Вы находитесь на странице: 1из 338

Zamanımızın

ZIHIN-BEYIN büyük
İLİŞKİSİ bilimcileriyle
iletişim
söyleşiler
TERMODİNAMİK™ 111mmm

PARÇACIKLAR VE
SİCİMLER EMPATI PANİK KUANTUM
H ADRO PUĞi

ÇARPIŞTIRIN

MUTLULUK RÜYA
S " KÖKHÜCRELER BEYNİN EVRİMİ

HAYAT

K İTABI
0ll« ILffiEK S T R A BOYUTLAR
■■ ■■

döngüler! * miller » KARAMADDE


PARMAK ORANTISI
ZAMAN YOLCULUĞU p s ik o p a t l a r ' VE EŞ SEÇİMİ

Eduardo Punset DUYGULAR!*'11*'


Lyn n M a ^ is - » g »

ŞİD D ET"
DUYU DIŞI A lf iH
M R E IU
TRAVMA HAFIZASI
NEGATİF ENERJİ
H A Y A T Kİ TABI
H A YA T KİTABI
Zamanımızın Büyük Bilimcileriyle Söyleşiler

E D İT Ö R L E R

Eduardo Punset ve Lynn Margulis

İN G İL İZ C ED E N ÇEVİREN

B u ra k B en g i
M 1N D , L İF E A N D U N IV E R SE
G o n v ersation s ıvith G re a t Scien tists o f O u r T im e
Eduardo Punset

© Eduardo Punset, 2004. Tüm hakları saklıdır.


© G iriş, Lynn M argulis, 2004. Tüm hakları saklıdır.

1. Baskı: N isan 2010


2. Baskı: H aziran 2010

YAYINA HAZIRLAYAN

Em re Ergüven

ÇEVİRİ

Burak Bengi

DÜZELTİ

Eftalin T ekeli

KAPAK

H aldi Budak Akalın

GRAFİK

M ah ir Dum an

BASKI

M as M atb aacılık A.Ş.


H am idiye M ah. Soğuksu Cad. N o: 3 Kağıthane 34408 İstanbul
T el: (212) 294 10 00

ISBN : 978-605-5813-56-7

^ T V yayınları
Doğuş Grubu İletişim Y ayıncılık ve T icaret A.Ş.
M aslak M ahallesi G -45 Ahi Evran Polaris Caddesi
Doğuş Pow er Çenter N o :4 M aslak 34398 İstanbul
T el: (212) 335 00 00 Faks: 335 03 48
info@ntvyayinlari.com

www.ntvyayinlari.com

Sertifika No: 12444


İÇİNDEKİLER

Giriş ve Teşekkür Lynn M argulis 7

BÖLÜM 1: İNSAN PRİMATLAR

İnsan Öncesi Kültür


1. Dünyada Z eki Yaşam ? N icbolas M ackin tosh 19
2. Stresli Şempanzeler R o b ert S apolsky 25
3. Nerdeyse İnsan ]a n e G o o d a ll 35
4. Bir Derece M eselesi Jo r d i S abater Pi 44
5. K arıncalar, A rılar ve Term itler G ibi, Ama Değişik
E dw ard O. W ilson 48

Çekicilik
6. Güzellik Ö lçülebilir mi? V ictor Jo h n sto n 60
7. M utluluk Bilim i D aniel G ilbert 69
8. Psikopatlar R o b ert H are 79

Kaygı
9. Kimse Patron Değil D aniel D ennett 89
10. Gizli Ben O liver Sacks 96
11. Karanlığa Kapatılm ış R o d o lfo Llinâs 105
12. Korkuyla Diyalog Jo s ep h L ed ou x 111
13. Kahreden Üzüntü K enneth K en dler 116

BÖLÜM 2: HAYVAN BEDEN-ZİHİN

Döngüsellik ve Sosyallik
14. Davul Vuruşları Steven Strogatz 127
15. H akikat Değil, Sağkalım Şart R ichard G regory 135
16. Öğrenm ek için Rüya N icbolas H um phrey 144
17. M üzik ve Konuşma D iana D eutsch 152

Tarih Öncesi ve Beden-Zihnin Ölümsüzlüğü


18. Gizli Kod Sydney Brenner 160
19. İnsan Genomunun Ötesinde W illiam H asekin e 170
20. İkinci Beyin Pbillip T ob ias ve R alpb H olloıvay 173
21. Annenizden Gelen Ölümsüzlük D ouglas W allace 182
22. Yaşlanm anın Kaçınılm azlığı T o m Kirkw ood 186
BÖLÜM 3: CANLI BİR GEZEGENDE YAŞAM

Geçmiş Biyosferler
23. Y aşam , Dünya'nm Efendisi Ja m es E. L o v elo c k 198
24. Yaşam Bir H atadır K enneth H. N ealson 208

Mükemmeliyete Doğru
25. Evrim ve Am aç Stephen Ja y G ould 217
26. Ölülerin Kodu R ichard D aıvkins 222
27. Evrim in Amacı D orion Sağan 227

Ölü ya da Diri?
28. Gelişim O larak Y aşam W illiam D ay 235
29. A talarım ız, Bakteriler R icardo G uerrero 2 39
30. Amiplerden Farklı Jo h n Bonner 248

BÖLÜM 4: GÖRÜNMEYENE DOĞRU

Enginden Minnacığa
31. Elektron Bulutu Üzerinde Yürüyüş Eugene C hudn ovsky 261
32. Atom ik Bilinç H einrich R oh rer 271
33. Atom İçin Çok Büyük, Yıldız İçin Ç ok M inik
Jo r d i S abater Fi 276
34. Ekstra Boyutlar Lisa R an dall 287
35. Bücürlerin M anipülasyonu N icolâs G a rd a 293
36. Uzay Param parça, Z am an Hükümsüz Faul D avies 298

Bilim ciler 307


Editörler 319
O kum a Listesi 323
Dizin 329
GİRİŞ ve TEŞEKKÜR

Lynn Margulis
B an a g ö re, S teıvart B r a n d ’ın 1 d ed iğ i g ibi,
“S a d e c e b ilim d e k a y d a d e ğ e r h a b e r var; gerisi sö y len ti ve d e d ik o d u .”

Gerçek dünyanın gerçek özelliklerine yönelik dikkatli bir analiz ve serbest bir sor­
gulama olarak bilim hâlâ bilgiye giden en güçlü, dürüst ve müştereken yararlı yol
gibi görünüyor. Dünya klasmanında bir bilim, sosyal sınıf, ırk, yaş, cinsiyet, mil­
liyet veya diğer ayırıcı etkenler ne olursa olsun, temelde, gözlem ve inceleme yap­
mak isteyen tüm insanların ulaşabileceği bir şeydir. Hakiki bilimsel etkinlik, bir
bilgilenme yöntemi olarak, mistik veya dinî inanç öğretileri üzerinden edinilen
bilgiyle taban tabana zıttır. Bilimcilerce yapılıp açıklanan uluslararası temel bili­
min doğası gereği sınırlı olan bulguları, bilerek düşünmemize, hayatımızdan zevk
almamıza ve onu kontrol etmemize yardım ediyor ve tabii teknolojik ilerlemeye
yol açıyor. Ama özgür sorgulamaya dayalı fazlasıyla sosyal bir etkinlik olan bi­
lim, bilimin teknolojik uyarlamasıyla aynı şey değildir. Şu ana vasıflara sahiptir
bilim: fizikî ve canlı dünyadan seçilen unsurların gözlem ve ölçümü, gözlem ve öl­
çümlerin yayın yoluyla dürüst ve açık bir bildirimi, yayınlanan sonuçların diğer
bilimcilerce analizi ve eleştirisi ve yeni sonuçların zor kazanılmış mevcut bilimsel
birikim ve yerleşmiş olgularla tutarlılığına ilişkin doğrulama. Kariyerlerinin zir­
vesindeki büyük bilimcilerle yapılmış söyleşilerden oluşan kitabımız, okurların
bilimsel gerçekleri, ünlü insanların özel hayatlarına ilişkin dedikodulardan çok
daha fazla istediği varsayımı üzerine kurulmuştur. Araştırmacılardan önemli so­
rular üzerine anlaşılır açıklamalar talep ettik. Yarım yamalak gerçekler istemiyo­
ruz. Araştırma sonuçları profesyonel yayınlarda yazılana kadar, bilim katiyen bi­
lim değildir. Temel sorun şu ki, sadece uzmanlar -ve onlar da sadece kendi alan­
larındaysa- bu literatürü okuyabiliyor. Geri kalanımız nasıl öğrenecek?
Okurlarımızın kanser tedavisine ya da M ars’taki bir insan iskeletine dair şüp­
heli iddialardan ziyade, iyi temellendirilmiş nahoş bir bilimsel olguyu öğrenmek
isteyeceğini sanıyoruz. Kafası karışık gazetecilerin anestezi kullanılmayan acısız

1 “W hole Earth C atalog” [“Tüm Dünya Katalogu”], “W hole Earth R eview ” [“Tüm Dünya Dergisi”] ve Point
Foundation [Point Vakfı] ile tanınan ve M edia Lab\ [“Medya Laboratuarı”] yazan Stevvart Brand, J . E. Love-
lock ile birlikte hazırladığımız “T h e G aia hypothesis”in de ilk yayıncısıdır (Margulis, L. ve Lovelock, J . E. “Bi­
yosferin dolaşım sistemi olarak atmosfer-Gaya hipotezi.” C oEvolution Quarterly 6: 30-40).

7
H AYAT KİTABI

ameliyatlar hakkındaki üstünkörü açıklamalarım istemiyorlardır. Öte yandan


hiçbirimizin kesif ve mecazi bilimsel jargonu şeffaf hale getirecek takati ve sabrı
da yok. Çoğumuz bir bilimsel çalışma için gereken özel dille, matematikle, meka­
nik veya yaratıcı ezoterik beceriyle donatılmış değiliz. Burada yer verilen pek çok
alanda eğitim ve uzmanlıktan yoksunuz.
Biz, okuryazar halk, gerçek bilim araştırmacılarından bilgi almak istiyoruz.
Neden? Çünkü özel insanlar oldukları için onlara güvenebiliriz, sadece bir ba­
kımdan özel olduklarını bilsek bile. Bütün bilimciler işin doğası gereği uzmandır­
lar; aksi halde iş yapamazlardı. Ama onların sadece adamakıllı belgelenmiş, sınır­
lı sayıda ve nüans derecesindeki bir dizi gerçeği bileceklerine güvenilebilir, sadece
bu bakımdan özeldirler. Ancak kendi görüş alanları içindeyse böyle ince gerçekle­
ri bilirler. Bunlardan haberleri yoksa, araştırmacı olarak, incelemeci olarak bir
şey yapamazlar.
Buradaki katılımcılar bir başka bakımdan da özeller. Sadece yeni bilimsel bil­
gi üretimine katılmakla kalmıyorlar, dahası her biri, kendi asli uzmanlık alanında
adamakıllı belgelenmiş kavramların bağlamsal açıklamalarını da yapabiliyor. Bil­
medikleri konulara veya iyice anlamadıkları “olgular”a dair bir vaatte bulunma­
maya özen gösteren bu kişiler, yani Punset’in görüştüğü insanlar harika birer İle­
tişimciler. Okuyucuya hepimizin merak ettiği cevapları sunmakta ustalar: önemli
sorulara verilen dolambaçsız, kapsamlı, kavranabilir, ama şüphesiz sınırlı sayıda
cevabı. Hangi soruların önemli olduğuna karar verense Punset (“Editörler” bölü­
müne bak).
Mesele şu: hiçbir bilimci her okuyucuya tam olarak istediği şeyi veremez. Bi­
limci, buradaki seçkin, yetenekli katılımcılar da dahil olmak üzere bütünün an­
cak minik bir bölümü hakkında yetkinlikle konuşabilir. Doğal dünya hakkında
çok az şey biliyoruz. Seçilen bilim sözcüleriyle yüzyüze söyleşiye başlarken tezi­
miz şuydu: tek bir kişi, ne kadar yetenekli ve bilgili olursa olsun, bir okura ancak,
kendi çalışmasının küçük bir parçası hakkında kısa bilgi verebilir. İşte bu nedenle
biz editörler yardım etmeye çalışıyoruz. Her bilimcinin arkaplanım veriyoruz
(bkz: “Bilimciler” bölümü). Otuz altı kısa söyleşiyi, birbiriyle alakalı konulardan
oluşan dokuz bölüm içine yerleştirerek derdest ettik. Gayemiz, alelade miti, halis,
iyice oturmuş bilimsel gerçekten ayırmak ve bilimsel gerçeği doğru ama çekici bi­
çimde aktarmak. Belki de en önemlisi, buradaki çeşitli bilim dallarında sergilenen
bilginin güvenilirliğini asıl olarak konuşmacı seçimimizle göstermemiz. Pek çoğu
engin bilinmezde aradıkları bilginin belli bir konu için nasıl biraraya toplanabile­
ceğini ortaya koyuyor. Yöntemlerse detaya indikçe çeşitleniyor.
Doğa sırlarını kıskançlıkla korur. Kendi alanı dışına azıcık dahi çıkan her uz­
man tökezleme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bizim işimiz her konuyu bağlam için­
de sunmak ve tespitlerin güvenilirliği konusunda destek sağlamak. Mümkün mer­
GİRİŞ VE TEŞEK K Ü R

tebe denemeler arasında göndermeler veya hakkında yorumlar yaptık. Kısacık


kaynakçamızda her katılımcıyı (genellikle kitaplardan) en fazla iki referans seç­
mekle sınırladık. (“Okuma Listesi”ni kitabın sonunda bulabilirsiniz.) Katılımcıla­
rı, temel olarak, bölümlerde belirtilen kavramları ve arkaplan ayrıntılarını açım­
lamak bakımından en iyi, en kapsamlı ve anlaşılır yayını seçmeye zorladık.
Dolayısıyla bu kitap, T V ’deki ünlü ve özel konukların birbiriyle ilgisi bulun­
mayan şık bahislerinden yapılmış bir derleme değil. Didaktik, anlaşılmaz uzman­
ların yüce beyanatlarının bir listesi de değil. Buradaki tutkulu katılımcılar kendi
kendilerine sordukları büyük sorular bağlamında hakiki bilimsel araştırmanın sı­
nırlı doğasını açığa vuruyorlar. Evren nasıl bir şeydir? Yaşam nedir? Yaşam nasıl
başladı ve evrildi ve ölüm nedir aslında? İnsan zihni, zihnin fiziksel ve sosyal mu­
hitini ne kadar iyi algılıyor? Okur konuşmacıların kendi dürüst araştırmalarına
biraz tuhafça(!) adanmış olduklarını muhakkak fark edecektir. Bulmacanın ken­
dilerine ait parçasını açıklama şevki coşkulu cevaplarından anlaşılıyor. Kısa yo­
rumlarımız, kaynakçadaki önerilerimiz, yer yer notlarımız ve dizin girişlerimiz
okurların yolunu bulmasına yardım amaçlıdır. Bilimsel inceleme sonuçları ara­
sındaki potansiyel uyum, en azından prensipte, araştırmaların nasıl tutarlı bir ni­
hai bütün olarak biraraya toplanabileceğini gösteriyor. Bilim bize kolay, evrensel
cevaplar veremez, ama araştırmalar büyük soruları cevaplamak bakımından tüm
insanlara güvenilir bir yaklaşımın yolunu açabilir. Bu işi zevk ve coşkuyla yapan
biz editörler, birbiriyle alakalı söyleşileri göndermelerle bağladık. Bilimcilerce ve­
rilen cevaplarla diğer bilimcilerin, okurların ve halkın ilgi ve ülküleri arasındaki
ilişkiyi göstermeye çabaladık. Bu söyleşiler, tüm hakiki bilimsel araştırma sonuç­
ları gibi her zaman halka açıktır. Dinlemeye ve bir şekilde, istediğiniz şekilde, ka­
tılmaya davet ediyoruz sizi.
Çoğu söyleşinin başında epigraf olarak kullanılan kısa alıntılar konuşmacılara
aittir. Lafı dolandırmadan sorgulanan bu otuz yedi düşünür, Eduardo’nun sordu­
ğu büyük sorular karşısında samimi düşüncelerini dile getiriyorlar. Hepsi de uzun
kariyerleri boyunca tüm bu sorularla meşgul olmuş insanlar. TV röportajları ço­
ğu zaman epey uzundu2, araya alakasız şeyler girdiği için Punset, Margulis veya
çeviri takımı teybin bazı bölümlerini hariç bıraktı. Tekrarlar, anlamsız zamirler
ve konuşma dilinin diğer kaçınılmaz savrukluklarını atmaya gayret ettik. Kısaca,
tam televizyon metni anlaşılırlık adına özenle düzenlendi. Çoğu bölüm ve yorum
Eduardo’nun kasasındaki röportaj videoları ve bunların yazı çözümlerinden çıktı.
Pek çok kişi, özellikle (Eduardo’nun kızı) Elsa Punset’le yardımcıları Begonia Bar-
rabes ve Sm artplanef in editörleri, (Typro’dan) Judith Herrick Beard ve (Greate-
dit’ten) Dianne Bilyak, ayrıca Chelsea Green ’den John Barstow, Jonathan Teller-

2 Söyleşiler Eduardo Punset’in TV için yaptığı röportajlardan derlenmiştir. —çn

9
H AYAT KİTABI

Elsberg, Emily Foote ve Collette Leonard konuşmanın savrukluğunu düzenli, di­


siplinli yazı formu akışına dönüştürmek için yoğun mesai harcadı. Ama samimi
ve teklifsiz, naçiz ve komik farklı üsluplar ve hazır cevaplılıktaki orijinallik ve ta­
ze nükteler atılmadı. Uluslararası bir dağılım sergileyen araştırmacılar, Eduar-
do’ya cevaben, kendi bilimlerini kendi gördükleri şekilde, her biri kendi üslubun-
ca anlatıyor. Biz sadece söyleşileri kısaltıp gevşeklikleri giderdik. Sterilize etme­
dik. Zamir kalabalığını (“o ”, “şu”, “bunlar”, “olanlar”) kastedilen şeylerle değiş­
tirdik (“eriyen buzul”, “teleskop”, “kibirli bürokrat”, “cahil politikacı” gibi). İni­
siyatifi ele almayıp, konuşmacının çoğunlukla uçarı otoritesine sıkıca bağlı kal­
maya çalıştık.
İspanya’da herkes Punset’in hararetli TV programı Redes ’in [“Ağlar”] T V iz­
leyicileriyle okurları cezbettiğini bilir. Barrio Gotico’da, Ramblas’da veya Barse­
lona’nın Gracia bölgesinde onunla sokaklarda yürüyüp de farkedilmemek müm­
kün değildir. Ne var ki, bu kitaba kadar, şimdiye kadar, İngilizce konuşan dünya­
da ismi neredeyse hiç bilinmiyordu. Ama editör koltuğundan bakan bizler -M ar-
go Baldvvin, John Barstow, Lynn Margulis ve Dorion Sağan—sanıyoruz ki, (he­
men hepsi kendine yabancı) pek çok anadilde konuşan önemli bilimcinin kişiliği­
ni açığa çıkarmadaki müthiş yeteneği hayret uyandıracaktır. Duyarlılığı, geniş
bilgisi ve bilim tutkusu her konuşmacıyı, araştırmanın önemini kendince tanımla­
maya sevkediyor. Bize göre yeteneğinin dünyada bir eşi yok. Ve bunu paylaşmak
istiyoruz.
Beyin biliminin ölçümleriyle kendi öznel mutluluk ve elem duygularımız ara­
sında nasıl bir ilişki var? Şempanzelerin kendi doğal ortamlarında görülen hangi
saldırgan ve cinsel davranışları tıpkı bizimkiler gibidir -b iz konuşan, giyinip ku­
şanmış, bugün Dünya’da epey kalabalıklaşmış, Afrika’dan çıkma büyük primat
hayvanlarınki gibi? Dünya dışında bir yerde yaşamın varolduğunu söyleyebilme­
miz için hangi gözlem ve ölçümlere dayalı hangi kanıt gereklidir? Prensip olarak
ne tür testler güneş sisteminin başka bir yerinde veya ötesinde yaşamın varlığını
kanıtlardı? Şu bilimci büyümenin genetik kontrolü konusuna nasıl oldu da böyle
tutkuyla sarıldı ya da öteki, nerdeyse sabahtan akşama kadar bütün gününü Do­
ğu Afrika savanındaki muhteşem memelilerin hızla yokoluşuna dertlenerek geçi­
rir hale nasıl geldi? Yatakta veya evden işe giderken açıp kapayabileceğiniz bir ki­
tap bu.
Neden? Çünkü soru-cevap formatı esnek, sık sahne araları olan iyi bir oyun
gibi okunmasını sağlıyor. Ama kurgu değil. Hiçbir yeri kurgu değil. Aktörler, ya­
ni tümü yıllardır faal olan araştırmacılar ve uzmanlar, dürüstçe ve şevkle sadece
kendilerini canlandırıyorlar. Hiçbiri sıradan bir televizyon dramı veya sinema fil­
minde resmedilen basit görünüşlü, önlüklü, sıkıcı tipi uzaktan bile andırmıyor.
Kadın bilimcilerden hiçbiri dar görüşlü ve kontrol meraklısı, ukala çirkin bir ah­

