.
Anlıyorum . Çok iyi anlıyorum ,” diye m ırıldandığını duydu.
D oktor Holden daha sonra doğruldu ve Lottie ona bakarken loş
ışıkta yüzündeki o sonsuz hüznü, uzun zamandır hissettiği mutsuzluğun
ağırlığını gördü ve ürperdi çünkü onda kendini görmüştü. “Zavallı
sevgili Lottie,” diye m ırıldandı D oktor Holden.
Sonra adam başını eğince Lottie irkildi. D oktor H oldenm elleri
onun yüzünü kavrarken dudakları birleşti ve gözyaşları birbirine karıştı.
Alkolün o nahoş tadının sindiği dudaklarıyla L o ttiey i aç ve çaresizce
öpmeye başlam ıştı. Şaşkına dönen Lottie geri çekilmeye çalıştı ama
D oktor buna karşılık inleyip onu daha fazla kendine çekti.
“D oktor Holden, lü tfen ...”
Bir dakikadan kısa sürmüştü ama Lottie kendini kurtardığında
başını kaldırdı ve Bayan H oldenm otel kapısında şaşkın bir ifadeyle
durduğunu gördü. İşte o an bunun hayatının en uzun anı olduğunu
anladı.
“H en ry...” Bayan H oldenm sesi kısık ve titrekti. Elini duvara
uzatıp tutunmaya çalışırken Lottie de karanlığın içinde kayboldu.
Her şey uygun bir şekilde ayarlanmış, hesap edilm işti. Lottie valizini
toplamadan önce eve gelen D oktor Holden ona Susan ne derse desin
evi bu şekilde terk etmemesi gerektiğini söylemişti. Her şey ayarlanır
ayarlanmaz gitmesi en iyisi olacaktı. D oktor Holden’ın Cambridge’de
çocuklarına bakacak birine ihtiyaç duyan bir arkadaşı vardı. Lottie nin
orada mutlu olacağını biliyordu. Ama Lottie ona başka planları oldu
ğunu söylediğinde neredeyse rahatlam ıştı.
Lottie ye nasıl bir planı olduğunu sorm am ıştı.
Lottie ertesi sabah saat on birde, Adeline’ın ona verdiği Fran
sa’daki evin adresi ve Joe’ya yazdığı kısa notla birlikte evden ayrılmıştı.
Celia ve Guy çoktan gitm işti. V irginia umursamaz davranıyordu. Ne
Freddie ne de Sylvia ağlam ıştı çünkü onlara Lottie nin temelli gittiği
söylenmemişti. Hâlâ akşamdan kalma olan Doktor Holden ona gizlice
otuz sterlin vermiş, bunun onun geleceği için olduğunu söylemişti.
Rengi solup yerinden kımıldayam ayan Bayan Holden, Lottie onunla
vedalaştığında yüzüne neredeyse hiç bakam am ıştı.
Doktor Holden ondan özür bile dilememişti. Kimse onu adamakıllı
yolculam am ıştı, ailenin bir üyesi olarak geçirdiği on yıla rağm en...
Ama D oktor Holden’ın onu kucaklam ası başına gelen en büyük
adaletsizlik de değildi. Lottie, Londra treninde oturm uş, cep takvi
mine bakıp yaşadıklarının matematiksel hesabını yaparken, hayır, diye
düşündü. Hayır, Adeline’ın yaşadıkları onun hayal bile edemeyeceği
kadar korkunçtu.
İKİNCİ KISIM
Dokuz
Kuğular tek eşliydi. Evet, kuğulardı tek eşli olanlar. Ördekler de olabi
lirdi aslında. Hatta tavus kuşları da. O kuşun ismi böyle miydi? Tavus
kuşu. Patates adam demek gibi bir şeydi bu. Ya da kendi durumunu
açıklayacak olan hazm ettirici bisküvi ve sigara bağım lısı gibi. Daisy
Parsons hiç kım ıldam adan oturmuş, köprünün altından kalabalık
bir sürü halinde süzülen kuşları, bahar güneşinde tüm parlaklığıyla
onlara göz kırpan suyu izliyordu. Kuğulardı, evet. O nlar olmalıydı
tabii ki. Tavus kuşunun tek eşli olması kim in umurunda olurdu ki?
Daisy saatine baktı. Neredeyse on yedi dakikadır orada oturu
yordu. O an bu sürenin çok da anlam ı yoktu aslında. Bir hıçkırıkla
tüm saatleri bir kerede yutmuş gibiydi ya da daha sık hissettiği üzere
zaman ucuz bir lastik misali esnem işti. D akikalar saatlere, saatler
günlere dönüşerek hızla ilerlemeye başlam ıştı. Ve tüm bu kargaşanın
orta yerinde oturan Daisy hangi yöne gitmesi gerektiğinden bile emin
olamıyordu.
Arabada, yanı başında oturan Ellie uykusunda esneyip denizyıl
dızlarına benzeyen ellerini selam verircesine sallıyordu. Daisy onun
her an uyanabileceği kaygısıyla uzanıp radyonun sesini kıstı. E lliey i
uyandırm aması çok önemliydi. E lliey i uyandırm am ası her zaman
için çok önemliydi.
Etrafındaki trafiğin gürültüsünü, m otorların uğultusunu zih
ninde dalgın dalgın derecelendirdi. Çok fazla gürültü vardı ve bebek
yine uyanacaktı. Aslında onu uyandırm ak için bir toplu iğnenin yere
düşmesi gibi azıcık bir ses bile yeterliydi. D ışarıdaki bu gürültü o
yüzden bu kadar rahatsız ediciydi.
Daisy başını direksiyona yasladı. Sonra cam daki takırtı iyice
şiddetlenince başını kaldırıp arabanın kapısını açtı.
Adam kask takm ıştı ve onunla konuşabilmek için kaskını çıkardı.
Daisy onun arkasındaki öfkeli insanları fark etti. Bazıları arabalarının
kapısını açık bırakm ıştı. A rabanın kapısını asla açık bırakm am ak
gerekirdi. Londra’da en azından. Bu bir kuraldı.
“A racınız mı bozuldu hanım efendi?”
Daisy adam ın bağırmadan konuşmasını diledi. Sesi bebeği uyan
dırırdı.
Polis, Daisy nin arabasının diğer tarafından gelen arkadaşlarına
baktı. Hepsi D aisy’ye bakıyordu. “A racınız mı bozuldu? Yol kenarına
çekm em iz gerekiyor sizi. Köprüyü tıkıyorsunuz.”
Kuğular tekrar görünm üştü şimdi. R ichm ond ’a doğru sakin
sakin ilerliyorlardı.
“Hanımefendi? Beni duyuyor musunuz?”
“Bakın memur bey, lütfen artık onun aracını kenara çekin. Bütün
günümü burada bekleyerek geçirem em .” Bu öfkeli adam her daim
çatık kaşlıydı herhalde. Kocam an, kırm ızı yanakları ve şiş bir göbeği
vardı. Pahalı bir takım elbise giym işti, pahalı bir araba kullanıyordu.
“Şuna bir bakın. Belli ki kaçığın teki.”
“Lütfen aracınıza dönün beyefendi. Bir dakika içinde hepim iz
hareket edeceğiz. H anım efendi?”
Yüzlercesi vardı. Hatta binlercesi. Daisy gözlerini kırpıştırarak
arkasına bakınca rengârenk bir pervane gibi dönüp duran hareketsiz
araçları gördü. Hepsi de köprüyü geçmeye çalışıyordu. Ama hiçbiri
geçemiyordu çünkü o ve küçük Ford Fiestası yolu tıkam ıştı.
“Y apam am ...”
“Kaputu kaldırıp bakmamı ister misiniz? Bakın, önce aracı şuraya
çekmeliyiz. Şuraya Jason. El frenini çeker misin? Bu işi çözmeliyiz a rtık ”
“Bebeği uyandıracaksınız.” Daisy o adamı arabasında, savunma
sızca uyuklayan E llien in yanında görünce gerildi ve aniden titremeye
başladı. A rtık çok iyi öğrendiği o panik duygusu göğsünden yukarıya
yükselmeye başlam ıştı.
“Arabayı kenara çekeceğiz. Sonra aracınızı tam ir edeceğiz.”
“Hayır. Lütfen, bırakın b e n i...”
“Bakın, lütfen el frenini bırakın. İsterseniz u zanıp ...”
“Kız kardeşime gidiyordum ama gidemem.”
“Anlayamadım hanım efendi?”
“Köprüyü geçemem.”
Polis durdu ve Daisy onun m eslektaşlarına im alı bir bakış attı
ğını gördü.
“Haydi artık!”
“Seni aptal inek!”
Biri durmadan aracının kornasına basıyordu.
Daisy nefes almaya çalıştı. Gürültüyü zihninden atmalıydı.
“Sorun nedir hanım efendi?”
Daisy kuğuları göremiyordu artık. O başka tarafa bakarken ku
ğular kıvrılıp gitm iş olmalıydı.
“Lütfen, b e n ... ben köprüyü geçemem.” Daisy gözlerini ardına
kadar açm ış, adam lara bakıyor, onu anlam alarını istiyordu. Ama o
kelim eler ağzından dökülürken onu hiç anlam ayacaklarını fark etti.
“O ... o bana beni sevdiğini ilk kez burada söylem işti.”
Ablası trençkotunu giym işti. Güvenilmez, hum m alı bir şehre karşı
kendinden em in kadınların giydiği tarzda, denizci düğmeleri olan,
zırh gibi, lacivert, yünlü bir paltoydu bu. Daisy bir kadın polis m e
m urunun yüzünde profesyonel bir anlayış, elinde tatsız bir m akine
kahvesiyle ilgisizce içeri girip çıktığı aralık kapıdan ablasının paltosunu
gördü. Kendisine ikram edilen o tatsız kahveyi, kafeinin ona yasak
olduğunu hatırlam adan içti. Em zirirken kafein alm amalıydı. Bu da
kurallardan biriydi.
“Burada,” dedi boğuk bir ses.
“İyi m i peki?”
“İyi. İkisi de iyi.”
Ellie, D aisy n in ayağının dibindeki araç koltuğunda hiç sızlan
madan uyuyordu. Normalde hiç bu kadar uzun süre uyumazdı ama
araç koltuğunu severdi. Sağlık çalışanının dediği gibi sarm alandığını
ve güvende olduğunu hissetm ek hoşuna gidiyordu. Daisy sandalyeyi
şüpheli, im renm e dolu bakışlarla inceledi.
“Daisy?”
Daisy başını kaldırdı.
Ablası temkinliydi. Yaklaşırsa bir şey onu ısırırm ış gibi. “İ . .. içeri
gelebilir miyim?” Kendini rahatlatmaya çalışıyormuş gibi Ellieye bakıp
gözlerini kaçırdı. Sonra D aisy’nin yanındaki sandalyeye oturup elini
onun om zuna koydu. “Ne oldu tatlım ?”
Bir rüyadan uyanm ak gibiydi bu. Ablasının yüzü. Kestane rengi
saçları. Her nasılsa saçını hiç kestirmesi gerekmezmiş gibiydi. Gözleri
dikkatli ve endişeliydi. Elleri. Neredeyse dört haftadır bir yetişkin eli
değmemişti onlara. Konuşmak için ağzını açtı ama hiçbir şey çıkmadı.
“Daisy? Tatlım ?”
“O gitti Julia.” Bir fısıltı gibi çıkm ıştı bu sözler dudaklarından.
“Kim gitti?”
“Daniel. O gitti.”
Julia kaşlarını çattı ve E llieye baktı. “Nereye gitti?”
“Beni terk etti. Onu da. Ve ne yapacağım ı bilm iyo ru m ...”
Julia uzunca bir süre ona sarıldı. H ıçkırıkların ı koyu renkli pal
tosunun içine gömmeye çalışan Daisy ise bir yetişkin gibi davranması
gereken o anı âdeta bertaraf etmeye çalışıyordu. Dışarıdan gelen ayak
seslerini, keskin dezenfektan kokusunu zorlukla fark ediyordu. Ellie
yattığı yerde kıpırdandı.
Julia kardeşinin saçını okşayarak, “Neden bana söylemedin?”
diye fısıldadı.
Daisy gözlerini kapattı. “Düşündüm k i... düşündüm ki kimseye
söylemezsem belki geri döner.”
“Ah, D aisy...”
Kadın polis memuru kapı aralığından başını uzattı. “Arabanızın
anahtarı danışma masasında. Aracınıza el koymadık. Kızınızı eve gö
türm eyi kabul ederseniz herhangi bir işlem yapmayacağız.” İki kadın
da tepki vermedi çünkü buna alışkınlardı. Aralarında yirm i yaş vardı
ve abla kardeşten çok anne kız gibiydiler. Annelerinin ölümünden
sonra insanlar da bu yanılgıya daha sık düşer olmuştu.
“Çok naziksiniz.” Julia ayağa kalkacak gibi oldu. “Size sıkıntı
verdiğimiz için kusura bakm ayın.”
“Hiç sorun değil. Rahatınıza bakın. Şu an bu odaya ihtiyacım ız
yok. Hazır olduğunuzda danışma masasından size otoparkı gösterirler.
Uzak değil.”
Kadın onlara uysal, anlayışlı bir tebessümle baktıktan sonra gitti.
Julia kız kardeşine döndü. “Ah, tatlım. Ama neden? Nereye gitti?”
“Bilm iyorum . Altından kalkam adığını söyledi. Beklediği gibi ol
m adığını, hatta şu an istediğinin bu olup olm adığını bile bilm ediğini
söyledi.” Daisy yine hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
“Daniel mı söyledi bunları?”
“Evet. O lanet olası Daniel. Ben de ona benim de beklediğim in
bu olm adığını söyledim ama nedense benim duygularım dikkate bile
alınm adı. Sinirlerinin bozuk olduğunu ve araya biraz mesafe koymak
istediğini söyledi, o kadar. Üç haftadan uzun bir süredir ondan haber
almadım. Cep telefonunu bile almadı.” D aisynin sesi şimdi düzelmişti.
Başını iki yana sallarken ablasının gözleri uzaklara daldı. “Ne
dedi dedin?”
“Altından kalkam ıyorm uş. Bütün bu kargaşaya, kaosa katlana-
mıyormuş.”
“Ama ilk bebekten sonra herkes zorlanır. Hem daha ne kadarlık,
dört aylık m ı?”
WT T • _ »
H iç sorma.
“G ittikçe kolaylaşır. Kolaylaştığını herkes bilir.”
“Ama Daniel bilmiyor.”
Julia kaşlarını çatıp zarif ayakkabılarına baktı. “Peki siz ... Yani
bazı kadınlar bebekten sonra eşlerine pek vakit ayırmaz. Siz hâlâ?..”
Daisy şaşkın bir ifadeyle ablasına baktı.
Kısa bir sessizlik olurken Julia kucağındaki çantasını düzeltti
ve küçük, yüksek pencereden dışarı baktı. “Evlenmeniz gerektiğini
biliyordum.’"
“N e?”
“Evlenm eliydiniz.”
“Evlenmek gitm esini engellemeyecekti ki. Boşanmak diye bir şey
»»
var.
“Evet, Daisy ama en azından o zaman sana karşı bazı maddi
yüküm lülükleri olacaktı. Şimdi gördüğün gibi kolayca karanlığa ka
rışabildi.”
“Ah, Tanrı aşkına Julia. O lanet olası evi bana bıraktı. O rtak
hesaptan neredeyse tek kuruş almadı. Beni V ictoria D ö n em in in rezil
m etresleri gibi bırakm adı en azından.”
“Bak, çok üzgünüm ama seni gerçekten terk ettiyse olaya biraz
objektif bakmalısın. Yani nasıl geçineceksin? Kiranı nasıl ödeyeceksin?”
Daisy öfkeyle başını iki yana salladı. “Bana bunu yaptığına inana
m ıyorum . H ayatım ın aşkı beni terk etti, korkunç bir sinir bozukluğu
yaşıyorum ve senin düşünebildiğin tek lanet olası şey k ira ”
Bu gürültüyle birlikte bebek uyandı ve onu rüyalarından alık o
yan rahatsızlık yüzünden gözlerini sım sıkı kapatıp ağlamaya başladı.
“Ah, ne yaptığını gördün mü?” Daisy bebeğin kem erini çözüp
onu göğsüne bastırdı.
“Kendini kaybetm ene gerek yok hayatım. Birinin bunları düşün
mesi gerekiyor. Kirayı ödemeyi kabul etti m i?”
“Açıkçası konuşmamız oralara kadar gelmedi.” D aisynin sesi
buz gibiydi.
“Peki ya iş? Alacağını söylediğin o büyük proje ne oldu?”
Daisy kapıya arkasını dönüp Ellie yi emzirmeye başladı. Oteli
tümüyle unutmuştu. “Bilm iyorum . Şu an bunu düşünecek durumda
değilim Ju. Ben şu an her günümü tek parça halinde bitirm e derdin-
deyim.”
“Şey... Sanırım seninle gelip bu işi çözmeliyim. Sonra oturup
senin ve tatlı yeğenimin geleceğini düşünmeye başlayabiliriz. Bu arada
M arjorie W iener’i arayıp o çok değerli oğlu hakkındaki fikrim i ona
ileteceğim .”
Daisy bebeğini kucağında taşırken üzerine çöken yorgunluğun
farkına varmaya başladı. Ellie işini bitirdiğinde Daisy nin meme ucunu
kabaca bıraktı ve Daisy ayağa kalkıp kazağını düzeltti.
Ablası ona bakıyordu. “Tanrım , doğum sonrası yağlarından
da kurtulam adın, değil mi tatlım? Ev işini çözdükten sonra seni bir
diyetisyene götürürüm . Benden. Kendini biraz toparlarsan daha iyi
hissedersin. Em in ol.”
Daniel W iener ve Daisy Parsons, Prim rose H ilrd eki tek odalı daire
lerinde neredeyse beş yıldır birlikte yaşıyorlardı. Bu süre içinde bölge
inanılm az derecede ilgi görmeye başlayınca kira bedelleri de büyük
ölçüde artm ıştı. Daisy buradan memnuniyetle gidebilirdi aslında; yeni
adım attıkları iç tasarım işi büyürken yüksek tavanların, çift kanatlı
pencerelerin, çam aşır odasının, kilerin özlem ini çekmeye başlam ıştı.
Bir de arka bahçenin. Ama D aniel ısrarla Prim rose H ilrd e kalm ak
istemişti. M üşteriler açısından bu adres Hackney ya da Islington’daki
daha ferah evlere göre çok daha iyiydi. Yaşam kalitelerini görmesi ge
rektiğini söylüyordu. Kral George Dönemi ne ait o gösterişli evleri, bar
ve restoranlarıyla Prim rose Hill yaz aylarında başlı başına bir piknik
alanına dönüşüyordu. Üstelik daireleri de çok güzeldi. Bir ayakkabı
tasarım dükkânının üstündeydi. G örkem li bir oturm a odası, diğer
lerinin duvarlarla çevrili, salyangoz dolu bahçelerine tepeden bakan
küçük bir balkonu ve bir yatak odası vardı. M antıklı bir düzenleme
de yapmışlardı. Çam aşır m akinesi bir dolaba sıkıştırılm ıştı ve köşe
deki girintiye bir duş koymuşlardı. Küçük, şık bir fırınları ve devasa
aspiratörüyle küçük bir m utfakları vardı. Yaz aylarında balkona iki
sandalye sıkıştırıp şaraplarını yudumlarken bu noktaya gelişlerini,
bunca yol katetm iş olm alarını kutlarlardı. Akşam güneşinin ve evleri
ile çevresinin bir bakım a kendi yansım aları olduğu fikrin in tadına
varırlardı.
Sonra Ellie dünyaya gelmişti ve her nasılsa evin büyüsü kaybolmuştu.
Ev her geçen gün biraz daha küçülm üştü, duvarları bitişm işti, boş
alanlar ıslak bebek tulumları, yarısı kullanılm ış ıslak mendil paketleri
ve parlak renkli yum uşak oyuncaklarla dolmuştu. Çiçeklerle başla
m ıştı her şey. Buketler hiç durmadan gelmiş, tüm rafları doldurmaya
başlamıştı. Hatta çiçekleri koyacak vazoları bitince banyoya koymaya
başlamışlardı. Çiçekler onları bunaltırken eve bayat su kokusu hâkim
olm uştu ve Daisy onlara yer bulm aktan yorulup bitkin düşmüştü.
Sonra hareket alanları gittikçe daralmıştı. Evin içinde dolanıp duruyor,
ütüsüz kıyafetlerin ve buruşuk bezlerin arasından yollarını bulmaya
çalışıyorlardı. Kuzeninin yolladığı m am a sandalyesi hiç açılm adan
kutusuyla birlikte kütüphane yapmayı düşündükleri köşede bekliyordu.
Plastik bebek küveti, doğru düzgün katlam ayı becerem edikleri bebek
arabasıyla birlikte koridorun duvarına yaslanm ıştı. E llien in beşiği de
kendi yataklarının yanm a, duvara bitiştirilm işti. Gece tuvalete gitmek
istediğinde D aisy n in ya D an iel’m üzerinden atlam ası ya da yatağın
ucuna doğru kayması gerekiyordu. Zaten sifonu çektiğinde de E llieyi
uyandırıyordu ve D aniel başını yastığının altına gömüp hayatın ada
letsizliğine söverek tekrar uyumaya çalışıyordu.
Daniel gittiğinden beri Daisy tem izlik de yapm am ıştı. Tem izlik
yapmaya niyetlenm işti ama her nasılsa günler ve geceler birbirine
karışm ıştı ve Daisy günlerini genellikle kucağında em zirdiği Ellie’yle
birlikte eskiden yepyeni görünen bej rengi koltuğa çakılı halde geçi
riyor, televizyona boş boş bakarak ya da şöm ine rafındaki fotoğrafa
bakarak ağlıyordu. A rtık D aniel olm adığı için akşam ları bulaşıkları
yıkamasına yardım edecek ya da çöpleri çıkaracak kimse de kalmamıştı
(Daisy elinde kocam an çöp kutusu, kucağında bebekle iki katın o dik
merdivenlerinden nasıl inip çıkabilirdi ki?), her şey onun üzerine kal
mıştı. Ayrıca kakalı tulumlar ve atletler bambaşka bir düzeye ulaşmış,
Daisy nin yüzleşemeyeceği bir şeye dönüşmüştü. Aşınmaya başlayan
kısım lar bazı eşyaların bir parçası olduğu için Daisy artık bunları
görmez olmuştu. Böylesi bir karmaşayla yüz yüze kalırken sürekli
aynı eşofman takım ını giyiyordu çünkü onları sandalyenin üstüne
atıyordu ve görünür yerde oluyorlardı. Bir de bakkaldan aldığı cips ya
da çikolatalarla besleniyordu çünkü yemek yapmak, önce bulaşıkları
yıkam ası gerektiği anlam ına geliyordu.
“Evet. İşte şimdi endişelenmeye başladım.” Ablası gördüklerine
inanam az halde başını iki yana sallarken Anais Anaı's parfüm ünün
o güzel kokusu, birçoğu çıkarıldıkları yerde bırakılan kirli bezlerin
acımsı, sağlıksız kokusunun yanında sönük kalıyordu. “Tanrım , Daisy.
Sen ne yaptın böyle? D urum un bu hale gelmesine nasıl izin verdin?”
Daisy bunu bilmiyordu. Burası başka birinin eviydi sanki.
“Am an Tanrım . Am an Tanrım .” Üçü birlikte ön kapıda durur
ken Ellie canlanm ış bir halde annesinin kucağında sallanıp etrafına
bakınıyordu.
“Don u aram alıyım . Ona burada kalacağım ı söyleyeceğim. Seni
bu halde bırakam am .” Julia odanın içinde dolanmaya, kirli bulaşıkları
toplayıp bebek kıyafetlerini sehpanın yanındaki yığının üstüne atmaya
başladı. “Ona pansiyon için birkaç yeni yorgan alacağımı söylemiştim.”
“Ona söyleme Ju.”
Ablası durup doğruca Daisy ye baktı. “D on u n öğrenmesi hiçbir
şeyi değiştirmeyecek tatlım. Burada yüzleşmekten korktuğun çok daha
fazla şey varm ış gibi geliyor bana.”
“Şimdi nasıl?”
Katie işitme m enzilinin dışındaki diğer odada oturmuş, gözlerini
bir sürü patlam anın olduğu çizgi film e dikm işti.
“İyi olduğunu söylüyor. Ona dem ir hapı veriyoruz. Sindirim sis
temi ne hale gelir, bilem iyorum tabii.”
C am ille’in annesi homurdandı ve tabaklan mutfak dolabına yer
leştirdi. “En azından yüzüne biraz renk gelmiş. Bana da biraz solgun
görünüyordu.”
“Sen de mi fark etm iştin? Neden bana bir şey söylem edin?”
“Bu işlere burnum u sokm aktan hoşlanm adığım ı bilirsin.”
C am ille alaycı bir ifadeyle gülümsedi.
“Yarın için ne düşünüyorsun peki? Hal hafta sonu Derby’de ola
cak sanırım .”
“Antika fuarı var ve bir gün sürecek. Son trenle dönecek. Ama
evet, Katie okula gidemezse randevularım ı yine iptal etmek zorunda
kalacağım . K atienin yumurtası olmuş mu, bir bakar mısın anne?
Ellerim ıslak da.”
“Bir dakika daha kalsın ben ce... Bir gün için uzun bir yol.”
“Biliyorum .”
Kısa bir sessizlik oldu. Cam ille, H al’in geceyi neden orada geçir
mek istem ediğini çok iyi biliyordu. Ellerini bulaşık suyuna daldırıp
içinde çatal ya da kaşık olup olm adığına baktı.
“Bence onu bir gün için okula yollama. Hafta sonu iyice dinlensin.
Ona bakm am ı istersen öğleden sonra boşum. D ışarı çıkm ak istersen
de cum artesi gecesi bende kalabilir.”
Camille bulaşıkları bitirip son tabağı da dikkatlice yerine yerleştirdi.
Ardından kaşlarını çatıp hafifçe döndü. “D oreene gitmeyecek misin?”
“Hayır. Gidip şu tasarımcıyla görüşmeliyim. Anahtarları ona teslim
edip orada kalan ufak tefek birkaç eşyamı alm alıyım .”
Cam ille durdu. “Gerçekten satıldı m ı?”
“Elbette satıldı.” A nnesinin sesi kibirli çıkm ıştı. “Hem de uzun
zaman önce.”
“Biraz ani oldu sanki.”
“H iç de ani olmadı. Evi satacağım ı söylem iştim sana. Bu adam
kredi falan çekmiyor. Dolayısıyla işi uzatm anın bir anlam ı yoktu.”
“Am a orası senin evindi.”
“A rtık onun evi. Katie ketçap ister m i?”
Cam ille, annesi o ses tonuyla konuştuğunda onunla tartışmaya
girm enin anlam sız olduğunu çok iyi bilirdi. Plastik eldivenlerini çı
karıp nem lendiricisini ellerine yedirirken çocukluğunun geçtiği o evi
düşündü. “Peki o ne yapacakm ış?”
“Belli ki lüks bir otel yapacak. Yaratıcı tiplere yönelik, üst sın ıf
bir yer. Londra’da yazar, sanatçı ve gösteri dünyasından insanların
takıldığı bir kulübü varmış. Denize yakın bir yerlerde de benzerini
yapmak istiyormuş. Onun gibi tiplerin kaçabileceği bir yer. Dediğine
göre çok m odern olacakm ış. Bence çok iddialı.”
“Kasabalılar bu işe bayılacak.”
“O nları boş ver. Evin dış cephesinde değişiklik yapmayacak ki.
O nlara neym iş?”
“Birinin kendi işi olmayan bir şeye burnunu sokmadığı görülmüş
mü buralarda? Riviera ayağa kalkacak, söyleyeyim. Herkes burnunu
sokacak.”
