Вы находитесь на странице: 1из 3

YALNIZLIĞIN PARK HALİ

Nalan’a

Farketmemiş olabilirsiniz, ama, bütün parklar yalnızdır. İster kentin göbeğinde olsun, isterse ke-
nara sıkışmış gibi, hangisine giriverseniz, ağaçların kim bu gelen diye tepenizden baktığını, çi-
çeklerin erguvanlı menevişli dedikodu ve alaycılıkla kırıttığını, kargaların, şimdi işin yoksa, bu
keyifsiz havada tüneyip dinlenecek bir yer bulmak için kanat çırpıp bu heriften ürküyormuş nu-
marası yap... dediğini işitir gibi olursunuz. Parklar yalnızlıklarını o kadar sever ki, siz gerçekten
yalnız değilseniz, tedirgin edip hemen kaçırtır sizi ya da orada olmaktan hiçbir keyif almazsınız...

Parklar, yalnız insanları sever. Ama dışında değil, içinde yalnız insanları. Bunları kapıda farket-
tiği anda sanki bütün agaçların yaprakları şıngırdamaya, bütün çiçekler kokmaya, bütün kuşlar
cıvıldamaya başlar. Hepsi bir ağızdan ahenkli bir müzik tutturur. Kediler önünüze sokulup
patilerini uzatıp gerine gerine sizi selamlar, köpekler kuyruklarını sallaya sallaya ellerinizden
öper; serçeler seke seke yaklaşıp, dökülen simit kırıntılarınızı toplayabilir miyim diye izin ister.
Bunlarla kısa bir muhabbetten sonra, koskoca parkta muhakkak ki size ait küçük bir köşeniz
vardır ve o köşe ‘hadi gel artık’ diye size el sallar. Eğer gerçekten parkın bir parçasıysanız, yeriniz
bir bankanın veya park ve bahçeler müdürlüğünün koyduğu reklamlı banklar değildir. Eğer, siz
de benim gibi, beli bir ağacı sırtınızı vererek oturmayı seviyorsanız, siz de iflah olmaz bir par-
komansınız demektir.

Genellikle çok yağmurun olmadığı havalarda gidersiniz. Yağmura yakalandığınız zamanlarda


ise, ıslanınca tabanları kaldırmak yerine, damlalarla temizlenen havada toprak, ot ve çiçek koku-
su alarak ıslanmayı yeğlersiniz. Belki sular içinize işler; ama, yine de güzeldir yağmuru duyum-
samak. Tek sorun, gözlüklerinizi kullanamayacak olmanızdır. Yağmur, gözlüklerden hoşlanmaz;
çıplak gözle seyredilmek ister... Eğer gözlüksüz göremiyorsanız, o zaman hiç göremeyenleri
anımsarsınız. Bulanık da olsa sizin algıladığınız o ışıkların evrenlerine hiç sızmayanları... Mutlu
olmak için, durumun hiç de kötü olmadığını düşünmeniz yeterli... Çünkü, her zaman her yerde
mutlaka sizden kötü durumda olan birileri vardır.

Kendinizi daha da iyi hissetmek için ölüleri düşünebilirsiniz örneğin. Onlar toprağın bir buçuk
metre altında, bu yağmura karşı hiç kıpırdayamadan yatmak zorundalar ve siz şu an için ölü
değilsiniz... Parkoman şöyle düşünür: “Tertemiz bir nefes almak, dünyanın bütün ıslaklığına
bedel!”.

Üstelik ağaçlar size kol kanat olur ve düşen damlaların hem hızını hem sayısını azaltır; şöyle
der sana: “Bu yağmur var ya, bu yağmur benim canım. O kadar mutluyum ki şu an, dallarım
uzansa hepsini ben toplarım, ama maalesef onun değerini bilmeyen siz insanlara da düşüyor
çoğu!” Yok canım, abartıyorsun ağaç kardeş... Her ne kadar yağmurla beslenmesek de, beslen-
diğimiz şeyleri beslediğinden ıslaklığa rağmen seviyor sayılırız yağmuru... Yalnız, bence kent-

1
te yaşamı karıştırıp sulandırmaktan başka bir işe yaramıyor. Bence tarlalara, kırlara, ormanla-
ra yağmalı yağmur. Burada yağan sadece size yarıyor. İçiyor, banyo yapıyor, serinliyorsunuz.
Fakat bizim üstümüz berbat oluyor, saçlarımızın şekilleri bozuluyor. Bir tek şemsiye satanlar
para kazansın diye de yağmur yağmaz ki! Peki, içtiğin su, yağmur yağmazsa o zaman baraj-
lar dolmaz, siz de su içemez, temizlenemez, hiçbir şey yapamazsınız, diyor ağaç... Vay, ukala,
diye düşünebilirsiniz ama haklılık payı da yok değil hani! Üstelik yağmur yağınca binalar, so-
kaklar, kimsenin temizlemek aklına gelmediği kıyı köşe pırıl ışıldamıyor mu! Peki ama, kimi
zaman sel götürüyor herşeyi! diye itiraz etseniz de, ağaç bilgece bir üzüntüyle sallıyor başını:
Herşeyin düzenini siz bozmuyor musunuz? Bizler yüzbinlerce yıldır aynı yaşıyorken, siz be-
lirdiniz yer yüzünde ve özellikle son yıllarda anasını ağlattınız her şeyin... Aman, diyorsunuz
ağaca, iyi ki yağmurdan azıcık sakladın beni; neredeyse insan olduğum için suçlayacaksın beni!