IO
GİRİŞ VE TEŞEK K Ü R

mak değil. Konuşkan sorgucu Eduardo insanı teslim alan sohbetiyle entelektüel
ilgilerin hacmini, genel yeterliliği ve canlılığı yakalıyor ve neden bir kişinin eğrelti
otlarıyla, diğerinin kromozomlarla ve bir üçüncüsününse nadiren gerçekleşebile­
cek fevkalade önemli olaylarla uğraştığını açıklayabiliyor.
Okuyucunun bilimsel bir arkaplana hiç ihtiyacı yok. Hem kitapları sevip bi­
limden nefret edenler, hem de bilim kitaplarını sevenler, orijinal kişiliklerin ken­
dine özgü yanlarını hayranlıkla izleyecekler. Doğa’yı gerçekte olduğu gibi görmek
için hileden sakınan, propaganda ve pazarlama numaralarından şiddetle kaçın­
maya çalışan biz okurlar, hepimiz, Hayat Kitabı: Zamanımızın Büyük Bilimcile­
riyle Söyleşiler’i ancak sonuna kadar okuyup bitirince elimizden bırakabileceğiz.
İçindeki gerçeklerle büyülenip soluk soluğa kalacak, ama belki en çok da gerçek
arayıcılarının sıcaklığı ve tevazusundan etkileneceğiz.
Çoğu söyleşinin başında epigraflar altına konan veya bir söyleşinin yazı çözü­
mü içine eklenen canlı ve sıradışı yorumlar, Eduardo Punset’in orijinal İspanyolca
versiyonundaki tanıtıcı ifadelerinden alınmadır, genelde televizyon programı Re-
des’ten. Söyleşi ve yorumların bazılarıysa İspanyolca kitap Cara a Cara (Yüz Yü­
ze) yayınlandıktan sonra yapıldı.
Gerçek bilimin, bilimsel araştırmanın ve tutkulu soruşturmanın harikulade
dürüst ve gayretkeş etkinliğini buradaki birkaç örnekle okuyucuya taşımak iste­
dik. Peki hangi birkaç örnekle? Bu otuz yedi konuşmacı oyunu kuralına göre oy­
nayan son derece orijinal ve adanmış adamlarla kadınlardan oluşuyor. Seçilen
tüm konuşmacılar Eduardo’nun, Lynn’in veya her ikisinin şahsen tanıdığı insan­
lar. Ve ününü, servetini ya da gücünü arttırmak gibi amaçlarla bilimsel sahtekar­
lık, abartı ya da hileye başvurmak bu insanlara ancak gülünç gelebilir. Neden?
Çünkü onlar herhangi bir son duraktansa, araştırma yolculuğunun kendisinden
zevk alıyorlar. Onlar bilimsel yolculukla geçen, Doğa’yı incelemekle geçen bir ha­
yatta, gözlem yapmakta ve keşfin ve entelektüel etkinliğin belgelenmesinde heye­
can buluyor. Bu demokratik bir keşif heyecanı ve siz mutlaka davetlisiniz.

II
B ÖL ÜM 1

İNSAN PRİMATLAR
Gİ Rİ Ş

İnsan Öncesi Kültür


Dünya’daki yaşamın sıradışı çeşidiliğini -E . O. Wilson’ın en iyi tahminlerine gö­
re 3.5 ila 100 milyon canlı türünü (bölüm 5 ) - gözönüne alınca, tüm yaşam form­
larını iki koca gruba ayırmakta büyük fayda görüyorum: prokarya (ya da pro-
karyotlar, yani arkebakteriler veya “arkea” dahil tüm bakteriler) ve çekirdekli
hücrelerden oluşan daha büyük organizmalar, yani ökarya (ya da ökaryotlar).
Tümü, birbirine eklenmiş simbiyotik bakterilerden türeyen ikinci grup tabii hay­
vanlarla bitkileri içeriyor. Ama ökarya aynı zamanda mantarları (mayalar, küf­
ler, sofra mantarları, kurt mantarları ve akrabalarını) ve benim favori mahluk
grubum protoktistleri de kapsar. Bildik protoktistler arasında tüm su yosunları,
balçık küfleri, su küfleri ve elli civarında diğer temel grup sayılabilir. Protoktista
içinde tahminen 250.000 tür var -yaşayan tüm amipler, kirpikliler, delikliler, tek
hücreli su yosunları, kahverengi su otları ve diğer pek çok “ne o, ne bu” denebile­
cek su canlısı, yani ne hayvan ne de bitki olan irili ufaklı organizmalar. Hangi tür
hakkında konuşursak konuşalım, akrabalarının devasa çoğunluğu, fosil kalıntı­
larından anlaşıldığı üzere yokolmuştur. Dünya üzerinde şimdiye kadar yaşamış
olan ve paleontolojik kayıtları yaklaşık 4 milyar yıl geriye giden tüm türlerin
muhtemelen yüzde 99,9’u yokolmuştur. 3 milyon yıl öncesinden bugüne kadar
uzanan çok yakın bir geçmişe ait 20 fosil insan türünün tamamı bu çeteleye dahil
gibi görünüyor, H om o erectus, H om o habilis, H om o neandertalensis, H om o er-
gaster vs. yeryüzünden sonsuza dek silinenler arasında. Sadece biz H om o sapi-
m s’ler muazzam sayılarda kaldık.
Hal böyleyken, dünyanın her yanında halkın sınıflandırması organizmaları
genellikle ya yenir, zehirli, avcı, haşarat ya da pislik diye ayırır. Anaokulu çocuk­
larındaki gibi, canlılar dünyası ailelerimiz ve bizle ilişkileri dahilinde ele alınır.
Hâlâ yaygın olan daha dikkatli bir popüler anlayış var ve bu anlayış uyarınca yıl­
lardır tüm insan dışı yaşam iki “krallığa” zorlandı, Hayvanat ya da Nebat. Çoğu
halk sınıflandırmasında bu iki dallı şema hikmetinden sual olunmaz bir hakikat
olarak payidar. Bir çekinceyi saymazsak, kendinden menkul tabirimizle “uygar

!5
H AYAT KİTABI

dünyamız”ın kabulüne göre, canlılar üç büyük gruba ayrılıyor: “hayvan”, “bitki”


ve “mikrop” [germ].
Bu okur yazar dünya cahil. Bahçıvan veya çiftçi için yabani ot kelimesi neyse,
doğa bilimci için de m ikrop kelimesi o, istenmeyeni işaret eden bir değer yargısı:
istenmeyen bakteriyi, mantar veya bitkiyi.
İki süper krallık veya alem (Okarya/Prokarya) ve (Monera, ya da Bakteriler;
Protoktista; Hayvanat; Mantarlar ve Nebattan oluşan) beş-krallık sistemi şeklin­
deki sınıflamayı açıklamak ve “ya hayvan ya bitki” önyargısının neden kadük ol­
duğunu göstermek için çok uğraştım. Üçlü “hayvan-bitki-mikrop” şemasının ka­
bullenilmiş, zımni, en yaygın görüş haline geldiğine vurgu yapıyorum. Eleştiriciler
birkaç kez kamu önünde hararetle beni düzelttiler. Hayır, diye iddia ediyorlar,
çoğumuzun aklında dört bölümlü bir yaşam sınıflandırması var: “hayvanlar, bit­
kiler, mikroplar ve insanlar”. Bu görüş neden hüküm sürüyor ve ben hüküm sür­
düğünü nerden biliyorum? Çünkü çoğu hayvan olduğumuza hiç inanmıyor, iddi­
aları bu yönde. Hep “insanlar ve hayvanlar” diyorlar, ama aslında kastettikleri
şey tabii “insanlar ve diğer hayvanlar”.
Bu kitabın bu bölümündeki bütün bilimciler, insanların sadece Hayvanlar
Alemi’ne üye olmakla kalmayıp, ayrıca şu gruplar içinde yer aldığını da biliyor:
kafataslılar (sert kafalar), kordalılar (sırta oyulmuş sinir sistemi olanlar), omur­
galılar (yani omurgalı hayvanlarız), plasentalı memeliler (tüy, meme bezeleri),
primatlar (iskeletimizin pek çok özelliği benzer), dar burunlular (“eski dünyalı”,
yani, “Afrikalı-Avrasyalı” maymunlar ve kuyruksuz maymunlar) ve insanımsı
kuyruklu maymunlar.
Bu sınıflandırma, Charles Darvvin’in altını çizdiği gibi, “soyağacımızı” ortaya
koyuyor. Geç Proterozoik zamanda protoktist atalardan embriyo oluşturan hay­
vanlar türedi önce. Sonra, Proterozoik zamanda kafataslılar türedi. (Tablo l ’deki
basitleştirilmiş jeolojik-zaman kayaç cetveline bakabilirsiniz.)
Biz H om o sapiens ’ler için çok daha mutlu memeliler olmanın yolları Eduardo
Punset’in söyleşilerinde netlik kazanıyor. Hayvan tarihimizin detaylarıyla, yakın
geçmişteki erkek, kadın, çocuk ve özellikle de bebeklerin evrimini önceleyen dav­
ranış ve kültürlerin detaylarıyla yüzleşmemiz gerekli.

16
Tablo 1. Jeolojik zaman (Ölçekli değil)

BAŞLADI
ZAMAN DEVİR DÖNEM ÇAĞ (MİLYON YIL ÖNCE)

Yeni çağ (Holosen) 0.01


- Dördüncü zaman
Pleistosen 2
N E O JE N ----------
(26-0) Pliyosen 7
Senozoik Miyosen 26
(2.500-541) Üçüncü Zam an —
Oligosen 38
PALEOJF.N
Eosen 54
_ (65-26) —
Paleosen 65

r KRETASE 138

Mezozoik
FAN EROZOİK (2.500-541) — JU R A 195

L TRİAS 245

r PERMİ YAN 290

Paleozoik KARBONİFER 345


L (2.500-541)
DEVONYAN 400

SİLÜRYAN 440

ORDOVİSYAN 500

- KAMBRİYAN 541

Vendiyan 635

'5 (Ediyakaryan)

850
P R O T E R O Z O İK o - Krayojen
(2.500-541) £
I ANI.KOZOİK öncesi

- Toniyan 1.200
(Kambriyan öncesi)

ARKEYAN En eski yaşam 3.600


(3.600-2.500)

En eski kayalar 3.900


H AD EYA N
Dünya’nın oluşumu 4.500
(4.500-3.600)

17
-I-

Dünya’da Zeki Yaşam?

Nicbolas Mackintosb ile Söyleşi


Daha karmaşık olmak mutlaka daha büyük ilerleme anlamına gelmez.
Nicholas Mackintosh

Jordi Sabater Pi [bölüm 4] “hayvanlara bizim için nasıl temizlik yapacaklarım


öğretmeye çalışmak” yerine, onların evrim çizgisine saygı duymak gerektiği inan­
cındaysa, Nicholas Mackintosh da insanlardaki evrimsel işleyişi diğer hayvanlar-
dakinden ayırdetmenin giderek daha zor hale geldiği inancında. Mackintosh hem
hayvanların hem de insanların biliş süreçlerinde, arasıra besbelli paylaştığımız
“yüksek zeka” denen karakteristik yapıların bulunduğunu gösterdi.
Bir araştırma psikologu olan Nicholas Mackintosh geçenlerde İngiltere,

Nicholas Mackintosh, Cambridge Üniversitesinde Deneysel Psikoloji Onursal Profesörü’dür.

19
H AYAT KİTABI

Cambridge Üniversitesi’nden emekliye ayrıldı. Çağrışımsal öğrenme üzerine araş­


tırmaları, insanlardaki öğrenme süreçlerinin diğer hayvanlardakinden çok farklı
olmadığını açığa çıkarıyor.

Eduardo Punset: Hayvanların makine gibi olmadıklarını söylüyorsun ve diyorsun


ki, aslında öğrenme süreçleri çok karmaşık ve bunlar bazan insanın öğreni­
mini de belirleyen prensiplerle çalışıyor.
Nictıolas Mackintosh: İnsan hayvanın öğrenimini.
E.P. Evet, insan hayvanların öğrenimini belirleyen prensiplerle. Bu prensiplerin
hem insanlarla diğer memelilere, hem de güvercinlere aynı şekilde uygulana­
bilir olduğunu mu söylüyorsun?
N.M. Evet, güvercinlerde öğrenmeyi belirleyen prensipler sıçanlar, maymunlar,
çocuklar veya sen ve bendekiyle aynı. Bu prensipler aslında davranış uzman­
larının elli veya yüz yıl önce inandığından çok daha karmaşık. Bunlar diğer
hayvanların çok karmaşık problemler çözebildiğini gösteriyor. Dünyalarını
anlıyor ve sonuçları öngörüyorlar.
E.P. Ve olacakları öngörüyorlar, belli belirsiz de olsa, bir bakıma insanoğulları
gibi?
N.M. Yakın geleceği öngörmek evrim boyunca büyük takıntılardan biri olmuştur.
E.P. Hayvanların içgüdüyle öğrendiğini savunan bilimciler ve öğrenmenin tedrici
bir süreç olduğuna inananlar şeklinde bir ayrım yapıyorsun. Hayvan davra­
nışını nasıl yorumluyorsun?
N.M. John Watson ve davranış uzmanlarınca ortaya konan prensiplere dayana­
rak, hayvanların pek az refleks veya temel içgüdüyle doğduklarına inanıyo­
rum. Belli bir davranışı tedricen öğreniyorlar. Çocuklar diğer hayvanlardan
da az içgüdü ve refleksle doğuyor. Öğrenmenin hep basit olduğunu düşün­
müştük, ama kanaatimce, öğrenme süreçlerinin tüm hayvanlarda Watson
ve B.F. Skinner’ın o zamana kadar hayal ettiğinden çok daha karmaşık ol­
duğunu anlamak zorundayız.
E.P. Ne keşfedildi? Öğrenmede genetiğin önemi mi?
N.M. Evet. Genetik çok önemli, çünkü öğrenme süreçleri, dünyanın nasıl yapılan­
dığım anlama yolunda belli bazı problemleri çözme ihtiyacından doğuyor;
tüm öğrenme sistemleri bu evrimsel ihtiyaca uymasa da, bu böyle. Memeli­
lerin bazı prensipler ve yasalara dayalı öğrenme sistemleri çok sınırlı.
E.P. Katıksız genetik, değil mi? Genetik insanların öğrenme ve ezberleme işlevle­
rinde temel bir rol oynuyor, yanlış mı?
N.M. Evet, hayvanlara geleceği öngörmeyi ve çevrelerini anlamayı öğreten sosyal
öğrenme süreçleri de —ki bayağı yaygınlar— genetikle sınırlıdır. Psikologlar
davranışın genetik kökenleri üzerine konuşurken, insanlar arasındaki içkin

20
D Ü N YA'D A ZEKİ YAŞAM ?

farklılıklara gönderme yapıyorlar. “Zekanın genetiği”nden söz ederken, ba­


zı insanların niçin diğerlerinden daha zeki göründüğünü açıklamaya çalışı­
yorlar.
E.P. “Zeka araştırm alarında eski tabular hakim. Okul çağı çocukları (beyaz, si­
yah ve Asyalılar) arasında yapılan bir deney, Asyalı öğrencilerin beyazlar­
dan daha zeki, beyazların da siyahlardan daha zeki olduğu sonucuna vardı.
Sen bir psikolog olarak ırk farklılıklarını değil, sadece ortak karakteristikle­
ri tahlil ettin. Peki bu çalışma hakkında ne düşünüyorsun?
N.M. Öncelikle şunu söyliyeyim: ölçülen diğer biliş süreçlerine (yani zeka testleri
veya katyanı ya da IQ testlerine) kıyasla, farklı etnik gruplar arasında öğ­
renme ve ezberleme süreçleri çok daha az değişkenlik gösteriyor. Çeşitli ze­
ka katsayıları arasında, öğrenme süreçleri arasındakinden daha fazla farklı­
lık var. Farklı etnik grupları zeka testlerine tabi tutarsan, genel anlamda -en
azından Birleşik Devletler’de—siyahlar çoğu beyazdan ve beyazlar da Asya-
lılardan daha düşük puan alır. Ama basit öğrenme testleri üç grubun benzer
bir şekilde öğrendiğini gösterir.
E.P. Bir “zeka genetiği” var mı?
N.M. Evet, kesinlikle. Zeka testlerinden elde edilen farklı sonuçlar nedeniyle, in­
san zekanın genetik olarak kodlanıp kodlanmadığını sorabilir. Bu düşünce
epey bir ihtilaf yaratıyor, ama siyahlarla beyazlar arasındaki sonuç farklılı­
ğının genetik olmadığına inanıyorum ben. Beyazlarla Asyalılar arasındaki
farklılığın genetik olduğu gösterildi! Bu farklılık tüm bir zeka katsayısına
(IQ) değil de, daha ziyade, uzamsal görüntüleme becerilerini, uzamda şekil­
leri algılama yeteneğini ölçen belli birkaç parametreye işaret ediyor. Test,
mesela, ekseni etrafında döndürülen bir şeklin algılanmasını veya bir nesne­
nin pek çok değişik açıdan tespitini ölçüyor. Doğu Asyalılar beyazlardan
çok daha yüksek puan alıyorlar; beyaz aileler Asyalı çocukları ufak yaşlarda
(altı aylıkken) evlat edinmiş olsalar bile, onlar yine de beyaz çocuklardan
daha iyi sonuç elde ediyor. Bu farkın kökende genetik olma ihtimali var.
E.P. Daha önce deneylerinden çıkan bazı ilginç sonuçlara değindin. Göründüğü
kadarıyla insanlar oldukça geometrik varlıklar.
N.M. Geometrik bir dünyada yaşıyoruz, bir sürü daire, kare ve doğru. ...
E.P. Mimar arkadaşlarıma hep eski H om o sapiens ’in yaşadığı mağaralara ben­
zer modern apartmanlarda yaşadığımızı söylüyorum. New York, Londra ya
da diğer herhangi bir modern şehirdeki her apartman epey geometrik şekil­
lere ve nerdeyse aynı mağaramsı tasarıma sahip: üç duvar ve bir pencere. ...
N.M. Ama Barselona öyle değil, çünkü Gaudi tek bir düz çizgi dahi çizmedi.
E.P. Sıçanlar geometrik şekillerden nefret ediyor. Geometrik bir mekana kapatır­
san çok kederleniyorlar.