Bayan Bernard kızının arkasına geçip çaydanlığın altını açtı. “R i
viera bölgesi ancak bir masa etrafında toplanacak müşteriyi kendine
çekebiliyor. Londra’nın nüfuzlu insanlarına yönelik bir otelin onlar
için çok da büyük bir fark yaratacağını sanm am . Kasaba için iyi ola
cak tabii. Resmen yok oluyor. Belki otel sayesinde biraz hayat bulur.”
“Katie o evi özleyecek.”
“Katie istediği zaman orayı ziyarete gidebilir. Hatta adam evin
geçmişle bağlarını canlı tutm ak istediğini söyledi. Zaten evi ilk gör
düğünde de dikkatini çeken şey bu olmuş; geçm işi.” Bayan Bernard
sesine tatm inkâr bir ton verdi. “Bazı yerlerin restorasyonu konusunda
benden fikir istedi.”
“Ne?”
“Çünkü evin eskiden nasıl göründüğünü biliyorum. Eski fotoğraflar,
mektuplar falan hâlâ duruyor. Acem i bir yatırım cı değil anlayacağın.
M ekânın karakteristik özelliklerini korum ak istiyor.”
“Ondan hoşlanm ış gibi konuşuyorsun.”
“Hoşlandım. Dobra konuşuyor. Am a m eraklı. Böyle adam ların
m eraklı olanını bulm ak pek kolay değil.”
“Babam gibi.” Cam ille kendini tutam am ıştı.
“Bu adam babandan daha genç. Ama hayır. Baban o evle hiç
ilgilenm edi, biliyorsun.”
C am ille başını iki yana salladı. “Gerçekten anlam ıyorum anne.
Bunca yıl sonra neden böyle bir şey yaptın, anlam ıyorum . Yani bu ev
konusunda o kadar inatçıydın ki babam bile b ık m ıştı...”
Annesi araya girdi: “Ah, siz çocuklar. Dünyanın size bir açıklama
borçlu olduğunu düşünürsünüz hep. Bu benim bileceğim iş. Benim
evim, benim işim. Hiçbirinizi etkilemeyeceğine göre fazla dert etmeye
gerek yok.”
C am ille çayından bir yudum içerken düşündü. “Peki o parayla
ne yapacaksın? Yüklü bir m iktar alm ışsındır.”
“Seni ilgilendirmez.”
“Bunu babama söyledin m i?”
“Evet. O da tıpkı senin gibi saçmaladı.”
“Ve para konusunda harika bir fikri olduğunu söyledi.”
Annesi kahkahayı patlattı. “Hiçbir fırsatı kaçırm azsın, değil mi?”
Camille başını eğdi, sonra yavaşça yana çevirdi. “Babamı bir gemi
yolculuğuna çıkarabilirsin. İkiniz baş başa.”
“Ya da M ars’ta küçük, yeşil adam lar olup olmadığına baksınlar
diye parayı NASA’ya bağışlayabilirim. Çayımı içtikten sonra biraz
alışveriş yapacağım. Bir şeye ihtiyacın var mı? Şu senin sulu gözlü
köpeğini de alayım. Biraz kilo aldı sanki.”
Babası ona bakm aya geldiğinde Katie uyanıktı. Daha önce iki defa
okuduğunu H al’in bildiği, kenarları kıvrık bir kitap okuyordu. Şu
sıralar yeni bir şey okumayı reddediyordu, sonunu ve hatta bazı pa
ragraflarını ezbere bilse bile en sevdiği dört beş kitabı sırasıyla tekrar
tekrar okuyup duruyordu.
“M erhaba,” dedi Hal yum uşak bir sesle.
Katie başını kaldırdı. Yarı aydınlık yüzünde saf ve temiz bir ifade
vardı. Sekiz yaşındaki bu güzelliğin gelecekte yaşayacağı kalp k ırık
lıkları ve üzüntüler H al’in içini acıttı.
“A rtık uyum aksın.”
“Eğlendiniz mi?”
“Güzel vakit geçirdik.”
Bu yanıttan tatm in olan Katie kitabını kapatıp babasının onu
yatırm asına izin verdi. “Yarın Kirby’ye gidiyor muyuz?”
“Evet, sen istiyorsan.”
“Annem de geliyor mu?”
“Hayır, hayır. O yalnız kalm ak istiyor.”
“Ama üzülmeyecek mi?”
“Tabii ki hayır. Yeni arkadaşlar edinmen hoşuna gidiyor.”
Babası onun saçını okşarken Katie sessizce uzandı. Hal bunu artık
istediği zaman yapabilmenin verdiği m innettarlıkla kızının saçını sık
sık okşuyordu.
Katie kım ıldanıp kaşları çatık halde babasına döndü. “B a b a ...”
“Evet.”
“Sen gittiğ in d e...”
H al’in yüreği sıkıştı. “Evet.”
“...ann em meseleyi göremediği için ondan sıkıldın m ı?”
Hal kızının, üzerinde pembe kedi ve saksı desenleri olan yorga
nına baktı. Sonra elini kaldırıp kızının elinin üstüne koydu. Katie de
onun elini tutabilm ek için kendi elini çevirdi. “Öyle sayılır tatlım .”
Hal duraksayıp derin bir nefes aldı. “Am a sorun annenin gözlerinde
değildi. Sorun gerçekten annenin gözlerinde değildi.”
On Bir
Ev tam buna göre yapılmıştı. Daisy bunu görür görmez anlam ıştı;
o heyecanı, o kıvrım lı yolun sonunda önüne serilen geniş, beyaz ve
köşeli yeni kanvası görür görmez sevinç duymuştu. Ev ışıltılı denize
bakan kat kat buzlu cam ları ve yan pencereleriyle beklediğinden daha
büyük, daha uzun ve alçaktı. Ellie yorucu yolculuğun etkisiyle hâlâ
uyuduğu için Daisy arabanın kapısını açıp plastik koltuğundan kalktı
ve çakıl taşlı yola ayağını bastı. Evin modern çizgilerini, cesur ve
sert görünümlü açılarını inceleyip temiz, tuzlu havayı içine çekince
vücudu rahatlayıp hafifledi. İçeriye bakm asına bile gerek yoktu; o
uçsuz bucaksız gökyüzünün altında göz alabildiğince uzanan okya
nusun yanı başından yeryüzüne yükselen kayalığın üstündeki evin
odalarının geniş ve son derece aydınlık olduğunu tahm in etmek hiç
de zor değildi. Daniel fotoğraflar çekm iş ve Daisy yeni doğan Ellieyle
birlikte eve döndüğünde fotoğrafları ona getirm işti. Daisy de geceleri
o fotoğraflara göre fikirler üretip çizim ler yapmıştı. Ama fotoğraflar
onlara hiç adil davranm am ış, evin m inim alist güzelliğine, o yalın
cazibesine dair bir ipucu verm em işti. Dolayısıyla yaptıkları planlar
fazla sıradan ve sıkıcı olmuştu.
Daisy arkasına bakıp E llien in hâlâ uyuduğunu gördükten sonra
basam aklı bahçeye açılan açık kapıdan içeri girdi ve kaldırım taşlı
terası gördü. Beyaz duvarların boyası dökülmüştü, yosunlarla kaplan
m ışlardı. Ama leylakların süslediği birkaç basam ak aşağıdaki otlarla
kaplı yol kumsala gidiyordu. Tepede rüzgâr iki çam ağacının dalla
rının arasından şiddetle eserken çok heyecanlanan serçeler düzensiz
çalılıkların arasına dalıp çıkıyordu.
Daisy etrafına bakınm aya başladı. Gördüğü her yeni şeyi, bir
araya gelmiş her sıra dışı görüntüyü incelerken aklına şimdiden bir
sürü fikir geliyordu. Bir an için D aniel’ı, bunun ikisinin projesi olması
gerektiğini düşündüyse de o düşünceyi hemen zihninden attı. Bunu
yapabilmesinin tek yolu bu işi yeni bir başlangıç olarak görebilmesiydi.
Julia nin dediği gibi kendini toparlamış da olacaktı. Ev bunu yapma
sına yardım edecekti. Basam aklardan inip pencerelerden içeri baktı,
dönüp farklı açılardan evi inceledi ve yapılabilecek yenilikleri, evin
gizli güzelliklerini gördü. Burayı büyüleyici bir yere dönüştürebilirdi.
Burası bugüne dek üzerinde çalıştığı her şeyden çok daha fazla gelecek
vadediyordu. En gözde dergilerin sayfalarını süsleyen bir yer, ne tarz
olduğuna dair bir fikri olan herkes için bir sığınak olabilirdi. H er
şey kendiliğinden olacak, diye düşündü Daisy. Şimdiden ne yapmak
gerektiğine dair bir fik ir edindim.
“Ciğerlerine egzersiz yaptırıyorsun, değil mi?”
Daisy arkasını döndüğü anda gözleri yaşlarla dolmuş, hıçkıra
hıçkıra ağlayan E lliey i, m etalik gri, küt saçlarını kulaklarının ar
kasına sıkıştırm ış, kısa boylu, yaşlıca bir kadının kollarında buldu.
“Anlam adım ?” Hemen atılıp basam aklardan yukarı çıktı.
Kadın kolundaki değersiz bileziklerin tıngırtısı eşliğinde E lliey i
ona uzattı. “Böyle bağırm asına izin verdiğine göre opera sanatçısı
falan olm asını üm it ediyorsun sanırım .”
Daisy elini E llien in kurumaya yüz tutmuş gözyaşlarında nazikçe
gezdirdi. Ellie de öne atılıp yüzünü annesinin göğsüne yasladı. “Ağla
dığını duymadım ,” dedi Daisy beceriksizce. “H içbir şey duymadım.”
Kadın bir adım daha öne çıkıp gözlerini arkadaki denize dikti.
“Son zam anlarda hepinizin bebek hırsızlarına karşı paranoyaklaştı
ğını, onları bir an olsun yalnız bırakam adığını sanıyordum .” Kadın
ona gülüm sem ekte olan Ellie’ye kayıtsız bir bakış attı. “Ne kadarlık?
D ört aylık mı, beş mi? Hepinizin kafası karışm ış gördüğüm kadarıyla.
Onlara yedirdiğiniz şeylerden, on m etrelik yolu arabayla gitm ekten
çekinmiyorsunuz ama onları kilometrelerce uzak bir yerde çığlık çığlığa
bağırtabiliyorsunuz. Bu hiç m antıklı değil.”
“Kilom etrelerce uzakta değiliz.”
“Onları bakıcılara teslim ediyorsunuz, birbirlerine bağlandıklarını
görünce de söyleniyorsunuz.”
“Ben bakıcı tutmadım ve onu bile bile bırakm adım . Uyuyordu.”
Daisy sesinin sinirden nasıl da ağlam aklı çıktığını duyabiliyordu.
Zaten gözyaşları son zamanlarda her an hazırdı, her an su yüzüne
çıkm ayı bekliyorlardı.
“Her neyse. Anahtarları istiyorsun sanırım . Adı Jones mudur,
nedir, hafta ortasına kadar gelemeyeceği için yerleşmene yardım cı
olm am ı rica etti. Torunumun eski beşiğini bıraktım , üstünde birkaç
diş izi var ama hâlâ sağlam. İçeride çok az eşya, m utfakta da bir iki
tencere, tava var fakat Jones bana yanında ne getireceğini söylemediği
için nevresim takım ı ve havlu da bıraktım . M utfakta sebze meyve
var. Fazla bir şey getirem eyeceğini düşündüm.” Sonra arkasına baktı.
“Ocağı çalıştıram adığım ız için kocam daha sonra m ikrodalga fırını
getirecek. Böylece süt ısıtabilirsin. Saat altı buçukta burada olur.”
Daisy o azarlayıcı tavrını bırakıp cöm ert birine dönüşen kadına
nasıl bir tepki vereceğini bilemedi. “Teşekkürler.”
“Ben eve arada bir uğrarım ama ayak altında dolaşmam. Hâlâ al
mam gereken eşyalar var. Jones acele etmeme gerek olmadığını söyledi.”
“Evet. A ... affedersiniz. Adınızı hatırlayam adım .”
“Çünkü söylemedim.”
“Ben Daisy. Daisy Parsons.”
“Biliyorum .”
Daisy, E llien in ağırlığını bir bacağına verip elini kadına uzattı
ğında yaşlı kadının bakışlarının yüzük parm ağına kaydığını gördü.
“Tek başına mı kalacaksın?”
Daisy farkında olmadan eline baktı. “Evet.”
Bayan Bernard bu yanıtı bekliyorm uş gibi başını salladı. “Ben
gidip ısıtma sistem ini kontrol edeyim, sonra seni yalnız bırakırım . Şu
an ısıtmaya ihtiyacın olmaz ama bu gece ayaz olacak.” Evin yanındaki
kapıya vardığında dönüp, “Bu ev nedense bazılarının sinirini fena
halde bozduğu için sen daha ne olduğunu anlam adan gelir, nerede
yanlış yaptığını sana söylemeye çalışırlar.”
“Gelm elerini dört gözle bekliyorum o h ald e” dedi Daisy zayıf
bir sesle.
“Ben olsam onları dikkate almazdım. Bu ev o veya bu şekilde onları
hep kızdırır. Senin de bundan nasibini alm am an için bir sebep yok.”
Çarşam ba günü E llien in o sıra dışı uysal hali aniden son buldu. Saat
beşe çeyrek kala uyanm ıştı ve tekrar uyumayınca saat daha dokuz
bile olmadan D aisy n in gözleri yorgunluktan şaşı olmuştu. Huysuz
bebeğini nasıl sakinleştireceğini bilemez haldeydi. Yağmur başlam ıştı
ve gökyüzünde süzülen yüklü bulutlar onları eve hapsetm işti. D ışa
rıdaki çalılıklarsa rüzgârın gücüyle boyunlarını bükm üştü. Aşağıda
bulanık ve huzursuz deniz çalkalanıyor, tehlikeli olduğu izlenim ini
yaratarak İngiliz sahil şeridinin rom antik olduğuna dair illüzyonu
âdeta çiğneyip geçiyordu. Ve Bayan Bernard o gün gelmemeye karar
vermişti. Daisy bebeğini göğsünde sallayıp odalarda hiç durmadan
gezinirken karm akarışık haldeki zihninde eski ahşap zemin ve cilalı
demir kapı kulpları için yer açmaya çalışıyordu. Güçsüz bir sesle,
“Haydi Ellie, lütfen tatlım ,” diye m ırıldandı ama onun ricası başlı
başına bir hakaretm iş gibi çocuk daha da gür bir sesle ve içli bir
şekilde ağlamaya başlam ıştı.
Jones saat on bire çeyrek kala, Daisy nihayet E llieyi uyutmayı
başardıktan tam iki buçuk dakika, günün ilk sigarasını yaktıktan
otuz saniye sonra gelmişti. Daisy molozun her yana saçıldığı odada
etrafına bakınırken yarısı dolu kahve fincanları ile dün akşamdan
kalma yemek artıklarını görünce hangi köşeden başlayacak enerjiyi
kendinde bulabileceğini merak etti. O sırada Jones kapıyı sertçe kapattı
ve bu da üst kattaki E llien in öfke dolu bir çığlıkla ortalığı inleteceği
anlam ına geldiği için Daisy yeni patronuna nefret dolu bir bakış attı.
Jones ise m inim alist bile sayılmayacak oturm a odasına hayret dolu
gözlerle baktı.
E llien in boğuk çığlıklarını duyunca bakışlarını tavana dikerek,
“Ben Jones,” dedi. “Sanırım geleceğimi unuttun.”
Adam D aisy n in düşündüğünden gençti; orta yaşın sonlarında
değil, başlarında gibiydi ve bir zam anlar kırıldığı belli olan burnu
nun üstünde birleşen iki koyu renkli kaşı çatıktı. Uzun boyluydu ve
h afif fazla kilosu ona hantal bir ragbi forveti görüntüsü vermişti. Yün
pantolonu ile açık gri, kaliteli gömleği o açığı biraz olsun kapatıyordu;
adam ın zengin bir gardıroba sahip olduğu belliydi.
Daisy çocuğunun çığlıklarını gizlemeye çalıştı. Tokalaşm ak için
elini uzattığı sırada bir yandan da içeri girerken gürültü yapan adamı
azarlamamak için kendini zor tutuyordu. “Ben de Daisy. Şey... bu sabah
huysuzluğu üzerinde. Her zaman böyle değildir. Kahve ister m isin?”
Jones yerdeki fincanlara baktı. “Hayır, teşekkürler. Burası sigara
kokuyor.”
“Ben de tam pencereleri açm ak üzereydim.”
“Evin içinde sigara içmemeni tercih ederim. M üm künse tabii.
Neden buraya geldiğimi hatırlıyor musun?”
Daisy bir ipucu verir ümidiyle etrafına bakındı. Etrafa bir pamuk
parçasının arkasından bakıyordu sanki.
“Planlama memuru bu sabah banyo planlarını görmek istiyor.
G arajın dönüştürülmesiyle ilgili plan ne durumda? Her kat için ge
rekli eşyalar?”
Daisy benzer şeylerden bahsedilen bir mektup okuduğuna dair
belli belirsiz bir şeyler hatırladı. Onu da diğer dosyalarıyla birlikte bir
poşete koymuştu. “Evet,” dedi. “Elbette.”
Ama Jones ona inanm adı. “İstersen arabadan planların bir kop
yasını getireyim. En azından hazırlıklı görünürüz.”
Üst kattaki Ellie şimdi çığlıklarının şiddetini başka bir boyuta
taşım ıştı. “Ben hazırlandım zaten. O rtalık birbirine girm iş gibi görü
nüyor, farkındayım ama bu sabah etrafı toplayacak vaktim olmadı.”
Daisy bebeği emzirmeyi üç hafta kadar önce kesmişti fakat Ellie nin
uzayıp giden çığlığıyla birlikte dehşet içinde memesinden süt sızdığını
fark etti. “Ben dosyamı getireyim ,” dedi aceleyle. “Üst katta.”
“Sanırım buraya gerçek anlamda çekidüzen vermem iz gerekirdi.
En azından profesyonel olduğumuzu düşünmeli, değil m i?”
Daisy gülümsemeye çalıştı ve bir şeyler geveleyerek adam ın ya
nından geçip üst kattaki E llien in yanına koştu. Odaya girer girmez,
ağlamaktan mosmor kesilen çocuğunu sakinleştirdi, sonra daha profes
yonel görünm esini sağlayacak bir kıyafet arayışıyla valizini karıştırdı.
En azından penye ya da bebek kusmuğu bulaşmış bir şey olmamalıydı.
Siyah, polo yaka bir kazakla uzun bir etek buldu ve onları giyip daha
da utanç verici bir görüntü sergilememek için sutyeninin içine kâğıt
mendil sıkıştırdı. Saçını atkuyruğu yaptı (neyse ki ablası sayesinde dip
boya yaptırm ıştı). Sonunda kucağında yatışmış Ellie ve koltuk altına
sıkıştırdığı banyo planı dosyasıyla tekrar alt kata indi.
“Bunlar nedir?” Jon esu n elinde Daisy nin yeni tasarım larından
oluşan bir deste vardı.
“A klım a gelen fikirler. Ben de seninle bunu k on u şacak tım ...”
“A nlaştığım ızı sanıyordum. Her oda ve m asraflar konusunda.”
“Biliyorum. Ama buraya ilk geldiğimde mekân öylesine etkileyi
ciydi k i... Bana ilham verdi. Başka şeyler düşündüm ...”
“Plana sadık kal, olur mu? Zam anım ız kısıtlı. Daldan dala at
lamayı karşılayacak param da yok.” Jones belgeleri eski kanepenin
üstüne fırlattı.
Ç izim lerinin o şekilde etrafa saçılm ası Daisy nin sinirlerini al
tüst etm işti. “Bunun için ekstra ücret isteyecek değildim,” dedi imalı
bir şekilde. “Ben yalnızca m ekân için en iyi tasarım ı istersiniz diye
düşünmüştüm .”
“Bense zaten en iyi tasarım ın siparişini verdiğimi sanıyordum.”
Daisy ne olursa olsun bu adamın delici bakışlarına teslim olm a
mak, ona yenik düşmemek konusunda kararlıydı. Jones onun bu işin
üstesinden gelebileceğine inanmıyordu; Daisy bunu adam ın tavırla
rından, odada gezinirken iç çekişinden, sözünü bölmesinden, odaya
giren sevimsiz bir şeymiş gibi onu baştan aşağı süzmesinden anlıyordu.
Kısa bir an için W eybridgei düşündü. Sonra Ellie hapşırdı, yüksek
sesle hırıldadı ve midesindeki tüm zehri tertem iz tulumuna akıttı.
W eybridge’de her zaman yatacak bir yeri vardı. Daisy bunu unutm a
malıydı, ablası telefonda ona böyle söylemişti. Üstelik bunu şu ana dek
üç defa söylemişti. Belli ki küçük kızını sahildeki o buz gibi harabeye
sürüklediği için Daisy nin çıldırm ış olduğunu düşünüyordu. Özellikle
de Ju lian ın merkezî sistemle ısınan muhteşem pansiyonunun en iyi
odasında kalm ak varken... Aileden birinin sunacağı bebek bakım ı
da işin bonusuydu. Ama Daisy bazı şeylerin üstesinden tek başına
gelmeliydi. Julia en azından bunu anlıyordu. “Yine de ben parçaları
toplamaya her zaman hazırım . Bunu bil yeter.”
“A rtık param parça halde değilim. İyiyim ” Daisy hissettiğinden
daha em in konuşmuştu.
“Kalorilerini hesaplıyor musun?”
“Hayır. Hayır, egzersiz de yapmıyorum. Saçımı da fönletmiyorum.
Çok meşgulüm.”
“Meşgul olmak iyidir. Zihnini ak tif tutar. Scarlet Pim pernel’dan3
ne haber? D aniel’dan hâlâ haber yok mu?”
“Hayır.” Daisy, Daniel’ın annesini aramaktan da vazgeçmişti artık.
Bu kadarı utanç vericiydi.
“Bak, bunu istemediğini biliyorum ama Çocuk Destek Bürosunun
telefon num arasını buldum. H azır olduğunda onları arayabilirsin.”
“Ju lia ...”
“Oyunu yetişkin erkekler gibi oynamak istiyorsa yetişkin erkeklerin
katlandığı sonuçlara da hazırlıklı olması gerekirdi. Bak, seni buna zor
lam ıyorum. Yalnızca numarayı buldum ve kendini hazır hissettiğinde
onları arayabileceğini söylüyorum. Pansiyon konusunda olduğu gibi.
Her şey hazır, seni bekliyor.”
Daisy, E llien in her türlü zem ine uygun arabasını iterken o sa
bahki dördüncü sigarasını tüttürüyordu. Julia onun bu işin altından
kalkabileceğine inanmıyordu. Ablası onun Arcadia projesiyle bir süre
uğraştıktan sonra bu işin ona çok ağır geldiğini itiraf edip pes edeceğini
ve eve döneceğini düşünüyordu. Ju lian ın onu ne durumda bulduğu
düşünülürse Daisy onu suçlayamazdı. Ve son birkaç gündür Weybridge
ona garip şekilde cazip gelmeye başlam ıştı. Tesisatçılar art arda acil
işleri çıktığını söyleyip sah günü gelmemişlerdi. Yapı ustalarıysa mutfak
3 Fransız Devrimi sırasında Fransız soylularını gizlice kaçırm aya çalışan İngiliz soylusunun
anlatıldığı serinin kahramanı S ör Percy B lak en ey ’nin takm a adı. (ç. n.)
duvarını yıkmaya başlamışlardı ama taşıyıcı çelik kiriş henüz gelme
diği için evde araba boyutunda bir delik açıp “ihtiyatlı olm ak adına”
işi durdurmuşlardı. Şu an terasta oturmuş, bahar güneşinin tadına
varırlarken Cheltenham Altın Kupası hakkında iddiaya giriyorlardı.
Daisy onlara başka bir çözüm bulup bulam ayacaklarını sorduğunda
adam lar küstah bir tavırla güvenlik yönetmeliği ve çelik kirişler hak
kında ahkâm kesmeye başlamışlardı. Daisy gözyaşlarına hâkim olmak
için çenesini sıkm ış, Daniel yanında olsa ve bu adamlarla o ilgilense
her şeyin ne kadar farklı olacağını düşünmemeye çalışm ıştı. Sonunda
sabahın büyük bir bölümünü çeşitli tedarikçilerle tartışarak geçirdikten
sonra biraz rahatlam ak ve çay alm ak için evden çıkm ıştı. Bu projeyi
kendisinin yürüteceğini göz önünde bulundurarak “iki şekerli sütlü
çay” deyim ini normalden fazla duyacağını çok iyi biliyordu.
Çok acıydı ki Arcadia’nın neden olduğu stres olmasa aslında bu
sabah çok da neşeli olabilirdi. Çevre el birliğiyle onu daha iyi hisset
tirmek için çabalıyordu sanki; deniz, gökyüzü, mavinin sayısız tonu...
Nergisler sınır boyunca başlarını neşeyle eğerken hafif hafif esen rüzgâr
yaz aylarının yaklaştığını haber veriyordu. Ellie, bebek arabasından
gevrek kırıntısı savrulur ümidiyle önlerinde süzülen martılara çığlıklar
atarak sesleniyordu. Temiz havada yanakları yeni kızarmaya başlamış
elm alar gibi al aldı. (“Rüzgârdan çatlam ış,” demişti Bayan Bernard
onaylamayan bir ifadeyle.) Kasaba da küçük meydana kurulan pazar
tezgâhları sayesinde hareketlenm eye başlam ıştı. Çizgili tentelerden
ve tezgâhlardan taşan m allar o çok ihtiyaç duyulan canlılığı ve rengi
getirm işti.
“Hey, Ellie,” dedi Daisy, “anneciğin bol bol para harcayıp bu ak
şam fırında patates yapabilir.” H azır yemeklerden vazgeçip ekm ek ve
tereyağı yemeye ya da E llien in yemediği reçelleri yemeye başlam ıştı.
Bazen onu bile yapamayacak kadar bitkin düşüp oturduğu kanepede
uyuyakalıyor, sabahın beşinde açlıktan midesi kazınarak uyanıyordu.
Bir süre meyve sebze tezgâhının önünde durup Ellie ye rendelemek
için havuç, kendisine meyve aldı. Meyveyi pişirm ek gerekmiyordu ne
de olsa. Bozukluklarını toplamaya çalışırken birinin omzuna dokun
duğunu hissetti. “A ktrisin evindeki kız sen misin?”
“Anlayamadım?” Daisy düşüncelerinden uyanıp arkasına dön
düğünde at sahiplerinin tercih ettiği türden yeşil, kapitone bir ceket
giymiş ve alnına kadar inen fötr bir şapka takm ış orta yaşlı bir ka
dınla karşılaştı. Kadın bacaklarına alışılm ışın dışında koyu kırm ızı
tozluklar geçirm işti ve yürüyüş ayakkabıları giymişti. Ayrıca tıpkı o
pireli Alm an çoban köpeği gibi dibine kadar girm işti.
“Arcadia’daki kız mısın sen? Orayı yerle bir eden.”
Öylesine saldırgan bir ses tonuyla konuşuyordu ki yanlarından
gelip geçenlerin de dikkatini çekm işti. İnsanlar ellerinde sebzelerle
m erak içinde dönüp onlara bakıyordu.
“Ben hiçbir yeri ‘yerle bir’ etmiyorum ama evet, Arcadia Evi üze
rinde çalışm a yapan tasarım cı benim .”
“Orayı bara dönüştüreceğin doğru mu peki? Londra’dan gelen
ipsiz sapsız tiplerin ilgisini çekm ek için.”
“Orada bir bar olacak, evet. Ama ne tür müşterilerin geleceğini
bilm iyorum çünkü ben yalnızca dekorasyonla ilgileniyorum .”
Kadının yüzü giderek kızarıyordu. Sesinde, fikirlerinin duyulma
sını isteyen birinin tınısı vardı. Kadının muhtemelen kim senin fark
etmediği köpeği burnunu rahatsız edici bir şekilde D aisyn in kasık
larına yaklaştırm ıştı. Daisy onu yanından uzaklaştırm ak için hafifçe
kıpırdandı ama köpek o sarı gözleriyle ona boş boş bakıp burnunu
ona daha da yaklaştırdı.