Seni suçlamıyorum ama, senin babalarının dedelerinin biraz suçu var... Çünkü, onla-
rın zamanında, bu kentin her tarafı envai çeşitten hemcinsim yaşıyordu. Babanın ço-
cukluğunda bahçesiz meyve ağaçsız ev yoktu. Ama size az geldi tek katlı evler, dar
geldi mekanlar ve ne bahçe bıraktınız ne bağban. Bütün vişne, kestane, ceviz, akasya, ıh-
lamur, köknar, kavak, incir... ne varsa, katliam yaptınız ve sonunda betonrengi bir kent-
te vaha gibi gizlenen ve her an yokolma tehdidi ile tir tir titreyen bu küçücük parkla-
ra kaldınız... Hadi bakalım, şu sağındaki ağacın cinsini bil de ölçeyim senin doğa sevgini!
Sivri uçlu kısa parlak yapraklı bir ağaç... Turunçgillere benziyor... Ne, bilemedim mi? Ağaç üzgün
üzgün sallıyor başını. Bu, bir minerva laktoza... Tek işlevi, görüntü... Buraya Latin Amerika’dan
gelmiş, tutunmaya çalışıyor toprağımızda... İşte siz, busunuz. Zevahirsiniz. Bu garibin ne işi var
burada. Bu belli saatlerde yağmura alışmış. Bunun cinsi, ekvatora yakın yerlerde benden bile
uzunken, burada bir yer cücesine dönmüş... Bu işte yaptığınız. Hindistan’ın ağacını Afrika’ya
Amerika’nın bitkisini Avrupa’ya dikip sonra da lezzetli sonuçlar bekliyorsunuz... Herşey düşün-
düğünüz kadar basit olsaydı. Tanrı bile dünyayı yaratmak için 2 milyar yıl düşünmezdi. Ama,
siz evrenin efendisi sanıyorsunuz kendinizi. Ne ala! Bu kafa sadece bizim soyumuzu kırmakla
kalmayacak, kendi kendinizin de sonunu getireceksiniz... Benim yaydığım oksijeni, gölgemi ve
seni sakinleştiren enerjimi seviyorsun, biliyorum. Bunlar beni mutlu ediyor. Fakat bu parka ge-
len herkes senin gibi değil ki. Manzarasını kapattığım, yoluna engel olduğum veya kereste olarak
paraya dönüşeceğim için beni kesmek düşüyle buralara gelen o kadar kişi var ki, bilemezsin...
Onların kokusunu alırız biz. Yaydıkları enerji bizim dengemizi bile bozar. Auralarını görsen, sen
de yaklaşmazsın onlara: Koyu renklere bezenmiş bir sürü insan müsveddesi! Benim normalde
yaşım 130 civarındadır. Eğer ortamım iyiyse, toprağım zenginse ve senin hoşlanmadığın yağ-
murumu iyi alırsam, 150 bile normaldir. Fakat bu kentte 40’ı devireceğim kuşkulu... Bizim ya-
şamımızı sizler kısalttınız. Denizleri sizler kuruttunuz. Doymayan bencilliğiniz bizi öldürüyor...
Neyse, seninle konuşabildiğim için, çemkiriyorum. Seni sevdiğim için dert döküyorum. Lütfen
sen hergün gel ve burada mıyım, ayakta mıyım, yaşıyor muyum diye hergün bana bak!.. Ben de
senin insan sıcaklığı dolu enerjini seviyorum. Birbirimizin kaygısını yok Sen, bu parka aitsin...

Sırtını onun gövdesine dayıyorsun. Sıcaklığını algılıyorsun... Eğer bir parkoman değilsen,
ağaçların kışın sıcak yazın da serin hava üflediğini bilemezsin. Bunu bizi mutlu etmek için
yapmazlar ama. Bunu, sadece çevrelerindeki havayı buharlaştırıp, kendilerini korumak ve sı-
vılaştırıp beslemek için yaparlar... Yine de insan olarak bunun bile keyfini sürmek elimizde...
Parklar, yalnızlığı severler. Siz yoksunuz diye inanın mutsuz olmazlar. İster meydanda ol-
sun, ister kıyıda köşede. İster aşıklar ister yalnızlar parkı deyin onlara; hepsi şu kentin en
değerli varlığını saklarmışçasına onurlu, gururludurlar. Beton çölünde bir vaha gibi sak-
lanırlar bizden; kent kaçkını milyonlarca canlı da sığınmıştır onların gizli köşelerine ve ger-
çek yalnızlardan değilseniz, kendinizi her zaman bir suçlu gibi hissedersiniz onların için-
2
de. İster Taksim’de, isten Caddebostan’da, ister Ihlamur’da, ister İstinye’de, Çamlıca’da ya da
Kuzguncukta... Sizi kucaklamak için sizden sadece saygı beklerler ve onları incitmemenizi...
Tıpkı kitabını okuyup içindeki müziği dinlemeye gelmiş parkomanlar gibi...

Вам также может понравиться