21
H AYAT KİTABI

N.M. Doğru ama, nerdeyse hemen içinde yaşadıkları mekanı öğrenirler, özellikle
de bir köşeye yiyecek saklarsan; o zaman çevrelerindeki şekilleri ayırdedi-
yorlar.
E.P. Sana göre, çevrelerinin şeklini öğrenmek bir yana, ayrıca yaşadıkları yere
ilişkin geometri “nosyonu” kendi “içkin” nosyonlarıyla çakışıyor.
N.M. Doğru; ve çok şaşırtıcı. Aslında nedenini hâlâ anlamıyoruz. Büyük bir dik­
dörtgen kutuya sıçanlar ve köşelerden birine yiyecek konduğunda, sıçanlar
yiyecek için o köşeye bakarlar, ama çaprazındaki köşeye de bakarlar. Bu bir
anlamda eş bir köşedir. Yiyecek bir sinyalle gösterilince, sıçanlar onu kaale
almaz ve yiyeceği iki köşede aramaya devam ederler. Yiyeceğin hangi köşe­
de olduğunu gösteren işaretler bulunsa bile, sıçanlar geometriye göre hare­
ket eder.
E.P. Ama adapte olabiliyorlar, değil mi?
N.M. Evet. Sonunda öğreniyorlar, çünkü aptal değiller. Yine de, geometriyi diğer
işaretlerden böylesine daha önemli görmeleri şaşırtıcı. Çok tuhaf, çünkü do­
ğal çevreleri öyle fazla geometrik değil.
E.P. Hayvanlarda zeka ve öğrenme üzerine söylediklerini düşünüyorum da, üni­
versitede ders veren biri olarak ben insanın öğrenimi hakkında nerdeyse hiç­
bir şey bilmiyorum, kendi öğrencileriminki hakkında bile. İnsan haricindeki
hayvanların öğrenme süreci üzerine daha mı fazla araştırma yapıldı?
N.M. Evet. Haklısın. Aslında bir psikolog olmama rağmen, [diğer] hayvanlarda
öğrenim üzerine uzmanlaştım. Bilimcilerin diğer hayvanlarda öğrenim üze­
rine yaptıklarına kıyasla, eğitim psikologlarının insanlardaki eğitim süreçle­
rini daha yüzeysel incelediklerine inanıyorum.
E.P. Belki de bunun nedeni, hayvanlarla deney yapmanın insanlarla yapmaktan
çok daha kolay olmasıdır. Veya bir ideolojik etkilenme meselesi olabilir mi?
Teorik önyargı?
N.M. Psikolojinin büyük bir bölümü trendlerin fazlasıyla etkisi altında sanırım.
En son trend çocuklara öğrenmenin, okumanın, yazmanın ve matematik
problemleri çözmenin nasıl öğretileceğiyle ilgili. Eğitimi trend peşinden sü­
rüklüyor ve bu nedenle de eğitim psikologları gözden düşüyor.
E.P. Mesele karmaşık. Hayvan davranışına geri dönersek, güvercinlerin güneşi
pusula olarak kullanması müthiş bir şey bence. Araştırma psikologlarının
dediğine göre, güneşi pusula olarak kullanmak dönüş yolunu bulmak için
yeterli değil. “Yeterli değil” ile aslında neyi kastediyorlar? Göründüğü kada­
rıyla bu arılar için de geçerli.
N.M. Güvercinler kuzeye, güneye, doğuya ya da batıya yönelmek amacıyla vücut
saatlerini ayarlamak için güneş yönünü kullanırlar. Gözünü bağladığımı ve
seni pusulayla 60 kilometre ötede bıraktığımı hayal et. Hangi yönde olduğu­

22
D Ü N YA'D A ZEKİ YA ŞAM ?

nu bilmiyorsan, Barselona’ya dönüş yolunu nasıl bulacaksın? Güneyde ol­


duğunu biliyorsan, pusula güneyi bulmana yardım eder, ama yönü bilmi­
yorsan, bir pusulan olsa bile nasıl döneceğini bilemezsin. Ama bir güvercini
alıp yaşadığı yerden 130 kilometre ötede, önceden hiç bulunmadığı bir yerde
salarsan, iki veya üç dakikalık uçuştan sonra dönüş yolunu bulup oraya yö­
nelir. Bu becerinin tecrübe ve eğitime dayandığına inanıyorlar, çok genç
kuşların nasıl geri döneceklerini bilmeyişleri de bundan kaynaklanıyor, çün­
kü bir pusulaları olsa bile, henüz haritalarını çizmiş değiller. Güvercinler kı­
sa uçuşlarla eğitilirken, üzerinde uçtukları bölgeyi tanırlar. Mesela, kıyıda
kırılan dalgaların sesini duyarlar veya 130 kilometre uzaktan şehri koklar­
lar. Önceden eğitim uçuşlarına çıkmışlarsa, dönüş yolunu bulurlar. Deniz
kıyısındaki belli bir ses daha yüksekse ve kuzeydeyse, kuş daha kuzeydey­
ken ses daha da yükseliyorsa, eve dönmek için kuşun sadece güneye yönel­
mesi gerekiyor demektir, bunları öğrenmiş olurlar.
E.P. En ileri zeka formlarının sadece ileri hayvanlarda3 bulunduğunu tanıtlamak
zor diye yazman beni şaşırtmadı. Ama tam olarak ne demek istiyorsun?
N.M. Ne demek istiyorum? Dediğim şu: bazı zeki davranış formları hem kuşlarda
var, hem de maymunlarda.
E.P. Ya da insanlarda.
N.M. Evet, bazı zeka formları insanlarda çok daha fazlasıyla bulunuyor, ama ben
insan dışındaki hayvanları kastediyordum. Kuzgunlar, saksağanlar ve papa­
ğanlar gibi kimi kuş türleri, birçok basit primat ve diğer memelinin çözeme­
yeceği çok karmaşık problemleri çözüyor. Kimi akıl yürütme yolları, olaylar
arasında ilişkiler kurma kapasitesi ve benzeşimleri kavrayış, bazı primatla­
rın, özellikle maymunların tipik öğrenme yöntemleridir, bazı kuşlarda da
bulunur, ama mesela sıçanlarda bulunmaz. Güvercin, birçok kuş gibi, uzun
mesafelerde güçlü bir yön bulma becerisine sahiptir, ama bu öyle bir uz­
manlık becerisi ki, zekayla ilgili olmadığı düşüncesine meylediyoruz. Pek
çok hayvan dünya üzerinde yön bulma becerisine sahip. Bir karınca yuvası­
nı terkedip zikzaklarla ilerleyebilir, biraz yiyecek bulur ve düz bir çizgiyle
geri dönebilir. Uzun bir zikzak yoluyla geldiği halde, direkt dönüş yolunu
bilir.
E.P. İnsanlar “daha büyük ve daha iyi bir şeye doğru yöneltilmiş değiller” diyen
Stephen Jay Gould’un fikrine katılıyorsun heralde.
N.M. Evet, evrimde bir ilerleme gayesi yok.

3 Darvvin bize, hayvanlar veya bitkilerden sözederken “ileri” ya da “geri” gibi kaçınılmaz olarak değer yargısı
belirten ifadeler kullanmamayı tembihledi. Bugün canlı olan bütün organizmaların hayatta kaldıklarına ve do­
layısıyla aynı derecede “ileri” olduklarına dikkat çekti. (Letter to Hooker, Darvvin: The Surviva! of Charles.
Ronald W. Clark, Random House, NY 1984) -L M

23
H AYAT KİTABI

E.P. Bunca yıllık evrim araştırmasından sonra bu fikir hakkındaki görüşün ne?
N.M. Belli bir noktaya kadar Gould’a katılıyorum. Evrimin insanlarda zirveye
ulaşan devamlı bir ilerleme süreci olduğunu iddia etmek yanlış. Böyle bir
yaklaşım hem tarihsel olarak yanlış, hem de insan merkezci. Yüksek zeka­
nın sadece insanlarla yakın akraba konumundaki hayvanlara mahsus olma­
dığını savunarak bunu hep çürütmeye çalıştım. Aslında güvercinler ve kuz­
gunlar gibi, sadece uzaktan akraba olan hayvanlarda da var. Bu anlamda
evrim ilerleme demek değil. İlerlemeyle alakalı olmak zorunda değil. Evrim
şüphesiz karmaşıklığı arttırdı. Genel anlamda, zamanla daha az karmaşıklı­
ğa doğru ilerlemiyor. Ama hayvanlarda bozulmanın örnekleri var, mağara­
larda veya yer altında yaşayıp görme duyularını kaybettikleri durumlar.
Problemleri çözümlemek için rekabet karmaşıklığı gerekli kıldığından, ev­
rim değişiklikler yaratıp daha büyük bir karmaşıklık örüyor. Ama daha
karmaşık olmak mutlaka daha büyük ilerleme anlamına gelmez.

24
- 2 -

Stresli Şempanzeler

Robert Sapolsky ile Söyleşi


S ıradan b ir m e m elid e stres ik i d a k ik a için d e sen i y em ey e n iyetli ola n
b ir d iğ erin ce tetiklen ir.
R o b e r t S a p o lsk y

Bu Atlantik ötesi ve kıta ötesi telefon görüşmesi iki saat sürdü ve iki ya da üç
taslak çalışmasıyla yirmi beş sayfayı doldurdu. Editör ortağım (LM) tarafından
gönülsüzce kısaltıldı, çapakları temizlendi ve hacim ve biçim bakımından
diğerlerine benzer hale getirildi. Ama Sapolsky orijinal biri. Eserlerini okumanızı
öneririm; buraya sığdırabildiğimizden çok daha fazla söyleyeceği şey var!4

Robert Sapolsky, John A. ve Cynthia Fry Gunn Biyoloji Bilimleri Profesörü ve Stanford Tıp Fa­
kültesinde Nöroloji ve Nöroloji Bilimleri Profesörü’dür.

Her konuşmacıdan iki adetle sınırlı, kolay anlaşılır kaynak seçmesini istedik. Okuma Listesi kitabın sonunda.

25
HAYAT KİTABI

Eduardo Punset: Sen Kaliforniya’da Stanford yakınlarında bir yerdesin ve ben


burada Barselona’dayım -dokuz saatlik bir fark.
Robert Sapolsky: Saat yaklaşık akşamın yedi buçuğu.
E.P. Burada yedi buçukken, senin bulunduğun yerde kaç oluyor? Sabah on gibi
mi?
R.S. Evet, on buçuk.
E.P. Seninle konuşmak harika. Seni ziyaret etmeye çalıştım, ama ufak tefek bazı
olaylar San Francisco’ya seyahatimi geciktirdi. Teknolojik kısıtlamalarımızı
aşmaya çalışacağız.
Stres üzerine konuşalım. Bir stres tetikleyici vücudumun, (şimdilik denge
anlamına kullanacağım) “allostasis” dediğin şeyini bozarken, “asal salgı be­
zim” beynim. Ben farkında olmadan, dengeyi sağlamak için otomatikman
hormon salgılıyor. Parmağıma hareket etmesini söylüyor. Bunu anlıyorum.
Ama beynim, tamamen kendi başına, stres tetikleyicilerin sağlığım üzerinde­
ki etkilerinden bedenimi kurtarmak için bu karmaşık süreci nasıl başlatabi­
liyor?
R.S. Bazan süreç çok karmaşıktır. Oturup düşünürsün: “Peki, şimdi kaç günüm
kaldı-Tanrım! Sadece dört gün!” BAM! Aniden bir stres tepkisi gelir. Bazan
tepkin “bilinç öncesi” denen şeyden kaynaklanır. Beyinde bilinç öncesi süreç
korku tepkisi demektir ve bunu devreye sokan şeyin farkına bile varmayabi­
lirsin. Travma sonrası stres bozukluğu yaşayanlar etraflarında beliren korku
verici uyarıların bilinçli bir şekilde farkında bile değillerdir. “İşte bu bana şu­
nu yapan insamnkine benzer bir ses” veya “İşte bu başıma şunlar geldiğinde
içinde bulunduğum izbe sokak manzarası”. Bilinç-öncel bir uyarım oldu mu,
bilinçle farkedilsin ya da edilmesin, aniden kalp hızlanır, panik hissi insanı
sarar.
E.P. Müthiş. Sırf, ya köşede bir arslan varsa diye düşünmekle veya köşede bir ars-
lan olabileceğini hayal etmekle, Why Zebras Don't Get Ulcers [“Neden Zeb­
ralar Ülser Olmaz”] adlı harika kitabında anlattığın karmaşık süreç tetikle-
niyor. Hormonlar beni sadece görmediğim arslanla karşılaşmaya hazırlamı­
yor, bağışıklık ya da cinsel dürtü gibi uzun vadeye dönük fizyolojik süreçle­
re de ket vuruyor. Cinsel dürtümün daha az olduğunu hissediyorum, çünkü
köşede bir arslan hayal ediyorum. Müthiş değil mi?
R.S. Biz Batılılaşmış insanların değil de, bir hayvanın nasıl stres yaşadığını düşü­
nürsen, anlaşılır bir şey. Sıradan bir memelide stres iki dakika içinde seni ye­
meye hat safhada niyetli olan bir diğerince tetiklenir. Ya da belki o dakika­
larda sen bir başkasını yemeye niyetlisindir. Bu koşullar altında vücudunun
verdiği tepki harikadır. Tam olarak gereken şeydir. Çalışan kaslar hangile­
riyse onlar için depo bölgelerinden enerji tedarik edilir. Bu enerjiyi daha hız-

26
STRESLİ ŞEMPANZELER

h tedarik etmek için kan basıncı hızlandırılır. Söylediğin gibi, uzun vadeli ya­
pısal projeler durur. Bir arslan peşinde, öyleyse başka zaman yumurtlarsın ya
da ergenliğe başka bir gün girersin. Büyümeyi bırak, hatta yemeğini dahi sin­
dirme, antikorlarını bu akşam yaparsın, eğer o zamana kadar sağ kalırsan.
Elzem olmayan sistemleri kapat. Tabii mesele şu ki, psikolojik bakımdan
çok karmaşık primatlar olarak bizler bir duygu, bir haleti ruhiye, bir hatıra
veya eski bir tecrübe üzerine düşünceye daldığımızda da aynı stres tepkisini
harekete geçiriyoruz. Kafamızda otuz yıl sonra olacak şeyi ya da asla olma­
yacak bir şeyi canlandırırız. Ve tamamen aynı stres tepkisi devreye sokulur.
İşin özü şu: stres tepkisini üç dakikalığına harekete geçirip hayatını kurtar­
mak için koşarsan, stres harikadır. Ama stresi psikolojik sebeplerle kronik
olarak devreye sokuyorsan, hastalanma ihtimalini arttırırsın.
E.P. 60.000 yıl önceki stres tepkisinin bugünküyle aşağı yukarı aynı olduğu doğru
mu? Yol açtığı sonuçlar aynı. Tepki bugün 60.000 yıl önceki kadar yararlı
mı?
R.S. Çok güzel! Birincisi, stres tepkisinin 100 milyon yıla daha yakın bir yaşta ol­
duğundan kuşkulanıyorum. Dinozorların bile çok benzer hormonal stres
tepkileri olduğunu tahmin ediyorum (bilimciler bu tür test edilemez tahmin­
lere bayılırlar). Kertenkeleler, balıklar, kuşlar, bunların hepsi bir fiziksel stres
tetikleyici karşısında o aynı çok eski tepkiyi verirler. Söylediğin gibi, 60.000
yıl veya belki daha da uzun bir zaman önce onu psikolojik sebeplerle devre­
ye sokacak kadar karmaşık primatlar haline geldik. Evrim saatinde 60.000
yıl çok kısa bir zaman. Şu an gerçek bir memeli açısından anlamlı olan hari­
ka bir sistemimiz var, eğer ki hayatımızı kurtarmak için ya da hatta otobüs
için koşuyorsak. Ama bunun yerine, oturup şöyle düşünüyorsak çok fena:
“Tanrım! Bir gün öleceğim! Küresel ısınmada durum ne? Ay başında fatura­
ları nasıl ödeyeceğim?” Psikolojik beklentiden kaynaklanan stres iyi bir şey
değil.
E.P. Bir stres tetikleyiciye aşırı tepki vermek gibi bir tehlike var mı? Bu kadar yan­
lış iş yapılmasının böyle bir açıklaması olabilir mi?
R.S. En yaygın pskiyatrik bozukluklara bakalım; bunlar stresi iyi idare edemeyen
insanların hastalıklarıdır. Stres ve zorluklar karşısında insan hemen “Bırakı­
yorum, uğraşamam. Yapacak bir şey yok, umut y o k ....” diyorsa, bu majör
depresyondur. Bu kişiler tamamen boyun eğer ve denemeye yanaşmazlar. Se­
nin sorunla daha yakından ilgili olanlarsa endişe bozuklukları yaşayan in­
sanlardır. Stres oluşunca, aynı anda on yedi farklı şey yaparak bununla ba-
şetmeye çabalarlar. Sonuç ne olursa olsun çabalamayı bırakmazlar. Sürekli
bir psikolojik acil durum halinde tekrar tekrar aynı şekilde davranırlar, stres
tetikleyici yokken bile. İnsanın sosyal yaşamının en perişan kimi manzarala­

27
H AYAT KİTABI

rım izah açısından bir başka kritik husus da şu: biz dahil hayvanların en stres
azaltıcı faaliyetlerinden biri bir başkasını perişan etmektir. Saldırganlığımızı
başkalarına yöneltmektir. Pek çoğumuz ülserlerden, yaşadığımız stresi baş­
kalarına aktararak korunuruz.
E.P. Endişemizi veya habisleşmiş üzüntümüzü azaltmanın yollarından biri havla­
yıp başka birini mutsuz etmek. Robert, bilgi dağarcığımıza en büyük katkı­
larından biri olarak gördüğüm bir yaklaşımın var, ondan sözedelim. Başka
birçok bilimcinin de araştırdığını biliyorum, ama bunu sen başlatttın. İzleyi­
cilerimden önce rahatlamaya çalışmalarını, sonra da kalp atışlarını saymala­
rını rica ettim. Sonra onlara, her atışta, kaçınılmaz olarak ölüme yaklaştık­
larını, hayatlarının bir kısmını kaybettiklerini hatırlattım sadece.
R.S. Çok hoş.
E.P. Aniden kalp daha hızlı atmaya başlıyor. Bence senin en büyük katkılarından
birine güzel bir örnek bu: hayal gücünün kudreti. Nerdeyse hastalanıyorum
ve bunun nedeni beynimin bir yerinde bir şeyler olması.
R.S. Çok azımız çiçek hastalığından, sıtmadan veya sarı hummadan öleceğiz. Bi­
zi “Batılılaşmış” hastalıklar öldürüyor. Vücut yetmiş veya seksen yılda ya­
vaşça çöküyor: şeker, yüksek tansiyon, kanser. Şu sıralar tüm tıp alanında
herşeyden önemli bir tek cümle varsa, bence o da şudur: vücudunun işleyişi­
ni sen doğrudan etkiliyorsun, evet, düşünceyle, hatırayla ve duyguyla. Bu
şarbon veya çiçek hastalığından kurtulmada söz konusu değil, ama vücudun
şeker ve kalp hastalığıyla başa çıkmasında kesinlikle söz konusu. Bizim gibi
zeki sosyal primatlarda düşünce, duygu ve vücudumuzun çalışma ve tepki­
me biçimini dramatik olarak değiştirebilme yeteneği, hangimizin sağlıklı ka­
lıp, hangimizin hastalanacağı hususunda belirleyicidir! Oturup “Tanrım,
öleceğim!” ya da “Tanrım, elektrik faturamı ödemeyi unuttum!” diye düşü­
nürsen, başına gelen şey, tam da normal bir memeli olarak ihtiyaç duyduğun
şeydir: bir aciliyet hissi. Bir etobur seni yemeye çalışıyorsa ya da açsan ve bir
geyik avındaysan ya da hayatını kurtarmak için savanın ötesine kaçıyorsan,
vücuduna olanlar harikadır! Stres hormonları salgılarsın. Bunlar damarları­
na enerji sağlar. Kasların daha iyi çalışır, kalp atışın ve de kan basıncın hız­
lanır. Tüm uzun vadeli fizyoloji kesintiye uğrar: ergenliğin ya da rahim cidar­
larını kalınlaştırmanın sırası değildir.
E.P. Seks yok.
R.S. Kesinlikle. Başka zaman sperm yaparsın, şimdi değil. Hayır. Hayatını kurtar­
mak için kaçmak zorundasın. Çok kısa süreli mutlak bir fiziksel tehlikeye
maruz kalan normal bir stresli memeli için bu gayet anlamlı. Ürkütücü me­
seleler kafamıza takılıyor: yağmur ormanları yokoluyor, ozon tabakası gidi­
yor, gezegen ısınıyor, bir gün öleceğiz. Ve tamamen aynı stres tepkisini hare­