“Ben Sylvia Rovvan. Riviera’nın sahibiyim . Ve şunu bilm eni iste
rim ki bu civarda başka bir otel istemiyoruz. Ö zellikle de o sakıncalı
tiplerin ilgisini çekecek türden yerleri.”
“B e n c e ...”
“Çünkü burası o tip kasabalardan değil. Siz bilm ezsiniz ama bu
kasabanın özelliğini korum ası için biz çok savaş verdik.”
“Özel bir yer olabilir ama size V atikan’ı korum a altına alm adı
ğınızı hatırlatm ak isterim .”
Şimdi en az dört kişi daha onlara dönmüş, bir sonraki tepkinin
ne olacağını merakla bekliyordu. Daisy önünde kızıyla birlikte kendini
savunmasız hissediyordu ve bu da onu olağan dışı bir şekilde saldırgan
bir tavır takınmaya itmişti.
“Otelde yaptığımız her şeyi im ar izni alarak yapıyoruz. Ve orada
açılacak bir barın da lisanslı olacağı kesin. Şimdi eğer izin verirseniz...”
“Anlam ıyorsun, değil m i?” Sylvia Rowan kendini Ellie’nin ara
basının önüne atm ıştı. Daisy ya onları izleyen kalabalığa doğru geri
çekilm ek zorunda kalacaktı ya da kadının üzerine üzerine gidecekti.
Köpekse D aisynin kasıklarına hevesli ya da kindar denebilecek bir
ifadeyle bakıyordu. Kesin bir şey söylemek güçtü.
Sylvia Rowan cüzdanını Daisy nin göğsüne bastırarak, “Ben hayatım
boyunca bu kasabada yaşadım ve burada belli bir standart yakalamak
için çok uğraş verdik!” diye haykırdı. “Buna diğer sahil kasabalarından
farklı olarak bar ve kafelerin deniz kıyısı boyunca sıra sıra dizilmesini
engellemek de dâhil. Bu haliyle kasaba, sakinlerine huzur verirken
ziyaretçilerin de gelip kalm ak isteyeceği bir yer olmayı sürdürüyor.”
“Bunun sizin otelinizde de bir bar olmasıyla hiç ilgisi yok, öyle mi?”
“Bu çok saçma. Ben hayatım boyunca burada yaşadım.”
“Belki de nasıl köhne göründüğünü o yüzden göremiyorsunuz.”
“Bakın Bayan Bilm em Ne. Biz burada ayaktakım ı istemiyoruz.
Soh on un sarhoş sürüsünün buraya akın etm esini de. Burası o tür
kasabalardan değil.”
“Arcadia Evi de o tür otellerden olmayacak. Oraya gelecek m üş
teriler bir odanın geceliğine iki yüz üç yüz sterlin verebilecek, üst
düzey insanlar olacak. Ve o tip insanlar lezzet ister, nezaket, huzur
ve sessizlik ister. Şimdi gidin, işin aslını öğrenin ve beni rahat bırakın
ki işim i yapabileyim.”
Daisy bebek arabasını kadının yanından geçirip torbadan dökülen
patatesleri görmezlikten geldi ve öfkeden gözlerini kırpıştırarak pazar
meydanından hızlı adımlarla tekrar geçti. Sonra dönüp rüzgâra karşı,
“Ayrıca köpeğinizi de eğitin. Korkunç derecede kaba bir köpek!” diye
haykırdı.
“Patronuna söyle: Bu son olmayacak.” Sylvia Rovvamn sesi rüzgârla
birlikte ona geldi. “Biz İngiliz halkıyız... ve henüz konuşmadık .”
“Ah, defol git seni yaşlı, korkunç cadı,” diye m ırıldandı Daisy.
İzleyenlerin görüş alanından çıktığındaysa durup o günün beşinci
sigarasını yaktı ve dumanı ciğerlerine çekip gözyaşlarına boğuldu.
On İki
***
***
Birkaç saat sonra Hal ile Camille kol kola girmiş, birkaç adım önlerinden
giden Rollo ve kaldırım taşlarıyla garip bir uzlaşmaya varıp bir önden
bir arkadan yürüyen Katie eşliğinde M erham a doğru yürüyorlardı.
Katie arada bir koşup kendini neşeyle aralarına atıyor, uzun boyuna ve
artık çok ağır olmasına rağmen ellerinden tutup onu sallandırm alarını
istiyordu. Akşamüstleri hava daha geç kararmaya başlamıştı ve rüzgâra
direnemeyip başını eğerek yürüyen akşam yolcuları ile köpeklerini
gezdirenler artık güç toplayıp dim dik adım larla yürüyorlardı. Hal, o
günlük dükkânı kapatmak üzere olan gazete bayisinin sahibini başıyla
selam ladıktan sonra köşeyi dönüp kendi sokaklarına girdiler. Katie
önden koşup yolun başında gördüğü arkadaşına seslendi.
“A nnem in kusuruna bakm a.”
Hal kolunu karısının omzuna attı. “Sorun değil.”
“Hayır, tabii ki sorun. Senin ne kadar çalıştığını biliyor.”
“Unut gitsin. Senin için endişeleniyor. Bence hangi anne olsa
aynısını yapar.”
“Hayır, yapmaz. En azından bu kadar kaba olm az.”
“Doğru.” Hal durup C am ille’in şalını düzeltti. Şalının bir ucu
ayaklarına doğru kaymıştı. “Belki de haklıdır,” dedi C am ille’in palto
sunun düğmelerini iliklerken. “O satıcı büyük ihtimalle beni oyalıyor.”
Hal, C am ille’in duyabileceği kadar yüksek sesle iç geçirdi.
“D urum o kadar kötü mü?”
“A rtık tümüyle dürüst olm alıyız, değil m i?” Hal keyifsizce gü
lümsedi ve danışm anın sözlerini taklit etti. “E vet... iyi değil. Hatta,
garajın dışında çalışm ayı düşünecek kadar kötü. Hiçbir kazanç sağ-
layamıyorken atölyede çalışm ak çok saçm a...”
“Ama Daisy dedi ya eğ er...”
“Bir tek o ihtimal var, yoksa işe tümüyle son vermeyi düşünüyorum.”
“Pes etm eni istemiyorum. Bu senin için önem li.”
“Benim için asıl önem li olan sensin. Sen ve Katie.”
Ama ben sana kendini erkek gibi hissettiremiyor um , diye düşündü
Camille. Hâlâ kendini yetersiz hissetmene sebep oluyorum. Dik durmanı
sağlayan tek şey bu iş.
“Bence biraz daha beklem elisin,” dedi sonunda.
Akşam üzeri önünde bir tom ar kumaş örneğiyle oturan Daisy kendini
biraz daha iyi hissediyordu. Cam ille onu bakım için salona davet
etm işti. Bu seferki onun ikram ı olacaktı. Ama tabii Daisy onun iste
diği kadar cüretkâr olm asına izin verdiği takd ird e... Bayan Bernard
m em nuniyetini iğneleyici sözlerinin ardına gizleyerek ona Ellie’ye
bakm ak için daha düzenli aralıklarla gelebileceğini söylem işti. Bay
Bernard karısının olduğu tarafa doğru göz kırparak, o kahrolası adam-
larm m oralini bozmasına izin vermemesini söylemişti. Ellie ise bu
düzeyde ilgiye alışkın olmadığı için hiç m ızm ızlanm adan erkenden
yatıp uyumuştu. Akşam ayazma karşı sıkı sıkı giyinip terasa geçen
Daisy denizi izlerken ve sigarasını tembel tembel tüttürerek çalışırken
kendini yalnız hissetmiyordu. Ya da çok yalnız hissetmiyordu. Birkaç
gün sürebilirdi bu. Dolayısıyla uzun zam andır sessiz olan telefonu
nun şekline bürünen kaderinin, bu geçici dengeyi bozm ak için âdeta
uğraşması iki katı haksızlıktı.
Ö nce Jones arayıp ona bir sonraki akşam onunla görüşmek ve
önem li bir konuşma yapmak istediğini söylemişti (bunun D aisyye
uyup uymayacağını sorm am ıştı bile). O kelimeler yapışkan bir el gibi
D aisy nin kalbini sıkıştırm ıştı. Yedi hafta, üç gün önce Daniel da
ona önem li bir konuşma yapmak istediğini söylemişti. “D ışarı çık a
rız. D ikkatim izi dağıtmayacak bir y ere...” demişti Jones. Daisy onun
E lliey i kastettiğini anlam ıştı.
Bayan Bernard ertesi gün m em nun bir ifadeyle, “Ben bebeğe ba
karım ,” demişti. “D ışarı çıkm ak sana iyi gelir.”
“Celladın m ahkûm a dediği gibi,” diye m ırıld anm ıştı Daisy.
Sonra, pazartesi günü Jon esu n gelmesine çok az kala telefonu
tekrar çaldı. Arayan M arjorie W iener’dı ve nefes nefese kalm ış bir
halde ona nihayet oğlundan haber aldığını söylüyordu. “Üniversite
deki eski arkadaşlarından birinin yanında kalıyormuş. Bana ruhsal
bir çöküntü yaşadığını söyledi.” Kadın çok telaşlı konuşuyordu ama
o her zaman telaşlı konuşurdu.
Başta kalbi duracakm ış gibi hisseden D aisyn in içini ağır ağır
büyüyüp sonunda kaynama noktasına gelen bir öfke sardı. Ruhsal
çöküntü mü? İnsan gerçekten ruhsal bir çöküntü yaşadığında bunu
anlayacak durumda olur muydu? Ç ıkm az durum lar zaten ruhsal ç ö
küntü anlamına gelmiyor muydu? Hem bir çocuğa bakmakla yükümlü
bile değilken bu kadar kolay mı yaşıyordu bu çöküntüyü? Çünkü şu
an Daisy için ruhsal çöküntü yaşam ak bir lükstü, buna zam anı ve
enerjisi yoktu.
“Peki geri dönecek mi?” Sakin konuşabilmek için kendini zorluyordu.
“Kafasını toparlaması için biraz zamana ihtiyacı var Daisy. G er
çekten kötü durumda ve onun için endişeleniyorum.”
“Anlıyorum , ona de ki bize yaklaşacak olursa çok daha kötü bir
duruma düşecek. O olmadan nasıl ayakta kaldık sanıyormuş? Beş
kuruşluk yardım ı olmadan nasıl becerdik bunu?”
“Ah, Daisy. Para sıkıntısı yaşadığını bana söyleyebilirdin. Sana
para yollard ım ...”
“Asıl sorun o değil Marjorie. Bu senin sorumluluğun değil. D anid’ın
sorumluluğu. Bizi düşünmesi, bize destek olması gereken kişi o lanet
olası DanieVdı
“Bak Daisy, bu kadar kaba bir dil kullanm ana gerek y o k ...”
“Beni arayacak m ı?”
“Bilm iyorum .”
“Ne? Beni sana mı aratıyor? Altı yıllık birlikteliğe ve bebeğe rağ
men benim le yüz yüze konuşamayacak durumda m ı?”
“Bak, D a n id m şu anki davranışından ben de m em nun değilim
ama o kendinde değil Daisy. O b ira z ...”
“Kendinde değil! Kendinde değil, ha? O, baba oldu M arjorie. Ya
da olması gerekiyordu. Yoksa yanılıyor muyum? Bu kadar mı? Haya
tında başka biri mi varm ış?”
“Başka biri olduğunu sanm ıyorum .”
“Sanm ıyor musun?”
“Bunu biliyorum . Sana öyle bir şey yapmaz.”
“Bunun dışında her şeyi yaptı am a.”
“Lütfen bu kadar tepkili olma Daisy. Zor olduğunu biliyorum
a m a ...”
“Hayır, M arjorie. Hiç zor değil. M ümkün bile değil artık. Benimle
yüz yüze konuşacak cesareti olmayan biri tarafından bir açıklam a bile
yapılmadan terk edildim. Bebeğim izle birlikte geçim im i sağlayama
yacak kadar parasız olabileceğim izi hesaba katm adığı için evimizden
ayrılm ak zorunda kaldım . Şu an her yerden m ilyonlarca kilom etre
uzaktaki bir dağın başında mahsur kalm ış durumdayım çünkü Daniel
bitirm eyi bile düşünmediği lanet olası bir işi kabul e tti...”
“Ama bu kadarı haksızlık.”
“H aksızlık mı? Bana neyin haksızlık olup olm adığını öğretm e
yeceksin, değil mi? Kusura bakm a M arjorie, artık kapatmalıyım .
İşlerim ... Hayır, hayır. Seni dinlem ek istemiyorum. Şimdi telefonu
kapatıyorum la la la la la ...”
“Daisy, Daisy, tatlım . Bebeği görmeyi çok istiyoruz...”
Daisy telefonu kapatıp oturduğunda M arjo rien in o zayıf ricası,
içinde alev alan öfkenin altına gömülmüştü. O geri zekâlı Daniel ona
kızının nasıl olduğunu bile sorm am ıştı. Onu yedi haftadan uzun bir
zam andır görm em işti ve iyi olup olm adığını sorma ihtiyacı bile duy
muyordu. Daisy bir zam anlar âşık olduğu adam ın kim olduğunu dü
şünüyordu şimdi. Yüzü buruştu ve başını göğsüne indirirken bu acının
ona kendini fiziksel olarak nasıl hissettirdiğini düşündü.
Ö fkesini ve yaşadığı haksızlığı bastırmaya çalışsa da ürpertici
bir ses ona sinirlerini bu kadar bozmaya gerek olup olm adığını soru
yordu. Sonuçta o, D aniel’ı dönmekten alıkoyacak bir şey yapmamıştı.
M arjorie ona ne anlatacaktı ki?
Aniden odada başka birinin varlığının farkına vararak başını
çevirdiğinde Bayan B ernard ’ın, kolunun altında E llie n in kirli ça
maşırlarıyla kapıda durduğunu gördü. “Akşam bunları eve götürüp
yıkayacağım. Çam aşırhaneye gitm ekle vakit kaybetm e.”
“Teşekkürler,” dedi Daisy burnunu çekm emeye çalışarak.
Bayan Bernard hâlâ kapıda durmuş, ona bakıyordu. Daisy ona
gitm esini söylememek için kendini zor tutuyordu. “Bazen en iyisi ha
yatına devam etm ektir,” dedi yaşlı kadın.
Daisy başını aniden kaldırıp ona baktı.
“Ayakta durabilm ek için. Bazen hayatına devam etm ekten başka
çaren olmaz. Tek çözüm budur.”
Daisy bir şey söylemek için ağzını açtı.
“Bir şey söylemene gerek yok. Dediğim gibi giderken bu çamaşırları
yanım da götüreceğim . Bizim ufaklık hemen uykuya daldı. Doğudan
esen rüzgâr havayı serinlettiğinden bir battaniye daha örttüm üzerine ”
Sebebi rüzgâr mıydı, W ienerlar mıydı, bilinm ez ama Daisy nin içini
bir um arsızlık sarm ıştı. Üst kata koşup Ellie doğduğundan beri ilk
kez içine girebildiği siyah kot pantolonu ile hamile kalmadan önce
kadınsı kıyafetler giyebildiği dönemde, D aniel’m ona doğum günü
hediyesi olarak aldığı kırm ızı şifon bluzu giydi. Stres ve k ırık bir kalp
insanın aklını başından alabiliyordu belki ama vücudunuzun şekle
girm esine yardımcı olduğu da kaçınılm az bir gerçekti. Daisy kıyafe
tini bir çift topuklu çizmeyle tamamlayıp yüzüne her zam ankinden
fazla makyaj yaptı. “Özgüven kazanm a konusunda ruj gerçekten de
harikalar yaratıyor,” demişti ablası. Ama Julia’yı rujsuz görmek pek
m üm kün değildi zaten, hasta yatağında bile.
Daisy alt kata indiğinde Bayan Bernard, “O bluzun içinden sut
yenin görünüyor,” dedi.
“Olsun,” diye karşılık verdi Daisy isyankâr bir tavırla. Bayan
Bernard’ın eleştirilerinden etkilenm em ekte kararlıydı.
“Etiketini yakasından içeri sok bari.” Bayan Bernard kendi kendine
gülümsedi. “İnsanlar arkandan konuşm asın.”
Jones, Saab’ım M erham ’ın ana yoluna sürüp parka doğru ilerlerken
alnını kaşıdı. Canary W h a rfta n geçtikten kısa bir süre sonra başı
zonklamaya başlamıştı, A12’de yolu yarılamışken de gözlerinin üstünde
hissettiği zonklam a şiddetli bir baş ağrısına dönüşmüştü. Torpido
gözünü karıştırıp sekreteri Sandranın bıraktığı ağrı kesiciyi aram ıştı.
Ne müthiş bir kadındı o. Jones ona zam yapacaktı. Üç ay önce yapmış
olmasaydı tabii.
O parasetamolu bulması, aksiliklerle dolu son bir ay içinde başına
gelen en iyi şeylerden biriydi ve bu, o son ayın nasıl geçtiğini yeterince
açıklıyordu. Eski karısı Alex ona evleneceğini söylemişti. En kıdemli
barm eni, bilardo m asasının üstünde çıplak dans etm ek isteyen iki
saygın gazeteciyle neredeyse yum ruk yum ruğa gelmişti. Sonradan
Jonesa anlattığına göre tepki verdiği şey çıplaklık da değildi, içkilerini
masadan kaldırm am alarıydı. Ama artık Red Room s’un sohbetlerde
ya da dedikodu köşelerinde “iş işten geçti” ya da “büyük başarısızlık”
başlıklarıyla adının geçmediği gün olmuyordu. Jones un gazetecilere
kasa kasa viski yollama girişim i de bunu “çaresizlik” olarak tan ım
lam alarıyla birlikte son bulmuştu.
Üstelik iki ay sonra iki sokak ötede Opium Room s adında rakip
bir kulüp açılıyordu. Üyelik şartları, ambiyansı ve değerleri büyük
ihtim alle Red Rooms unkinin yanına bile yaklaşam ayacak olsa da
Jones un kendine ait gördüğü çevrelerde yeni kulübün açılışı konuşu
lur olmuştu. M erham ’daki bu mekân da işte bu yüzden daha önem li
hale gelmişti; her zaman önden gitm eniz, üyelerinizin ilgisini çekecek
yenilikler bulm anız gerekiyordu.
Ama şimdi bu lanet olası kız her şeyi mahvediyordu. İlk konuş
tuklarında ona “kötü bir zam anda” aradığını söylemesi bile bu işin
altından kalkam ayacağına işaretti. Jones içgüdülerine inanm alıydı;
iş konusunda kötü zaman diye bir şey yoktu. Profesyonelseniz yola
devam eder, işinizi yapardınız. Bahaneler bulup işten kaçm azdınız.
Kadınlarla çalışmayı işte bu yüzden sevmiyordu; eldeki işe odaklanm a
larına engel olan bir âdet sancısı ya da erkek arkadaş olurdu hep. Ve bu
konuda onlarla yüzleşecek olursanız gözyaşlarına boğulurlardı. Hatta
bunca yıla rağmen sekreteri dışında kendini yanında rahat hissettiği
yalnızca iki kadın vardı. Bunlardan biri uzun süredir birlikte çalıştığı
halkla ilişkiler uzmanı C arol’dı. Bir şeyi beğenm ediğini belirtm ek
için biçim li kaşını kaldırm akla yetinebilen, sadık, kendisinden fazla
alkolü kaldırabilen bir kadındı Carol. Diğeriyse A lexti. Ona karşı ne
hayranlık duyan ne de ondan korkan diğer tek kadındı o. Ama Alex
evleniyordu.
Alex bunu ona söylediğinde Jones’un ilk tepkisi A lexe onunla
tekrar evlenm esini teklif etm ek olmuştu. Alex ise buna kahkahalarla
gülerek, “Sen adam olm azsın Jones,” demişti. “İkim izin de hayatının
en berbat on sekiz ayıydı ve şu an beni yeniden istem enin tek sebebi
hayatımda başka birinin olm ası.” Jones onun kısm en haklı olduğunu
itiraf edebilirdi. O zam andan beri arada bir A lexe yaklaşmaya ça
lışsa da Alex onu nazikçe reddediyordu (gerçi Jones da buna içten içe
mem nun oluyordu). Ama ikisi de arkadaşlıklarına değer veriyordu
(Alex’in yeni erkek arkadaşının tepkilerine rağmen). Alex artık ha
yatına devam etmeye karar verm işti ve her şey değişmeye başlamıştı.
A rtık birbirlerinin geçmişinde kalacaklardı.
Jonesun dikkatini dağıtacak kadınlar da yok değildi elbette. Ku
lüp işletince yeni insanlarla tanışm ak da kolay oluyordu. Bu işe ilk
başladığında kadın garsonlarla yatıyordu. Bunlar daha çok, içki servisi
yaparken bir yapımcı veya yönetmenle karşılaşmayı ümit eden, şarkıcı
veya oyuncu olma hevesindeki uzun boylu, ince kadınlardı. Ancak
Jones zaman içinde bunun rekabete, gözyaşları içinde zam taleplerine ve
sonuç olarak da iyi bir elemanı kaybetmesine sebep olduğunu görünce
son bir buçuk yılını rahip hayatı sürerek geçirm işti. Daha doğrusu
seçici bir rahip hayatıydı sürdüğü. Arada bir yeni bir kızla tanışıyor ve
onu arka odaya götürüyordu ama bu da onu gittikçe daha az tatm in
eder olmuştu. Üstelik sonrasında kızların isim lerini de hatırlam adığı
için onları genelde kırıyordu. Çoğu zaman o kızgınlığa değmiyordu.
“Jones. Ben Sandra. Araba kullanırken seni rahatsız ettiğim için
üzgünüm am a duruşma tarihi yaklaştı.”
Jones, “Ne olmuş?” diyerek telefonu hoparlöre aldı.
“Paris seyahatinle aynı tarihe denk geliyor.”
Jones söylenmeye başladı. “O halde onları ara ve yeni bir program
yapılacağını söyle.”
“Nereyi? Paris’i m i?”
“Hayır. M ahkemeyi. O tarihin bana uymayacağını söyle.”
Sandra duraksadı. “Seni tekrar ararım .”
Jones, Saab’ı tepeye ve Arcadia ya giden çakıl taşlı yola çevirdi.
Sorunlar, sorunlar, sorunlar. Bazen zamanının büyük bir kısm ını kendi
işiyle uğraşm ak yerine başkalarının bozduğu şeyleri düzeltmekle ge
çiriyorm uş gibi hissediyordu.
M otoru durdurup bir süre öylece oturdu. Başının ağrısı hâlâ
geçm em işti ve karm akarışık olan beynine bu sessizlik iyi gelmişti.
Am a önünde onu bekleyen başka bir sıkıntı vardı. Bu kızın gitmesi
gerekiyordu. Böylesi herkes için daha iyiydi. îşler çığırından çıkacak
noktaya gelmeden önce çözüm bulm anın en doğrusu olduğuna in a
nırdı. Diğer firmayla devam edecekti işe, Battersea’dekiyle. Tanrım ,
lütfen kızın gözyaşlarına boğulmasına izin verme.
Jones torpido gözüne uzanıp ağzına bir ağrı kesici daha attı ve
onu yüzünü buruşturarak yuttu. İç geçirip arabadan indi, ön kapıya
yürüdü. Henüz zile basmadan Bayan Bernard kapıyı açtı. Kadın kar
şısındakinin ne işler çevirdiğini gözünden anlayan o sabit bakışlarını
üzerine dikm işti yine.
“Bay Jones ”
Jones onu düzeltmeye bir türlü cesaret edememişti.
“Sizi görmeyi beklemiyordum.” Jones eğilip kadının yanağına
bir öpücük kondurdu.
“Ç ocuğun yok da ondan.”
“Ne?”
“Birinin bebeğe bakm ası gerekiyor.”
“Ah.” Jones içeriye adım ını attı ve yarısı soyulmuş duvarlara, yapı
ustalarının bıraktığı moloz yığınlarına baktı. “Evet.”
“İşler yoğunlaşıyor.”
“G örüyorum .”
Bayan Bernard döndü ve boş boya kutularının yanından geçerek
koridoru geçti. “Geldiğini ona haber vereyim. Telefonda tesisatçılarla
görüşüyordu.”
Jones bir sandalyenin kenarına oturup kurumaya yüz tutmuş boya
kokusunun hâkim olduğu, yeni tam ir edilm iş zeminiyle yarısı bitmiş
oturm a odasına baktı. O danın bir köşesinde alüm inyum Farrow and
Ball boya kutuları dururken eski kanepenin arkasından kumaş parça
ları nehir gibi süzülüyordu. Yerdeki damara benzer oyuklar elektriğin
nereden çıkarılıp döşendiğini gösteriyordu. Abajur tanıtım ı yapan
kataloglar yere yığılm ıştı.
“M cC arthy ve oğullarıyla konuştum . Yarın öndeki iki banyoyla
işe başlıyorlar”
Jones başını kaldırdığında tanım adığı bir kadının elinde cep te
lefonuyla ona yaklaştığını gördü.
“Onlara iş biraz daha geciktiği takdirde ücretlerinden kesileceğini
söyledim. Sözleşmeye göre gelmediği her gün için yüzde bir oranında
kesinti yapılacağını ilettim .”
“Öyle mi yapıyoruz?” diye sordu Jones.
“Hayır. Ama adamın sözleşmeyi kontrol etmeyecek kadar üşen
geç olduğunu fark ettim ve bu sözlerim onu korkuttu. Bana elindeki
diğer işi yarıda bırakıp sabah saat dokuzda burada olacağını söyledi.
Ç ıkalım mı artık ?” Daisy çantasını ve anahtarlarını, bir de yerdeki
çantanın içinden büyük bir dosyayı aldı.
Jones önceden gördüğü, kucağında bebeğiyle biçimsiz kıyafetler
giyen o paspal kızı evin içinde aram am ak için kendini zor tuttu. Bu
kızın ağlam aklı ya da garip bir hali yoktu. Bu kız, kulübünde hiç
uygunsuz görünmezdi. Bu kızın gömleğinin altından siyah bir sutyen
giydiği belli oluyor, onun altındaki göğüsleriyse merak uyandırıyordu.
“Bir şey mi oldu?” dedi Daisy onu bekleyerek. Işıl ışıl parla
yan gözlerinde meydan okuyan ya da saldırgan denebilecek bir ifade
vardı. Hangisi olursa olsun Jones o ifadeden beklenm edik bir şekilde
etkilendiğini hissetti.
“Hayır,” dedi ve Daisy’yi araç yoluna yönlendirdi.
***
Bir zam anlar D aniel’ın dönüşünün onda büyük bir heyecan yara
tacağını, onu gördüğü anda içinin rahatlam a ve sevinçle dolacağını
düşünürdü. Çarkıfelek misali dönüp göğe roket gibi kıvılcım lar saçaca
ğını düşünürdü. Ama şimdi Daisy hiç de öyle olmayacağını biliyordu.
D an ielm tekrar hayatına girmesiyle derin bir iç huzuru bulacağını,
iliklerine işleyen bir acının yok olacağını düşünürdü. Eve dönmek
gibi bir şeydi bu. Eskiden biri aşkı buluşunu ona böyle ta rif etm işti
ve Daisy şimdi onun kollarında uzanırken o aşk geri geldiğinde de
aynı şeyin yaşandığını anlıyordu. Eve dönmek gibiydi işte. Kıpırdan
dığında kol onu sıkıca sardı ve parm aklarına kenetlenen parm aklar
uyumlu bir şekilde hareket etti. Daisy o ağırlığı üzerinde hissetm eyi
özlemişti. Ham ileyken o ağırlık ona fazla geliyordu, onu üzerinden
atm ak istiyordu ve yatağın bir kenarına kıvrılıp yastıklarla kendini
korumaya alıyordu. Ama işte o ağırlık yine oradaydı.
Ama Daniel orada değildi.
Gözleri açılan Daisy o bulanık şekillerin netleşm esini bekleyip
doğudan vuran sabah ışığına alışmaya çalıştı. Gözleri kurum uştu ve
dili de ağzını hissetm esine engel olacak kadar şişmişti. Güçlükle fark
etse de kendi odasında olduğunu biliyordu. Birkaç metre ötedeki Ellie
beşiğinde dönerken derin uykudan uyanıklığa doğru kısa bir yolcu
luğa geçiş yapıyordu. Perdelerin arasından süzülen gün ışığı örtüsüne
vuruyordu. Dışarıda bir arabanın kapısı kapandı ve yolda birinin ko
nuştuğu duyuldu. Bu muhtemelen yapı ustalarından biriydi. Daisy
başını kaldırdığında saatin yediyi çeyrek geçtiğini gördü. Onu saran
el üzerinden düşmüştü.
Daniel orada değildi.
Daisy doğrulurken zihni onu biraz geriden takip ediyordu. Ya
nında kapkara bir kafa yastığa gömülmüştü, saçları dağılm ıştı. Daisy
kım ıldam adan oturup ona, buruşuk gömleğine baktı ve kelim eler ile
görüntülerin oluşturduğu o karm aşık parçaları birleştirm eye çalıştı.
Her şey ağır ağır gelen bir yum ruk gibi yaklaşıp darbesini indirdi.
D aniel değildi o. O kol D an iel’ın kolu değildi. O geri dönm em işti.
O huzur gerçek değildi.
Ve Daisy aniden hıçk ırıklara boğuldu.
Çakıl taşları hiddetle etrafa saçılıp Saab, Londra’ya doğru yola çı
karken Bayan Bernard, neler olduğu çok aşikâr , diye düşündü. Bunu
anlam ak için beyin cerrahı olmaya gerek yoktu. îçeri girdiğinde o
ikisi birbirlerinin yüzüne bakamıyordu bile. Çocuğu siper gibi önünde
tutan Daisy’nin yüzü gözyaşlarıyla ıslanm ıştı ve bembeyazdı. Bitkin
haldeki Jones ise bir an önce kaçm anın yolunu arıyordu. Onca ağrı
kesiciyi aldıktan sonra, bu akşamdan kalma halinden de başka bir
sonuç çıkarm ak m ümkün değildi.
Dün gece aralarındaki o çekim , birbirlerini birkaç gündür değil
de yıllardır tanıyorlarm ış gibi yaptıkları tüm o im alı espriler başka
bir sonuç doğuramazdı. Ayrıca Bayan Bernard içeri girer girmez ka
nepede kim senin uyumadığını anlam ıştı.
Anahtarları Jones’a uzatırken, “İş ile eğlenceyi birbirine karıştırma
nın bir bedeli her zaman vardır,” demişti. Aslında içkiden bahsetm işti
ama Jones ona sert bir bakış atm ıştı, bu büyük ihtimalle çalışanlarına
gözdağı verirken takındığı bir bakıştı. Bayan Bernard ise ona gülüm-
semekle yetinm işti. Onun gibi adamlardan korkmayacak kadar güçlü
bir kadındı o. “Görüşürüz Bay Jones,” demişti.
“Pek yakın bir zamanda görüşeceğimizi sanm ıyorum ,” diye kar
şılık veren Jones, D aisyye hiç bakm adan arabasına atlayıp uzaklaş
m ıştı. Arabayı çalıştırırken kendi kendine, “Ah şu kadınlar!” diye
m ırıld anm ıştı sanki.
Bayan Bernard bahçenin etrafından dolanıp eve doğru yürürken
Ellie’ye sessizce, “Ne arsız bir annen var,” dedi. “Sanırım tavsiyemi
kelim enin tam anlamıyla uygulamış, değil mi? Neden bu kadar altüst
olduğu belli.”
Gerçekten utanç vericiydi. Jones o sarhoş haliyle dün akşam evin
önüne çıktıklarında yaşlı kadına D aisynin hiç de düşündüğü gibi aptal
bir kız olm adığını ya da yaşadıkları yüzünden kendini ona acınd ır
maya çalışm adığını söylemiş, şaşkınlık içinde başını iki yana sallayıp
basitçe, “Hoş kız,” demişti.
On Üç
Daisy kıyı boyunca beş yüz metre yürüyüp çakıllı koyun birkaç metre
yukarısındaki otlarla kaplı küçük çıkıntıya oturdu. Ellie bebek araba
sında huzurla uyuyordu. Gökyüzü parlak ve hareketsizdi, dalgalarsa
kumsalda parm ak ucunda hareket edercesine nazikçe ileri geri gidip
kıyıya vuruyordu. Daisy mektubu elinde tutuyordu.
Daniel m ektuba beş yüz sterlinlik bir de çek eklem işti. A nnesinin
hesabındandı.
“Kendini daha sefil bir hale sokmayacaksın, değil mi?” Bayan Bernard
koltuğunun altına sıkıştırdığı dosyalarla oturm a odasının kapısında
duruyordu.
Daisy elinde D an ielm mektubuyla kanepeye uzanm ış, radyo
dinliyor ve kendini Bayan B ernard’ın düşündüğünden de daha sefil
hissediyordu. Doğrulup yaşlı kadının oturm ası için ona yer açtı. “Sa
nırım biraz,” dedi hafifçe gülümseyerek. “Bu işe bu kadar karşı çıkan
olduğunu bilm iyordum .”
“Karşı olan Sylvia Rowan.”
“Ama bir sürü kötü düşünce var. Bu da biraz sinir b o z u cu ...”
Daisy derin bir nefes aldı.
“Buna değer mi, diye düşünüyorsun.”
“Evet.”
“O kadar endişelenm ene gerek yok,” diye ona takıldı Bayan Ber
nard. “Unutma ki o gün gelenler yalnızca kasabanın işgüzarlarıydı.
Bir de bingo oynamaya gelenler. Uzak duranlarsa büyük ihtim alle
evin yenilenm esini çok da um ursamayanlardı. O salak kadının kafası
nasıl çalışıyorsa, izin geri çekildiği takdirde daha çok iş yapacağını
sanıyor.” Bayan Bernard hafiften sorgulayıcı bir ifadeyle Daisy’ye baktı.
Onu tanıyan biri bunu endişeli bir ifade olarak da tanım layabilirdi.
Dalgın dalgın ellerini inceledi. “O aileye en son dert anlatmaya
çalışm am ın üzerinden kırk yıl geçti. Küçük yerlerde bile insanların
birbirini ne kadar kolay kötülediğini bilsen şaşarsın. Ah, C am ille’le
hepsi konuşur tabii ama Cam ille benim bunlarla ilgilenmediğimi bil
diği için bana bir şey anlatmaz. Her n eyse...” Bayan Bernard nefesini
serbest bıraktı. “Sana vazgeçmemeni tavsiye ederim.”
Kısa bir sessizlik oldu. Üst kattaki Ellie uykusunda inledi ve o
ses, bebek monitörünün renkli ışığını dalgalandırdı.
“Belki de vazgeçmem. Teşekkürler... Oraya gelip konuştuğun için
de teşekkürler. Çok naziksin.”
“Hayır. Ben o sefil yaratığın her şeyin onun istediği gibi olm a
yacağını görmesini istedim.”
“Ama destekçileri var. Yabancıların kasabaya gelmesini gerçekten
istemiyorlar, değil m i?”
Yaşlı kadın şimdi kıs kıs gülüyordu. Yüzünde imalı bir ifade belirdi,
yüz hatları da yum uşam ıştı. “Bazı şeyler hiç değişmez,” dedi rahatça.
“O nlar hiç değişmezler.” Bayan Bernard dosyalarından birine uzandı.
“Haydi git de bana bir kadeh şarap getir. Sonra sana bu evin eskiden
nasıl olduğunu anlatayım. O zaman ne demek istediğimi anlarsın.”
“Fotoğraflar.”
“Kaliteli şarap. Fransız. Geçen akşam Bay Jones’la sözünü ettiği
niz Blue Nun mıdır, nedir, öyle bir şeyse istemem. Hemen anlatmaya
başlarım .”
Daisy kalkıp bir kadeh aldı. M utfak kapısında durup arkasına
döndü. “Um arım m eraklı biri olduğumu düşünmezsin ama yine de
sorm ak istiyorum ... Bu evi nasıl aldın? Yani kocanla ilgisi yoksa...
M im ari bir şaheseri özel sığınağı olarak kullanabilen pek fazla kadın
yoktur sanırım .”
“Ah, o kadar detayı bilm ek istemeyeceğinden em inim .”
“İstiyorum . Yoksa sorm azdım .”
Bayan Bernard parm ağını dosyanın üzerinde gezdirdi. “M iras
kaldı.”
“M iras mı kaldı?”
“E v et”
“M iras.”
Uzunca bir sessizlik oldu.
“Bana söyleyeceklerin bu kadar m ı?”
“Başka ne bilm ek istiyorsun ki?”
“Bir şey bilmeme gerek y ok... fakat sen böyle her şeyi kendine mi
saklarsın? Haydi ama Bayan Bernard. Biraz çözül artık. Sen benim
hakkım da benim senin hakkında bildiklerimden fazlasını biliyorsun.
Bir şeylerin bu kadar gizli saklı kalm asına gerek yok. Kimseye bir şey
söylemem. Söyleyebileceğim birileri yok zaten.”
“Sana fotoğrafları gösteriyorum işte.”
“Ama onlar seninle ilgili değil, evle ilgili.”
“Belki de ikisi aynı şeydir.”
“Pes ediyorum .” Daisy mutfağa girdi ve döndüğünde esprili bir
tavırla omuz silkti. “Yenildiğimi her zaman kabul ederim. Kum aşlar
dan konuşalım , haydi.”
Yaşlı kadın oturdu ve ona uzun, sabit bir bakış attı. Bu akşam
onda farklı bir şey var, diye düşündü Daisy. Bayan Bernard ’ın farklı
bir havası vardı. Madem buralara geldik, devam edelim , der gibiydi.
Daisy hiçbir şey söylemeden beklerken Bayan Bernard dosyala
rına döndü ve birinin kapağını açtı. “Evet. Bu kadar merak ediyorsan
sana evi nasıl aldığım ı anlatayım ama bunu kimseye anlatm ayacağın
konusunda bana bir söz vermelisin. Ayrıca önce içmem gerek. Bir de
şu Bayan Bernard saçm alığını kes artık. Sana tüm ‘devlet sırlarım ı1
anlatacaksam bana ilk adımla hitap etm elisin: Lottie.”
On Dört
Sevgili Joe,
Mektubun ve yeni arabanla çektirdiğin fotoğ raf in için teşekkür
ederim. Kırmızının o güzel tonuyla gerçekten de çok gösterişli
bir araba. Senin gururunsa yüzüne yansımış. Fotoğrafı küçük
masamın üstüne koydum , annemin fotoğrafının yanına. Çok
fazla fotoğrafım olmadığı için bunu yollaman gerçekten iyi oldu.
Burada anlatacak çok fazla şey olmuyor. Ev işlerine ve
Adeline m bana ödünç verdiği kitabı okumaya ara verip sana bu
mektubu yazıyorum. En çok sanat tarihi üzerine yazılmış kitaplar
hoşuma gidiyor. Adeline beni gerçek bir okura dönüştüreceğini
söylüyor. Frances buraya geldiğinde ona bir sürpriz yapm ak
için beni resim yapmaya da teşvik ediyor. Ama bu konuda çok
iyi olduğumu söyleyemem; sulu boya resimlerim karm akarışık
oluyor ve kara kalem çalıştığımda parm aklarım kâğıttan daha
fazla boyanıyor. Yine de resim yapmayı seviyorum. Şimdiki çalış
malarım okuldaki resim derslerine hiç benzemiyor. Adeline beni
sürekli <(kendimi ifade etm eyi” öğrenmeye teşvik ediyor. Julian
ise geldiği zamanlarda “perspektifimi geliştirdiğimi” ve günün
birinde resimlerimden birini çerçeveletip satacağını söylüyor.
Sanırım şaka yapıyor.
Burada öyle fazla şaka yapıldığından da değil Köyde elbisene
broş takarsan, hele ki günlerden pazar bile değilse seni hemen
hafifmeşrep diye damgalarlar. Burada bir ekm ek fırını olan bir
kadın var (baston ekmekler bacak boyunda!), çok neşeli ve bizi
her gördüğünde bizimle sohbet eder. Ama doktor gibi bir şey olan
Madam Migot ona hep sert bakışlar atar. Ama o zaten herkese
sert bakışlar atıyor. Özellikle de bana ve Adelinea.
Sana köyümüzün nerede olduğunu söyledim mi, bilmiyorum.
Dağ yolunda, Faron D ağında am a şu kitaplarda gördüğümüz
tepesi hep karla kaplı olan dağlar gibi değil. Bu dağ çok sıcak
ve kuru. Burada bir de askerî karargâh var. George beni ve
Adeline’ı daracık bir yoldan zirveye ilk çıkardığında korkudan
neredeyse altıma ediyordum. Zirveye ulaştığımızda resmen bir
ağaca yapıştım. Burada çam ağacı olduğunu biliyor muydun?
Bizim oradaki çamlar gibi değiller; yine de kendimi daha iyi
hissetmemi sağlıyorlar. Adeline sana sevgilerini iletti. Bahçede
ot topluyor. Buradaki otların kokusu sıcak havanın etkisiyle çok
keskin, Bayan H ’nin bahçesindeki gibi değil.
Umarım iyisindir Joe. Ve bana sürekli yazdığın için te
şekkür ederim. Doğrusunu istersen bazen kendimi çok yalnız
hissediyorum ve senin mektupların bana iyi geliyor.
Sevgiler.
Lottie serin döşeme taşına yan yatmış, kalçasını bir yastıkla destekle
yip başka bir yastığı boynunun altına yerleştirm işti. K em iklerinin o
sert zem inden ne zaman şikâyet etmeye başlayacağını düşünüyordu.
Eklem leri buna daha fazla dayanacak durumda değildi; üst kattaki
yum uşak kuş tüyü yatağında belli bir pozisyonda uzandığında bile
birkaç dakika içinde sızlamaya başlıyor, onu farklı bir baskı noktası
bulmaya zorluyordu. Lottie öylece uzanırken sol bacağından yuka
rıya doğru süzülen ağrıyı hissedip öfkeyle gözlerini kapattı. Yerinden
kım ıld am ak istemiyordu. Zem in, olabilecek en serin yerdi. Hatta her
noktasından sıcaklık yayılan, kaşındıran kum aşların ve m obilyaların
içine girip pencereleri vahşice kem iren vızıltıcı yaratıklarla dolu o
evin en serin yeriydi.
Dışarıda, sararmaya yüz tutmuş yabani otlarla dolu bahçede ko
cam an hasır şapkasının altına sığınan Adeline’ın şifalı otları toplayıp
sepetine koymadan önce kokladığını görebiliyordu. Adeline eve döner
ken bebek de şiddetli bir tekme atm ıştı. Lottie şiş karnını görmemek
için ipek kimonosunu çekiştirerek öfke içinde söylenmişti.
“İçecek bir şeyler ister misin Lottie, tatlım ?” Adeline onun üze
rinden atlayıp lavaboya doğru yürüdü. Lottie nin yere uzanm asına
alışm ıştı artık.
Neşesiz haline de alışm ıştı.
“Hayır, teşekkürler.”
“Ah, olamaz. Nar şurubumuz bitmiş. Umarım o sefil kadın köyden
bir an önce döner. Neredeyse hiçbir şeyimiz kalm am ış. Nevresimler
de yıkanacak. Julian bu hafta dönüyor.”
Lottie doğrulmaya çalışırken ondan af dilememek için kendini
zor tuttu. Adeline onu bunun için defalarca azarlamış olsa da ham i
leliğinin bu son haftalarında şişko, ağır ve işe yaramaz olduğu için
suçluluk hissediyordu. Buraya geldikten sonraki ilk birkaç ayda ev işleri
ile yemek yapmayı üstlenip (“Köyden gelen bir yardım cım ız var ama
berbat bir şey”) Bayan Holden ile V irginianın bir karışımı gibi o harap
haldeki Fransız evini düzene sokmuş, A delinem m isafirperverliğine
karşılık hizmetçilik rolünü üstlenerek kira ücretini ödemeye çalışmıştı.
Adeline ondan ödeme falan istem em işti elbette ama Lottie o şekilde
kendini daha iyi hissediyordu. Çünkü kendi paranızı kazandığınızda
insanların sizden gitm enizi istemesi daha zor olurdu.
Bu arada Adeline, L o ttiey i M erham ’dan ayrılm akla çok iyi et
tiğine (Lottie’nin gördüğü kadarıyla elinde hiç kanıt olm am asına
rağmen) inandırm ayı görev edinm işti. Bir bakım a onun öğretm eni
olmuş, betim lediği her şeyde onu “cesur olmaya” teşvik etm işti. Başta
içine kapanık ve isteksiz görünen Lottie, herhangi bir yerde varlı
ğını gösteremeyen biri olarak kâğıt üzerinde böylesine güçlü şekiller
yaratabildiğini görünce şaşırm ıştı. A delinem övgüleri onda nadiren
başarı duygusu uyandırıyordu -b u zamana dek yaptığı herhangi bir
şey için onu bir tek D oktor Holden övm üştü- ve hayatta başka amaç-
Iar da olabileceğine dair bir duyguydu bu. Lottie yavaş yavaş bu yeni
dünyalara ilgi duymaya başladığını da artık gizlemiyordu. En azın
dan hâlihazırdaki dünyasından kaçm asına olanak tanıyorlardı. Ama
şimdi bedeni hantallaşmıştı. Ve hiçbir işe yaramıyordu. Uzun süre dik
durduğunda başı dönüyor, ayakları su topluyordu. Çok fazla hareket
ettiğindeyse ter içinde kalıyordu ve birbirine sürtünen uzuvları k ı
zarıp ona acı veriyordu. Bebek sürekli hareket ediyor, onun karnını
şekilden şekle sokuyor, sınırlarını iyice zorluyor, geceleri uykusuz,
gündüzleri bitkin düşmesine sebep oluyordu. Bu yüzden Lottie öylece
oturup ya da yere yatıp sefil halini düşünüyor, sıcaklığın ya da bebeğin
düşmesini bekliyordu.
Neyse ki Adeline onun depresif veya sinirli haline ses çık arm ı
yordu. Bayan Holden olsa kızar, ona o depresif haliyle herkesin içini
k ararttığını söylerdi. Ama Adeline, Lottie nin konuşmak ya da ona
katılm ak istememesini umursamıyordu. Kayıtsızca kendi işine bakıp
şarkılar mırıldanıyor, yanına gelip hiçbir şey ima etmeden içecek bir
şey ya da yastık isteyip istemediğini soruyor, Frances’e mektup yazar
ken ondan yardım rica ediyordu. Frances’e sürekli mektup yazıyordu.
Ama yanıt almıyordu.
Lottie nin İngiltere’den ayrılm asının üzerinden altı, M erham ’dan
ayrılmasının üzerindense yedi ay geçmişti. Aradaki süre ona on yıl gibi
gelmişti. Lottie ilk zam anların şaşkınlığı ve belki de naifliğiyle önce
annesinin yanına gitm işti. Bolca jöle sürüp kaska benzettiği saçları
ve canlı bir turuncuya boyadığı dudaklarıyla annesi ona o bebeği eve
sokmayı aklından bile geçirm em esini söylemişti. Sonra da sigarasını
savurarak, Lottienin onun durumundan kendine ders çıkaram adığına
inanamadığını eklemişti. Lottie Tanrı nin ona sunduğu tüm im kânları
elinin tersiyle itmişti ve kimse ona böyle im kânlar sunmamıştı. Üstelik
Holdenlar da onun, annesinden daha iyi olduğunu düşünmüyorlardı.
Annesi garip bir şekilde mahcup ve uysal bir ifadeyle kendine yeni
bir hayat kurduğunu ve dul bir adamla görüştüğünü de söylemişti.
Adam ahlakçı tiplerdendi ve Lottie nin durumuna anlayış göstermezdi.
“Diğerleri gibi değil,” dem işti annesi suçluluk duygusuna benzer bir
duyguyla Lottie ye bakarak. “Terbiyeli biri.” Lottie henüz çayının yarısını
içmeden orada kalamayacağını ve tıpkı M erham ’daki gibi varlığının
unutulduğunu anlam ıştı.
Annesi o adama bir kızı olduğunu söylememişti. Lottienin orada
yaşadığı dönemde birkaç fotoğrafı vardı ama şimdi hiçbiri yoktu. Şömine
rafının üstünde duran ve annesinin ölen kız kardeşi Jean teyzesiyle
birlikte çektirdiği fotoğrafın yerinde şimdi başka bir fotoğraf vardı:
adamın kelini parıldatan güneşin altında gözlerini kısıp kol kola gire
rek bir barın önünde poz veren orta yaşlı bir çiftin çerçeveli fotoğrafı.
“Ben senden bir şey istemiyorum. Belki de yalnızca seni görmek
istem işim dir.” Lottie kırgınlık bile hissedemeyecek kadar yorgun bir
halde eşyalarını alm ıştı. Yaşadıklarının yanında bu kadının onu red
detmesi o kadar önemsiz kalıyordu ki.
Annesinin yüzü, gözyaşlarına hâkim olmaya çalışıyormuş gibi
buruşmuştu. Yüzüne pudra sürdükten sonra elini uzatıp L o ttien in
kolunu tutmuştu. “Nerede olduğunu bana bildir. Yaz bana.”
“Altına Lottie diye mi imza atayım?” Lottie asık suratla kapıya
doğru yürümüştü. “Yoksa *en iyi arkadaşın’ diye m i?” Evden çıkarken
dudaklarını sımsıkı birleştiren annesi onun eline on şilin sıkıştırm ıştı.
Lottie ise o paraya bakm ış ve gülmemek için kendini zor tutmuştu.
Sevgili Joe ,
Mektubum kısa olduğu için kusura bakma. Çok yorgunum ve
yazm ak için fazla vaktim yok. Dün bebeğim doğdu. Küçük bir
kız , çok güzel. Hatta hayal edebileceğin en güzel şey. İstersen
fotoğrafını çekip sana yollayabilirim. Bana kızgınlığın geçtiğinde
belki.
Ben yalnızca durumumu Virginiadan öğrendiğin için ne
kadar üzgün olduğumu söylemek istemiştim. Bunu sana söylemek
istemiştim ama her şey karmakarışıktı. Ve o kindar cadı ne derse
desin bebek Doktor Holden dan değil. Lütfen buna inan Joe.
Herkesin anlamasını sağla. Onun ne söylediğinin bir önemi yok.
Sana en kısa zam anda tekrar yazacağım,
Lottie.
Doğum yapmak için iyi bir akşam değildi. Tabii doğum yapm ak için
iyi bir akşam var mı, tartışılır, diye düşünmüştü Lottie sonradan. Ö y
lesine şiddetli bir sancıya dayanıp bu işin üstesinden gelebileceğini hiç
bilmiyordu, o acı onu âdeta bozmuştu. Sanki bir tane m asum Lottie
vardı, bir de korkunç bir şey öğrenen ve o şeyin etkisiyle çarpılıp
görüntüsü değişen başka bir Lottie vardı.
Aslında akşam a kötü başlam am ıştı, Adeline’ın neşeyle belirttiği
üzere belki biraz gergindi. Sıcakta o kocam an k arn ının onun nefes
alıp vermesini zorlaştırm asından, A delinem o garip, geniş elbiseleri
ve G eorgeun orada unuttuğu gömlekleri dışında artık hiçbir şeyin
içine girememekten bıkm ıştı. Adeline ise onun aksine son üç gündür
çok keyifliydi. G eorgeun Frances’i bulduğunu öğrenm işti. Üstelik
George mektubu ona vermekle yetinmeyip onu Fransa’ya gelmeye de
ikna etm işti. Adeline, Frances’in yeniden yanlarına yerleşmesinin bir
yolunu bulacağına, Konstantin’e duyduğu aşktan asla ödün vermeden
Frances’in sevildiğini hissetm esini sağlayacağına inanıyordu. “Ama
benimle konuşmalısın,” diye yazmıştı Adeline. “Sana söyleyeceğim bir
şey olm adığını düşünüyorsan elbette gidebilirsin ama önce benim le
konuşm alısın.”
“George onu getirmeden gelmez!” diye haykırm ıştı Adeline ne
şeyle. “İnanılm az bir ikna kabiliyeti vardır.”
Lottie, Celia’yı düşünerek kederle, “Biliyorum,” diye mırıldanmıştı.
George, İngiltere’ye dönmek istememişti. Niyeti Bastille Günü
kutlamalarına katılmaktı. Ama Adeline’ı hiçbir konuda reddedemediği
için en azından kendisinin yerine birinin festivale katılm asını sağ
lamaya çalışm ıştı. Birkaç dakika bakışlarını Lottie’den ayırm am ıştı
ama kızın dilini dışarı çıkararak gezindiğini görünce vazgeçmiş ve
karam sar şair S i’den, yeni Zeiss Ikon kamerasıyla fotoğraflar çekm e
sini istemişti. (“Olur,” demişti Si.) “Buna değecek,” dem işti Adeline,
George’u uğurlarken. Lottie o öpücüğün dudaktan olduğunu görünce
irkilm işti.
Bundan tam yetmiş iki saat sonra Lottie artık hayatta hiçbir şeyin
onu şaşırtam ayacağına inanıyordu.
Şu an sıcak havanın ve kan kokusunun cazibesine kapılarak hâlâ
odanın içinde gezinen sivrisineklerin pek de farkında olm adan ya
tağında uzanm ış, gözlerini karşısında duran m inik, kusursuz yüze
dikm işti. Kızı uyuyor gibiydi, gözleri kapalıydı ama ağzı o karanlık
geceye âdeta sırlarını fısıldıyordu.
Lottie daha önce böyle bir şey görm em işti; tarifsiz bir acıdan
inanılm az bir sevinç doğmuştu. O kendi halindeki Lottie Svvift’ten,
artık var olmayan o kızdan böylesine kusursuz, böylesine güzel bir şey
çıkm asının şaşkınlığını yaşamıştı. Uğruna yaşanacak bundan daha
büyük bir şey olamazdı.
O küçük kız Guy a benziyordu.
O küçük kız Guy a benziyordu.
Lottie başını küçük kızına eğdi ve yalnızca onun duyabileceği bir
sesle konuştu: “Ben senin her şeyin olacağım. H içbir şeyin özlem ini
duymayacak, hiçbir şeyin eksikliğini hissetmeyeceksin. Her konuda
sana yeteceğime söz veriyorum.”
“Teni kamelyaların renginde,” demişti Adeline, gözleri dolarak.
Jane, M ary ya da Adeline’ın dergilerinin önerdiği isimlerin hiçbirini
beğenmeyen Lottie kızının ism ini onun koymasını istemişti.
Adeline o gece uyumamıştı. Madam Migot gece yarısını geçerken
gitm işti. George sabah geliyordu, muhtemelen Frances de onunlaydı
ve Adeline’ı uyku tutmayacağı kesindi. O ilk uzun geceyi birlikte otu
rarak geçirmişlerdi. Lottie gözleri ardına kadar açık halde ve merak
içinde beklerken onun hemen yanındaki koltukta oturan Adeline ara
ara uykuya dalıyor, uyandığındaysa bebeğin o yum uşacık başını ya
da tebrik edercesine L o ttien in kolunu okşuyordu.
Gün doğarken Adeline güçlükle koltuktan kalkıp çay yapacağını
söyledi. Bebeğini kucağından bırakm adan uzun süredir sıcak, tatlı bir
şey içm enin hayalini kuran Lottie bunu duyduğuna m emnun oldu.
Her kımıldadığında bir yeri ağrıyıp kanıyordu, tüm vücuduna yeni bir
sancı giriyordu ve Lottie birkaç saat önceki o dehşet verici kram pların
izlerini hissediyordu. O uykulu ve her şeye rağmen mutlu haliyle bu
yatakta sonsuza dek kalabileceğini düşündü.