28
STRESLİ ŞEMPANZELER

kete geçiriyoruz. Bu alandaki çalışmaların tümünün temel prensibi şudur:


önceden sırf psikolojik sebeplerle hayatî önem taşıyan stres kronikleşirse se­
ni hasta eder.
E.P. Beynin hipokampüs denen bölgesi üzerine ölçümler yapıp, kronik stresin onu
harab ettiğini ve bazı insanlarda bu tahribatın yüzde 20’ye çıktığını bulma­
mış miydin? Bu sade düşünmekten kaynaklanıyor olabilir mi?
R.S. Evet, çok can sıkıcı. Ancak son yirmi yıl veya civarında anladık: stres, hafıza
kaybı ve yüksek kan basıncına yönelik etkileri yanında, beyni de olumsuz et­
kileyebiliyor! Çok daha önemlisi, stres aslında beynin hipokampüs denen,
öğrenme ve hafızayla çok yakından ilgili bir bölgesindeki nöronları öldürü­
yor.
E.P. Evet.
R.S. Alzheimer hastalığında zedelenen bölge hipokampüstür. Yirmi yıldır onun
stres hormonları yüzünden zedelenebileceğini görmekteyiz. Bu insanlar için
geçerli mi? Bilimsel literatür, yıllarca ağır klinik depresyona maruz kalan in­
sanlarda yüksek stres hormonu ve hidrokortizon seviyeleri bulunduğunu,
dolayısıyla da hipokampüslerinde büzülme gerçekleştiğini ortaya koyuyor.
Hafıza sorunları şaşmaz biçimde gösteriyor ki, depresyon ne kadar uzun sü­
rerse büzülme de o kadar fazla oluyor. Beynimizin bazı yerleri diğerlerinden
daha hızlı yaşlanıyor. Son yirmi yılı hipokampüsü inceleyerek geçirdim. Bel­
ki de beynin yanlış yerini seçtim! Hipokampüs önemli, ama çok daha entere­
san olanı insan beyninin en son gelişen bölümü, ön korteks denen yer. Diğer
memelilere kıyasla biz insanlarda daha büyük. Ön korteks bizi disipline eder:
tatmin ertelemesiyle ilgilidir.
E.P. Planlama?
R.S. Evet, planlama. Ön korteks bizi cinai davranıştan uzak tutar. Misafirlerle ak­
şam yemeğindesin, yemeği bitirmiyorlar. “Sizi domuzlar, sizi nankörler, na­
sıl bitiremezsiniz?” demek istiyorsun. Ama demiyorsun. Neden? Çünkü ön
korteks davranışımızın çok daha dürtüsel unsurlarını yumuşatır. Çocukların
ön korteks gelişimini tümüyle tamamlamamış olması şaşırtıcı değil. Yirmi ila
yirmi beş yaşlarına gelene kadar insanlarda tam gelişim gerçekleşmez.
E.P. Anlıyorum!
R.S. Beyinde ne olduğuna bakalım: uyuduğunda, beyindeki temel metabolik de­
ğerlerin, enerji değerlerin düşer. Derin, düşük-dalga uykusuna girersin. Uyu­
duktan doksan dakika sonraysa birinci rüya evresine geçersin. Olan nedir?
Beyninin bazı bölümleri, duyu işlemeyle ilgili bölümleri daha aktif değil, uya­
nıkken olduğundan da daha aktif hale gelir. Rüya görürsün, görsel ve işitsel
şeyler. Ön korteks dışında, bölgenin geri kalanı hiç değişmez. Ön kortekste
metabolizma yavaşlar. Rüya görürken sıfıra iner. Aniden boşlukta dalgalan-

29
H AYAT KİTABI

dığını görürsün rüyanda....


E.P. Kısıtlama yok?
R.S. Bir yunus balığısın, b ir-
E.P. Disiplin yok?
R.S. Sıfır! Ve bir anlamda rüyalar bu yüzden rüya gibidir. Belki Salvador Dali’nin
ön korteksi yoktu ya da resim yaparken onu devre dışı bırakıyordu. Sürrea­
lizm dünyanın lineer özelliklerinin kısıtlamasından kurtulmakla ilgili. Saat­
ler erimez. Rüya görürken aynı bağımsızlığın, mantıktan, disiplinden bağım­
sızlığın tadını çıkarırsın. Bu yüzden rüyalar rüya gibidir, çünkü ön korteksin
çalışmayı bırakır.
E.P. Peki ya senin şempanzeler, ya da çalıştığın maymunlar, babunlar?
R.S. Onların çok az, belki üç adet ön korteks nöronu var. Dünya’nın en dürtüsel
hayvanlarındandırlar. Buna iyi bir örnek vereceğim. Babunlar daima zeki,
ama oldukça da dürtüsellerdirler. En olmayacak anlarda şapşal ve saldırgan
davranmaktan kendilerini alıkoyamazlar. Yalnız avlanan bir babunun bir
ceylanı öldürme şansı, grupla avlanan bir babununkinden daha yüksektir.
E.P. Neden?
R.S. Neden? Bu grubun tamamı dört veya beş erkekten oluşur. Ceylanı arayıp ko­
valarlar. Herşey gayet yolundadır. Yaklaşırlar. Babunun gerçekte ne düşün­
düğünü bilmiyorum, ama anlayabildiğim kadarıyla, bir noktada şöyle diyor:
“Evet, işte ben, son sürat koşuyorum ve işte şu arkadaş, o da son sürat koşu­
yor__ Neden? Bilmem. Hatırlamıyorum. Ama arkamdan böyle hızlı koştu­
ğuna göre, heralde kavga ediyoruz.” Aniden durur, geri döner ve beraber
yerlerde yuvarlanırlar.
E.P. Ya ceylan?
R.S. Gazel de kaçıp gider! Çok dürtüseldirler. Çok az ön korteksleri var. insanlar
emeklilik için para biriktirmek amacıyla kırk yıllarını harcarlar. Babunlar
bunu asla yapamazdı.
E.P. Neokorteksimize şükür, diğer türlerden daha büyük, daha uzun planlar ya­
pıyoruz ve daha disiplinliyiz. Ama daha zeki miyiz? Bu bana kitabındaki bir
başka hayranlık verici hikayeyi hatırlattı, mikroskobik bir kurtçuğun, bir pa­
razitin -üreyebileceği tek yere, bir kediye taşınma umuduyla- bir konuta, bir
fareye girmesini hatırlattı. Böylelikle parazit, farenin içindeyken (lütfen beni
düzelt) onun nöronal işleyişine müdahale etmeyi başarıyor. Fare kedi görün­
tüsüne ilişkin korkusunu yitiriyor. Uysal, kedi-seven bir kemirgen oluyor fa­
re ve dolayısıyla sonunda kedi parazitin kontrolündeki fareyi yiyor, parazit­
ler de mesut bir şekilde çoğalıyorlar. Bu parazit zeki değil mi şimdi?
R.S. Müthiş gelişkinler! Biz insanların yüzlerce milyar nöronu var. Mikrodalga fı­
rınlar üretebiliyoruz. Ne müthişiz diyoruz, ama bu parazitler, bakteriler, vi-


STRESLİ ŞEM PANZELER

rüsler, bunlar sinir sistemine giriyor ve ev sahiplerinin davranışlarını değişti­


riyor. Kuduz virüsüne bak. Memeliyi kudurtuyor! Beyne girip onu kudurtu­
yor ve o da başka birini ısırmaya çalışıyor. Kuduz virüsleri kendilerini bir
sonraki kurbana taşımak için salyaya binlerce virüs parçacığı dökerler. Ku­
duz virüsleri beyin ve saldırganlığın sebepleri hakkında yüzlerce nörologdan
daha çok şey biliyor!
Kadınlar hamileyken, aniden kedi yavruları onları rahatsız etmeye baş­
lar, çünkü sıçan veya farenin yediği dışkıda toksoplazma vardır (tek hücreli
parazit Toxoplasm a gondii). Ve toksoplazmanın evrim mücadelesi şöyledir:
“Evet, bu sıçanın veya farenin içindeyim, peki şimdi kedinin karnına nasıl gi­
receğim?” Bazı parazitler kasları yokeder, böylece ev sahibi hayvan avcıdan
kaçamaz! Toksoplazmaysa beyne girer. Biliyorsun, yeryüzündeki hiçbir fare
ve sıçan kedi kokusundan hoşlanmaz. Bir kediyle aralarında dört yüz de-
de/nine nesli bir mesafe bulunan beyaz bir laboratuar faresi, kedi kokusu
alınca içgüdüsel olarak kokudan uzaklaşır. Toksoplazma beynindeyken bu
hayvan birdenbire kedi kokusunu sevmeye başlar ve dosdoğru onların üzeri­
ne gider! Sıçanda diğer herşey gayet yolundadır. Kimi görevleri öğrenmeleri,
sosyal davranışları normaldir. Ama toksoplazma, sıçanda içkin olan temel
fobi tertibatını nasıl iptal edeceğini bir şekilde biliyor. Peki bu toksoplazma-
nın işleyişi nasıl? Kimsenin haberi yok! Ama bu T V stüdyosunda oturup,
“Biz insanlar, ne muhteşemiz!” dediğin an şu gerçekle yüzleşmen lazım: tok­
soplazma biz insanların sahip olmadığı bir hassasiyetle sıçan beyinlerini ye­
niden yapılandırıyor.
E.P. Bazı özelliklerimiz, bize özgü şeyler, hayatı kolaylaştırmaktan ziyade kafamı­
zı karıştırıyor galiba. Örneklerinden biri, limbik sistem, beynin duygu ve du­
yularla ilişkilendirilen bölümü, otonom sinir sisteminden daha hızlı çalışıyor
gibi. Sosyal ilişkilerden örnek verir misin?
R.S. Bu örneği seviyorum. Kendi hayatımla ve başka birçok insanınkiyle kesinlik­
le alakalı. “Önemli öteki”yle, yani eşimle birlikteyim ve bayağı berbat bir şey
yaptım. Ahmaklık ettim. Kavga ediyoruz. Bir süre sonra gerçekten saçmala­
dığımı anlayıp özür diliyorum. Ama o hiddetleniyor. Sonra özrümü kabul
ediyor. İyi, nihayet bitti, diye düşünmeye başlıyorum. Peki sonra? Aniden
yirmi yedi yıl önce yaptığım bir sarsaklığı hatırlıyor. Yıllar önce unuttuğum
bir şeyi. Aniden bunu hatırlıyor ve onu yeni baştan tartışmak istiyor.
“1980’de şunu nasıl yaptın, inanamıyorum.” Bu nedir? Açıklama sanırım
duyguyu nasıl hissettiğimizle alakalı. Duygunun ne olduğuna nasıl karar ver­
diğimizle. Bunun mantıklı açıklaması ne? Limbik sistem, beynin duyguyla il­
gili bölümü, bir şeyin üzücü, heyecanlandırıcı, hiddetlendirici vs. olduğuna
karar veriyor. Bunu vücuduma söylüyor ve otonom sinir sistemim harekete

31
HAYAT KİTABI

geçiyor. Kalp atışım hızlanıyor. Terliyorum. Olan işte bu.


Yüz yıl önce ya da o sıralarda, William James fizyolojiyle psikolojinin
birbiriyle nasıl uyum içinde olduğuna dair epeyce keşifte bulundu. İddiasına
göre, beynimizin görevlerinden biri de şöyle demektir: “Vücudumda neler
oluyor? Kalbim hızlı çarpıyorsa, güçlü bir duygu hissediyor olmalıyım. Solu­
mam düzgün ve yavaşsa, kendimi gayet sakin hissediyor olmalıyım.” Kula­
ğa çılgınca gelebilir ama haklıydı. Neyi ne kadar güçlü hissettiğine kısmen
beynin karar verir. Beynin vücudunu izler ve otonom fizyolojik sinyalleri al­
gılar. Kızgın ya da bayağı kızgın olup olmadığına karar verir ve bir devre
oluşturur. İşin püf noktası, belirttiğin gibi, bir şeyin üzmesi, kızdırması ve
limbik sistemini harekete geçirmesidir. O zaman, birkaç saniye sonra oto­
nom sinir sistemin de harekete geçer. Sonunda özür dilersin. Kavga sona
erer. Sarsaklık ettiğini anlarsın. Doğru. Güzel. Mesele hallolur, ama otonom
sinir sistemi limbik sistemden daha yavaş normale döner. Kavga sona erdi.
Bitti. Artık kızgın olmasının gereği yok, çünkü özür diledim. Ama kalbim
hızla atıyor ve karnım kasılıyor. William James hayatımı mahvetmek için ge­
liyor şimdi. Beynim diyor ki, “Peki, bir bakalım, ama kalbim hâlâ hızla atı­
yor ve karnım hâlâ kasılmış, vücudumun yaptığı şey hâlâ buysa bir şeye üzü­
lüyor olmalıyım. O üzgün mü? Yok, yok, özür diledim. Artık bitmesi lazım!”
E.P. Herşey yıllar önce oldu-
R.S. Evet, yirmi yıldan fazla bir süre önceydi. “Ama o konuda konuşmamız lazım,
hemen şimdi!” Otonom sinir sistemi daha yavaş devreden çıkar. Enteresan
olan, ortalamaya vurursak, kadınlarda erkeklerdekinden bile daha yavaş
devreden çıkması. Bu senaryo, görüldüğü gibi, bildik bir tecrübeyi açıklıyor.
Ben tam kapandığını sanırken, meğer kapanmamış -yirmi yedi yıl sonra.
E.P. Robert, Pastora adında bir dişi köpeğim var. Geçen yaz bilimin mutluluk
üzerine ne dediğiyle ilgili bir kitap yazarken, köpeğimin çok komik bir huyu­
nu farkettim. Çanağı dışarıda, küçük bir taraçada duruyor. Taraçadaki ça­
nağı almaya gittiğimde, hoplayıp zıplamaya başlıyor. Zorlukla yürüyebiliyo­
rum. Çanağa varıncaya ve sonra da çanakla mutfağa gidinceye kadar, Pasto­
ra aynı şekilde dört dönüyor ve ben de “Bak Pastora, sakin ol, yoksa mutfa­
ğa bile gidemem” diyorum. Bu şekilde mutfağa gidiyorum, çanağı kuru kö­
pek maması ve bazan da bir parça jambonla dolduruyorum. O da orada bek­
liyor tabii! Gecikirsem havlıyor. Aynı teatral gösteri yemeğini yediği taraça-
ya dönüşte tekrar başlıyor. Yıllardır neyin nesi diye merak ettim. Çünkü ça­
nağı verdiğimde bazan ağzını bile sürmez. Tamamen değişir hayvan. Şu ki­
tabı yazıyordum, The Happiness Trip (“Mutluluk Yolculuğu”, Punset, 2007)
ve kendi kendime dedim ki, “Bak. Dinle. Büyük mutluluk anlaşılan bekleme
odasında. Bir beklenti meselesi.” Mamasını aldı mı bitiyor. Kitaplarına yö­

32
STRESLİ ŞEMPANZELER

nelince, senin yazdıklarında da aynı türden bir akıl yürütme gördüm: nerede
haz beklentisi var, orada haz var. Bunun dopamin veya diğer nörotransmi-
terlerle ilişkisini açıklar mısın?
R.S. Evet, dopamin.
E.P. Araştırmacılarının bulduğu şey sanırım dopamindi. Dopamin salgılıyoruz.
Köpeğim Pastora da yemeden önce, yerken değil de, yemek beklentisi için­
deyken dopamin mi salgılıyor?
R.S. Evet, açıklaman mükemmel. Bir keresinde dopamin üzerine konuşmuştuk.
Dopamin hazla ilgili. Ödül. Açıklaması ödül; ödül beklentisi. Bir labaratuar
faresini eğitiyoruz; kafesinde ışık belirmesi ona, gidip manivelaya beş defa,
biraz yemek alana kadar basması gerektiğini söylüyor. Fare yemeği ilk kez
aldığında, dopamin seviyesi yükseliyor. Peki bir süre sonra, dopamin seviye­
si hangi anda yükselmeye başlıyor? Fare yemeği aldığında değil, ışık belirdi­
ğinde! Beklentide.
E.P. Pastora gibi.
R.S. Evet, aynen Pastora gibi. Fare oturup şöyle der: “Yaşasın! Yaşasın! Bu ışığı
biliyorum, manivela nerede biliyorum, ona basabilirim. Bak, bu şahane ola­
cak işte. Tam üstündeyim, kontrol bende!” Haz tamamen beklentidedir. Do­
pamin beklentiyle yükselir. Evet, yani haklısın. Kolejdeki bir arkadaşımı ha­
tırlıyorum da, hemen herşeye fevkalade sinik bir açıdan bakardı. Demişti ki,
“İlişki, beklentisi için ödemen gereken bedeldir.” Konuştuklarımıza uyuyor.
Dopaminin neler yaptığını çoktan biliyordu o.
Birkaç yıl önceki geniş çaplı bir araştırma daha da enteresan bir buluşla
sonuçlandı. Fare manivelaya basıyor ve ödülü alacak. Herşey tamam, ama
bu sefer senin hamlen, yani araştırmacının hamlesi farklı. Bu sefer fare dene­
melerin yalnızca yüzde ellisinde ödülü alıyor.
Belirsizliği devreye sokuyorsun. Ve manivelaya basıldıktan hemen sonra
gördüğün şey dopaminde bir artış, devasa bir artış, daha önce beyin kimya­
sı araştırmalarında görülenlerin hepsinden daha büyük. Fare yemeği alıp al­
mayacağını anlayana kadar o seviyede kalıyor. Bir başka deyişle, “belki”nin
veya belirsizliğin tam doğru ölçüsünü bulursan, “işte kesin geliyorF’dan da
iyi.
E.P. Tanrım!
R.S. Yüzde 50 belirsizliğin en yüksek artışı yarattığını gösteriyorlar bu çalışmalar­
da. Yüzde 25 ile, yüzde 75 ile dopaminde o kadar artış olmuyor. “Yok, bel­
ki de gelmeyecek! Emin değilim; evet, bugün kendimi şanslı hissediyorum!”
Beklenti meselesi. Stres psikolojisini inceleyen insanlar, kontrol bizde değil­
miş gibi hissettiğimizde bu hissin çok stresli olduğunu vurgularlar hep. Ama
burada azami belirsizlik yasaları harika bir his yaşatıyor. Farklı olan ne?