Adeline panjurları açıp şafak vaktinin o berrak mavi ışıltısını
odaya doldurdu ve her iki kolunu birden birini saygıyla selamlarcasına
kaldırarak gerindi. Oda yum uşak ışıklar ve dışarıdan gelen seslerle
dolmuştu, bir hayvan sürüsü ağır adımlarla tepeye tırm anıyor, genç
bir horoz ötüyordu. Hepsinin arasından çekirgelerin küçük, oyuncak
bir saatin uğultusunu andıran sesi geliyordu.
“Hava serinledi Lottie, rüzgârı hissediyor musun?”
Lottie gözlerini kapattı ve rüzgârın, yüzüne vurduğunu hissetti.
Bu ona M erham ’ı hatırlatm ıştı.
“A rtık her şey düzelecek, göreceksin.”
Adeline ona döndü ve bir an için, belki de doğumun ve yor
gunluğun verdiği güçsüzlük içinde Lottie onun bugüne dek gördüğü
en nazik şey olduğunu düşündü. A delinem yüzü fosforlu bir ışıkla
yıkanm ıştı. G ördüklerinin etkisiyle keskin, yeşil gözleri yum uşamış,
kişiliğine zıt bir kırılganlığa bürünm üştü. Gözleri yaşlarla dolan Lot
tie aniden içini dolduran sevgiyi ifade edemeyerek titreyen elini ona
uzatmakla yetindi.
Adeline onun elini tutup öperek soğuk, pürüzsüz yanağına bas
tırdı. “Sen çok şanslısın sevgili Lottie. Hayatın boyunca beklemek
zorunda kalm adın.”
Lottie uyuyan bebeğine bakıp keder ve minnet dolu gözyaşlarının
açık renkli ipek şalına düşmesine izin verdi.
Yaklaşan bir arabanın sesi araya girdiğinde bir anda irkilen vahşi
hayvanlar gibi başlarını kaldırdılar. Kapının kapanma sesini duyduğunda
Adeline çoktan doğrulmuş, tetikte bekliyordu. “Frances!” dedi ve bir
an için unutulan Lottie ipek elbisesiyle dağınık saçlarını düzeltmeye
yeltendi. “Aman Tanrım , hiç yemeğimiz yok Lottie! Kahvaltıda onlara
ne ikram edeceğiz?”
“E ... em inim biraz beklemeyi sorun etm ezler... Yani doğum u...”
L o ttien in kahvaltıyı şim dikinden daha az önemseyeceği bir an ola
mazdı. Bebek hareketlendi ve m inik elini büktü.
“Evet, elbette haklısın. Kahvemiz var, dünden kalm a meyvemiz
de var. Ayrıca boulangerie de birazdan açılır. O nlar yerleşirlerken ben
iki dakikada gidip ekmek alabilirim . Bütün geceyi yolda geçirdilerse
biraz uyumak da isteyebilirler...”
Lottie, A delinem odanın içinde dolanıp durm asını, o her za
m anki soğukkanlılığının yerini çocuksu bir heyecanın alışını izledi.
Adeline otursun mu, yoksa yapacağı işe mi odaklansın, bir türlü karar
veremiyordu.
“Sence bunu ondan istemeye hakkım var mı?” dedi aniden. “Sence
geri gelm esini istemekle bencillik mi ettim ?”
Ne söyleyeceğini bilemeyen Lottie başını iki yana sallamakla yetindi.
“Adeline!” George un gür sesi evin sessizliğini silah sesi gibi delip
geçti. Lottie bebeğin uyanmasından korktuğu için irkilm işti. “Orada
m ısın?” George tıraşsız, kapkara haliyle kapıda belirdi. Her zam anki
keten pantolonu lahana yaprağı gibi buruşmuştu. Lottie onu görür
görmez içine kötü bir his doğdu. Şafak vaktinin güzelliği ve sakinliği
G eorgeun gelişiyle şimdiden yok olmuştu.
Adeline ise hiçbir şeyden habersiz, ona doğru koştu. “George,
ne harika bir şey yaptın. Ne h arika . Onu getirdin mi? Yanında m ı?”
Adeline parm ak ucunda yükselip G eorgeun omzunun üzerinden
bakarken başka ayak sesleri duymayı bekledi. Sonra geri adım atıp
George a baktı. “George?”
G eorgeun gözlerindeki karanlığı gören Lottie ürperdi.
“George?” Adeline’ın sesi şimdi daha kısıktı, gerilm iş gibi.
“O gelmeyecek Adeline.”
“Ama ona yazdım, sen de dedin k i...”
Lottie ile bebeğin farkına bile varmayan George kolunu Adeline’ın
beline dolayıp onun elini tuttu. “Ö nce oturm alısın tatlım .”
“Ama neden? Bana onu bulacağını söylem iştin, o m ektuptan
s o n ra ...”
“Gelm eyecek Adeline.”
George onu L o ttien in yanındaki koltuğa oturtup diz çöktü.
Adeline’ın her iki elini birden tutmuştu.
Adeline, George un yüzünü inceledi ve içinde bulunduğu duruma
rağmen Lottie nin hemen görebildiği şeyi gördü. “Ne oldu?”
George yutkundu. “Bir kaza oldu hayatım.”
“Araba kazası mı? O berbat bir şofördür George. Onu direksiyonun
başına oturtm am alıydın.”
Lottie, Adeline’ın gevelemelerinin arkasında gittikçe büyüyen
korkuyu fark edip titremeye başladı ama yanındaki iki kişi de onu
çoktan unutm uştu.
“Bu defa kim in arabası? Sen halledersin, değil mi George? Sen
bugüne dek hep hallettin. M asrafları daha sonra Julian karşılar. Ya
ralandı mı? Bir şeye ihtiyacı var m ı?”
George başını Adeline’ın dizlerine doğru eğdi.
“Buraya hiç gelmemeliydin George! Onu yalnız bırakm am alıy
dın! Tek başına... Yalnız kalamaz o, bilirsin. O yüzden onu almaya
yolladım seni.”
George nihayet konuştuğunda sesi boğuk ve kesik kesik çıkm ıştı.
“O ... o öldü.”
Uzun bir sessizlik oldu.
“Hayır,” dedi Adeline sertçe.
George yüzünü onun kucağına gömmüştü. Ama elleri onun ha
reket etmesini önlemeye çalışırcasına şimdi onu daha sıkı tutuyordu.
“Hayır,” dedi Adeline.
Lottie elini ağzına götürerek gözyaşlarına hâkim olmaya çalıştı.
“Çok üzgünüm,” dedi George, Adeline’ın eteğine doğru.
“Hayır,” dedi Adeline. Sonra daha yüksek bir sesle haykırdı: “Hayır!
Hayır! Hayır!” Ellerini G eorgeun ellerinden kurtarm ış, şekilden şekle
giren bir ifadeyle çılgınlar gibi George un kafasına vuruyordu. Sonsuz
ve kendinden em in bir sesle, “H A YIR, H A YIR, H A YIR, H A YIR !..”
diye bağırıyordu. George ise onun bacaklarına yapışmış, ağlayıp on
dan özür diliyordu. Kendi gözyaşlarında boğulan Lottie nin gözleri
etrafını göremeyecek kadar bulanıp acıyordu. Bebekle birlikte yataktan
kalkacak gücü zar zor buldu. Yalnızca fiziksel olan o acıyı görm ez
likten gelmek şimdi daha kolaydı. Kan ve gözyaşı lekelerini peşinden
sürükleyerek yürüyüp odadan çıktı ve kapıyı da arkasından kapattı.
Yas dört haftadan bir gün önce bitti. Lottie bir sabah uyandığında
Adeline’ı m utfakta, bir kabın içine yum urta kırarken buldu. Ona
pasaporttan bahsetm edi; insanların hayatı, uyuyan bir köpek m isali
rahatsız edilmeden öylece kalmalıydı.
“Rusya’ya gidiyorum ,” dedi Adeline başını kaldırm adan.
“Öyle mi?” dedi Lottie. Peki ben ne olacağım , diye sormak istemişti
ama onun yerine, “Atom bombası ne olacak?” diye sordu.
Sevgili Joe,
Hayır, çok üzgünüm ama eve dönmüyorum. En azından Merhama
dönmüyorum. İşler biraz karıştı faka t sanırım en iyisi Londra'ya
dönüp bir iş bulmam. Bildiğin gibi burada Adelinem ev işlerini
yapıyorum ve benim gibi birini arayan, bebeği de kabul eden bazı
sanatçı dostları var. Küçük Camille onların çocuklarıyla birlikte
büyüyecek ve bu onun için iyi olacak. Senin söylediklerine rağmen
çalışmamam için de bir sebep göremiyorum. Yerleştiğimde sana
haber veririm, istersen ziyaretime gelebilirsin.
Bebeğe yolladığın hediye için teşekkürler. Bayan Anstynin
onu senin adına seçmesi çok nazikçe bir davranış. Şu sıralar
Camille in resmini yapıyorum , özellikle şapkayla çok güzel gö
rünüyor.
Sevgiler.
Bitm işti. Hal, A rcad ianın önündeki arabasında oturm uş, duvar res
minden gelecek olan paranın yetmeyeceği faturalara bakıp bir bakım a
haftalardır, belki de aylardır bildiği şeyin şimdi açıkça gerçekleştiğini
görm enin rahatlığını hissediyordu. O son fatura, açmayı öğle vaktine
kadar ertelediği o son fatura öyle yüklüydü ki H a fin başka çaresi kal
m am ıştı. İşi sonlandıracaktı ve duvar resminin restorasyonu tamamen
bittiğinde yeni bir iş aramaya koyulacaktı.
Bir an için gözlerini kapatıp geçen haftaların üm idinin, gerginli
ğinin sonunda kaybolup yerini gri, donuk bir sis bulutuna bırakmasına
izin verdi. Yalnızca işti sonuçta. Bu cüm leyi bir tür m antra gibi kendi
kendine tekrarlayıp durdu. Ve eğer varlığının elden çıkarılm ası onu
iflastan kurtaracaksa en azından bir gelecekleri olabilirdi. Ama zaten
onların bir gelecekleri vardı. Onun ve C am ille’in ... Son haftalar ona
bunu gösterm işti.
Son görüşmelerinde danışm an onlara, “İyi şeylere odaklanın,”
dem işti, değil mi? “Sahip olduklarınızın değerini bilin.” Onun bir
karısı ve kızı vardı. Sağlıkları yerindeydi. Ve bir gelecekleri vardı.
O an cep telefonunun sesi sessizliği bozdu ve Hal torpido gözünden
onu almaya çalışırken gözyaşı olduğunu tahm in ettiği şeyi gözlerini
kırp ıştırarak uzaklaştırm aya çalıştı.
“Benim .”
“Selam.” Hal onun sesini duyduğuna sevinerek arkasına yaslandı.
Acil bir şey yoktu. Onu eve saat kaç gibi geleceğini, akşam yeme
ğinde tavuk isteyip istem ediğini, K atien in yüzmeye gideceğini söy
lemek için aram ıştı; hepsi de aile hayatının rahatlatıcı ayrıntılarıydı.
“İyi misin? Biraz canın sıkkın gibi.”
“İyiyim ,” dedi Hal. “İstersen gelirken şarap getiririm .”
Cam ille pek ikna olmuşa benzemiyordu, bu yüzden Hal biraz
daha neşeli konuşmaya çalıştı. Ona duyması gereken şeyi söylemedi,
o konu bekleyebilirdi. Onun yerine duymak istediği şeyi söyledi: O
gün “işyerinde” neler olduğunu. O gün ortaya çıkardığı şeyi. Ustala
rın son söylediği güzel sözleri. Ona duvar resmi üzerinde çalışırken
annesinin onunla ne kadar az konuştuğunu ama adamlar Arcadia’dan
gider gitmez hiçbir şey olm am ış gibi konuşmaya başladığını anlattı.
“Belki de ona canını neyin sıktığını sorm alısın ”
“Bunun bir anlam ı yok Hal. Ona bir şey sorm anın anlam ı yok.
Bana söylemez,” dedi C am ille hem üzgün hem de kızgın bir şekilde.
“Bazen annem e ne olduğunu anlam akta zorlanıyorum. Önümüzdeki
hafta evlilik yıl dönümleri olduğu halde Arcadia’da ona ihtiyaç du
yulduğunu söylediğini biliyor musun? Babam hayal kırıklığına uğradı
tabii. Restoranda rezervasyon da yaptırm ıştı.”
“Başka bir gece giderler,” dedi Hal.
“Ama aynı şey değil ki.”
“H aklısın,” dedi Hal biraz düşünerek. “H aklısın, aynı şey değil.”
“A rtık kapatm alıyım ,” dedi Cam ille neşeli bir sesle. “Bayan Hal-
ligan kızarıp kaşınm aktan şikâyet etmeye başladı.”
“Ne?”
Cam ille telefonu ağzına iyice yaklaştırdı. “Ağdadan sonra ciltte
k ızarıklık oluşuyor. Onun da öyle bir yerinde oluştu ki çorabını bile
giyemiyor.”
Hal kahkaha attı. Aylardır ilk kez böyle gülüyordu. “Seni sevi
yorum .”
“Biliyorum ,” dedi Cam ille. “Ben de seni seviyorum.”
“C am ille?”
“Ah, merhaba anne.”
“Öğle arasında süpermarkete gidiyorduk. Küçük E llieyle sana
uğradık. Bir ihtiyacın var m ı?”
“Hayır, y ok ... Hal orada m ı?”
“Evet, dışarıda. Çay içiyor. Onu çağırm am ı ister m isin?”
“Hayır, hayır. Anne, sence iyi görünüyor mu?”
“İyi mi? Neden? Nesi var?”
“H içbir şeyi yok. Yani öyle sanıyorum . Y aln ızca... son günlerde
biraz garip davranıyor.”
“Garip derken?”
Cam ille sustu. Sonra, “Benden uzaklaştı,” dedi. “İçine kapandı
sanki. Benim le konuşmak istemiyor.”
“İşini sonlandırdı, biliyorsun. Biraz sıkıntılı olabilir.”
“B iliyorum ... Biliyorum ... A m a ...”
“Ne?”
“Şey, daha önce de işinin kötüye gittiğini, onu kapatabileceğini
biliyorduk. Ama aram ız iyiydi. Son zam anlardaki en iyi halim izdi.”
Annesi duraksadı. “Ama bana karşı iyiydi... Bana söylemediğin
bir şey yok, değil mi?”
“Ne demek istiyorsun?”
“İkinizin arasında daha önce olan şeyler tekrar etmedi sonuçta.”
“Hayır, anne, tabii ki etmedi. Ben öyle bir şey... A rtık iyiyiz. Her
şeyi geride bıraktık. Yalnızca H al’in suskunluğa gömülmesi beni biraz
endişelendiriyor. Bak, unut gitsin. Sana söylediklerim i unut.”
“Bu konuyu onunla konuşmadın m ı?”
“Unut gitsin, dedim anne. H aklısın, bu iş olayı canını sıktı. Ona
biraz zaman vereceğim. A rtık gitmeliyim. Lynda Potter’ın yosun mas
kesini çıkarm alıyım .”
Lottie çantasına bakarken aniden doğru olanı yaptığına karar
verdi. C am ille’e henüz paradan bahsetm eyecekti; o paraya gerçekten
ihtiyaç duymasını, ona bunu açıkça söylemesini bekleyecekti ki o za
m anın umduğu kadar uzak olmayacağı da belliydi.
“Neye ihtiyacı var, biliyor musun?”
“Neye?”
“Arınm aya. O zaman kendini daha iyi hissedecek.”
O andan itibaren Jon esu n m orali bariz bir şekilde düzelirken Daisy
de eşit derecede canlandı. Jones gittikçe rahatlam ış, tüm dikkatini
Daisy ye vermeye başlam ıştı. Onun o garip tercihlerine daha az direnç
gösteriyor, kredi k artını daha tatm in edici bir sıklıkta kullanıyordu.
Jones banyolardan birine koymak için uçuk fiyatlı bir ecza dolabını
almayı kabul ettiğinde Daisy, “Hepsine bu kadar para harcam anın
bir sakıncası olm adığından em in m isin?” diye sordu. “Burası pek de
ucuz bir yer sayılm azm ış.”
“Bugün bu işten tahm in ettiğim den daha fazla keyif aldığım ı
söyleyeyim,” dedi Jones. Saatin kaç olduğunu da bir daha sormadı.
Oradan ayrılm adan kısa bir süre önce, belki de Jonesun kredi
kartını um arsızca kullanm asından etkilenen Daisy o vitray pencereyi
de almaya karar verdi. Çok pahalıydı. Onu içine koyacağı bir evi bile
yoktu. Am a onu alm ayı çok istiyordu ve alm azsa aylarca aklından
çıkm ayacağını da biliyordu. Arkadaşlarıyla bir araya geldiğinde ka-
çın lm ış fırsatlardan nasıl bir pişmanlıkla bahsediyorlarsa bir mezatta
kaybettiği Venedik şamdanını da hâlâ aynı pişmanlıkla düşünüyordu.
Daisy ödeme bölmesinde nakliye işini organize etmeye çalışan
Jonesun yanına gitti. “Beş dakika sonra geliyorum,” dedi barakayı
işaret ederek. “Kendime bir şey alm ak istiyorum ”
Daisy pencerenin satıldığını duyduğunda neredeyse ağlayacaktı.
Onu görür görmez almadığı için şimdi kendini azarlıyordu; iyi bir şey
gördüğünde onu hemen alm ak gerekirdi. Gözleriniz o şeyin değerini
karar vermeye yetecek bir hızla göremiyorsa demek ki onu hak etm i
yordunuz. Daisy pencerenin üstündeki melek resmine baktı. A rtık onu
alm a şansı kalmadığı için ona sahip olma isteği daha da büyümüştü.
Bir keresinde bu şekilde bir kanepe kurtarmıştı; bir eskici dükkânında
gezinirken onu burnunun dibinden alan adamı bulmuş, ona kanepeyi
satın almayı teklif etm işti. Adam asıl fiyatın neredeyse iki katını iste
m işti ve o kanepeye sahip olmayı her şeyden çok isteyen Daisy bunu o
an umursamasa da verdiği para aylar geçtikçe içine oturmuştu. A rtık
o kanepeye baktığında güçlükle kazandığı bir antika değil, ödemek
zorunda kaldığı şişirilm iş bir fiyat görüyordu.
Jones üst üste yığılm ış kapıların yanında dururken, “İyi m isin?”
diye sordu. “İstediğin şeyi aldın m ı?”
Daisy buz camlı panellerden birine öylece yaslanarak, “Hayır,” dedi.
Sızlanm ayacağına dair kendi kendine söz vermişti. A rtık bazı şeylere
bir bütün olarak bakabiliyordu. “Şansım ı kaçırdım ,” dedi. Ardından
cam çatırdayarak parçalanırken Daisy bir çığlık eşliğinde yana çöktü.
Acilde tam iki saat kırk dakika geçirm işlerdi. Daisy ye on iki dikiş
atılm ıştı ve kolu sarılm ıştı. Daisy o sırada birkaç fincan tatlandırıcılı
m akine çayı içm işti. Jones arabaya binm esine yardım ederken, “Öğle
yemeği yiyebileceğimizi sanm ıyorum ,” dedi, “ama birkaç kadeh bir
şeyler içebiliriz.” Sonra da D aisy n in sağlam eline bir kutu ağrı kesici
verdi. “Ve evet, bunlarla içebiliyorsun. İlk kontrol ettiğim şey bu oldu.”
Daisy, Jones un arabasının yolcu koltuğunda, yeni kıyafetleri kana
bulanm ış bir şekilde, çaresiz, şaşkın ve itiraf edebileceğinden daha
etkilenmiş bir halde sessizce oturuyordu. Jones genel olarak her konuda
şaşırtıcı derecede iyiydi; hemşireler hasta sınıflandırm ası yaparken
sırasıyla tüm bekleme salonlarında Daisy yle birlikte oturmuştu, dok
torlar yarasını temizleyip kolunu yamalı bir bebekten farksız bir şekilde
sararken de sabırla beklemişti. Telefon görüşmesi yapmak için iki defa
dışarı çıkm ıştı ki sonradan arabada söylediğine göre birinde Lottie’yi
arayıp D aisyn in daha geç bir saatte eve döneceğini haber vermişti.
Daisy, Jonesun arabasının açık renkli deri döşemesindeki kah
verengiye dönen kan lekelerine dehşet içinde bakarken, “Kızdı m ı?”
diye sordu.
“Hiç kızmadı. Bebek de iyiymiş. Bu akşam kocasıyla birlikte yemek
yemeye söz verdiği için onu kendi evine götüreceğini söyledi. Hem
araba da kullanam azsın.”
“Bay Bernard mem nun olacak demek ki.”
“Bak, bir kaza geçirdin. Böyle olaylar insanların başına gelebiliyor.
Lütfen endişelenm e.”
Jones gün boyunca böyleydi; bir sürü zam anı varm ış ve dünya
umurunda değilm iş gibi güven verici ve yum uşak bir tavır içindeydi.
Daisy ona yaslanıp koluna girdiğinde ve hastane koridorlarındaki plastik
sandalyelerde yanına oturduğunda kendini ona çok yakın hissetm işti.
Yaralanm akla kalm am ış, aynı zamanda da hastalanm ış gibi Jones
onunla alçak ve yum uşak bir ses tonuyla konuşuyordu. Daisy zaman
zaman o sabah onu Liverpool Caddesi nden alan adamla bu adamın
aynı kişi olup olm adığını m erak ediyordu.
“Gününü m ahvettim , değil mi?”
Jones bu sözler üzerine kahkahalarla güldü ve gözlerini yoldan
ayırm adan başını iki yana salladı.
Kolunun zonklamasını görmezlikten gelmeye çalışan Daisy sustu.
Red R oo m sa vardıklarında Jones yine sert bir ifadeye büründü.
Bunun sebebi kısm en, içeri girdiklerinde resepsiyonda kim senin ol
m amasıydı. Daisy daha sonra ona bunu neden sorun ettiğini sor
duğunda Jones ona bunun işten atılm a gerekçesi bile olabileceğini
söyledi. “Buraya gelen herkes eski bir dost gibi karşılanm alı. İsim leri,
yüzleri tanım aları için onlara para ödüyorum. İstedikleri saatte öğle
yemeğine çıkabilsinler diye değil.”
Jones, Daisy yi sağlam kolundan tutup ahşap basamaklardan yukarı
çıkm asına, sonra da barın yanından geçmesine yardım etti. Kendi
lerinden daha tanınm ış birini görme ümidiyle her içeri girene bakan
ve Jones u görünce el sallayan ya da içtenlikle selamlayan insanlar pır
pır dönen vantilatörlerin altında oturmuşlardı. Eskiden etrafı izlemek
Daisy nin de hoşuna giderdi. Ama kanlı kıyafetlerinin ve sargısının,
Londralı bar müdavim lerinin keskin, değer biçen bakışlarına maruz
kalm asından korktuğu için, Jones onlara ofisinin önündeki terasta
bir masa ayırttığını söylediğinde rahat bir nefes aldı.
Çünkü geri dönmüş olm ak nedense bir anda olanca ağırlığıyla
üzerine çökmüştü. Soho trafiğinin uğultusu, yol çalışm alarının gü
rültüsü, bağırıp çağırm a sesleri onu iyice sindirm işti. E trafının yük
sek binalarla kuşatıldığını hissederken kalabalıkta nasıl yürüyeceğini
unutmuş, tereddüt etmeye, yanlış yollara sapmaya başlamıştı. Aniden,
beklenm edik bir anda içi bebeğine karşı derin bir özlemle doldu ve
onları ayıran kilometreleri hesaplayınca içini bir huzursuzluk kapladı.
Daha da kötüsü D an iela benzeyen adam lar görüyor ve her seferinde
midesinin rahatsız edici, tepkisel bir şekilde burkulduğunu hissediyordu.
Jones “bir işini halletm ek için” ondan beş dakika izin istemişti.
Ona içkisini getiren uzun, siyah saçları havalı bir şekilde toplanm ış,
bronz tenli, Amazon güzeli kız onu şüpheli gözlerle süzdü.
“Bir kapının üstüne düştüm,” dedi Daisy gülümsemeye çalışarak.
“Öyle mi?” dedi kız ilgisizce ve Daisy’yi öyle bir açıklam a yaptığı
için kendini aptal gibi hissetm esine sebep olan bir duyguyla baş başa
bırakarak ağır adım larla yanından uzaklaştı.
Jones nihayet terasa döndüğünde Daisy, “Jones, çok üzgünüm
ama ben gerçekten eve dönm eliyim ,” dedi. “Beni Liverpool Caddesi
istasyonuna bırakabilir m isin?”
Jones kaşlarını çatıp karşısına oturdu. “Kendini iyi hissetm iyor
musun?”
“Sersem gibiyim. Bence ev e...” Daisy oteli nasıl nitelendireceğini
bilem ediğinden susmayı tercih etti.
“Önce bir şeyler ye. Bütün gün ağzına tek lokma koymadın. Belki
de o yüzden böyle hissediyorsundur.” Bu bir em irdi resmen.
Daisy hafifçe gülümseyip ışığa karşı elini gözüne siper etti. “Öyle
olsun.”
Biftek siparişi verdi ve tek eliyle rahatça yiyebilsin diye Jones
tabağını ondan alıp eti dilim lerken Daisy tedirgin bir şekilde öylece
oturdu. Belirli aralıklarla, “Kendimi aptal gibi hissediyorum,” diyordu.
“Bir şeyler ye,” dedi Jones. “Kendini daha iyi hissedeceksin.”
Ama kendisi bir şey yemedi ve biraz utanarak birkaç kilo fazlalığını
gizlemeye çalıştı. “Gördüğün gibi hayatım eğlenceyle geçiyor,” dedi
karnına bakarak. “Kiloları eskisi kadar kolay veremiyorum artık.”
“Yaşındandır ” dedi Daisy ikinci şarabını içerken.
“Şimdi kendini daha iyi hissediyorsundur” dedi Jones.
Duvar resminden ve H al’in özenle, titizlikle ortaya çıkardığı yüz
lerden konuştular. Daisy ona Lottie’nin bundan hâlâ hoşnut olmadığını
anlattı. Ama Lottie, Daisy yi kararından caydıramayacağını anlayınca
kabaca da olsa ona bazı figürlerin kim olduğunu söylemeye başlamıştı.
Biri birkaç kilom etre ötede, çakıl taşlı sahildeki barakalardan birinde
yaşayan Stephen M eeker’dı. (Onunla arkadaş değillerdi ama Cam ille
doğduğunda Stephen ona çok iyi davranmıştı.) Ö nceki gün Lottie ona
Adeline’ı göstermişti ve Daisy kadının resminin önünde durup oyuncak
bebekleri andıran görüntüsünü hayranlıkla izlemişti. Aradaki onlarca
yılın yok olup gittiğini hissederken günümüzde norm al karşılanan o
skandal davranışını gözünde canland ırm ıştı. Lottie ona Frances’i de
göstermişti. Ama Frances’in yüzü kısmen silinm işti. Daisy, Frances’in
resm ini sanatçılar arşivi gibi bir yerde bulup onu da arkadaşlarının
yanına yeniden yerleştirip yerleştiremeyeceklerini düşünmüştü. “Her
kes bir yana, o resimde onun olm am ası büyük haksızlık,” dedi Daisy.
“Belki de kendisi görünm ek istem em iştir,” dedi Jones.
Daisy ona dün akşamdan bahsetmedi; pencereden dışarı baktığında
Lottie nin, duvar resminin önünde hiç kımıldamadan durup görünm e
yen bir şeyin içinde kaybolup gittiğini anlatmadı. Elini resimdeki bir
şeye dokunur gibi uzattığını ve aniden, kendini azarlarcasına dönüp
gittiğini de anlatmadı.
Jones ona otelin açılışıyla ilgili planlarından bahsetti ve detaylı
birkaç dosyayla daha önceki açılışın fotoğraflarını gösterdi. (O fo
toğrafların hemen hepsinde Jones’a uzun boylu, büyüleyici güzellikte
kadınlar eşlik ediyordu.) “Bu kez farklı bir şeyler yapmak istiyorum,
evi yansıtacak bir şey. Ama tam olarak ne yapabileceğimi henüz bu
lam adım ,” dedi.
Daisy kendini istilaya uğramış gibi hissederek, “Ünlüler mi ge
lecek?” diye sordu.
“Birkaç tanıdık yüz olabilir,” dedi Jones, “ama çok sade bir şey
olmasını da istemiyorum. Otelin asıl amacı da farklı bir şeyler sunmak
zaten. Buna uygun bir şey olabilir.”
“Hâlâ hayatta olan var m ıdır acaba?” dedi Daisy dosyaya bakarak.
“Kim lerden?”
“Onlardan. Frances’in duvar resmindeki insanlardan. Yani Fran
ces ve Adeline’ın hayatta olm adığını biliyorum . Am a eğer resim ellili
yıllarda yapıldıysa çoğunun hayatta olabileceğini düşünüyorum.”
“Ee?”
“O nları bulup bir araya getirebiliriz. Senin otelinde. Açılış için.
Sence bu harika bir tanıtım olmaz mı? Yani bu insanlar L o ttien in
dediği gibi yaşadıkları dönemin yüz karasıysa bundan harika bir
haber çıkarabiliriz. Duvar resm inin görüntüsü sende v ard ı... Bence
muhteşem bir şey olur.”
“Eğer hâlâ hayattaysalar.”
“Başka türlü onları davet edemem zaten. Böylece kasabalılar da
biraz yumuşar. Yani geçm işlerinden bahsedileceğini ö ğren irlerse...”
“Bence de işe yarayabilir. Carol a bu işle ilgilenm esini söylerim.”
Daisy başını içkisinden kaldırdı. “Carol kim ?”
“Parti organizatörüm . Kendisinin bir halkla ilişkiler şirketi var.
Benim işlerim i de o organize eder.” Jones kaşlarını çatarak D aisy’ye
baktı. “Sorun nedir?”
Daisy kadehini eline alıp içkisinden büyük bir yudum içti. “As
lın d a... ben ilgilenmek isterdim.”
“Sen m i?”
“Şey, bu benim fikrim . Duvar resmini de ben buldum. Onunla
aramda bir bağ kurdum sanırım .”
“İyi ama o kadar zam anı nasıl bulacaksın?”
“Birkaç telefon görüşmesi yapacağım, o kadar. Bak Jones,” dedi
Daisy neredeyse bilinçsizce elini m asanın diğer tarafına uzatarak,
“bana sorarsan bu duvar resmi çok özel bir şey. Çok önemli bile ola
bilir. Sence gizli kalması daha iyi olmaz mı, en azından şimdilik?
Haber azar azar sızmadığı takdirde çok daha fazla ilgi görür. Ayrıca
bu halkla ilişkiler uzm anlarını bilirsin, çenelerini tutamazlar. Em inim
Carol işinde çok iyidir ama bu duvar resmi şim dilik aramızda kalırsa
-boyam a işi bitene kadar y a n i- o zaman etkisi çok daha büyük olur ”
Daisy, Jonesun gözlerinin siyah olduğunu sanıyordu ama şimdi
gerçek anlam da koyu mavi olduklarını gördü.
“Sana fazladan yük olacağını düşünmüyorsan neden olm asın?”
dedi Jones. “O nlara tüm m asraflarını benim karşılayacağım ı söyle.
Ama fazla da um utlanm a derim. A ralarında yaşlı, bunak, hasta in
sanlar olabilir.”
“L ottie’den çok da yaşlı değiller.”
“Eveeet.”
O an birbirlerine bakıp gülümsediler. Suç ortaklarına özgü, sa
vunmasız bir gülümsemeydi bu. Daisy kendini çok daha iyi hissettiğini
fark etti ve durdu çünkü nedense böyle hissetmemesi gerektiğine dair
bir duyguya kapılm ıştı.
Daisy duvar resm inin altındaki sıraya, farklı ölçülerde fırçaların bu
lunduğu kavanozların arasına oturdu. Daniel ise sırtını denize vermiş,
eve bakıyordu. Daisy belli etmeden onu izlemeye çalışıyordu ama biri
onu görebilir korkusu da onu epey tedirgin ediyordu.
“H arika bir iş çıkarm ışsın,” dedi Daniel. “Ev tanınm ayacak du
ruma gelmiş.”
“Çok çalıştık,” dedi Daisy. “Ben, ekip, Lottie, Jo n es...”
“Seni Londra’dan buraya getirmesi büyük incelik.”
“Evet, evet.” Daisy çayını yudumladı.
“Sana ne oldu peki? Koluna yani?” dedi Daniel. “Dün gece sormak
istedim a m a ...”
“Kestim .”
D aniel’ın beti benzi attı.
Daisy onun ne düşündüğünü ancak bir süre sonra anladı. “Hayır,
hayır. Öyle bir şey değil. Cam kapının üstüne düştüm.” Daniel’ın onun
hayatında hâlâ çok önem li bir yer kapladığını düşünmesine içten içe
sinirlendi.
“C anın yandı m ı?”
“Biraz. Ama ağrı kesici verdiler.”
“İyi. Çok iyi olmuş. Yani kolun değil tabii ki. Ağrı kesici vermeleri
iyi olmuş.”
Aslında bu kadar gergin başlam am ıştı. Daisy dün gece onu ilk
gördüğünde bir an bayılacağını sanmıştı. Sonra Jones vitray pencereyi
tem kinli bir şekilde arabadan indirip ondan hemen izin istemişti.
Daisy de içeri girip tırabzanlara tutunarak kontrolsüzce ağlamıştı.
Daniel ona sarılıp ondan a f dilerken gözyaşları birbirine karışm ıştı.
Daisy onun vücudunun bu kadar tanıdık, aynı zamanda da bu kadar
yabancı gelm esinin şaşkınlığıyla daha da şiddetli ağlamıştı.
D aniel’ın gelişi o kadar ani olmuştu ki Daisy ne hissedeceğini
anlayacak vakit bulam am ıştı. Jones’la geçirdiği akşam onunla ilgili
her şeyi açığa çıkarm ıştı, Daisy ardından da D an iel’la yüzleşmişti;
yokluğunu geçen ayların her dakikasında hissettiren, aniden ortaya
çıktığından beri de ona her baktığında ağlamasına sebep olacak kadar
karm aşık duygular hissetm esine yol açan D aniel’la ...
“Özür dilerim Daise,” demişti D aisyn in ellerini avuçlarının
arasına alarak. “Çok özür dilerim .”
Daisy ancak uzun bir süre sonra kendini toparlayıp tek eliyle
onlara büyük kadehlerde şarap doldurmuş, ardından da bir sigara
yakm ıştı. O bunu yaparken D aniel’ın nasıl şaşırdığı ve şaşkınlığını
gizlemeye çalıştığı da gözünden kaçm am ıştı. Sonra gözlerini ondan
ayırmadan yanına oturm uştu. Ona ne söyleyebilir, ne sorabilirdi ki?
Daniel ilk bakışta aynı görünüyordu; saçları aynı model kesil
mişti, pantolonu ve spor ayakkabıları onu terk etmeden önceki hafta
giydiklerinin aynısıydı. Aynı davranışları sergiliyordu; yerinde durup
durm adığından em in olm ak istercesine elini başının üzerine koyup
duruyordu. Ama Daisy ona yakından baktığında Daniel gözüne farklı
görünmüştü. Belki daha yaşlı. Yıprandığı kesindi. O an kendisinin
nasıl göründüğünü merak etti.
“Şimdi nasılsın?” diye sormuştu Daisy. Bunun tehlikesiz bir soru
olduğunu düşünmüştü.
“M erak ettiğin buysa kafam artık karışık değil,” dem işti Daniel.
Daisy şarabından büyük bir yudum içmiş ve asit tadı alm ıştı,
yeterince içm işti zaten. “Nerede kalıyorsun?”
“Ağabeyimin yanında. Paurd e.”
Daisy onu başıyla onaylam ıştı.
Daniel gözlerini ondan bir an olsun ayırmıyordu. Bakışları ger
gindi ve sürekli gözlerini kırpıştırıyordu. Loş ışıkta göz altlarındaki
derin çizgiler belli oluyordu. “Burada yaşadığını bilmiyordum bile,”
demişti. “Annem kasabada, birinin yanında kaldığını sanm ış.”
“K im in yanında kalabilirdim ki?” dem işti Daisy sertçe, öfkesi
yüzeye çok yaklaşm ıştı. “Evden ayrılm am gerekiyordu.”
“Oraya gittim ,” dem işti Daniel. “Başkası vardı.”
“Evet, kirayı ödeyebilecek durumda değildim .”
“Hesapta para vardı D aise.”
“Yokluğun süresince yetecek kadar değildi. Diğer ihtiyaçları
karşılam aya yetecek kadar da. Ö zellikle de Bay Springfield’ın yaptığı
zam m ı hesaba kattığında o para hiçbir şeye yetm ezdi.”
Daniel başını eğmiş ve ümitle, “İyi görünüyorsun,” demişti.
Daisy ise bacaklarını uzatmış ve sol dizindeki kararm ış kan le
kesini ovmaya başlam ıştı. “Sen gittikten sonraki halimden daha iyi
olduğum kesin. O zam anlar zorla hareket edebiliyordum ”
Uzun ve çözülmesi güç bir sessizlik olmuştu o an.
Daisy, D anierın başındaki o gür, siyah saçlara bakarken uyanıp
da onu yanında bulam ayınca ağladığı zam anları hatırlam ıştı. Yata
ğına uzanıp parm aklarını birbirine kenetlediklerinde ne hissettiğini
düşündüğü zam anları... Oysa şu an D aniel’ın parmaklarına dokunma
isteği yoktu içinde. Tek hissettiği buz gibi bir öfkeydi. Altındaysa
D aniel’ın yine onları bırakıp gideceği korkusu.
“Özür dilerim Daise,” demişti Daniel. “B a ... bana ne oldu, bil
m iyorum .” Daniel bir konuşma yapmaya hazırlanıyorm uş gibi otu r
duğu yerde kım ıldanm ıştı. “Antidepresana başladım. Biraz faydasını
gördüm, şimdi kendimi eskisi kadar çaresiz hissetm iyorum . Ama
ilacı uzun süre kullanm ak da istemiyorum. İlaca bağım lı olduğumu
hissetm ek istem iyorum sanırım .” Daniel şarabından bir yudum iç
m işti. “Psikiyatriste de gittim . Bir süre. Kadın biraz çatlaktı.” Daniel
kendi aralarında yaptıkları o esprili yüz ifadesini kullanarak başını
kaldırıp ona bakm ıştı.
“Ne düşünüyor peki? D urum un hakkında.”
“Açıkçası öyle bir şey değil. Bana bir sürü soru sordu ve çözüm
bulm am ı bekledi.”
“Aslında hayatını idare etm ek açısından iyi bir yol. Peki dedik
lerini yaptın m ı?”
“Sanırım bir yere kadar.” Daniel ayrıntıya girm em işti.
Daisy bunun ne anlam a gelebileceğini düşünemeyecek kadar
yorgundu. “Bu gece burada mı kalacaksın?”
“İzin verirsen.”
Daisy sigarasından bir nefes daha çekip üflem işti. “Sana ne söy
leyebileceğimi bilm iyorum D an,” demişti. “Çok yorgunum ve her şey
çok ani oldu. Şu an doğru düzgün düşünecek halde bile d eğilim ... En
iyisi sabah konuşalım .”
Daniel bakışlarını ondan ayırmadan başını sallam ıştı.
“W oolf Süiti nde kalabilirsin. Dolapta bir yorgan var. Onu kullan.”
Başka bir yerde uyuma olasılığı ikisinin de aklından geçm emişti
zaten.
Daisy odadan çıkarken, “O nerede?” demişti Daniel.
Ah, dem ek sonunda aklına geldi, diye düşünmüştü Daisy. “Sabah
erkenden burada olur.”
Daisy’nin gözüne uyku girm em işti. Onun duvarın hemen diğer
tarafında yattığını, üstelik büyük ihtim alle uyumadığını bilirken na
sıl uyuyabilirdi ki? Hatta bir ara D an iela verdiği tepki yüzünden ve
muhteşem bir kavuşmayı berbat bir şekilde sabote ettiği için kendi
kendini azarlam ıştı. Bu gece hiçbir şey söylemeyip ona sarılm alı, onu
sevmeli, yeniden evinde gibi hissetmeliydi. Başka zamanlardaysa ona
kalm asını söylediği için bile kendine kızıyordu. İçini saran o kaskatı,
buz gibi öfke zaman zaman aklına türlü sorular getiriyordu: Nere
deydi? Neden onu aram am ıştı? K ızını sorm ak neden bir saat sonra
aklına gelmişti?
Daisy saat altıda bulanık gözler ve baş ağrısıyla uyandı. Yüzünü
soğuk suyla yıkadı. E llien in yanında olm asını diledi. Böylece bir
şeylerle ilgilenir, bir uğraşı olurdu. Onun yerine evin verdiği o her
zam anki güven duygusu ve aşinalıkla oradan oraya dolanıp durdu.
Tabii o aşinalık ve güven bu zam ana kadardı. Bundan sonra burayı
D aniel’dan bağımsız düşünemeyecekti; Daniel bu zamana dek ondan
tam am en arınm ış olan yerlere çoktan izini bırakm ıştı. Bu durum un
onun dengesini bozduğunu fark etmesi bile Daisy nin birkaç dakikasını
aldı çünkü D aniel’m yine gitm esini bekliyordu.
Daniel, Lottie geldikten sonra uyandı. Lottie, alışılm adık bir gece
geçirm esine rağmen sakin görünen E lliey i D aisyye verdi ve ona iyi
olup olm adığını sordu.
Daisy yüzünü E llie n in boynuna gömerek, “İyiyim ,” dedi. Kızı
farklı kokuyordu, başka birinin evi gibi. “Ona baktığın için teşekkürler.”
“Hiç sorun çıkarm adı.” Lottie, Daisy yi bir süre inceledi ve tek
kaşını kaldırarak onun koluna baktı. “Ben çay yapayım öyleyse,” deyip
mutfağa geçti.
Birkaç dakika sonra merdivenlerden inen D aniel’ın şiş gözleri ve
solgun teni onun da pek rahat bir uyku çekem ediğini gösteriyordu.
Daisy ve E llieyi gördüğünde bir ayağı geride, olduğu yerde kalm ıştı.
Daisy onu görünce kalbinin duracağını sandı. Hatta dün gece
rüya görüp görmediğini kendine birkaç defa sormuştu.
“Ç o k ... çok büyümüş,” diye fısıldadı Daniel. Daisy dilinin ucuna
kadar gelen iğneleyici sözleri zor bastırdı.
Daniel ağır adım larla merdivenlerden indi ve gözlerini kızından
ayırmadan onlara doğru yürüdü. “Merhaba tatlım,” dedi sesi çatlayarak.
Ellie bir çocuğun yaşanan anı etkisiz kılm a becerisiyle sürekli
Daisy nin burnuna vuruyor, bir yandan da kendi kendine karga gibi
sesler çıkarıyordu.
“Onu kucağım a alabilir m iyim ?”
Kendini E llienin daha sert darbelerinden korumaya çalışan Daisy,
D aniel’ın gözlerindeki yaşlara, yüzündeki özlem dolu ifadeye baktı. Şu
anı -aylard ır hayalini kurduğu, gerçekten yaşamayı dört gözle bek
lediği a n ı- gerçekten yaşarken neden içgüdüleri ona kızına daha sıkı
sarılm asını, onu D an iela hiç verm em esini söylüyordu?
“Al,” dedi E lliey i ona uzatarak.
“Merhaba Ellie. Şuna bak!” Daniel onu, çocukları kucaklamaya
çok da alışkın olmayan biri gibi yavaşça, tem kinli bir şekilde kendine
yaklaştırdı. Daisy ona E llieyi küçük kızın hiç de hoşuna gitmeyen bir
şekilde taşıdığını söylemedi ve E llien in kolunu ona doğru uzatışını
görm ezlikten gelmeye çalıştı. “Seni çok özledim ben,” diyordu Daniel
çocuk gibi sesler çıkararak. “Ah, tatlım . Baban seni çok özledi.” O an
Daisy içini saran karm akarışık duyguların etkisine kapıldığından o
halini D aniel’dan gizlemek için hemen yanlarından uzaklaşıp mut
fağa kaçtı.
Gün çabuk geçm işti. Daisy işler, yanlış takılan kapı kulpları ve ka
panmayan pencereler dikkatini dağıttığı için memnun olmuş, işlerin
o sinir bozucu sıradanlığı her şeyin norm al ve dengede olduğunu
düşünmesini sağlam ıştı. Daniel sözde gazete alm ak için kasabaya in
m işti ama Daisy nin tahm inine göre o da tıpkı kendisi gibi zorlandığı
için evden biraz uzaklaşm ak istem işti. Aidan ve Trevor onu ilgiyle
izliyordu. G özlerinin önünde yaşanan aile dram ından epik kesitler,
radyodan dinledikleri futbol turnuvasındaki karşılaşm alardan bile
daha çok ilgilerini çekm işti.
Lottie ise gözlem yapıyor ama herhangi bir yorumda bulunmuyordu.
“D aniel orada kaldığı sürece” E llie n in günlük bakım ını kısmen
ona devretmeyi teklif etm işti o sabah. D an iela E llien in m am alarını
hazırlam ak, onu m am a sandalyesine oturtm ak, uyurken bundan çok
hoşlandığı için battaniyesini çenesinin altına sıkıştırm ak gibi şeyleri
nasıl yapacağını öğretmeyi tek lif etm işti. “Birilerinin onun yanında
dolanıp durmasından, onu tedirgin etmesinden hoşlanm az,” demişti.
Lottie bunu söylerken yüzünde beliren ifade D aisy’yi, D aniel’ın eve
dönmesi konusunda gerçekten ciddiyse bu işi sadece Lottie’ye yaptır
m anın çok da iyi bir fikir olm adığına ikna etm işti.
C am ille öğle vakti uğram ış, annesiyle kısaca lafladıktan sonra
D aisyye gizlice “iyi olup olm adığını” sormuştu. “İstersen bu akşam
uğra da başına masaj yapalım. Annem E lli’yle ilgilenir. Bu çocuklar
strese karşı birebir.” Karşısındaki başka biri olsa Daisy ona defolup
gitm esini söylerdi. Londralıların o doğuştan gelen gizlilik duygusuyla
büyümüş biri olarak köy yaşantısının kısıtlılığından nefret ediyordu.
Belli ki D an ielm ortaya çıkışı herkesin bir tahm in yürütm esine se
bep olmuştu. Ama C am ille dedikoducu biri değildi. Belki de günlük
çalışm a rutininde çok sayıda sansasyonel hikâye duyduğu için işin
zevkli yanını da artık kanıksam ıştı. C am ille’in amacı ona kendini
iyi hissettirm ekti. Belki de kendine bir arkadaş arıyordu. “Uğramayı
unutm a,” demişti Cam ille, Rollo’yla birlikte giderken. “Doğrusunu
istersen Katie arkadaşlarıyla çıktığında biriyle sohbet etm ek istiyo
rum. Hal son günlerde resimdeki hanımefendilerle benden daha çok
ilgileniyor.” Bu son cüm leyi şakayla karışık söylemişti ama yüzünde
düşünceli bir ifade belirm işti.
Demek Daisy nin aşk hayatıyla ilgilenmeyen tek kişi H al’di. Belki
de artık dörtte üçlük bir kısm ı ortaya çıkan duvar resm ine kendini
iyice kaptırdığı içindi. Kendini resme o kadar kaptırm ıştı ki k im
seyle doğru düzgün konuşmuyordu. Öğle molası vermiyor, karısının
getirdiği sandviçleri alırken eskiden yaptığı gibi rom antik sözler sarf
etmiyordu. Hatta yemeyi unuttuğu zam anlar bile oluyordu.
Jones aram am ıştı.
Daisy de onu aram am ıştı. Ne söyleyeceğini bilmiyordu.
“Julia?”
“Selam tatlım . İşler nasıl? Benim tatlı bebeklerim nasıl?”
“Daniel döndü.”
Kısa bir sessizlik oldu.
“Julia?”
“Anlıyorum . Bu küçük mucize ne zaman gerçekleşti peki?”
“İki gün önce. Kapıma geldi.”
“Sen de onu içeri mi aldın?”
“Ona treni yakalam asını söyleyemezdim. Saat neredeyse ondu.”
Ablasının homurdanmasından Daisy onun böyle yapacağını anladı.
“Um arım o n u n la...”
“Burada sekiz süit var Julia.”
“Eh, bu da bir şeydir bence. Bekle.” Daisy bir elin ahizeyi ka
pattığını duydu, ardından boğuk bir haykırış geldi: “Don? Patatesin
altını kısabilir misin hayatım? Telefondayım.”
“Dinle, seni fazla tutm ayacağım . Yalnızca bilm eni istedim .”
“Temelli mi dönm üş?”
“Ne? Daniel mı? Bilm iyorum . Söylemedi.”
“Tabii ki söylemez. Planlarından bahsetmesini beklemek aptallık
olur.”
“Öyle değil Ju. Henüz o konuyu konuşmadık. Neredeyse hiçbir
şey konuşm adık.”
“Böylesi ona daha çok uyar tabii.”
“O karar vermeyecek.”
“Onu savunm aktan ne zaman vazgeçeceksin Daisy?”
“Onu savunmuyorum, gerçekten. Sanırım bir aradayken nasıl
olduğumuzu görmeye çalışıyorum. İlişkim izin yürüyüp yürümeyece
ğini anlam ak istiyorum. Ondan sonra ciddi bir konuşma yapabiliriz.”
“Sana para vermeyi tek lif etti m i?”
“Ne?”
“Orada kaldığı için. Çünkü kalacak başka yeri yok, değil m i?”
“O...”
“Şu an lüks bir otelde kalıyor, süitte. Hiç ücret ödemeden.”
“Ah, Julia ona biraz şans ver.”
“Hayır D aisy Ona şans vermeye falan niyetim yok. Sana yap
tıklarından sonra neden ona şans vereyim ki? Sana ve öz çocuğuna.
Bana sorarsan işe yaram az adam ın teki.”
Daisy kendine hâkim olamayıp homurdandı.
“Öylece gelip seni yeniden kontrol etmesine izin verme Daisy. Sen
onsuz gayet iyi idare ediyorsun, unuttun mu yoksa? Bunu aklından
hiçbir zam an çıkarm a. Sen dibe batıp çık tın .”
Öyle mi yaptım, diye düşündü Daisy sonradan. Başlardaki kadar
çaresiz olm adığı kesindi. Ellie yi de kendi rutinine alıştırm ayı başar
m ıştı, hem de tersi olması gerekirken. Kendini yeniden bulduğunu,
çoğu zaman eski D aisy’den çok daha iyi yanlarını ortaya çıkardığını
düşünüyordu. A rcad iayı yenilerken tek başına çok önemli ve beklen
m edik bir başarı kazanm ıştı. Ama yalnızdı. O yalnız yaşamayı kolay
bulan kızlardan değildi.
“Değişmişsin,” dedi Daniel. Bunu beklenmedik bir biçimde, Daisy yi
çalışırken izlediği sırada söylemişti.
“Hangi yönden?” diye sormuştu Daisy de tem kinli bir tavırla.
Bu zamana dek ondaki tüm değişimler D an iela göre kötü yöndeydi.
“Eskisi kadar kırılgan değilsin. Savunmasız görünmüyorsun. Her şeyle
daha kolay baş edebilen bir halin var.”
Daisy dışarıya, L ottien in bir fırıldağa üfleyip E lliey i zevkten
çıldırttığı noktaya baktı ve sonunda, “Ben anneyim ,” dedi.
M usluktan akan suyun sesi öylesine güçlüydü ki Lottie üst kata çık
makta olan Joenun ayak seslerini duymadı bile. Yaşlı adam habersizce
kapıda belirince Lottie yerinden sıçradı.
“Arkamdan gizlice gelmeseydin keşke!” diye haykırdı elini göğsüne
götürüp Joen u n onu savunm asız halde yakalam asına sinirlenerek.
Joe karısının gözü yaşlı halini görünce bir an duraksadı. “Genelde
seninle aynı fikirde olurum Lottie ama şimdi bir şey söylemeliyim .”
Lottie kocasına bakarken onun şu an her zam ankinden daha dik
durduğunu fark etti, yaşlı adam ın sesi de normalden daha otoriterdi.
“Ben yolculuğa çıkıyorum . O telin açılışından sonra. Bilet alıp
dünyayı gezeceğim. Yaşlanıyorum ve iyice yaşlandığımda hiçbir şey
yapmamış, hiçbir yeri görm em iş gibi hissetm ek istem iyorum .” Sonra
duraksadı. “Sen benim le gelsen de gelmesen de gideceğim. Tabii ki
gelmeni tercih ederim ama bir kez olsun kendi istediğimi yapacağım.”
O kısa konuşma büyük bir içsel çaba gerektirmiş gibi yaşlı adam
nefes nefese kalm ıştı.
Karısını suskun bir halde arkasında bırakıp kapıdan çıkarken,
“Söyleyeceklerim bu kadar,” dedi. “Pirzolaları ızgaraya koymamı is
tediğinde seslenmen yeterli.”
Jones, bebek arabalı çiftin sahil yolu boyunca yürüm esini, adamın
kolunu sevgilisinin omzuna atmasını, bebekle birlikte uzaklaşmalarını
izlerken akşam güneşi direksiyona yansıyordu.
Birkaç dakika öylece oturup gözden kaybolm alarını izledi, sonra
arabasını ters yöne çevirdi. Londra’ya geri dönmek arabayla iki saa
tini alacaktı. Biri duysa bacaklarını esnetmeye bile gerek duymadan
onca yolu gelm esinin çılgınlıktan başka bir şey olm adığını söylerdi.
Ama Jones kendi kendine C arol’la toplantısına geç kaldığını söyledi
ve A rcad ian ın araç yolundan çıkıp gözlerini bir an bile yoldan ayır
madan tren istasyonuna doğru ilerledi. O yalanm anın anlam ı yoktu.
Ne de olsa buraya gelm esinin tek sebebi buydu.
Paslı heykelciklerle dolu küçük bir bahçeyle çevrili beyaz, tahta kulübe,
kümeler halindeki diğer kulübelerden otuz m etre kadar ötede, çakıl
taşlarının üstünde duruyordu. “Böylesi hoşuma gidiyor,” dedi Stephen
Meeker, pencereden uçsuz bucaksız kumsala bakarlarken. ‘‘İnsanla
rın çat kapı gelmesi için bir sebep de yok. Öyle diledikleri gibi çıkıp
gelmelerinden nefret ediyorum. Em ekli olduktan sonra o sefil, yaşlı
halinizle her an biri ziyaretinize gelsin diye beklediğinizi sanıyorlar.”
Duvarlara asılı çeşitli kalitedeki resimler ve kumaş kaplı mobilyalar
dışında çok az eşyanın bulunduğu oturma odasında oturmuş, çaylarını
yudumluyorlardı. D ışarıda ağustos göğünün altında ışıldayan deniz
boştu. Aileler ve tatilciler M erham ’ın kum plajını tercih ediyordu.
Bu, Daisy nin bir hafta içinde yaşlı adamı ikinci ziyaret edişiydi ama
adam kısmen Daisy nin hediye olarak getirdiği dergileri beğendiği,
kısm en de D aisy n in konuşm ak istediği dönem in onun hayatının en
mutlu olduğu dönemine denk geldiği için onun gelişinden memnundu.
“Julian çok eğlenceli bir adamdı,” dedi. “Son derece eli açık biriydi,
özellikle de para konusunda. Ama sanat eseri biriktirm esi gibi insan
biriktirm e konusunda da becerikliydi. O yönden karısı gibiydi. Çok
çenesi düşük bir çiftti.”