33
H AYAT KİTABI

Çünkü bu cömert ortamda iyimseriz. Kendi kendimize diyoruz ki, “Bu muh­
temelen iyi gidecek. Besleneceğim ya da seks yapacağım. Bu sefer değilse ge­
lecek sefer . . . ” ve peşinden de belki hayal edebileceğin en müthiş şey. Yayın­
landığında, birçok insan bu araştırmanın bağımlılık ve kumar hakkında bi­
ze ne çok şey öğrettiği türünden yorumlar yapmıştı.

34
-3 -

Nerdeyse İnsan

Jane Goodall ile Söyleşi


T imarın .. . d a sosyal bir işlevi var.
Jane Goodall

Jane Goodall’la söyleşi yapmak ve onun Afrika şempanzelerine ilişkin eşsiz tec­
rübelerinden söz etmek çok hoştu.
Eduardo Punset: Prosopagnosia (yüz körlüğü) yüzleri unutmaya neden olan bir
nöron düzensizliği. Harika kitabının şaşırtıcı bir yanı, insan yüzlerini unut­
tuğun halde, Gombe’de karşılaşıp birlikte yaşadığın şempanzelere sıra gelin­
ce yüzleri iyi hatırlaman. Bunu nasıl açıklıyorsun?

.Tane Goodall, vahşi doğadaki, esasen Tanzanya’nın Gömbe Deresi Milli Parkı’ndaki 45 yıllık şem­
panze çalışmasıyla ünlüdür.

35
H AY AT KİTABI

Jane Goodall: Şansıma, bu garip durumun ağır bir türünden muzdarip değilim.
Bir insan yüzünü ilk kez gördüğümde tanımayabilirim, ama bir süre sonra
unutmam. Şempanzelerle de aynı şekilde. Onları yüzlerinden tanımak benim
için diğer insanlara nazaran daha zordu, ama bir kez tanıyınca bir daha
unutmam. Başlangıçta onları tanımam daha uzun zaman alıyor o kadar.
E.P. Neredeyse bir bilimcisin Jane -bilimcilerin insanlardan ziyade doğayı sorgu­
lama eğilimine atıfla konuşuyorum. Genç bir kızken doğayı sorgulamaya
başladın. Tavuk yumurtasının nereden geldiğini keşfetmeye çalışmıştın ve bu
harika anekdotu yazdın. Lütfen bize ondan kendin söz et.
J.G. İlk hatıram muhtemelen dört buçuk yaşında olduğum günlere uzanıyor. Lon­
dra’nın merkezinde yaşıyorduk. Tatilde kırsal bir bölgeye gitmiştik. Hay­
vanları hep çok seven biriydim ve inekler, domuzlar ve atların arasındaydım.
Tavuk yumurtalarını toplamak benim işimdi. Bugünün zalim çiftlikleri yok­
tu o zamanlar. Tavuklar çiftlik avlusunda serbestçe koşuşturuyor, yumurtla­
maları içinse kümese girmeye zorlanıyordu. Yumurtaları toplamak bana kal­
mıştı, ki bayağı büyüktüler. Peki tavukta yumurtanın çıktığı delik neredeydi?
Göremeyince herkese sordum. Cevapları merakımı gidermedi. Nasıl yaptık­
larını görmek için kümese tırmandım ve tavuk beni görünce kaçtı. Ben de
boş bir kümese tırmanıp, dört saat bir tavuk gelene kadar bekledim. Nasıl
yumurtladığını izledim. Arada geçen zamanda annem endişelenip polisi ça­
ğırmış, ama bu önemli değildi. Hayranlık verici bir şey görmüştüm. Ve dedi­
ğin gibi merak bilimci olmanın ilk koşuludur. Sorular sorup cevapları bula­
mayınca onları kendi kendine aramaktır. İlkinde işe yaramazsa tekrar dene.
İnsanın çok sabırlı olması lazım.
E.P. Sabır, uygun kelime bu. Sonradan şempanzelerde çok sabırlı olduğunu kanıt­
layacaktın -G om be’de?
J.G. Evet, Gombe’de.
E.P. Geçen gün Nobel Ödülü sahibi Sydney Brenner ile konuştum [bölüm 19]. Şu
an ahtapotların sinir sistemini incelediğini söyledi. Bunca zamanı genomu in­
celemekle geçirdikten sonra, şimdi beyin üzerine çalışıyor. Sydney Brenner
bana seni hatırlatan bir şey söyledi. Başkalarının cehaleti hususunda inançlı
olduğunu, insanların genellikle bir konu üzerine, çözümü bulacak kadar yo-
ğunlaşamadıklarım söyledi. Bir konunun ilk incelemesinde bir miktar ceha­
let gerekli gibi görünüyor. Ve genç bir kızken, tilki avıyla karşılaştığında...
bu şaşırtıcı çünkü hikayenin sonunda demişsin ki, bunu düzeltmenin tek yo­
lu tilki avcısı olmayan diğer insanların meseleyi inceleyip çözüm bulmasıdır.
Bunun doğru olduğuna inanıyor musun?
J.G. İnandığım şu: aynen hayvanlara zulmün diğer pek çok örneğindeki gibi, zul­
mün failleri gerçekten anlamıyorlar bunu. Benim çalışmam her zaman hay­

36
NERDEYSE İNSAN

vanların gerçek doğasını anlama yolunda insanlara yardım amaçlıydı. Tilki­


ler çok zekidir, son derece gelişmiş beyinleri var ve korku gibi duyguları his­
sediyorlar, onları avlamak çözüm değil. Hayvanları incitmeden yaşamak da­
ha kolay. Çok kolay.
E.P. Olgunluk döneminden söz edelim şimdi, şempanzeleri araştırmaya başladı­
ğın zamandan. Australopithecus robustus fosillerini bulan Louis Leakey’le
tanıştın. Kendini kanıtlamana yardımcı olan ve Gombe’de şempanzeleri
araştırmanı sağlayan bir dahiydi. Onun inancına göre, şempanzeleri araştı­
rarak soyumuzun köklerini daha iyi anlayabilirdik-
J.G. Veya nasıl davrandıklarını. Fosillerden ve ne yediklerinden yola çıkarak fi­
ziksel görünüşleri belirleyebileceğini buldu. Ama bugün yaşayan en yakın
akrabalarını incelemekle, yokolan insangillerin sosyal davranışı hakkında
daha kati bir fikir edinebileceğine inanıyordu -eğer şempanzeyi, yedi milyon
yıl kadar geriye giden ortak atamız kabul ediyorsan. Bugün şempanzelerle
insanlar arasında benzer bir davranış buluyorsak, aynısı muhtemelen Taş
Devri’ndeki ortak atamızda da vardı. Onun teorisi böyleydi. Antropoloji ki­
tapları şempanzelerden çoğunlukla “ilkel insan”ın davranış modelleri diye
söz eder.
E.P. Ve sen, çocukluğundaki gibi, gözlem yapmak için yeterince sabırlı ve istekli
olduğunu kanıtladın. Primatologlar çoğunlukla şempanzeler üzerindeki ken­
di etkileriyle uğraşıyorlar, hatta bazıları onlara sesleri öğretiyor, ama sende
inanılmaz olan şey, küçükken çocuk sabrınla saatlerce, durmadan onları
gözlemlemen. Dünyayı ya da evreni bir şempanzenin gözünden görmek iste­
diğine karar verdin, ama bunu yapamadın. Yoksa yapabildin mi?
J.G. Bazan, nefis bir meyve yığınına bakan bir şempanzenin gözleriyle görmek ko­
lay. Bir şempanzenin meyve yığınına bakarken ne hissettiği konusunda doğ­
ru sayılabilecek bir fikrim oluyor. Ama öğle üzeri bir ağacın tepesinde otu­
rup etraflarına bakınırlarken bir şey düşündüklerini bilsek de, ne düşündük­
lerini bilmiyoruz. En eski şempanze dostum Fifi 1960’da bebekti. Kırk beş yıl
boyunca onu ne zaman görmeye geleceğimi hep bilirdi. Beni karşılamaya ge­
lirdi. Aşağı yukarı şimdi bizim oturduğumuz gibi otururdu hep -y a da belki
biraz daha ötede. Çoğu zaman tek yaptığımız göz göze bakışmaktı. O ve
benden başka 1960’ların ilk yıllarına ait hatıraları paylaşan kimse kalmadı­
ğını biliyordum, diğer hepsi ölmüştü. Şempanzelerin devasa hafıza kapasite­
sinin bir örneğiydi o. Ama şimdi o da gitti. En iyi dostum artık buralarda de­
ğil; Eylül’de öldü.
E.P. Hazır onlardan söz ederken, neden izleyicilerimize onların vücut dillerini ve
insanlarla aralarındaki diğer benzerlikleri hatırlatmıyoruz?
J.G. Sözel olmayan iletişimi?

37
H AYAT KİTABI

E.P. Evet.
J.G. Sen meyve yerken ben sana şöyle bakarsam, muhtemelen elime bir meyve tu­
tuşturursun. Şempanzeler de aynısını yapar. Arkadaşsak, karşılaşınca muh­
temelen sarılıp öpüşürüz. Şempanzeler de aynısını yapar. Eğer sana baskın
olsaydım, sen muhtemelen itaatkar olurdun. Tavrını, elini tehditkar biçimde
azıcık kaldırarak göstermek isterdin belki. Şempanzeler de aynısını yapar.
Söze dayanmayan vücut dili şempanzelerde de bizimkiyle aynıdır. Aynı bağ­
lamlarda aynı jest ve tavırları kullanırlar.
E.P. Müthiş! Kimilerine göre, şempanzeler zamanlarının yüzde 30’unu kendileri­
ni tımar ederek geçiriyor ve dilin kökeni de burada yatıyor. Ne düşünüyor­
sun?
J.G. Emin değilim, çünkü tımar ederken dile ihtiyacın yok. Tımar pireleri, tohum­
ları vb. çıkarma işlevi görüyor, ama sosyal bir işlevi de var. İlişkileri yeniden
tesis ediyor, yeni ilişkilere temel oluşturuyor, problemli ilişkileri onarıyor.
Sakinleştiren bir etkinlik. Genç şempanzeler de tımar edilir. Evrim sürecinde
tüy kaybolup tımarlanacak bir şey kalmadığında, bir başka dostça temas bi­
çimine ihtiyaç duyulur. Ama dilin kökenleri insanı büyülüyor. Düşüncen
doğru: bizi en yakın akrabalarımızdan en farklı kılan şey sözel dilimiz. Sana
Gombe’den bazı sahneleri anlatıyorum, sen hiç orada bulunmadığın halde,
onları kelimelerle capcanlı boyayabiliyorum. Çocuklarımıza o an göz önün­
de olmayan tavırları, insanları, şeyleri vs. öğretebiliyoruz. Beş yıl öncesinden
planlar yapıyoruz.
E.P. Şempanzeler esniyor mu? Şempanzelerin esnediğini gördün mü?
J.G. Evet, esniyorlar.
E.P. Birleşik Devletler’de Maryland Üniversitesi’nden bazı paleontologlar ve fiz­
yologlar insanlarda esnemenin işlevini araştırdılar ve hiçbir şey bulamadılar.
Esnemenin hiçbir işe yaramadığını ve yalnızca şempanze atalardan devralın­
mış insan öncesi bir alışkanlık olduğunu söylüyorlar. Şempanzelerdeki işlevi
ne?
J.G. Hiç.
E.P. Hiç?
J.G. Esnemenin hep solumayla ilişkili olduğunu düşünmüştüm.
E.P. Esnemeden önce ve sonra yapılan ciğer ölçümlerine göre oksijen seviyesi de­
ğişiyormuş gibi görünmüyor. Esneme neden bulaşıcı? Şempanzelerde bulaşı­
cı mı?
J.G. Hayır, öyle görünmüyor. Bilmiyorum.
E.P. Primatolojiye önemli katkılarından söz etsene. Bugün bazıları artık insana
yeni gibi gelmiyor, mesela şempanzelerin de alet kullandığı yolundaki keşfin.
Bunu nasıl anladın?

38
N ER D E YSE İNSAN

J.G. İnanılmazdı. Özellikle de, başlangıçta sadece altı aylık araştırmaya yetecek
kadar para olduğu için. Bu dönemin sonunda bir şey bulamazsak projenin
sonlandırılacağım biliyorduk. Bir gün ormanda dolanırken, bir termit yuva­
sının üzerine eğilmiş bir karaltı gördüm. Dürbünle baktım. Karaltı, bütün
şempanzeler içinde en az korkulanı, David Greybeard adını verdiğim şem­
panzeydi. Bir çimen yaprağını bir şeyi yemek için alet olarak kullanıyordu.
Aslında yaptığı şey çimeni kullanarak termitleri yuvalarından çıkarmaya ça­
lışmaktı, böylece onları yiyebilecekti. Peki inanılmaz olan kısmı neresi? Ba-
zan bir dal alıp yapraklarını ayıklıyor ve onu termitleri çıkarmak için kulla­
nıyordu -alet icadının başlangıcı. O zamanlar bu inanılmaz bir şeydi, çünkü
o zamana kadar sadece insanların alet işleme becerisi olduğuna inanılıyordu.
“İnsanlar -alet üreticileri” diye biliniyorduk. Bu yüzden, Louis Leakey’ye tel­
graf çektiğimde söylediği şu oldu: “Şimdi insanı da, aletleri de yeniden tanım­
lamamız veya şempanzeleri insan olarak kabul etmemiz lazım. ”S
E.P. Yıllardır insanlarla diğer primatları ayıran özellik arayışı alet kullanımı çer­
çevesine odaklanmıştı-
J.G. Ki doğru değildi.
E.P. Ki doğru değildi! Sonra dil ve iletişimin kesinlikle bizi ayrıcalıklı kıldığını söy­
lediler, ki bazı bakımlardan bu da doğru değil.
J.G. Hem evet, hem hayır. İletişim konusuna gelirsek: şempanzeler de dahil diğer
hayvanlar ses, jest ve tavır repertuarlarıyla gayet güzel iletişim kuruyorlar.
Ama karmaşık konuşma dilimiz söz konusu olduğunda, birçok şey üzerine
konuşabildiğimiz, bunların çoğu hakkında bir şey bilmesek de, iliteşim kura­
bildiğimiz gerçeğini teslim ediyoruz. Çocuklarımıza geçmişte yaşanan olay­
ları anlatabiliyoruz. Gelecek için planlar yapabiliyoruz. Sen ve ben bir fikri
tartışabiliyoruz, ikimiz de katkı yapabiliyoruz. Fikrimiz gelişip değişebiliyor.
E.P. Peki şempanzeler böyle çalışmıyor mu?
J.G. Biz, bildiğimiz kadarıyla, bu karmaşık iletişimi gerçekleştirebilen yegane ya­
ratıklarız. Şempanzeler işaret dilini veya hatta bilgisayar dilini bile öğrenebi­
lirler; dolayısıyla beyinleri muktedir, ama burada bizden ayrılıyorlarmış gibi
görünüyor.
E.P. Düşünüyorlar mı?
J.G. Evet. Tabii düşünüyorlar!
E.P. Bir başka keşfin de, sandığımızın aksine vejeteryan olmadıklarını ortaya koy­
du. Sümüklü böcekler ve termitlerin yanısıra memelilerin etini de yiyorlar.

Biz insanlar bilimin gerçeklerini kabullenmeye psİkolojikman böylesine hazırlıksız olmasaydık, şüphesiz şem­
panzeler bizimle birlikte bizim türümüz altında, mesela H otno gotnbeensis diye sınıflandırılırdı. Aramızdaki
benzerlik, aynı türe dahil edilen, mesela Equus (atlar) veya D rosophila (meyve sinekleri) türüne dahil edilen
birçok hayvan arasındakinden çok daha fazla.-LM

39
H AYAT KİTABI

Bunu nasıl anladın?


J.G. Artık bizim gibi hepobur olduklarını biliyoruz. Bunu ilk yine David Greybe-
ard’de görmüştüm. Bir dağın tepesinden dürbünle onu gözlüyordum. Bir şey­
le bir ağaca tırmandı, bunun bir et parçası olduğu belliydi. Bir dişi eti paylaş­
mak istedi. Ağacın altında ona saldırmaya çalışan iki domuz vardı. David
belli ki bir domuzcuk yiyordu.
E.P. Yani et yiyordu?
J.G. Evet, et yiyordu ve dişi paylaşmak istemişti.
E.P. Seni şaşırtan bir başka keşif? Kitabın duygu dolu. Tabiatın neredeyse ülkü-
leştirildiği bu dünyada, şempanzelerin sadece kendi aralarında şiddetçil ol­
makla kalmadıklarını, bayağı birbirlerini yiyip öldürebildiklerini de keşfet­
tin! Ama ayrıca iki kabile arasında yaklaşık dört yıl süren bir “savaşı” da,
belki daha doğru deyişle, bir “çatışma”yı da izledin!
J.G. Evet. Şok ediciydi. İnceleme altındaki ana topluluk bölündükten sonra ya­
şandı. Küçük bir grup Gombe’nin güney tarafında yerleşip bu bölgenin kon­
trolünü ele geçirdi. Kuzey tarafındaki daha kalabalık bölgenin erkekleri, ye­
ni güney tarafına, güneydeki erkeklerin bölgesine adım adım girdiler. Yeni
bölgelerinde güneyin erkeklerinden birini bulunca, saldırıp onu yaraladılar
ve ölüme terkettiler. Bu şekilde dört yıl sonunda yedi erkek ve üç dişi yokol-
du. Galip erkeklerle onların dişileri yeni bölgeyi işgal etti!
E.P. Beni şaşırtan hatıran, kavganın belli bir anında bir şempanzenin ötekine do­
kunması. Öteki, aynen insanların yaptığı şekilde, sanki o kirli bir şeymiş gi­
bi bir hareket yapmış.
J.G. Evet, bu feciydi! Dişi tekrar tekrar saldırıya uğramıştı, ama ölecek kadar kö­
tü yaralanmamıştı. Yatıştırılmak istermişçesine elini uzattı. Tek yaptığı ona
dokunmaktı ve erkek dokunduğu yeri yapraklarla temizledi. Kendi grupları­
nı ötekilerden açıkça ayırmışlardı. İnsanoğlunun felaketi böyle başladı işte,
bir grubu ötekinden ayıran ve savaşların yıkımına götüren şey -b ir başka
gruba ait insanlara, onları neredeyse insan yerine koymayan yaftalarla mu­
amele etme kapasitesi. Nazilerin Yahudilere muamelesini hatırlatıyor. Bu­
gün hâlâ yaşanan bir şey.
E.P. Bu şempanze şiddeti bölge korumacılığı kavramından geliyor, değil mi? Bu
bölge benim ve “benim bölgeme girenler defedilir”. Stanford Üniversite-
si’nde psikolog ve nörolog olan Robert Sapolsky insanlar arasındaki şiddet­
ten sözetti [bölüm 2]. Bunun muhtemelen tarihimizde gerilere giden ve mo­
dern zamanlara da direnen politik güç olduğunu, yoksullar üzerindeki güç
kullanımı olduğunu söyledi, öyle rezil, öyle sefil bir şey. Kendisi stresi araştı­
rıyor. Politik güç bir şekilde şiddetin kökeni. Fakirlerin zenginlerden daha
çok kalp krizi geçirdiğini ve romatizmadan daha çok muzdarip olduğunu be­