Julian’ı çok sevdiğini söylemişti ve bu, onun gibi sert görünümlü,
yaşlı bir adamın ağzından çıkınca biraz garip kaçm ıştı. 1960’larda Ju
lian ve Adeline boşandıktan sonra Stephen ve Julian birlikte Baysvvater
yakınlarında bir yere taşınmıştı. “İnsanlara ağabey kardeş olduğumuzu
söylüyorduk. Benim için bir sakıncası yoktu. Julian o tür konularda
benden daha rahattı.” Duvardaki resimlerin çoğu Julian’ın hediyesiydi;
en az bir tanesi, fem inist bir sanat tarihçisi tarafından üzerinde “hak
iddia edildikten” sonra gecikm iş bir şöhret yakalayan Frances e aitti.
Diğer kanvasların üstündeki im zaları gördükten sonra belli et
meden geri çekilen Daisy, resim lerin kenarlarının o tuzlu havanın
etkisiyle kıvrıldığını fark edince üzüldü. “B unların ... güvenli bir yerde
olması gerekmez m i?” diye sordu nazikçe.
“Onlara, gittikleri yerde kimse bakmaz,” dedi adam. “Hayır tatlım,
ben nalları dikene kadar benimle birlikte küçük kulübemde kalacaklar.
Frances çok tatlı bir kadındı. Yaşananlarsa utanç vericiydi.”
Daisy ona, üzerinde yapılan çalışm a bitm ek üzere olan duvar
resm inin fotoğraflarını gösterdiğinde Stephen neşelenmiş, kendi genç
halinin güzelliğine hayranlıkla bakarken hatırladığı kişilerin isimlerini
söylemişti. Sonra D aisyye Julian’ın partiye gelemeyeceğini söyledi.
“Onunla iletişime geçmenin bir faydası olmaz tatlım. Hampstead Garden
Suburb’deki bir evde yaşıyor. Tamamen bunam ış.” M in ette’ten aldığı
son habere göre onun W iltshire yakınlarında bir yerde yaşadığını
öğrenm işti; George, Oxford*da ekonom ik yönden “yükselm işti”. “Bir
vikontesle evlendi. İnanılm az derecede lüks bir yaşam sürüyor. Ah, bir
de L o ttien in şu meşhur delikanlısı var. Kız kardeşinin miydi yoksa,
onu da unuttum . George ona ‘ananas prensi* derdi. Sabredersen adını
hatırlayacağım .” D aisy duvar resm indeki o egzotik, uzun saçlı ta n rı
çanın Lottie olduğunu öğrendiğinde şaşkına dönmüştü. “O zam anlar
çok güzel ve çekiciydi. O nunki alışılm ışın dışında bir güzellikti. Biraz
huysuzdu ama bazı erkeklere öylesi çekici geliyor sanırım . Aram ızda
kalsın, başını belaya sokm ası o dönemde hiçbirim izi şaşırtm am ıştı.”
Stephen fin canın ı masaya bırakıp kıs kıs güldü. “Julian hep, ‘Elle pet
plus haut que sa cul. . derdi. Bunun anlam ını biliyor musun?” Pis pis
sırıtarak Daisy ye doğru eğildi: “Boyundan büyük işlere kalkışıyor.”
Daisy kum saldan ağır adım larla Arcadia ya doğru yürüdü. Şapkasız
kafası öğlen güneşine m aruz kalırken ayakları da dalgalar gibi am aç
lanan yoldan geri çekiliyordu sanki. O sabah onun için Arcadia’nın
gittikçe gerilim li bir hal alan atmosferinden uzaklaşm asını sağlayan
güzel bir fırsat olmuştu. Otel tam amlanma aşamasına gelmişti, odaları
yenilenmiş ve orijinal, gösterişli hallerine bürünmüştü. Yeni mobilya
ların yerleri, otel estetik bir görünüm kazanana kadar değiştirilm işti.
Binanın kendisi bile yeni bir hayatı, yeni ziyaretçilerin oluşturacağı
bir dolaşım sistem ini bekliyormuş gibi uğulduyordu.
Dolayısıyla bu noktada herkesin heyecanlanm ası ya da tatmin
edici bir duyguya kapılması beklenirdi ama Daisy bazen kendini çok
daha acınası halde hissediyordu. Son kırk sekiz saat içinde Daniel
onunla neredeyse hiç konuşm am ıştı. Hal duvar resm ini bitirm iş, tek
kelim e etmeden ortadan kaybolmuştu. Lottie ise gök gürültüsünün
yaklaşmasını dinleyen bir köpek gibi diken üstünde ve sinirliydi. Tüm
bunlar olurken köyden de muhalif sesler yükseliyordu. Yerel gazete “Red
Rooms Otel Kavgası” başlıklı haberi ön sayfalarına taşım ıştı. Birkaç
ulusal gazete ise aynı haberi “gözü pek köylüler yaklaşan değişime
itiraz ediyor” açıklam asıyla ve Red Rooms un yarı giyinik üyelerinin
fotoğrafları eşliğinde yeniden yayımlamıştı. Daisy, Jones’la konuşacak
cesareti kendinde bulmayı dileyerek onun ofisini birkaç defa aram ıştı.
Jones un Londra’daki m üşterilerinin de sıkıntıların çözülm esine
pek katkısı olmuyordu. İkisi aktör olan en yakın arkadaşlarından
birkaçı ona “destek vermeye” gelmişti. Ama otel şu an için konakla
maya elverişli değildi. Bunun yanı sıra Jonesun barında henüz içki de
bulunm adığını öğrenince dekoratörlerden biri tarafından Riviera’ya
yönlendirilm işler ve birkaç saat sonra Sylvia Rowan tarafından kovul-
muşlardı. Sylvia olayı daha sonra gazetelere onların garson kızlardan
birine karşı “ahlaksız ve utanç verici davranışta bulundukları” şeklinde
aktarm ıştı. Her nasılsa olaydan pek de tedirgin olmuşa benzemeyen
garson kız, hikâyesini sansasyonel gazetelerden birine satm ış, ard ın
dan da bu yolla Rovvanların ona bir yılda verdiklerinden fazlasını
kazandığını söyleyerek hemen istifasını basmıştı. Aynı gazete, Jonesun
Londra’nın merkezindeki bir barın açılışında çekilm iş bir fotoğrafını
basm ıştı. Jones un yanında duran kadın, pençe misali eliyle onun ko
luna yapışmıştı.
Daisy biraz soluklanm ak için duraksadı ve açık mavi bir yay
şeklindeki denize baktı. İçini saran bir acıyla yakında bu manzarayı
hiç görm eyeceğini hatırladı. O güzel ve tatlı bebeğiyle birlikte egzoz
ve sigara dum anından geçilmeyen gürültülü ve uğultulu şehre dö
necekti. Orayı hiç özlemedim , diye düşündü. En azından beklediğim
kadar özlemedim.
Londra hâlâ can sıkıcı duygular ve mutsuzlukla özdeşleşmiş,
üzerinden atması gereken bir kabuktu onun için. Peki, MerhaırTda
hayat nasıl olurdu? Sosyal sınırlam aların boğucu bir hal aldığı, bu
rada yaşayanların dostça ilgisinin ona kendisini işgal edilm iş gibi
hissettireceği anları şimdiden gözünde canlandırabiliyordu. M erham
geçm işe hapsolmuştu ve D aisyn in önüne bakmaya, ileriye gitmeye
ihtiyacı vardı.
Aniden L o ttiey i düşündü ve tekrar eve doğru döndü. Şu parti
olayını da çözdükten sonra buradan gitm eyi düşünecekti. Nasıl bir
yere döneceğini düşünm em enin oldukça etkin bir yoluydu bu.
Daisy büyük salonun duvarları ile zem inini, bar alanını, süitleri ve
m utfakları kontrol etti. Sonra bütün perdeleri, doğru asılıp aşılm a
dıklarını, katlarının eşit ve buruşuksuz bir şekilde inip inm ediğini,
son olarak da tüm am pullerin takıldığından ve çalıştığından em in
olm ak için lam baları kontrol etti. Ardından henüz bitm em iş, yanlış
yapılmış işlerin, teslim alınan ve iade edilmesi gereken ürünlerin lis
tesine baktı. Vantilatörlerden ve açık pencerelerden özgürce süzülen
esintinin tadını çıkararak sessizce, düzenli bir şekilde çalışıyordu.
Düzenin, rutinin içinde insana içsel bir huzur veren bir şey vardı.
D aniel’ın işlerin dengeli ve uyum içinde olması konusundaki o şiddetli
arzusunu şimdi daha iyi anlıyordu.
Daniel ona bir fincan çay getirdi ve birbirlerine karşı nazik davra
nıp önceki tartışm alarına hiç değinmeden Ellie’nin kahverengi ekmek
yerine beyaz ekmek tercih etmesi, en iyi üzüm soyma yöntemi gibi
konular hakkında konuştular. Dan kızını kasabaya götürmüş, bunu
yaparken bezini, suyunu, m am asını birinin ona hatırlatm asına gerek
duymadan alm ış, güneş krem ini sürmüştü. Ellie başta ona tiz sesler
çıkararak karşılık vermiş, sonra üzerinde ziller olan ahşap bir çubuğu
çılgınca kemirmeye başlamıştı. Daniel yere çömelip kızıyla konuşurken
onu ustalıkla arabasına bağlam ıştı.
Aralarında bir ilişki kuruyorlar; diye düşündü Daisy kapıdan onları
izlerken ve o ilişki içinde kendi mutluluğunun neden çetrefilli bir hal
aldığını merak etti.
“Onu nereye götürüyor?” Anlaşılan Lottie görevini Daisy nin
sandığından daha zor bırakacaktı.
“Kasabaya.”
“Onu parka götürm esin. Orası köpek kaynıyor.”
“Daniel onu korur.”
“İnsanların o köpekleri tasmasız koşturması çok saçma. O rtalıkta
o kadar çocuk varken yapılacak şey mi bu? İnsanlar o köpekleri neden
tatile getirir, anlam ış değilim .”
Lottie son birkaç gündür kendinde değildi. Daisy ona duvar res
mindeki haliyle ilgili bir şey sorup kıyafetlerinin neyi simgelediğini, ne
anlam ı olduğunu öğrenm ek istediğinde Lottie onu terslem işti. Daisy
ona Stephen M eeker’ın bahsettiği günaha girm e konusuna ve Eski
A h ite dair bir şey sorm adı. Lottie’nin evin babasını baştan çık ar
maya çalışıp evden atıldığını öğrendikten sonra o tasvirlerin duruma
cuk oturduğunu söylediğini de söylemedi. Ya da o eski fotoğrafların
arasındaki, doğumu iyice yaklaşan genç Lottie’nin yarı çıplak halde
yerde yattığını gösteren fotoğrafın...
“Bu eski fotoğrafları çerçeveletmek istemişsin.” Lottie koltuğunun
altında taşıdığı kutuyu ona uzattı.
“Çerçevelenmesini istediğin fotoğrafları seçebiliriz. Senin için
duygusal bir anlam ı olanları istemiyorum ”
Lottie çok garip bir şey duymuş gibi omuz silkti. “O nları üst
katta, sessiz bir yerde ayıklarım .”
Kutuyu tekrar koltuğunun altına sıkıştırdı ve Daisy onun koridorda
giderek duyulmaz hale gelen adım larının yankısını dinledi. Ardından
lobiden ona seslenen Aidan’ın sesini duydu: “Biri seni görmeye geldi.”
Ellerini süet önlüğünün ceplerinin derinliklerine sokmuş olan genç
adamın dudaklarının kenarından iki çivi sarkıyordu. Daisy kaşlarını
çatarak onun yanından geçerken Jones’u görme beklentisiyle midesinin
altüst olm asını görmezlikten gelmeye çalıştı.
Sonra yüzüne düşen saç tutam larını geriye atm ak için elini ne
redeyse farkında olmadan saçlarına götürdü.
Ama gelen Jones değildi.
Parlak renkli ceketi ve tozluklarıyla etrafındaki açık renkli alana
hâkim olan Sylvia Rowan kapıda duruyordu. Ayağının dibinde ifade
siz gözlerle etrafına bakınm akta olan köpeği nahoş bir şekilde salya
akıtıyordu.
Sylvia halkı selamlayan bir düşes havasıyla gülümseyerek, “Senin
adama işi durdurm asını söyledim,” dedi.
“Affedersin, anlayam adım ,” dedi Daisy.
“Ustaların işi durdurması gerek.”
“Buna karar verecek tek kişi b e n im ...” Daisy, Sylvia Rovvan’ın
salladığı kâğıdı görünce durdu. Kağıt az kalsın gözüne girecekti.
“Yapı korum a em ri. O teliniz listeye alındı, acil durum listesinde.
Bu da binanın önümüzdeki altı ay boyunca etkin bir şekilde cezalı
olduğu anlam ına geliyor, yani buradaki her türlü çalışm a hemen dur
durulm alı.”
“Ne?”
“Binaya daha fazla zarar vermenizi engellemek için. Yasal olarak
bağlayıcılığı var.”
“İyi ama iş neredeyse bitti.”
“Bunun için de geriye dönük planlama izni alman ve planlama
m em urlarının beğenmediği noktaları iyileştirm en gerekiyor. O garip
duvar ya da şu pencereler gibi ”
Daisy otelde konaklam ak için şimdiden sıraya giren insanları
hatırlayınca dehşete kapıldı. Valizlerini araçlarından yıkım çalışm a
larının gürültüsü içinde mi indirecekleri? “Ama ben o listeye girm ek
için başvurm adım . Jones da öyle. O nların ilgisini çekecek bir şeyimiz
olduğunu da sanm ıyorum .”
“Listeye girm ek için herkes başvurabilir tatlım . Aslına bakarsan
savunmaya geçip binayı yenilediğini söylediğinde bu fikri bana sen
vermiş oldun. Sonuçta m im ari mirasımızı korumak bize düşüyor, değil
mi? Evraklar burada ve bence patronunu arayıp ona açılışı ertelemesini
söylersen iyi edersin.” O sırada D aisy n in bandajlı koluna baktı. “Ben
de Sağlık ve G üvenlik’i arayabilirim .”
“Kindar, yaşlı cadı,” dedi Aidan. “Bebeğini de yemediğine şa
şırdım doğrusu.”
“Ah, lanet olsun,” dedi Daisy önündeki belgede yazan cümleleri
ve yan cüm leleri okurken. “Aidan, benim için bir iyilik yapar m ısın?”
“Ne?”
“Jones’u ara. Ona benim dışarıda olduğumu falan söyle ve olanları
benim yerime ona sen anlat.”
“Haydi ama Daisy. Bu bana düşmez.”
“Lütfen ” Daisy sevimli görünmeye çalışarak tekrar şansını denedi.
Aidan tek kaşını kaldırdı. “Yoksa bu bir tür âşık atışm ası m ı?”
Daisy ona küfür etm em ek için kendini zor tuttu.
A çılışın olduğu gün Daisy uykuyla daha ilişkili bir saatte uyandı ve
yatağında uzanıp güneşin şafak vakti, elle dikilm iş keten perdeden
içeri süzülm esini izledi. Saat yedide kalkıp banyoya geçti ve bebeğini
uyandırm am ak için h ıçkırıklarını M ısır pamuğundan bir havluya gö
merek yaklaşık on dakika ağladı. Sonra yüzünü soğuk suyla yıkayıp
sabahlığını giydi ve bebek m onitörünü alıp D aniel’ın yan taraftaki
odasına geçti.
Oda karanlık ve sessizdi. Yorganın altında küf kokulu bir tümsek
oluşturan Daniel uyuyordu. “D an?” diye fısıldadı Daisy. “D aniel?”
D aniel irkilerek uyandı ve uykulu gözlerle ona döndü. H afifçe
doğrulurken belki de alışkanlıkla onu davet edercesine yorganı açtı.
Bilinçsizce yapılmış o hareket, D aisyn in boğazının düğüm lenmesine
sebep oldu. “Konuşm alıyız,” dedi.
Daniel gözlerini ovuşturdu. “Şimdi m i?”
“Bir daha zam an olm ayacak çünkü. Bugün toplanm alıyım . Top
lanm alıyız.”
D anierın gözleri bir an uzaklara daldı. “Önce bir kahve alabilir
miyim ?” Uykulu olduğu için sesi boğuk çıkıyordu.
Daisy başını sallayınca Daniel yataktan kalkıp baksırını giyerken
Daisy, insanın kendi bedenini farklı bir açıdan görmesi gibi hem tan ı
dık hem de garip bir görüntü ve kokular eşliğinde neredeyse utanarak
bakışlarını başka tarafa çevirdi.
Daniel ona da kahve koydu ve Daisy kanepeye otururken Daniel
kahveyi ona uzattı. Genç adamın saçları küçük bir çocuğunki gibi
darm adağınık görünüyordu. Midesi bulanan Daisy kelimeler ağzında
bir yum ru gibi birikirken onu izledi.
Sonunda Daniel oturdu.
Ve ona baktı.
“Yürümeyecek Dan,” dedi Daisy.
Bir ara D aniel’ın kolunu onun omzuna attığını ve kendisi artık
onu sevmediğini söylerken bile D aniel’ın onu rahatlatm ak zorunda
kaldığını fark etti. Daniel onun başını öperken, kokusu, hissettirdiği
duygu hâlâ yatıştırıcıydı.
“Özür dilerim ,” dedi Daisy onun göğsüne doğru.
“O kızı öptüğüm için, değil m i?”
“Hayır.”
“Sebep o; bunu sana söylememeliydim. Unutup gitmeliydim.
D ürüst olmaya çalışıyordum yalnızca.”
“Sorun o kız falan değil. G erçekten.”
“Ben seni hâlâ seviyorum Daise.”
Daisy başını kaldırdı. “Biliyorum . Ben de seni seviyorum ama
artık sana âşık değilim .”
“Bu kararı vermek için biraz erken.”
“Hayır, Dan. Erken değil. Sanırım ben bunu sen daha geri dönme
den fark etm iştim . Bak, kendim i her şeyin hâlâ eskisi gibi olduğuna,
E llien in hatırı için ilişkim izi kurtarm aya değeceğine ikna etmeye
çalıştım . Ama olmuyor. Yapam ıyorum .”
Daniel o an Daisy nin elini bıraktı. Sesindeki o yabancı tonu,
bunun geri dönüşü olm ayacağını fark ederek geri çekildi. “Biz çok
uzun süre birlikte olduk. Bir çocuğum uz var. Her şeyi öylece silip
atam azsın.” Neredeyse yalvarır gibi konuşuyordu.
Daisy başını iki yana salladı. “Her şeyi silip atm ıyorum. Ama
artık geriye dönemeyiz. Ben değiştim. Başka b iriy im ...”
“Ama ben senin bu halini de seviyorum.”
“A rtık istem iyorum D aniel.” D aisyn in sesi şimdi daha sertti.
“Eski halim ize, eski halim e dönmek istemiyorum. Hiç yapamayaca
ğımı sandığım şeyler yaptım. Daha güçlüyüm. Ve ihtiyacım olan d a ...”
“Daha güçlü biri m i?”
“Güvenebileceğim biri. Bir terslik olduğunda yine çekip gitm e
yeceğini bildiğim biri. Tabii birine ihtiyaç duyarsam.”
Daniel başını ellerinin arasına aldı. “Daisy, özür diledim. Bir hata
yaptım. Tek bir hata. Ve bunu düzeltmek için de elimden geleni yaptım.”
“Biliyorum . Ama duygularıma engel olam ıyorum . Ve artık sana
her baktığım da ne yapacağını, tekrar gidip gitm eyeceğini kestirmeye
çalışacağım .”
“Bu haksızlık.”
“Ama hissettiklerim bunlar. B a k ... belki Ellie olm asa da bunu
yaşayacaktık. Belki de her hâlükârda birbirim izden uzaklaşacaktık.
Bilm iyorum . Ama artık ikim izin de kendi yoluna gitme vakti geldi.”
Uzunca bir sessizlik oldu. Araba kapılarının açılıp kapanma ve
alt kattan gelen çevik adım ların sesleri iş gününün başladığını haber
veriyordu. Bebek m onitöründen gelen küçük sızlanm alar da Ellie nin
birazdan uyanacağının sesli uyarışıydı.
“Onu bir daha bırakm ayacağım .” Daniel ona bakarken sesinde
az da olsa tartışm aya açık olduğunu gösteren bir ton vardı.
“Bırakm anı da beklem iyorum zaten.”
“İstediğim zaman onu görme hakkı istiyorum . Onun babası ol
mak istiyorum .”
Hayatı boyunca hafta sonlarını çocuğundan uzak geçirecek olma
fikri D aisynin içini acıttı, onu gözyaşlarına boğmaya yetecek bir sebepti
bu. D an iel’ı bu konuşmadan kurtaran şeylerden biri de bu olmuştu.
“Biliyorum Dan. B ir yolunu bulacağız.”
Sıcak bir sabahtı. Havada, hazırlıklara başlayan mutfak çalışanla
rının ve alt kattaki odaları elektrikli süpürgeyle süpürüp cilalayan
tem izlikçilerin sesini bastıran tehditkâr bir durgunluk vardı. Tepede
fırıl fırıl dönen vantilatörlerin altında oradan oraya koşturan Daisy
mobilya düzeninde ufak tefek değişiklikler yapıp musluklar ile kulp
ların cilalanm asını denetlerken gevşek duran bluzu ve şortu, günün
ilerleyen saatlerinde sıcaklığın daha artacağına işaret ediyordu. Son
dakika değişiklikleri üzerinde çalışmaya devam ederken zihnini işe
vermeye, düşünmemeye gayret ediyordu.
Kam yonlar gelip taşıdıkları yükü araç yoluna boşaltıyor, sonra
da vites değiştirirken ezip geçtikleri çakıl taşlarını etrafa savurarak
uzaklaşıyordu. Çiçek aranjm anları, yiyecekler, alkol şişeleri göz ka
m aştıran güneşin altında indiriliyordu. Partide giyeceği kıyafeti Bell
Su itete bırakan Carol işleyişi kontrol ediyordu; tasarım cı kılığında bir
diktatör misali etrafındakilere talim atlar yağdırıyor, azarlayan boğuk
sesi her yerde yankılanıyordu.
Lottie saat dokuzda E llie’yi almaya geldi. Partiye katılm ayacaktı
(“Onlara katlanam am ,” demişti) ve bebeği kendi evine götürmeyi tek
lif etm işti. “Ama Cam ille, Hal ve Katie’yle birlikte geliyor. Hatta Bay
Bernard bile geliyor,” dedi Daisy. “Ellie burada, senin yanında mutlu
olur. Haydi ama. Senin çok em eğin geçti burada.”
Lottie sessizce başını iki yana salladı. Solgun görünüyordu, dile
getirm ediği içsel bir mücadele o her zam anki sert ifadesini yumuşat
m ıştı. “İyi şanslar Daisy,” dedi ve gözleri Daisy nin gözlerine, birkaç
saatlik ayrılıktan çok daha fazlası varm ış gibi bir yoğunlukla baktı.
“Sana göre bir şeyler m utlaka olu r... F ikrin i değiştirirsen gel,”
diye seslendi Daisy. Bebek arabasını azim le iten silüet geri dönüp ona
bakm adı.
Daisy bir elini güneşe karşı gözlerine siper edip gözden kaybol
m alarını izledi ve Lottie nin duvar resm ine verdiği değişken tepkiler,
her şeye iğneleyici bir karşılık vermesi göz önüne alındığında belki de
gelm em esinin daha iyi olduğuna kendi kendini ikna etmeye çalıştı.
Daniel kendini daha da işe yaramaz hissetmesine sebep olan o sonsuz
gürültü ve aktiviteden uzaktaki üst kata atıp eşyalarının bulunduğu
odaya girdi. Partiye katılm am aya karar vermişti; bugün Daisy nin
yanında zaman geçirmesi m ümkün olsa da varlığını bir zam anlar
temasta olduğu kişilere açıklam ası çok karm aşık, çok aşağılayıcı ola
caktı. Yalnız kalm ak istiyordu; yas tutacak, neler olduğunu ve bundan
sonra ne yapacağını düşünecekti. Ve tabii eve varır varmaz da fena
halde sarhoş olm ak istiyordu.
Koridordan geçerken ağabeyinin cep telefonu numarasını çevirip
telesekreterine o akşam onda kalacağını bildiren bir mesaj bıraktı
ama tam cüm lesinin ortasına gelmişken kapıda durdu. Aidan odanın
orta yerindeki seyyar merdivende, tam tepesindeki vantilatörü tam ir
etmeye çalışıyordu.
“Selam,” dedi Aidan bir eliyle belindeki tornavidaya uzanırken.
Daniel onu başıyla selamladı. Tadilat halindeki bir yerde yaşarken
insanın yalnız kalam ayacağını çok iyi biliyordu ama bunu bilm esi şu
an A idanın varlığına katlanm asını kolaylaştırmıyordu. Daniel valizini
alıp kıyafetlerini toplamaya ve her birini katlayıp valize yerleştirmeye
başladı.
“Bana bir iyilik yapar mısın? Şuradaki düğmeye basar mısın?
Şimdi değil, sana söylediğimde.” Aidan her an bozulabilecek şekilde
dengede durmuş, bir parçayı yerleştirmeye çalışıyordu. “Şimdi.”
D aniel dişlerini sıkıp odanın diğer tarafına doğru yürüdü ve
duvardaki düğmeye dokundu. Vantilatör de aynı anda çalışıp h a fif
bir uğultuyla odayı serinletm eye başladı.
“Senin kız vantilatörün fazla gürültü yaptığını söyledi ama bana
göre sorun yok.”
“O benim bir şeyim değil.” Daniel yanında çok fazla eşya getir
m em işti. Toparlanm asının bu kadar kısa sürmesi de acınasıydı.
“T artıştın ız mı yoksa?”
“Hayır,” dedi D aniel hissettiğinden daha soğukkanlı bir şekilde.
“Ayrıldık ve ben gidiyorum .”
Aidan ellerini birbirine sürtüp merdivenden indi. “Şey, üzüldüm,
yani bebeğin babası olduğun için.”
Daniel omuz silkti.
“Üstelik yeni barışm ıştınız, değil m i?”
Daniel ağzını açtığına şimdiden pişman olmuştu. Eğilip yatağın
altında çorap kalm ış mı diye baktı.
“Yine de seni suçlayamam.” Aidan’ın sesi tam tepeden gelmişti.
“Anlam adım ?” Yatağın altından onu duymak daha zordu.
“Yani kim başka bir adamın burada kaldığını kabullenebilir ki?
Patron bile olsa, ne demek istediğimi anladın mı? Hayır, bence sen
en doğrusunu yaptın.”
D aniel,kulağı yere yapışmış halde hareketsiz kaldı. Birkaç defa
gözlerini kırpıştırdı ve ayağa kalktı. “Affedersin,” dedi inanılm az de
recede nazik bir sesle. “Söylediğin şeyi tekrar edebilir m isin?”
Aidan merdivenden bir basam ak inip D aniel’ın yüz ifadesini in
celedi ve ona yandan bir bakış attı. “Patron. Burada D aisyyle kaldı.
Yani, ben sen in ... bu yüzden g ittiğ in i... Ah, lanet olsun. Unut gitsin.”
“Jones mu? Jones, D aisyyle birlikte burada mı kaldı?”
“Büyük ihtim alle bir yanlış anlaşılmaydı.”
Daniel, Aidan’ın garip yüz ifadesine bakıp ona sert, anlayışlı bir
tebessümle karşılık verdi. “Buna şüphe yok,” dedi ve valizini alıp ada
m ın yanından geçti. “Affedersin.”