40
N ER D E YSE İNSAN

lirtiyor. Detayları Teaching Company dersleri serisinde. Bu konuda ne hisse­


diyorsun?
J.G. Bu düşünce çizgisini izlemekte zorlanıyorum. Güç arzusu, evet, önemli
adamların tipik özelliği ve de önemli erkek şempanzelerin. Her ikisi de gücü
seviyor. Ama fakirler belli hastalıklara yakalanma eğilimi gösterdiğinde, bu­
nu sağlıklı beslenme eksikliğine, sağlıksız yemeye bağlıyorum.
E-P. Evet, ama belki bu kötü beslenme, sağlıklı besin eksikliği, zenginlerce daya­
tılıyor. Senin de katıldığın, yazılarında okuduğum anlayışa göre, şiddetler
arasında fark var. Her iki durumda da korkunç. Söylediğin gibi, aynı değil
-b ir fark var. Sapolsky’nin anlayışı, şempanzelerde şiddetin tahakkümden
ileri geldiği, ama insanlardakinin farklı, daha sefil olduğu yönünde.
J.G. Şiddete bağlı. Şempanzelerin şiddeti, şiddetçil çeteler arasındaki savaşa çok
benzer; her ikisinde de bölge, mülk ve dişiler için savaşılır. Şempanze saldır­
ganlığında gördüğümüz bağlam insanlarda da var. Bizde de saldırganlık ya­
ratıyor. Ama işin içine para girip politik bir ağ örüldüğünde, bizim açımız­
dan durum farklılaşıyor. Şempanzelerin dili yeteri kadar gelişkin değil. Bir
şempanze ve bir insan, kurbanlarına aynı saldırganlığı gösterebilirler, ama
msanlardaki saldırganlığın daha kötü olduğuna inanıyorum, çünkü temelde,
yaptığımız şeyin nihayet fiziksel ve zihinsel bir şiddet mağduru yaratabilece­
ğini biliyoruz. İnsanlar kötülük yapabiliyor, hakiki ve kasti hunharlık yapa­
biliyor, şempanzelerse o anda olup bitene tepki verirler. Birkaç haftalık plan­
lar yapmazlar. Kimsenin parmağını bükmek veya ırzına geçmek için ya da
kimseyi dövmek için plan yapmazlar. Böyle ilerisini düşünmezler.
E_P. Şiddetçil çetelerden söz ettin ve onları “sahte-türleşme” dediğin şeyle ilişki-
lendiriyorsun. Bölgeyi ayırıp bölen bu şempanzeler bir çeşit yeni tür mü olu­
yorlar?
J-G. Düşman bir başka tür olarak kategorize edilince, o düşmana kendi toplulu­
ğumuzda asla yapmayacağımız şeyler yapıyoruz. Şempanzeler diğer grupla­
rın üyelerine saldırdıklarında, iri yırtıcılara saldırırkenki aynı davranışı ser­
giliyorlar. Kendi grup üyeleriyle kavgalarda böyle bir şiddet sergilemiyorlar.
E-P. O kadar zalim değiller, diyorsun?
J.G. Hayır, o kadar zalim değiller.
E-P. Ama uzun zaman kendi türleri arasında yer almış şempanzelere karşı da ay­
nı derecede zalim olabiliyorlar, değil mi?
J.G. Evet, bir iç savaştaki gibi, içinde bulundukları grubu terketmekle, sahip ol­
dukları haklardan vazgeçtiler.
E_P. İç savaşlarda öne çıkan zulüm tipini izah ediyor bu.
J.G. Evet, iç savaşlar korkunç. Ispanya’dan biliyoruz, tıpkı Büyük Britanya’dan
bildiğimiz gibi.

41
H AYAT KİTABI

E.P. Daha hoş bir şeyden söz edelim! Tımardan ya da şempanzeler arası sevgi ve
analık içgüdülerinden. Bazı primatologlar hayvanat bahçesinde şempanzele­
rin analık içgüdüsünü araştırdılar. Ve bunun şempanzede içgüdüsel olmadı­
ğını buldular, esaret altındayken çocuklarına nasıl bakacaklarını öğrenmele­
ri gerekiyordu. Bu doğru mu?
J.G. Evet, doğru. Analık davranışı o kadar içgüdüsel değil. Şempanzeler onu an­
nelerinden ya da diğer dişilerden öğreniyorlar. Genelde, iyi bir annesi olan
bir şempanze, annesinin bebeğe nasıl davrandığını izlemekle kalmıyor, anne­
nin bir sonraki bebeğine de bakabiliyor. Bu ikinci bebeğe annelik yapıyor ve
kendi annesi kadar iyi bir anne olmayı öğreniyor. Ama eğer özensiz, katı, il­
gisiz ve oyuna pek yanaşmayan bir annesi varsa, genç şempanze de büyüyün­
ce aynı annesi veya üvey annesi gibi daha düşüncesiz, daha bencil, daha ilgi­
siz oluyor.
E.P. Ana şempanze müşvik, ilgili ve koruyucuysa, yavrular da büyüdüklerinde
nispeten daha güvenli ve mutlu oluyorlar. Aynı insanlardaki gibi. Bunu far-
kettin mi?
J.G. Evet, bizim gibi, ki aslında zaten araştırmalar öbür taraftan başladı. Çocuk
psikologları ve psikiyatristleri, şempanzeler üzerine yapılan gözlemlerden
hareketle başadılar ilk tecrübelerin çok önemli olduğu yolundaki anlayışı in­
celemeye. Bu önemli bir mesele haline geldi. “Uygar” dediğimiz Batı dünya­
sında çocuklarımızın maruz bırakıldığı herşeyi -korkunç çocuk bakım mer­
kezlerini, zamanının tamamını ev dışında çalışarak geçiren anneleri, parça­
lanmış aileleri—göz önüne alınca, ciddi problemleri bulunan yirmi yaş altı bu
kadar çocuk olmasında şaşılacak bir şey yok.
E.P. Bu ilk, şempanzelerde gözlendi?
J.G. Evet.
E.P. Çok takdir ettiğin büyük üstat Louis Leakey’yi hatırlayalım. Ona şempanze­
lerin alet kullandığını söylediğinde, daha önce alıntıladığın gibi, “Şimdi alet­
leri ve insanları yeniden tanımlamalı ya da şempanzeleri insan kabul etmeli­
yiz” demişti. Çıkarılacak temel ders ne?
J.G. Çıkardığım en önemli ders, nihayetinde bizi hayvanlar aleminin geri kalanın­
dan ayıran bir sınır çizgisi bulunmayışı. Gezegende kişilikleri, düşünceleri ve
-en önemlisi- duyguları olan yegane varlıklar biz değiliz. Bunu bir kez ka-
bullenebilirsek, o zaman bu gezegeni nasıl kullanıp hırpaladığımızı da göz­
den geçirmeye başlarız. Başka birçok sıradan hayvan da düşünüp hissediyor.
Gece uykumu kaçıran yeni yeni pek çok etik soru var. Bu elçileri, şempanze­
leri gözlemlemek daha da trajik, çünkü onlar bize hayvanlar aleminden ses­
lenen, kendilerinin de duyguları olduğunu ve bizim dünyamızın bir parçası
olduklarını söyleyen elçiler. Evet, onlar bizim bir parçamız. Yokoluyorlar,

42
N ER D E YSE İNSAN

tam şu anda, biz konuşurken. Bu çok üzücü. Afrika’da daha yüz yıl önce bir
milyondular, şimdiyse sadece 150.000. Bu yüzden öğrencilerimle yürüttüğüm
araştırmayı bırakıp, mecburen Afrika’daki sorunlara dikkat çekmek için se­
ferber oldum. Ormanlar yokoluyor; vahşi hayvanlar ticari çıkarlar uğruna
öldürülüyor -yabani hayvan eti ticareti nedeniyle. Bu nedenle bizden daha
temkinli yeni bir genç kuşağın çıkmasını şiddetle arzuluyorum. Dünya çapın­
da doksandan fazla ülkeyi kapsayan enstitü programımız bu bilimsel gerçek­
lere dayanıyor.

43
Bir Derece Meselesi

Jordi Sabater Pi ile Söyleşi


Bir gün tavrımız değişecek, ama o gün vahşi doğada bu harika
memelilerden geriye bir teki bile kalmayacak.
Jordi Sabater Pi

Jordi Sabater Pi, hayvanların kendi evrim çizgilerinde ancak bizimki gibi ilerleye­
bileceklerine inananların düştüğü tuzağa hiç düşmemiştir.
Çocukluğundan beri Afrika’da ve Barselona Hayavanat Bahçesi’nde inceledi­
ği şempanzerlerle gorilleri kafasında canlandırırken, “Farklılar, dolayısıyla onla­
ra yerin nasıl süpürüleceğim öğretmenin anlamı yok”, diye mırıldanıyor.
Sabater, Ispanya’da etoloji ve primatolojinin kurucularından biridir. Şempan­
ze ve gorillere ilişkin alan çalışmalarının dünyadaki öncülerindendir. Otuz yılını

Jordi Sabater Pi, Barselona Üniversitesi’nde Psikobiyoloji ve Etoloji Onursal Profesörü’dür.

44
BİR D E R E C E MESELESİ

Afrika’da geçiren bu büyük natüralistin profili, pek çok popüler bilim kitabı ve
dergisinde yayınlanan çalışmaları ve güzel çizimleriyle önümüzde durmaktadır.

Eduardo Punset: Gorillerin kötü bir ünü var, değil mi?


Jordİ Sabater Pİ: Çok kötü bir ün. Geçen yüzyıla, epey gerilere gidiyor, Paul Du
Chaillu adında Fransa doğumlu Amerikalı bir kaşifin bu barışçıl, uysal hay­
vanlardaki yırtıcılığı abartmasına dayanıyor.
E-P. Enteresan; bu şempanze, bölmesine geldiğimizden beri, birkaç kez el çırparak
dikkatimizi çekmeye çalıştı, iletişim kurmak istiyor sanki__
J.S.P. İletişim kurmaya çalışıyor, nasıl kuracağını bilmese de; ve biz__
E-P. Daha da aciziz.
J.S.P. Daha da aciziz. Şempanze anlamlı hareketler yapıyor, ama biz ne yapaca­
ğımızı hiç bilmiyoruz.
E-P. Çocukken ve daha sonrasında hep hayvanlardan tamamen farklı olduğumu­
zu işittik. En büyük savlardan biri, insanların aksine, hayvanların konuşa-
mayışıydı. Böyle bir önyargı için ne diyorsun Jordi?
J-S.P. Durmadan söyleniyor, ama doğru değil. Bir bariyer oluşturuldu, aşılması
nerdeyse imkansız derin bir uçurum. Diğer hayvanların konuşamadığı doğ­
ru, ama karmaşık bir iletişim sistemleri var. Esaret altındayken beş yüze ka­
dar farklı kelime kullanabiliyorlar.
E_P. Aralarında?
J-S.P. Bizimle. Aralarında mı bilmiyoruz, kendi iletişimleri hakkında fazla bir şey
bilmeden, hep bizim dilimizi öğrensinler diye çabalıyoruz. Bu anlamda haki­
katen epey bir eşitsizlik var. Deneysel koşullarda şempanzelere beş yüz keli­
me öğretebiliyoruz ve şahıs zamirleri kullanmayı beceriyorlar. Bir yandan da
kendi sistemlerinin farkındalar.
E-P. Bir diğer sava göre de, hayvanlardan farklıyız, çünkü onların benlik bilinci
yok.
J.S.P. Bilincindeler; kendi varlıklarına dair bir fikirleri var. Başkalarından farklı
olduklarını biliyorlar.
E-P. Ve şempanzeler aynada kendilerini tanıyor, değil mi?
J-S.P. Ayna karşısında kendilerini tanıyorlar ve hatta “ben” nosyonuna sahip ol­
duklarını işaret eden göstergeler var: Ben benim, sen da sensin. Biz iki farklı
varlığız. Yakın zamana kadar bu hiç bilinmiyordu, ama çok önemli, çünkü
demektir ki, beynin evriminde bir sıçrama gerçekleşti: kendini bilme. Şem­
panzeler mesela ölümün ve kaybın farkındalar. Bir şempanze kaybedilince
diğerleri çok kederlenir. Bir anne çocuğunu kaybedince aylarca sürebilen bir
depresyona giriyor.
E J*. Şimdi söyleyeceklerimi, Nicholas Mackintosh’un dediği gibi [bölüm 1], ortak

45
H AYAT KİTABI

yüksek akıl diye tanımlamamak çok zor. Okuduklarıma göre, kurak mevsim
Afrika’yı vurduğunda, su yokken, kokuşmuş su birikintilerinden uzak dura­
rak enfeksiyon hastalıklarından korunmaları gerektiğini bilen şempanzeler,
temiz içme suyu elde etmek için kuyu kazıp kuyu duvarlarına delikler açıyor­
larmış!
J.S.P. Evet. Senegal’de, Niokolo-Koba’nın kısmi çöl bölgesinde yürütülen bir
araştırmada, son derece kurak bir savanda gözledik bunu. Şempanzeler asla
durağan kokuşmuş göletlerden su içmeye yanaşmazlardı. Bunun yerine ku­
yular açıp taze su içerlerdi.
E.P. Bu kazanılan tecrübe veya yaratıcı beceri diğerlerine nasıl aktarılıyor?
J.S.P. Kültürel olarak aktarılıyor. Genç şempanzeler ve diğerlerince gözlemleni­
yor, öğreniliyor ve kültürel geleneğin bir parçası olmaya başlıyor.
E.P. Hayvanları bir zoolojik gösteriye hapsetmek yerine, onlara bir şeyler öğret­
meye çalıştık mı? Süpürmeyi öğrenemezler miydi mesela?
J.S.P. Onlara anlamsız gelirdi. Böyle şeyler için yapılmamışlar. Ormanların, sa­
vanların, bozkırların, vahşi ormanların vb. evrim çizgisini takip ediyorlar.
Kimileri diyor ki, gorillerle şempanzelere insan işlerini yaptırsak, sonunda
insana dönüşürlerdi. Onları insanlaştırmaya çalışmak her halükarda saçma
olurdu, asla insan olmazlar. Onlar ayrıldı; farklı bir yönde ilerliyorlar ve sü­
pürmelerini gerektirecek bir neden yok.
E.P. Şu şempanzeye bak. Değnek kullanarak bir kayayı kurcalıyor, altında bir şey
bulacağını umuyor__
J.S.P. Bir ödül.
E.P. Ödül? Sonra değneği çıkarıp ağzına sokuyor, değil mi?
J.S.P. Evet. Otuz yıl önce şempanzelerin basit aletler yaptıklarını keşfettik -m e­
sela termit yakalamaya yarayan belli uzunlukta çubuklar. Bu kayalar savan­
daki termit tepeciklerinin kopyasıdır, ama biz termit yerine biraz bal koy­
duk. Keşfin gösterdiği şey, kültürel olarak, şempanzelerin doğal objelerden
nasıl basit aletler yapılacağını öğrenebildikleriydi. Bu kültürel davranıştır.
E.P. Bir yazında diyorsun ki, insanlar bu hayvanlardan çok farklı olmadığı gibi,
dahası başlangıçları da çok benzer. Demene göre, tuhaf gelebilir ama, diğer
pek çok hayvan gibi biz de ağaç tırmanıcılarıydık.
J.S.P. Ateş keşfedilene kadar, bugün şempanzelerin yaptığı gibi, insanların da
ağaçlarda yaşadığına kaniyim ben. Neden? Çünkü gece görüşünden yoksun­
lar. İnsan retinası çok keskin değil, gece avlanan hayvanlar gibi alacakaran­
lık ışığını yakalayamaz. Dolayısıyla insangiller, yırtıcılarca yenmek korkusu
yüzünden, yerde uyuyamayıp ağaçlara sığınıyorlardı. Yarım milyon yıl önce
ateş keşfedildi ve insangiller bu “esaret” biçiminden (daha iyi bir kelime bu­
lamadığım için böyle diyorum) yani ağaç tepesindeki şempanze yuvalarında

46
BİR D E R E C E M E S E L E S İ

uyuma mecburiyetinden kurtuldu.


E.P. Geleceği gözünde canlandır. Diğer hayvanlarla tuhaf ilişkilerimiz açısından
ne görüyorsun?
J .S .P . Hayvanlarla ilişkilerimizi tam anlamıyla trajik buluyorum. İnsanın bilgi ve
deneye ilişkin arayışının kökenleri dinî; hayvanlar bizim hizmetkarımız ola­
rak görülüyor ve bu yanlış. Bitkilerle hayvanlar bizim kardeşlerimiz. Ortak
epeyce bir DNA’mız var. İnsan DNA’sı bitki DNA’sma çok benzer, memeli
DNA’sına fazlasıyla benzer.
E.P. Yakın gelecekte hayvanlara insafsız muamelemiz yüzünden kınanacağımıza
inanıyorsun.
J .S .P . Gelecek nesiller bizi kınayacak, aynen bizim yüz yıl önceki köle tacirlerini
kınadığımız gibi. Yüz yıl öncesine kadar İspanya’da kölelik vardı.
E.P. Ve sence bir gün-
J .S .P . İnsanlık hayvanlara kötü muameleyi yasaklayacak, ama bu nihayet yürür­
lüğe girdiğinde, vahşi doğada koruyacak hiçbir hayvan kalmayacak.

47
-5 -

Karmcalar, Arılar ve Termitler Gibi,


Ama Değişik

Edıvard O. Wilson ile Söyleşi


Yıkıcı meteor biziz. Bireysel çıkarlarımızdan asla tümüyle
vazgeçmiyoruz; bu yüzden karıncalar gibi bir süper organizma değiliz.
Edıvard O. Wilson

Edward O. Wilson’ın çalışma odası Harvard Üniversitesi’nde Karşılaştırmalı Z o­


oloji Müzesi’nin en güzel katindadır. Etrafı karınca tepeciklerinin fotoğraflarıyla
doludur, zira akademik yaşamının büyük bölümü karıncaları araştırmaya adan­
mıştır ve vardığı —kendince itiraz edilemez- hükme göre, insanları karıncalar, ya­
ban arıları ya da termitler gibi süper organizmalardan ayıran bir tek özellik bu­
lunmaktadır: insangiller kovan veya (bizim durumumuzda) topluluğun çıkarları
uğruna, bireyselliklerini savunmaktan asla tamamen vazgeçmezler.

Edward O. Wilson, Harvard Üniversitesi’nde Organizma ve Evrim Biyolojisi Bölümü’nde Pellegri-


no Entomoloji Araştırması (Onursal) Profesörü’dür.