***
Saat on biri çeyrek geçe, bekleme ekranı Jonesun neredeyse yarım saat
önce görülm esi gerektiğini gösterdiğinde şiddetli bir gök gürültüsü
fırtın anın yaklaştığına işaret etti. Gürültü, bekleyenleri düşüncelerin
den uyandırdı, her yeri ışığa boğan şim şek bir uğultuya sebep oldu,
kısa bir duraksam anın ardından karanlık gökyüzü iç çekercesine geri
çekildi ve sağanak yağmur şeritler halinde yağmaya başladı. O gürültü
cam kapıların arkasından bile duyulabilirdi. Su insanların ayaklarının
dibine kadar gelip o parlak zem ine çam ur ve cila karışım ı, değişken
bir görünüm verdi. Neredeyse uyumak üzere olan Daisy atmosferdeki
değişimi hissedip manzarayı izlerken o yorgun haliyle sürreal bir rüya
gördüğünden şüphe etti.
Fırtınanın etkisi öyle güçlü olmuştu ki henüz yirmi dakika geçme
den erkek hem şire gelip Jones’a, Colchester Caddesi ndeki zincirlem e
trafik kazası yüzünden onu biraz daha bekleteceklerini söylemişti.
Anlaşılan doktor bir süre daha meşgul olacaktı.
“Yani eve mi gidiyorum?” dedi Jones m ümkün olduğunca an
laşılır bir ifadeyle.
Hem idealist hem de masum birinin yorgun halini taşıyan bezgin,
genç bir adam olan hemşire, D aisyye ve bebeğe baktı. “M üm künse
beklemeniz daha iyi olur. Bu geceyi burada geçirirseniz daha az sı
kıntı çekersiniz.”
“Yeterince sıkıntı çektim zaten,” dedi Jones. Ama kalacağını söyledi.
Hemşire gittikten sonra D aisyye tekrar, “Sen git,” dedi.
“Hayır,” dedi Daisy.
“Tanrı aşkına Daisy. Bebekle birlikte bütün gece burada bek
lemen çok saçma. Onu eve götür artık. Gerçekten endişeleniyorsan
seni daha sonra ararım .”
Jones, D aniel’ın ona neden vurduğunu Daisy ye sormam ıştı. Ama
belli ki kendisi yüzünden olduğunun farkındaydı. Büyük açılışı onun
yüzünden komediye dönmüştü. Daisy o geri zekâlı, kindar Sylvia
Rovvan’ın silahını yeniden doldurmuştu. O nca çaba, aylarca çalışm a
aptal bir yanlış anlaşılm a sonucu boşa gitm işti.
Daisy çok yorgundu. Kara kara düşünen Jon esun yüzüne baktı,
gölgeler başlarının üstündeki lambaların verdiği ani rahatlamayı yansı
tırken Daisy kuruyan gözlerinin acıdığını hissetti. Uzanıp çantasını aldı
ve ayağa kalkıp bebek arabasının frenine ayağıyla dokundu. “Ben onun
gittiğini sanıyordum ” dedi ne söylediğinin çok da farkında olmadan.
“Ne?”
“Daniel. Bana gideceğini söylem işti.”
“Nereye?”
“Eve^ Daisy sesinin öfke ve keder yüzünden ters çıktığını fark etti.
Kendini kaybettiğini, hiç istemediği o kıza dönüşmeye başladığını Jones
fark etmeden döndü ve bebek arabasını beklem e salonundan çıkardı.
Ispanya’da yaşıyordu. Birkaç yıl önce, bir zam anlar babasının olan
meyve ithalat şirketinin yönetimini devrettikten sonra emekli olmuştu.
İşi tam zam anında bırakm ıştı; endüstri hızla çok uluslu birkaç şir
ketin eline geçm işti. Dolayısıyla onun gibi aile şirketlerine pek yer
kalm am ıştı. İşi çok da özlemiyordu doğrusu.
Büyük, beyaz bir evde yaşıyordu, hatta çok büyük bir evdi ama yerli,
iyi bir kız haftada iki defa ona yardıma geliyordu. Kadın onun isteğiyle
havuzda yüzmeleri için iki oğlunu da getiriyordu. Guy, İngiltere ye
dönmeyi düşünmüyordu. Güneşe alışm ıştı.
Sesini alçaltarak annesinin genç yaşta kanserden öldüğünü söy
ledi. Onun ölümünden sonra babası bir türlü kendini toparlayamamış,
karısından birkaç yıl sonra fritöz yüzünden çıkan yangında ölmüştü.
Onun gibi bir adam için çok sıradan, aptalca bir ölümdü ama tek ba
şına yaşayabilecek bir adam da değildi o. Guy gibi değildi yani. Guy
buna alışm ıştı. Hatta bazen böylesinin çok daha hoşuna gittiğini bile
düşündüğü oluyordu.
Belli bir planı yoktu ama çok parası vardı. Birkaç tane de iyi
arkadaşı. Yaşadığı yer, bir erkek için hiç de fena bir yer değildi. Hele
ki onun yaşında biri için.
Lottie tüm bu detayları dinledi ama çok azını gerçekten duydu.
Kendini ona bakm aktan alamıyor, o genç adam ın bir anda bu yaşlı
adama dönüşmesini, o eski halini artık zihninde canlandıram am asını
düşünmeden edemiyordu. Guy’ın sesindeki o yabancı melankoliyi fark
etm işti ve o tın ının kendi sesine de yansıdığından şüphelenmiş, hatta
em in olmuştu.
Kendi görünümünden, beyazlayan saçlarından, kalınlaşan belin
den, parşöm ene benzeyen yarı saydam ellerinden utanm aksa aklına
gelm em işti. Ne de olsa önem li olan bu değildi.
Guy müziğin sustuğu, toplanm a seslerinin yankılandığı, sandal
yelerin sürüklenip tem izlik aletlerinin sesinin koyda yankılandığı ar
kalarındaki evi işaret etti.
“Dem ek kızın o.”
Kısa bir sessizliğin ardından Lottie, “Evet, C am ille,” dedi.
“Joe iyi adam .”
Lottie dudağını ısırdı. “Evet.”
“Sylvia yazmıştı. Bana onunla evlendiğini söylemişti.”
“Em inim başka şeyler de yazmıştır. Onun benden çok daha iyisini
hak ettiği gibi.”
İkisi de gülümsedi.
Lottie bakışlarını kaçırdı. “Gerçekten de öyleydi.”
Guy’ın yüzünde sorgulayan bir bakış vardı şimdi. Lottie durdu.
Guy’ın kaş çatışında bir aşinalık olmasına, yüzünde gençliğin izlerini
hâlâ taşımasına şaşırdı. Bu onu savunmasız bırakmıştı. “Yıllarca Joeya
içten içe kızdım .”
“Joeya m ı?”
“Sen olmadığı için.” L o ttien in sesi biraz boğuk çıkm ıştı.
“Biliyorum. Celia elinde olmasa d a ...” Guy o an durdu, belki de
karısına ihanet etm ek istememişti.
Beyaz saçları da vardı. Grilerin arasında onları seçmek zordu
ama Lottie yine de görmüştü.
“Sana yazdı. Defalarca hem de. Sen gittikten sonra. Ama hiçbirini
yollamadı. Sanırım o hiçbirim izin fark etmediği kadar... gayret etti.
Onu çok iyi anladığım ı sanm ıyorum .” Sonra Guy, L ottieye döndü.
“O mektuplar hâlâ duruyor. H içbirini açm adım . İstersen onları sana
yollayabilirim .”
Lottie bir şey söyleyemedi. C elianın sesini duymaya henüz hazır
olup olm adığını bilmiyordu. Hatta hazır olacağı bir an var mıydı, onu
da bilmiyordu. “Sen hiç yazmadın,” dedi.
“Beni istemediğini düşündüm. Fikrini değiştirdiğini sandım .”
“Nasıl böyle bir şey düşünebilirsin?” Lottie yine genç bir kıza dö
nüşmüştü, yüzü aşkın adaletsizliğinin yaşattığı çaresizlikle kızarm ıştı.
Guy gözlerini yere dikti. Sonra da ufukta görünen fırtına bulut
larına. “Evet, şey, sonradan anladım. Sonradan birçok şeyi anladım .”
Guy tekrar ona baktı. “Ama o zamana kadar sen Joe’yla evlenm iştin.”
O sırada birkaç kişi yanlarından geçti; alçalan güneşin altında
ışıldayan pembe tenleri ve yorgun düşmüş bedenleriyle sıcak hava
dalgasının ve İngiliz plajının nadir görülen bir kombinasyonunu yan
sıtıyorlardı âdeta. Guy ve Lottie yan yana oturm uş, gelip geçenleri
sessizce izliyor, uzayıp giden gölgelerine bakarak dalgaların çakıllara
vurup geri çekilm esini dinliyorlardı. Uzak ufukta bir ışık parladı.
“Guy, ne karm aşa ama. Bunca yıl ne büyük bir karm aşa içinde
yaşam ışız.”
Guy elini uzattı ve Lottie nin eline götürüp onu sıkıca kavradı.
O duyguyla Lottie derin bir iç geçirdi. Guy konuştuğunda sesinde hiç
tereddüt yoktu. “Asla geç değil Lottie.”
Güneş nihayet arkalarında gözden kaybolana dek denizi izleyip
akşam serinliğinin ayaza dönüşmesine şahit oldular. Ortada sorulmamış
pek çok soru olduğunu, yanıtlarınsa çok azının yeterli olduğunu fark
ettiler. Bazı şeyleri sözcüklere dökm enin gereksiz olduğunu bilecek
kadar yaşlanm ışlardı artık. Sonunda Lottie, Guy a, sevdiği o yüze
dönüp aşk ve kaybetme hakkında ona ihtiyacı olan hemen her şeyi
anlatan çizgilerin izini sürdü.
“Hiç çocuğun olm adığı doğru mu?” diye fısıldadı.
Sonrasında, deniz yolu boyunca küçük gruplar halinde ilerleyen
en az bir tatilci, terk edilm iş, k ırık kalpli bir genç kız m isali başını
ellerinin arasına alıp ağlayan yaşlı bir kadın görm enin çok da sık
rastlanan bir şey olmadığı düşüncesiyle evine dönecekti.
Daisy karanlık göğün altında, yolun iki yanındaki sokak lam balarının
ve rüzgârlı köy yollarındaki küçük arabaların farlarının rehberliğinde
kilom etrelerce yol giderken arada bir dalgınlıkla dikiz aynasından ar
kada uyuyan bebeğine bakıyordu. Yağmur yüzünden arabayı yavaş ve
düzenli bir şekilde kullanıyordu ama nereye gittiğini düşünmüyordu.
Bir kere benzin ve dilini yakan, onu rahatlatm ak yerine sinirlerini
iyice geren keskin, acı bir kahve alm ak için mola vermişti.
Arcadiaya dönmek istemiyordu. Orası artık başka birinin yeriymiş
gibi geliyordu ona; orada şimdiden başka insanlar ağırlanacak, başka
insanların gürültüsü, konuşma sesleri, hırslı ayak sesleri yankılanacaktı.
Daisy uyuyan çocuğuyla oraya gidip insanlara yaşananları, Jones’u,
D anierı ve bütün bu hikâye içinde kendisine düşen payı açıklam ak
istemiyordu.
Biraz daha ağladı ki bunun en büyük sebebi yorgunluktu çünkü
otuz altı saattir neredeyse hiç uyumamıştı. Bir sebebi de oradaki gün
lerinin partinin sonundaki hayal kırıklığıyla sona ermesinin, o şiddet
gösterisinin getirdiği gecikmiş şoktu. Ve gerçekten değer verdiği adamın
onun yüzünden bu hale düşmesi; kanlar içindeki yüzü, mutsuzluğu,
onun için çok önemli olan bir günde başına gelen kasıtsız, saçma sapan
sabotajın Daisy’yi duygularını ifade etmekten alıkoym ası...
Daisy arabasını çakıl taşlı bir park alanına yavaşça çekti ve ara
banın tavanına vuran yağmur dam lalarının sesini, ön sileceklerin
gıcırtısını dinledi. Aşağıda o kobalt rengi sahil şeridinin kıvrım larını
ve denizin diğer ucunda şafağın sökmeye başladığını gördü.
Ellerini direksiyona yasladı, başını da büyük bir ağırlıkla oraya
bastırılm ış gibi ellerine dayadı. Saatlerce hiç konuşmadan öylece otur
muşlardı. Daisy yanı başında oturan adam ın her hareketini, elleri
nin birbirine sürtündüğünü, uykuya dalm ak üzere olduğu bir anda
farkında olmadan başının onun omzuna düştüğünü hep hissetm işti.
Ama m akine kahvesi isteyip istem edikleri ve Jonesun ona tekrar eve
gitm esini söylemesi dışında neredeyse hiç konuşm am ışlardı.
Çok yaklaşmıştım, diye düşündü. Ona dokunmaya çok yaklaşmış
tım. Nefes alıp verişini duyacak kadar yaklaşmıştım. Ve ona bir daha
asla o kadar yaklaşamayacağım.
Hiç kım ıldam adan oturdu. Sonra C am ille’in söylediği bir şeyi
hatırlayarak başını kaldırdı.
Jonesun nefesini duyacak kadar yakınındaydı. Arzuyla, duyduğu
ihtiyaçla hızlanan kalp atışlarını tanıyacak kadar.
Boğazının düğüm lendiğini hissederek yutkundu. Sonra aniden
canlandı, kontağı çevirip arkasına baktı ve çakıl taşlı yolda patinaj
yapan ıslak tekerlekleriyle arabanın yönünü değiştirdi.
Yağmur M erham ’ın üzerinden gelip geçm işti. Yağmur suyuyla önce
gümüş rengine dönen kaldırım lar günün ilk ışıklarıyla birlikte şeftali
renginde, parıltılı bir görünüme bürünm üştü. H al’in düzenli ve ken
dinden em in adım ları etrafa su sıçratarak kapıya doğru ilerliyordu.
Yolun başından geldiklerini ilk gören Rollo olmuştu. Hal pen
cereden onun sehpanın altından fırlayıp havlayarak kapıya doğru
koştuğunu gördü. H afif uykusundan uyanan C am ille garip bir halde
kalkıp bastonuna uzanırken tökezledi ve nerede olduğunu anlamaya
çalışarak köpeğin peşinden gitti. Ama Rollo pek de tetikte değildi. Hal
dış kapıya vardığında kayınpederi çoktan merdivenlerin ortasına kadar
inm işti. Açık kapıya doğru ilerleyip yarı yaşında birine göre bile çevik
denebilecek adım larla yola çıktı ve yana çekilen H a le hiç bakm adan
yorgun karısının yanına gitti. Kısa bir sessizlik oldu. Hal kulaklarında
çınlayan kuş cıvıltılarıyla verandada durup o uzun gecenin ardından
sırf yanında olm asının verdiği huzurla kolunu C am ille’in omzuna
attı. Karısının ona fısıltıyla sorduğu soruyu, hareketini hissedebileceği
kadar ona yaklaştırdığı başını sallayarak yanıtladı.
Sonra C am ille bir adım geri çekilip kocasının elini sıktı. “Biz
gidiyoruz baba,” diye seslendi, “tabii kalm am ızı istem iyorsan.”
“Siz nasıl isterseniz tatlım.” Joe’nun sesi sakin ve kendinden emindi.
C am ille gitmeye hazırlandı ama Hal ona engel oldu. Kapıda du
rup beklediler, dinlediler. Birkaç m etre ötedeki Joe profesyonel bir
boksör gibi karısıyla yüzleşti. Hal onun karısının omzuna attığı elinin
titrediğini fark etti. “Bir fincan çay istersin em inim ,” dedi yaşlı adam.
“Hayır,” dedi Lottie saçını yüzünden çekerek. “Hayır, ben kafede
içtim . H al’le birlikte.” Lottie, Joe’nun arkasına bakıp koridordaki iki
valizi gördü. “Nedir bu?”
Joe gözlerini hafifçe kapattı ve nefesini büyük bir çaba harcıyormuş
gibi serbest bıraktı. “Bana daha önce hiç böyle bakm am ıştın. Kırk
yıllık evliliğimizde bir kez olsun böyle b ak m ad ın ”
Lottie ona baktı. “Ama şimdi bakıyorum , değil mi?”
Bir süre öylece bakıştılar. Sonra Lottie iki adım atıp kocasının
elini tuttu. “Sanırım tekrar resim yapmaya başlamalıyım. Çok keyifli
olabilir.”
Joe kaşlarını çatıp karısının duygularını kontrol edemediğini gördü.
Lottie ellerine baktı. “Şu senin lanet gemi yolculuğun. Bana briç
oynatmayacaksın, değil mi? Briçe katlanamam. Ama resim yapabilirim.”
Joe hafifçe büyüyen gözlerle ona baktı. Sonra, “Sen benim h iç ...”
diye söze başladı ama sesi boğuldu. Bir an hepsine sırtını dönüp başını
om uzlarının arasına gömdü. Lottie de başını eğerken kendini işgalci
gibi hisseden Hal kafasını çevirip C am ille’in elini sıkıca tuttu.
Şimdi Joe kendini toparlam ış gibiydi. Biraz duraksayıp karısına
baktı, sonra bir iki adım atıp kolunu onun omzuna doladı. Lottie de
ona iyice yaklaştı. Bu küçük bir hareketti ama hiç yoktan iyiydi ve
birlikte, ağır adım larla evlerine doğru yürüdüler.
Hal onu kum saldaki kulübelerde, şafak vakti tek başına otururken
bulduğunda Guy ona, “Onu mutlu etmenin vakti geldi,” demişti. Guy’ın
onu sevdiğini, birlikte olabileceğini bilm esi ona yetm işti.
“A nlam ıyorum ,” demişti Hal. “O senin hayatının aşkıydı. Ben
bile gördüm bunu.”
“Evet, öyleydi. Ama artık gitmesine izin verebilirim,” demişti Guy
sadece. Ve gözleri görmeyen karısına bunu tarif etmesi mümkün olmasa
da Hal, Lottie nin yüzündeki rahatlamayı, yıllardır dışarı yansıyan
o öfkeli ve kederli ifadenin yüzünden silinişini Cam ille e anlatm ıştı.
“Orada oturup onunla konuşurken bunca yılın boşa harcandığını
fark ettim . Joeyu sevmem gerekirken ben yanım da olmayan birinin
özlemini çekip durmuştum. O iyi bir adam.” Dışarıda iki ıstakoz avcısı
teknelerini boşaltıyor, yakaladıklarını tecrübenin verdiği rahatlıkla
taşıyorlardı. Kıyı boyunca köpeklerini ilk gezdirmeye çıkanlar kumun
üzerinde geçici izler bırakıyordu.
“Biliyordu. Bunu başından beri biliyordu ama bu yüzden bana
hiç kızm adı.”
Lottie o an damadına bakm ış, sonra kalkıp kır saçlarını geriye
atarak kız çocukları gibi belli belirsiz gülümsem işti. “Sanırım Joe
karısını buldu, değil mi?”
SONSÖZ
Sonrasında bir süre hastanede yatm ak zorunda kaldım. Kaç hafta ol
duğunu hatırlamıyorum bile. Beni oraya gitmeye zorladıkları zaman
gideceğim yerin hastane olduğunu söylemediler tabii. Annemle biraz
zaman geçirebilmem için İngiltere'ye, evimi ziyarete gideceğimi söylediler.
“Kısa bir ziyaret” kendimi daha iyi hissetmemi sağlayacaktı elbette.
Kimse bunu açıkça dile getirmese de bir sürü kız benimle aynı sorunu
yaşıyordu. İnsanın dile getirebileceği türden bir sorun değildi bu, o
zamanlar bile. Tropik bölgelerde yaşamayı sevmediğimi, Guy olmasa
eve döneceğimi hepsi biliyordu.
Ama o bebeği istiyordum. Hem de çok istiyordum. Onun içimde
olduğunu hayal ederdim hep , bazen elimi karnım a götürdüğümde kı
mıldadığını bile hissediyordum. Onunla sessizce konuşun can bulmasını
dilerdim. Ama bunu kimseye söylemedim. Ne söyleyeceklerini biliyordum.
Guy la da bu konuyu hiç konuşmadık. “Bu yönden bile iyi,” demişti
annem. “Bazen bazı şeylere ne kadar az odaklanırsan o kadar iyidir.
Daha az zarar görürsün.” Ama annem her şeye göz yuman biriydi. Bu
konuda bile hiç konuşmadı. Onu utandırmıştım sanki.
Oradan çıktığımda herkes hiç oraya gitmemişim gibi davrandı.
Kendi işlerine bakıp beni hayallerimle baş başa bıraktılar. Onlara hiçbir
şey söylemedim. Söylediklerimin yarısına bile inanmadıklarım yüzle
rinden anlıyordum. Neden inanacaklardı ki?
Ama insan geçmişinden kaçamıyor ; değil mi? Kaderinden kaça
madığı gibi. O günden sonra Guy la asla eskisi gibi olam adık. Onu
hep içinde taşımış, içinde çürütmüştü sanki ve tepkilerini belirleyen o
lekeyi hatırlamadan yüzüme bakamıyordu. Benim içim ne kadar boşsa
onunki de o kadar doluydu.
Sana söylediğim gün on sekiz elmayla denedim. On sekiz.
Ve her defasında aynı h a rf çıktı.
Teşekkür
Bu kitabın ortaya çıkm asına çeşitli şekillerde katkısı olan kişilere te
şekkür etm ek istiyorum, özellikle de 1950’li yılların sahil kasabaları
hakkındaki anılarıyla, hatırladıklarıyla beni aydınlatan Saffron Walden
Kadın Enstitüsü nden Nell C rosbyye ve kocası Frederick’e.
Bir kasaba otelinin restorasyonu ve işletilmesi hakkında verdiği
bilgiler için D orset’teki M oonfleet M alikânesi nin genel müdürü Neil
Carter a ve nem lendirici maske uygulaması konusunda verdiği açık
layıcı bilgiler için M oonfleet’in güzellik uzmanı Tracie Storeyye de
aynı şekilde teşekkürlerim i sunarım .
Desteklerinden, sağladığı motivasyondan ve beni sürekli yazmaya
yönlendirmesinden ötürü AP W att’tan Jo Frank’e çok teşekkür ederim.
Hataları ustalıkla bulan ve o hataları düzeltmem için bana zaman
tanıyan Hodder and Stoughton’dan Carolyn M ayse ve H arperCol-
lins U S’ten Carolyn M arino ya teşekkürler. Hukuki konularda yaptığı
düzeltmeler ve bana dil bilgisi hakkında okulda öğrendiğimden çok
daha fazlasını öğrettiği için Hazel Ö rm eye teşekkürler. Durdurulamaz
bir güç olduğu için ve bana Londra’daki bazı bar ve restoranların iç
tasarım ını gösterdiği için Sheila Crow leyye mecazi anlamda kadeh
kaldırıyorum . Fikirlerim i dinlediği, suç ortağım olduğu ve kokteyl
lerin, yayım lanm a aşam asının en önem li unsuru olduğunu bana sık
sık hatırlattığı için Louise W ener a teşekkür ederim. Benim gibi acemi
birine reklam ın eğlenceli olabileceğini gösteren Em m a Longhurst’e
ve bizim gibi evden çalışanların isteklerini yerine getirm ekten asla
Sevgilimden',
Son
Mektupr,'
^ _ -"- t
JOJO M O Y E S '
P^LS
00000<X><><>0<><>0<X><C>000<><XK>CKX><X><>CK><><>C><X><>^
“M odern ancak tüm zam an ları aşan bir kitap. Ö lüm süz bir aşka
sımsıkı tutun anların hikâyesi...”
Leila M eacham
“Bu kitabı okuyunca duygudan duyguya koşacağınız bir lunaparka girm iş gibi
oluyorsunuz. Okurken dünyayı ve zam anı d urdurm ak isteyeceksiniz.”
Dooster
“A rkadaşların elden ele d olaştıracağı bir rom an olacak. Moyes karizm atik,
gerçekçi ve çarpıcı karakterler yaratm ayı çok iyi biliyor.”
The Indeperıdent
“Sizi bu kadar içine çekecek başka bir kitap bulm anız çok zor. Yıllardır
okuduğum en güzel kitap.”
Gill B.
“Bu hikâyeyi kitap bittikten çok uzun bir süre sonra bile hatırlayacak, her
daim yanınızda taşım ak isteyeceksiniz.”
R om antic Book Lover
İr*
J O J O MOYES" '
•«V nV PEBHSUS -£ «L i,
<x x x x >o <x ><>c>o <>ck> s o o o <>&ck><x >o <x >ock>c><>c><><x >chc><>>>c>o o ^ ^
JOJO MOYES
o<x >o<>>>>c>
<x ><xx>c><x ><><><><x ><>c><>>c>oooc><><><><>o<><>ch^ ^
Ardında bıraktığın kadım hatırlıyor musun ?
“Tatlı acı rom anların ustası Jojo Moyes büyük aşk hikâyelerini en karanlık
noktalarıyla ele alırken okuyucusuna alışılm ış mutlu sonlardan çok daha
fazlasını sunuyor.”
Entertainment Weekly
“Lezzetli bir olay örgüsü, cap canlı bir hayal gücüyle yaratılan karakterler ve
karşı konulm az a şk la r...”
USA Today
“Ardında Bıraktığın Kadın yüreğinize büyük bir darbe gibi inecek, baştan
çıkarıcı bir ro m an .”
The Washington Post
JOJO
M O Y E S
Senden Önce Ben-m
y a n n n d ıa
V<£
ooooooooo<>>c><><><><x><><>oo<x><><x>ooo<><><x><><>c>o<x><><><*>^^
“Bir su dam lası kadar saf ve yeni yeni konuşmaya başlayan bir bebek kadar
k o m ik ... İşte Jojo Moyes’in başyapıtı!”
Marie Claire
“Jojo Moyes aşk, rom antizm ve komediyi coşkuyla yan yana getiren bir kraliçe
g ib i... Senden Önce Ben e doyam ayan herkes bu sevim li rom ana bayılacak!”
Ne w York Times
“Kitabın son sayfasını çevirdiğim de içim den bir parça koptuğunu sandım . Bu
kitap ve karakterler içinize işleyecek.”
Random Things Throu gh My Letterbox
S e u d â i i
Sonra
Ben
*
w
S m rlm Önce Benlo Yum
JOJO MOYES
<>C<>00<>>>>D<X>0<>C><><X>0<><>D0<X><><>0<><X><X><>X><^
“G ündelik hayatı esprili ve sıcacık bir dille kalem e alm a yeteneğine sahip olan
Moyes, aşka inan m an ızı sağlam adan önce yüreğinizi sızlatm ayı başarıyor. Bu
kitabı elinizden b ırakam ayacaksınız.”
Sunday Express, S
“Tıpkı Senden Önce Ben gibi bu kitap da yas ve yola devam etm ek gibi zor
konulara rağm en kom ik ve eğlenceli. Vakti geldiğinde hepim iz sevdiğim iz
şeyleri y itiririz am a Moyes her zam an mutlu son y aşan m asa da yola devam
edildiğini bize hem dokunaklı hem de esprili bir dille hatırlatıyor.”
Miam 'ı Herald
“Kalbi kırık bir kadının zo r hayatına d air sıcacık, hüzünlü am a bir o k adar da
kom ik bir hikâye.”
Abendzeitung München
<X>000<>C*>C>000<><>C<>00<>0<>CmC><X><X><>0<X>C<>0<X^
“Bu kızlar bir h a rik a ... Sonunu deliler gibi m erak edip uykusuz kalacaksınız!”
Morgenpost
o o <x k >o o <x >o o o <x >o <x >o <x ><x x ><x >o o o <x x x ><x x k > o o <x ><x x x x ><x >o o o <>o <x ><>c >o <x >oo c >o o o o <><>o o c ><>
Aşkın zaman içinde ne kadar farklı şekiller alabileceğine dair dokunaklı bir
hikâye ... Üç neslin hikâyesi ...
“A nneler ile kızları arasındaki ilişkinin kitap şekline b ürünm üş hali, o kadar
u staca kaleme a lın m ış... A yraç olarak mendil kullanabilirsiniz.”
Elle
“Ü ç güçlü kadının hayata bakış açısı ve ait oldukları nesiller inan ılm az bir
ustalıkla resm edilm iş.”
Hello!