48
KA RIN C A LA R , ARILAR VE TER M İT LER GİBİ, AMA DEĞİŞİK

Eduardo Punset: Binlerce milyon yıldır yaşam az çok öngörülebilir bir şeydi, ni­
tekim siz bilimciler yaşam modelleri geliştirdiniz. Mesela sen Dünya’nın her
yerinde bakteri bulunabileceğini ve yüzülecek su olduğunda minik protistle-
rin derhal ortaya çıkıp, yırtıcılar gibi onu işgal edeceğini söyledin. Ve evrimi
inceleyerek yasaların neler olduğunu öngörebiliriz. Yaşam alanını ele alalım:
hacmi ne kadar büyükse, hayvan da o kadar büyük oluyor. İklim ne kadar
istikrarlıysa, bölgede o kadar tür oluyor. Gelecek bin yılda yaşamı ve model­
lerini aynı şekilde öngörebilecek miyiz?
Edward 0. vvilson: Yeryüzünde yaşamın evrimiyle sergilenen müthiş resim geniş­
lemenin resmidir: 3.5 milyar yılı aşkın bir süre önce çok küçük, basit, tek
hücreli organizmalarla başlayıp bugüne kadar geldi; deniz suyundan, kara­
ya, tatlı suya ve havaya kadar uzanıyor. Sonuçta bugün yaşam akla gelebile­
cek her yerde sürmektedir: Nerede su varsa veya olacağı kesinse, orada ya­
şam vardır -en azından bakteriler, mikroskopik protistler veya mantarlar bi­
çiminde. Yaşam kutuptan kutpa, Antartika’dan Kuzey Kutpu’nun buzul do­
ruğuna, Everest Dağı’nın zirvesinden suyun on iki bin metre altına inen
Challenger Derini’ne kadar uzanır. Bu müthiş bir model: yaşam gezegenin
tümünü kuşatıyor, akla gelebilecek her doğal ortamda var. Ve bu muazzam
zaman aralığını kaplayan yaşam evrimindeki bir başka önemli model de, ya­
şam formlarının düzenli olarak genişlemesi ve çeşitlenmesidir. Az sayıda tür­
den -değişik bakterilere tür denebilirse- tür sayısının bilinmediği bugüne ge­
lindi. Bilimsel isimleri olan, belirlenip tanımlanmış 1.5 ila 1.8 milyon arası
tür bulunduğunu biliyoruz, ama yeryüzündeki türlerin sayısına ilişkin tah­
min 3.5 ila 100 milyon arasında değişiyor! Kimse kesin rakamı bilmiyor, do­
ğadaki mikroplar (bakteriler, protistler ve mantarlar) hakkında, aramızdaki
en küçük organizmalar hakkında çok az şey biliniyor.
E.P. Ve bu tür çeşitliliğini anlamak kolay değil, çünkü hepimiz ancak birkaçından
geliyoruz. Peki öyle bir türdeşlikten nasıl oldu da böyle bir çeşitliliğe vardık?
Tür çeşitlenmesinin sebepleri ne? Kendi kendilerini yaratmalarına ne yolaç-
tı?
E.0.VV. Anladığımız kadarıyla, bazı türlerin Dünya üzerinde özellikle bir yerde or­
taya çıkması belirleyici etkenlere işaret ediyor. Bunları hatırlamanın en ko­
lay yolu ESA6 harfleridir. Baştaki E enerji. Ne kadar enerji varsa -özellikle
güneş enerjisi- o kadar tür barındırılabilir. Ne kadar enerji, o kadar tür. Bu
yüzden ekvator bölgelerinde, özellikle tropikal bölgelerde, tropikal ormanla­
rın en nemli yerleri olan yağmur ormanlarında daha fazla tür vardır, ikinci
harf S istikrar [stability]. Bir bölge ne kadar uzun süre aynı kalırsa, yani kaç

Avrupa’da NASA’ya karşılık gelen European Space A'gency'nin [Avrupa Uzay Ajansı] ünlü kısaltmasıyla
ESA karıştırılmasın.-LM

49
H AYAT KİTABI

milyon yıl değişmeden kalırsa, tür çeşitliliği o kadar fazla olur. Evrim sür­
dükçe türler yalnızca çevreye değil, simbiyoz yoluyla birbirlerine de iyi uyum
sağlarlar. Birarada daha istikrarlı sistemler oluştururlar. İstikrar etkeni ar­
dındaki sebebi bu. Mesela, binlerce metre derinlikteki tamamen karanlık de­
niz tabanı, enerji eksikliğine rağmen çok sayıda tür barındırır, çünkü koşul­
lar milyonlarca yıl değişmeden kalmıştır.7 Ve A harfi de alan, aslında hacim
kastediliyor. Alan ne kadar büyükse, o kadar farklı tür sağlıklı olarak gelişip
serpilebilir. Bu yüzden Karayipler’de yedi kilometre karelik çok küçük bir
adada ancak üç ya da dört kertenkele veya bir sürüngen türü bulunabilir. J a ­
maika veya Porto Riko gibi orta büyüklükteki bir adada yirmi veya otuz,
Küba kadar büyük bir adadaysa yüz tür olabilir. Bu önemli bir etken: türle­
rin yaşayabileceği alan ne kadar büyükse, o kadar fazla tür görülebilir.
E.P. Öyleyse geniş alanlara ve mevcut enerjiye rağmen, devasa nüfus artışları ve
çok daha fazla enerji tüketimi nedeniyle bir darboğaza geldip dayandık. Söy­
lediğin gibi, dünyanın geri kalanı da Birleşik Devletler’deki tüketim seviyesi­
ne, teknolojik seviyeye ulaşmış olsa, değil bir Dünya, bunun gibi 5 gezegen­
den fazlası gerekirdi! Ne için? Sanayi kaynakları, gıda ve tatlı su sağlamak
için —iktisatçıların “dışsallıklar” dediği şeyler için!
E.O.VV. Son 450 milyon yılda büyük yokoluşlar gerçekleşti. Birini çok iyi biliyoruz:
Mezozoik devrin Kretase döneminde, 65 milyon yıl önce, dev bir meteor ne­
deniyle dinozorların hakimiyeti sona ermişti. Ama daha da büyük bir yoko-
luş, 200 milyon yılı aşkın bir süre önce, Permiyan dönemde gerçekleşti. Muh­
temelen o da meteor çarpması nedeniyle oldu. Yani yaşam sürekli genişliyor.
Sonra büyük bir bölümü yokoluyor. Gözlendiği kadarıyla, bu dramatik de­
ğişimler yaklaşık her yüz milyon yılda bir gerçekleşiyor. Ardından, çeşitlili­
ğin tekrar yapılanması için 10 milyon yıl kadar bir süre gerekiyor ve evrim
devam ediyor. Büyük yokoluşlardan biri, 65 milyon yıl önce olanı, devasa bir
yaşam genişlemesinin peşisıra geldi ki, bu genişleme, biz dahil şimdi meme­
liler diye bildiğimiz hayvanları, sayısız böcek çeşidini ve çamlarla köknarlar
gibi kozalaklı ağaçların yerini alan çiçekli bitkileri üretmişti.
E.P. Toparlanma 10 milyon yıl sürüyor diyorsun?
E.O.VV. Evet, yaklaşık 10 milyon yıl -büyük bir yokoluş dönemi ardından başlı­
yor. Söylediğim şu: insanoğulları gezegenin dörtbir köşesine yayılmadan ön­
ce, muhtemelen 10 ila 20 bin yıl arası bir süre geçti. Tarım devrimi çok yük­
sek nüfus artışına imkan tanıdı. Muhtemelen şimdiki Holosen çağda veya 10

^ Güneş ışığı deniz tabanına ulaşmasa da, kimyasal enerji -metan (CH4), hidrojen sülfit (H2S), amonyak >'N1i 1,J
ve hidrojen (H2) gibi gazların bakteriyel oksitlenmesi- su altı ekosisteme enerji sağlar. Florida Sahili açıkların­
daki soğuk sızıntılar ve derin deniz bacaları gibi ortamlarda hayvan topluluğunun yaşamı bir enerji kaynağına
bağlıdır: bazı inorganik bileşenlerin kimyasal oksitlenmesine. (Stewart, 1999) .-L M

50
KARINCALAR, A RILA R VE T E R M İ T L E R GİBİ, AMA DEĞİŞİK

ya da 20 bin yıl öncesinin hemen evvelinde yaşam çeşitliliği doruğa ulaştı.


Sonra biz ortaya çıktık. Büyük meteor biziz.
E.P. Büyük meteor biziz ha?
E.O.VV. Evet, biziz. Tam şu an insan etkinliği çeşitliliği azaltmakta ve biz “altıncı
yokoluş”un ilk safhalarını izlemekteyiz. Hakkında onca şey yazılan “darbo­
ğaz” bu. Darboğaz, aşırı insan nüfusu, insanlar doğal çevrenin öyle büyük
bir bölümünü yoketmekteler ki, diğer türler artık hayatlarını sürdüremiyor-
lar. Bunun kişi başına tüketimdeki artışla da ilgisi var, dünyanın her yanın­
da insanlar gıda ve kaynak tüketimini arttırıyor. Kişisel tüketim ile nüfusta­
ki artışın bileşkesi, dünyanın “doğal sermayesi” denebilecek şeyin bertarafı-
na yol açıyor. Biz belli bir doğal sermayeyi miras aldık, pazar ekonomisinin
bir bölümünü oluşturan ekonomik vasıfta bir mirası devraldık ve şimdi onu
harcayıp yokediyoruz. Ama darboğaz meselesinde bir umut ışığı da var, şu
an dünyada altı milyardan fazla insan bulunmasına rağmen nüfus artış hızı
yavaşlıyor. Göründüğü kadarıyla, belli bir eğitim düzeyine gelen ve bağım­
sızlığını kazanan kadınlar, kendi hayatları ve sahip olacakları çocuk sayısı
üzerinde kendi kararlarını vermeye yöneliyor.
E.P. Çocuk sayısını düşük tutmaya__
E.O.VV. Niteliği tercih ediyor ve ağaç tohumları gibi etrafa saçılmış bir kalabalık
yerine, sadece birkaç çocuk sahibi olmaya karar veriyorlar. Ve dünya gene­
linde kadınlar, özellikle de Avrupa, Birleşik Devletler ve günümüzün Asya’sı
gibi sanayileşmiş ülkelerdeki kadınlar, doğurganlık oranlarını ve doğum sa­
yılarını “kırılma noktası” dediğimiz seviyenin altına çekiyor, kadın başına iki
çocuğun azıcık yukarısına. Bu noktaya ulaştığımızda nüfus artışımız sıfır de­
mektir. Birleşmiş Milletler dokuz milyarlık bir azami nüfusa ulaşacağımızı
öngörüyor, şimdikinin yarım kat fazlasına.
LP . Ve ancak o zaman mı darboğazdan çıkacağız?
E.O.VV. Ama mesele, Dünya gezegenini ve diğer canlıların büyük bir bölümünü
mahvetmeden çıkmak, ki yaptığımız şey bunun tam tersi.
E-P. Beynimizin darboğazla bağlantılı olduğunu söylüyorsun. Aslında iki şey de­
din: beynin çevreye karşı ve türlerin korunmasına karşı şaşırtıcı bir kayıtsız­
lığı var. Beyinlerimiz çok küçük coğrafi alanlarla ilgili. Üzerine fazlasıyla tit­
rediğimiz tek çevre yakın aile çevresi. Perspektifimiz çok dar, bir, iki ya da üç
nesile uzanıyor, beşi geçmez. Ama diğer yandan da beynimiz biyofili8 emare­
leri sergiliyor?... Doğayla içkin yakınlığımız yani; bu doğru mu?
E.O.VV. Darboğazdaki güçlüğün büyük bir kısmı sanayileşmiş dünyadaki tüketim
düzeyinin yüksekliğinden kaynaklanıyor. Bu tüketimin başını Birleşik Dev­

samlılara karşı duyulan sevgi: Wilson’ın aynı adı taşıyan kitabında ileri sürdüğü, insanlarla diğer canlılar ara­
mdaki içgüdüsel bağ.-çn

51
HAYAT KİTABI

letler çekiyor. Dediğin gibi, dünyadaki herkesin -yaklaşık altı milyar insa­
n ın- Birleşik Devletlerde aynı tüketim düzeyinde yaşaması için dört ya da beş
tane daha Dünya benzeri gezegen lazım. Bu durum, tüketimi azaltırken ya­
şam kalitemizi sürdürmek veya iyileştirmek istersek, karşımıza devasa so­
runlar çıkarır. İnsanoğlu şu an bu büyük teknolojik sorunla karşı karşıya.
Dünya çapında yaygın olan aşırı tüketim eğilimi, bu saldırgan ve rekabetçi
eğilim, insan tabiatının bir dışavurumu. Beynimizin saldırganlık, rekabet,
gurur doğrultusunda emir vermesiyle alakalı. Biyolojik tabiatımızın etkisi al­
tında olduğumuza kuşku yok. Bağımsız olduklarında kadınların doğurgan­
lık oranını azaltma eğilimi de insan tabiatının bir özelliğidir. İnsan tabiatının
harika, ilahi bir niteliğidir bu. Bir diğeriyse sadece kısa vadeli düşünmektir.
Geleceği düşünürken, olsa olsa ancak gelecek nesli ve onu da olsa olsa ancak
çok küçük bir alan içinde düşünürüz —kendi topluluğumuz ya da belki ken­
di ülkemiz içinde. Ekonomi ve kaynak planlaması alanlarında korkunç hata­
lar yapıyoruz. Bu vizyon eksikliği yüzünden savaş başlatmak ve saldırganlaş­
mak işten bile değil. Bu sorunları aşmalıyız. En iyi yol kendimizi anlamaktan
geçiyor. Mevcut yaklaşım geçmişin bir artığı: İnsanlık küçük gruplar halin­
de yaşarken ve kabileleri dünya etrafına saçılmışken, saldırganlık faydalı bir
davranış türüydü. Darwin’ci bir bakış açısıyla, sağkalım ve üreme elzem ol­
duğuna göre saldırganlık ve rekabetçi davranış çok zekiceydi. Sırf kısa vade­
li düşünüyorsak, yapmamız gereken şey işleri yolunda götürüp yarına kadar
sağ kalmaktır. Etrafımızdaki düşmanları görmemiz gerekir. Ama şimdi da­
ha fazla bilgi sahibi olduğumuza göre, üstesinden gelmemiz gereken dünya
çapındaki sorunları da hesaba katabiliriz artık. Diğer organizmalarla biyos­
feri, yani bizi hayatta tutan şeyleri yoketme temayülümüzün de üstesinden
gelebiliriz. Hepimizin Hitlerleşebildiği ortada. Diğer yaşamları yokederken
gelecek insan nesilleri umurumuzda değil belki, ama —tabiri caizse- insan ru­
hu için, canı için çok önemli olan bir şeyi de yitiriyoruz, insanoğlunun ve tüm
hayvanların evrimi hakkında tüm bildiklerimiz şu mantıki sonucu çıkarıyor:
insanoğulları olarak bizler nasıl belirli bir doğal çevrede, savan veya tropikal
ormanlarda evrildiysek, beyinlerimiz de o çevreye karşı içgüdüsel bir tercih
geliştirdi.
E.P. Biyofili dediğin şey.
E.O.VV. Evet biyofili, doğru. Biyofili düşüncesini destekleyen pek çok delil var: bel­
li doğal çevrelere ve içlerindeki diğer yaşam formlarına yakınlık duyuyoruz.
Bu “uygarlığa” gelene kadar epey yol katettik ve daha da ileri gitmeliyiz, ta
ki geleneksel doğal çevrelerimizin tadını çıkarmayı, onları el altında tutma­
yı, hatta gidip oralarda yaşamayı becerebilene kadar.
E.P. Ayrıca pek çok türle aynı genleri paylaşmak da gurur veya keyif verici —diye

52
K A R I N C A L A R , A R ILA R VE T E R M İ T L E R GİBİ, AMA DEĞİŞİK

umuyoruz. Sanıyorum, “canlılar dünyasının geri kalanı” beden ve biz de “zi-


hin”iz diye yazmıştın. Biz bedenin geri kalanını korumak için buradayız. Pe­
ki bunca yıllık mücadeleden sonra, müsterih misin? İlk kapsamlı kitabında
biyoloji ve doğayı davranışın temeli olarak nitelemiştin ve bu otuz yıl öncey­
d i....
E-O.W. Nerdeyse otuz y ıl....
E-P. Bu biyofilinin, bu ortak genleri paylaşma zevkinin insanlıkta kültürel bir de­
ğişim yaratacağından emin misin?
E-O.W. Yaratacığım sanıyorum. Zihnin işleyişine yönelik araştırmalarımız saye­
sinde insan doğası ve kökeninin anlaşılması, kanımca, bazı derin psikolojik
ihtiyaçlarımız olduğunu ortaya çıkaracaktır. Sadece birbirimizle değil, diğer
canlı varlıklarla da, yeryüzündeki yaşamın geri kalanıyla da ilişkiler kuruyo­
ruz.
E-P. Yaklaşımının -bence çok enteresan olan- bir başka yönü de, çevreyi koruma­
nın ekonomik yasalara ters düşmediğini açıklamaya, hatırlatmaya çalışman.
Diyorsun ki, “Neleri feda ettiğimizi anlamalıyız; şu an bedava olan şeyleri,
toprak zenginliğini, iklim düzenini yokediyoruz”, peki ya başka?
E-O.W. Soluduğumuz, canlı dünyaya borçlu olduğumuz havayı. Aslında yıllar ön­
ce bir grup iktisatçı ve biyolog yoketmekte olduğumuz doğal dünyanın değe­
rini dolar bazında hesaplamaya çalıştı —su, hava, toprak vs. Ve hesapladık­
ları rakam yılda otuz üç trilyon dolardı!
E-P. Trilyon!
E-O.W. Trilyon, “T ” ile: yani bin milyar. Dünyanın gayrisafi hasılasına denk; bir
başka deyişle, ekonomik anlamda, insanın tüm dünya ölçeğindeki üretimi.
Ve bu bize tamamen bedava veriliyor ve doğal dünyayı yokettiğimizde, onu
kendi ekonomik aygıtımızla ikame etmek zorunda kalıyoruz; bir ormanı ya
da bir su havzasını yokettiğimizde, olan bu.
E J*. Bedava aldığımız şeyi ...
E-O.W. Bedava suyu yokediyoruz, dünyanın her yanında yapılan bir şey; ve sonra
onu filtreleme cihazlarıyla üretmek zorunda kalıyoruz, bu da milyonlarca,
yüz milyonlarca dolara maloluyor. Yaptığımız şey, Dünya’yı adım adım bas­
bayağı bir uzay gemisine çevirmek, bir tür olarak içinde rahat edemeyeceği­
miz bir araca çevirmek; oturup doğanın tüm bu hizmetleri ayağımıza getir­
mesine izin veremiyoruz. Sanki uzaydaymışız gibi yaşamak zorundayız, bir
uzay aracındaymışız gibi —bir şeyleri çalıştırabilmek için sürekli onarıp, öl­
çüp, tartışıp durarak. Zır delilikten başka bir şey değil.
E-P. Hazır varolan esenlik yokedildi ve gelecekte esenliği sağlamak için -k i buna
kendi türümüzü devam ettirmek de dahil—sürekli bir çaba gerekecek. Yoko-
luşlar dünya çapında gerçekleştiğine göre, koruma çabaları nereye yoğunlaş­

53
H AYAT KİTABI

malı? Büyük beklentilere kapılmamak lazım: genelde kültürel değişim kısa


vadede ciddi getiri sağlayacak kadar hızlı gerçekleşmez. Yakın dönem koru­
ma çabalarımızı nasıl en etkin biçimde seferber edebiliriz?
E.O.VV. Ne yapılması gerektiğini tam olarak biliyoruz. Yıllardır World Wildlife
Fund (Dünya Vahşi Yaşam Fonu) veya T be Nature Conservancy (Doğa Ko­
ruma Komisyonu) gibi, Dünya çapındaki çeşitli doğa koruma örgütleriyle
bağlantılıyım ve sürekli bu konu üzerine kafa yoruyoruz. Bu örgütlerden her
birinin yılda yaklaşık yüz milyon dolarlık bütçesi var ve etkinlik kazanıyor­
lar, ama tabii çok daha fazlası lazım. Aldığımız parayla mümkün olduğunca
geniş bir biyoçeşitliliği, mümkün olduğunca fazla türü korumaya çalışıyo­
ruz. Yokoluşları engellemeye çabalıyoruz. Bu türlerin yaşları genellikle bir
milyon yılın üzerinde, belki daha da fazla, ama yerleri doldurulamaz. Yoko-
lurlarsa, onları bir daha asla göremeyiz, insan zihni açısından ebedi bir ka­
yıp olur. En iyisi, çabalarımızı gelişmekte olan ülkelere yoğunlaştırmak, özel­
likle de nemli veya tropikal ormanları olan ülkelere, çünkü yeryüzündeki bit­
ki ve hayvan türlerinin yarıdan fazlası, gezegen yüzeyinin sadece yüzde 6’sı-
nı kaplayan tropikal yağmur ormanlarında yaşıyor.
E.P. Oradakiler tüm türlerin yüzde 40’ı değil mi?
E.O.VV. Geniş bölgelerin içinde sıcak noktalar denen yerler, ille de tropikal orman
değil ama çoğunlukla nemli tropikler, bunlar, gezegen yüzeyinin ancak yüz­
de l ’inden biraz fazlasını kaplıyor. Düşün: Dünya yüzeyinin yüzde 1.4’ü tüm
türlerin yüzde 40’ını barındırıyor! Bu yerleri tam olarak belirler ve korursak,
o zaman Dünya üzerindeki tüm bitkilerle hayvanların yüzde 40’ını veya faz­
lasını korumuş oluruz. Buna geri kalan işlenmemiş ana toprak alanlarını da
eklersek, yani tropikal orman, savan, Amazon ve havzası, Yeni Gine ve Af­
rika’daki Kongo havzasından oluşan devasa alanları Dünya yüzeyinin yüzde
1.4’ünü kaplayan yaklaşık yirmi beş sıcak noktaya eklersek -k i bu ölçekte
düşünmeliyiz- sıcak noktaların tamamını ve türlerin yüzde 40’ını koruma
maliyeti tahminen yirmi beş milyar doları buluyor. Yapılabilir. Yapmamız
lazım!
E.P. Süper organizmalardan sözedelim; sana göre biz insanlar bir süper organiz­
manın parçalarıyız ve Gaya kavramına göre de gezegen kendini düzenleyen
bir süper organizma; ikisi arasında ne fark var, yani bir fark varsa?
E.O.VV. İnsan türü bir süper organizma değil, insan toplumuna da süper organiz­
ma dememek lazım. Bizimki, okuma yazmanın ve sözleşmelerle anayasa hü­
kümlerinin yolunu açan zeka sayesinde gelişmiş bir memeli toplumu. Kişisel
çıkarlarımızı işbirliği içinde ele alma, hatta onları koruma ve geliştirme ka­
biliyetimiz var. Ama sosyal karıncalar bürokratik hiyerarşi olmaksızın grup
için en iyi çözümde karar kılabiliyor.

54
KARINCALAR, ARILAR VE T E R M İT L E R GİBİ, AMA DEĞİŞİK

E.P. Ya bizim bireyselliğimiz?


E.O.VV. Süper organizma hakkında bir kitabı daha yeni bitirdim ve bu konuyu in­
celemek için epeye zamanım oldu. Bir süper organizmanın aslında ne oldu­
ğunu da, insanlığın ne olduğunu da biliyorum. Karınca kolonisi bir süper or­
ganizmadır. Müthişler, özellikle bazı türler. Harika yaratıklar. Kimi çok kar­
maşık davranışlar sergiliyorlar ve topluluk üyeleri bu şekilde işbirliği yapı­
yor. Koloniler on ila yirmi çeşit kimyasal işaret kullanıyor ve yeni bileşenler
üretiyor.
E.P. Feromonlar?
E.O.VV. Feromonlar; koloni üyeleri onları koklayıp tadıyor ve feromon bileşenle­
riyle elliye kadar mesaj üretebiliyorlar. Değişik tipte bireylerden oluşan grup­
ları var ve bunlar belli bir işlevi yerine getirmekte çok iyiler, ama diğerlerin­
de o kadar iyi değiller. Hepsi birden tek vücut gibi davranıyor ve sonuçta bel­
li türden karıncaların oluşturduğu koloniler nesiller boyunca hep aynı kalı­
yor. Bir karıncanın beyni, nerdeyse tümüyle, belli bazı iletişimleri kurmaya
ve çok spesifik bir şekilde çalışmaya programlanmıştır. Bireyler işlevlerine
göre sınıflandırılmıştır, koloni bu sayede hayatta kalabilir: birim, kolonidir.
Evrim bir koloniyle diğeri arasındaki rekabet yüzünden devam eder. Bu du­
rumun bir sonucu olarak, koloni bireyleri arasında belli bir uyum ve işbirli­
ği vardır. Ama koloniler daima birbirleriyle savaş halindedirler. Karıncalar
Dünya üzerindeki en savaşkan yaratıklardır. Şöyle söyleyeyim: karıncalara
nükleer silah versek, haftasında dünyayı havaya uçururlardı. Karıncalarla in­
sanları karşılaştırırsak__
E.P. Ya insanlar?
E.O.VV. Karıncalar geç Kretase dönemde ortaya çıkmaya başladılar (65-f38 mil­
yon yıl önce) [Tablo 1], Bu dinozorların çağıydı. Sadece ilk karıncaların de­
ğil, elli ya da altmış milyon yıl önceki karıncaların da fosillerini bulduk. Bu
uzun bir zaman, ama karıncalar hep aynı. Fazla değişiklik olmamış. Başlan­
gıçta ciddi bir evrim olduysa da, son elli milyon yılda değişmemiş karıncalar.
Aynı kodlar, aynı modeller...
E.P. Belki yeterlikli olduklarındandır.
E-O.VV. Davranış çok daha karmaşık bir hale geldi. İnsanları düşün. En yakın ata­
larımızı, yani maymunlara kıyasla gelişmiş yetenekleri olan, ayakları üzerin­
de duran ve alet kullanan insangilleri hesaba kattığımızda, aşağı yukarı sade­
ce 5 milyon yıldır Dünya üzerindeyiz. Bu çok kısa bir süre. Ama yine de, in­
celenen organlar içinde tüm zamanların en hızlı evrimlerinden biri, H om o
sapiens evresine, yani modern insan türüne ulaştıktan sonra beyinde gerçek­
leşen evrimdir. Bir şey oldu ve bu primatları şu an insan diye bildiğimiz şeye
dönüştürdü. Ve bu süreçte, karıncalar gibi varlıklar haline gelmeyip, bağım­

55
HAYAT KİTABI

sız memeliler olmaya devam ettik: her insan kendi çıkarı için çalışıyor. Ve bu
bireysellik ve yaratıcılık korunuyor. Dolayısıyla insan toplumu, karıncaların
aksine, içgüdülere kısmen dayalıdır. Evet, birçok içgüdümüz var: duyguları­
mızı ve bize neyin hoş göründüğünü büyük oranda insan doğası belirliyor.
Toplumlarımızı ve uygarlıklarımızı bu yönergeler temelinde, kutsal saydığı­
mız uzun vadeli sözleşmeler ve anlaşmalarla yarattık. Aramızda anlaşmalar,
ilişkiler, sözleşmeler düzenledik ... evet, biz böyle yapıyoruz, ama ...
E.P. Sözünü kestiğim için özür dilerim, ama bunu sosyal primatlardan mı devral­
dık? Yani, sosyal primatlar bizimkine benzer anlaşmalar mı yapıyorlar?
E.O.VV. Evet, iptidai bir şekilde. Özellikle büyük maymunlar, sosyal olanlar, şem­
panzeler ve goriller. En çok da goriller ve çok ileri bir şempanze türü olan bo-
nobolar. Bizim sözleşme ve anlaşma diye, ittifak diye, hatta vicdan diye bil­
diğimiz şeyin nüvelerine sahipler. Suç ve ceza nedir ...
E.P. Biliyorlar-
E.O.VV. İşte bu bilgi temelinde bir uygarlık yarattık. Bu evrim hızında bile -ve bir
karınca kolonisi gibi davranıp savaşmaya devam ediyor olsak da—toplumsal
düzen oluşturma ve bilgiyle teknolojiyi süratle geliştirme kabiliyetimiz, insan
kolonilerinde bulunan en kötü özellikleri bertaraf etmek bakımından bize
büyük umutlar veriyor—
E.P. Karınca kolonilerinde bulunanları.
E.O.VV. Evet, davranışımızın karıncalara benzeyen son kalıntılarını bertaraf etmek
bakımından. Aramızdaki fark bu. Ama tabii zavallı karıncaları anlamamız
lazım. Her bir gün, 1 ila 10 katrilyon arası karınca hayattadır! Ve düşün ki,
bir karınca da bir insanın milyonda biri ağırlığında. Dünyadaki tüm karın­
caların ağırlığıyla tüm insanların ağırlığı aşağı yukarı aynı. Ama karınca bey­
ninin büyüklüğü insanınkinin ancak milyonda biri kadar. Karıncaları takdir
etmeliyiz, özellikle de minicik beyinleriyle neler başardıklarını hesaba katın­
ca. Beyinlerini çıkarıp inceleşen, göremezsin bile; toz zerresi gibidir. Ama
inanılmaz şeyler başardılar ve bunu son elli milyon yılda çok az değişerek
yaptılar.
E.P. Merakımı öyle uyandıran bir şey yazmışsın ki, onu aktarmadan edemeyece­
ğim. Tam olarak ne anlama geldiğini söylemeni istiyorum: “Ne zaman ki be­
yin mekaniği -hücrede yaptığımız gibi- kağıda dökülür ve kağıt üzerindeki­
lere dayanarak tekrar oluşturulur, duygularla etik yargının yapı taşları da iş­
te ancak o zaman açığa çıkar.” Ne demek istiyorsun? Beklentin ne?
E.O.VV. Bilim iki aşamalıdır. Birinde davranış ve düşüncenin titiz bir tarifi yapılır,
ama diğer aşamada bu son derece karmaşık olgular dizisini alıp temel ele­
manları ve süreçlerine indirgememiz ve sonra da bunların nasıl biraraya ge­
lip bütünü oluşturduklarını anlamaya çalışmamız gerekir. Bilim hep bir in­

56
K A R I N C A L A R , A RILA R VE T E R M İ T L E R GİBİ, AMA DEĞİŞİK

dirgeme ve sentez döngüsüdür. Ciddi bilim indirgeme işlemini ve ardından


hiç olmazsa birazcık sentezi gerektirir. Gerçek bilimci —beşerî bilimlerdeki
birçok akademisyen ya da ilahiyatçılar katılmayabilir am a- zihni beynin bir
ürünü olarak görür, ikisi ayrı şeyler değildir ve fizikseldir. Zihin-beyin fizik
dışı değildir. Doğa bilimlerinin diğer yöntemlerini nasıl anlıyorsak, zihni de
aynı şekilde anlayabilmemiz lazım.
E.P. Hücreye müdahale ettiğimiz gibi beyne de müdahale edebilme, beynin iç po­
tansiyeline nüfuz edebilme bağlamında, makineyle beyni kaynaştırmak
mümkün mü? Biliyorsun artık biyolojik kontrol çağma giriyoruz. Bu yolla
çevremizi değiştirip darboğazdan kurtulurduk.
E.O.VV. Beyni en gelişmiş işlemcilerle eşleyip birleştirebileceğimiz düşüncesi, bilim­
ciler ve teknolojik gelecek üzerine düşünenler arasında popüler. Bir makine
yardımıyla duygu ve duyuların simülasyonunu çıkarmamız lazım. Bir gün
—bireyliği kaybetmeden— çok üstün bir zekanın geliştirileceğini, bunun da
çok yüksek işlem yeteneğiyle eşleşmiş bir insan beyni olacağını düşünmekten
hoşlanıyoruz. Gelecekte bu olabilir belki. Doğru yapabilirsek, insanlığımızı
yokedeceğini sanmıyorum. Peki bu üstün zeka bizi kurtarabilecek ve sorun­
ları daha hızlı çözmemize yardım edebilecek mi? Öyle sanıyorum; insan iliş­
kileri ve insanın kökeni de dahil olmak üzere, dünyayı daha eksiksiz bir şe­
kilde anlamamızı sağlayacağı ölçüde, evet. Bilgiyi daha hızlı işlemenin akıl
yürütme becerimize yardımı olmalı, ki bunu halihazırda internetle yapıyo­
ruz: tüm bilgiyi aynı yere koyuyoruz. Bunu gitgide daha da iyi yapacaksak,
bireysel bilgeliğin ve oradan da kolektif bilgeliğin daha çabuk edinileceği
umudu var demektir.
E.P. En son araştırmanda altını çizerek diyorsun ki, insanlar, karıncaların aksine,
kendilerini insan diye tanımlayıp süper organizmalardan ayıran bir bireysel­
liğe sıkı sıkıya bağlı. Muhteşem. Şimdiye kadar kimsenin bir cevap bulama­
dığı bir soru sorabilir miyim sana? Ne oldu da böyle oldu? Türlerin evrimin­
de böyle bir şeyin hiç olmadığını söyledin. Karıncalarla yollarımızı ayırıp,
onların zeka tipinden H om o sapiens ’inkine sıçramamıza ne yol açtı? Ne ol­
duğunu, birkaç yıl öncesine kıyasla şimdi daha iyi anlıyor muyuz? Kimileri,
bir beslenme değişikliği, balık tüketimi olabileceğini söylüyor. Bir şey biliyor
muyuz?
E-O.W. Birincisi, insanlığın doğuşu emsalsizdir, insanoğlu gibi bir türü yaratmak
bin milyonlarca yıl aldı. O ileri adım biyolojinin büyük gizemlerinden biri­
dir. Ama istisnanın evrimdeki tek örneği değil. Evrim tarihinde büyük bir
ilerlemenin gekçekleştiği pek çok durum var. Mesela, araştırmamda tropikal
Amerika’daki Acromyrmex octospinosus karıncalarının çalışmasına denk
geldik. Bunlar bahçıvandır ve müthiş yer altı bahçeleri yaparlar. Yaprakları

57
HAYAT KİTABI

çiğneyip işlemden geçirerek üzerlerinde mantar oluşturur ve bunlarla besle­


nirler. Tropikal Amerika’da bitki yiyen hayvanların lideri konumundadırlar.
Ama bu, evrim tarihinde yalnızca bir kez oldu. Böyle büyük olaylar nasıl ger­
çekleşiyor? İnsanların evrimine yolaçan özel koşullar ne? Cevabı bilmiyoruz,
ama geleceğin biyoloji araştırmalarında bu çok önemli meseleyi sorgulama­
ya devam edeceğiz.

58
Çekicilik
Hayvan atalar Proterozoik zamanın erken dönemlerinde (Tablo 1) choano-
•nastigotes hücrelerden türediler. Yumurtanın spermle döllenmesi gelişimin vaz­
geçilmez şartı haline geldi. Biz bu olguya cinsel üreme diyoruz tabii. Ama yanlış
anlaşılmasın: yerytizündeki pek çok canlıda seks üreme için gerekli veya hatta
onunla bağlantılı bile değil. Evrimsel süreklilik hayvanlarda yumurta ile spermin
birbirine çekimini gerektirdiği için, döllenme hadisesi bir embriyoyu yaratmadan
çok önce, çekicilik atalarımızın en önemli meselesi haline geldi ve bu çıplak gözle
görülebilen bir gelişim evresidir. Başarılı çiftleşme davranışını harekete geçiren
duygular, eş seçimi ve güzellik üzerine yapılan bu Punset söyleşilerini bu yüzden
revkalade büyüleyici buluyoruz. Bilimciler kendi dar araştırma alanlarına ilişkin
çıkarsamalarında daha sorumlu, daha ayağı yere basan ve daha güvenilir bir tu­
ram sergiliyorlar, kendi alanları dışındaki olgulardaysa daha serbestler. Aşırı de­
recede düşük yoğunluklu tek bir molekül ölümcül bir cazibe yaratabilir. Embriyo
gelişimine yönelik cinsel etkinlikler gösteren mevcut otuz milyon hayvanda cazi­
benin nasıl bir kimya sergilediğine ve nasıl davrandığına dair öğrenilecek daha
cok şey var.

59
-6 -

Güzellik Ölçülebilir mi?

Victor ]obnston ile Söyleşi


Vücudun çeşitli bölümlerinde ölçümler yaparsak bir insanın ne kadar
asimetrik olduğunu görebeliriz. Bağışıklık sisteminin bütün türlerde
bulunan oldukça hassas bir göstergesidir bu. Asimetri ne kadar azsa,
bağışıklık sistemi o kadar iyidir. Bu yüzden hepimiz daha simetrik
insanları tercih ediyoruz, onları daha güzel buluyoruz.
Victor Jobnston

Son on beş yıldır bilim ve teknoloji dünyasıyla içiçeyim —bu kitapta sürekli zikre­
dilen jeolojik zamana göre uzun sayılmasa da, ortalama ömürle kıyaslandığında
azımsanamayacak bir süre. Daima ezoterik ve esrarengiz olan bilimsel araştırma
sonuçlarının popüler kültürde henüz fazla bir etki yaratmadığını söylemem kim-

Victor Johnston, Las Cruces, New Mexico Eyalet Üniversitesi’nde Psikoloji Onursal Profesö-
rü’dür.

60
GÜZELLİK ÖLÇÜLEBİLİR Mi ?

s^yi şaşırtmayacaktır. İnsanların günlük yaşamları bilimsel araştırma konseyleri­


nin anlaşılmaz müzakerelerine aldırış etmeden devam ediyor.
Fakat benzer bir durumun, bu kez tersinden, bilim camiası için de geçerli ol­
duğunu görmek şaşırtıcı: Birçok bilimciye göre, bilimsel buluşlarla insanların
rondelik hayatları arasında bir ilişki olduğunu düşünmek abesle iştigal. Bilimcile­
rin bu ekseriyetince, bilimin hedefi gündelik hayatın sorunlarını çözmek değil, te­
mel bilgiyi daha derinlemesine kavramaktır ve bundan da bir şey çıkması müm-
.<un ve gerekli değildir.
Bu düşünce bilimle toplum arasındaki bariyeri sağlamlaştırmaya yarayan bü-
vuk bir yanlıştır ve derki yıllarda dağılıp çökecek olan bu bariyeri ilk yarıp geçen­
ler jeologlarla paleontologlardır. Yüz milyonlarca yıl öncesinin kayalarıyla fosil­
lerini kazıp çıkaranlar (modern şehir insanının acil ihtiyaçlarına görünürde bun­
dan daha uzak ne olabilir acaba?) ve insanlığı kendi jeolojik perspektifi içerisine
•erleştirenler onlardır. Yaptıkları iş insan kondisyonu ve evrimini basbayağı yeni­
den tarif etmektir. Sokaktaki adama, kulakları sağır eden trafiğin ortasında kay-
rolmuş kişiye, tam olarak nerede durduğunu göstermişlerdir. Böylesine somut bir
ceğer katabilen kim var?
Bilimin ve yaşamın tarihinde çoğu kez olduğu gibi, en önemli kişi en iyi bili­
nen değildir. Bu spesifik alanda pek çok bilimci bile kendi disiplininin kurucusu­
nu bilmez. On yedinci yüzyılda, bilimsel devrim yüzyılında, Protestan ve Katolik
•’tahivatçılar —diğer meselelere gelince birbirlerine öylesine katı biçimde zıtken—
Dünva’nm başlangıcına ait tek bilgi kaynağının Tekvin olduğu hükmünde birleşi-
•orlardı. Bilimciler de “deneysel felsefe”yi mükemmelleştiriyor ve uzak geçmişle
dgili bir bilimin varolabileceğini hepsi saçma buluyordu. Cansız kayadan, fosil-
.erden yararlanarak canlı organizmaların anlaşılabileceğini gösterme başarısı Ni-
colai Stenonis’e ait -y a da daha gösterişsiz, daha yalın biçimiyle Nicolaus Ste-
r.o ya (1639-86). Fiollanda, Fransa ve İtalya’da çalışmış bir DanimarkalI olan Ste­
no, bilimsel devrimin ilk anatomisti, jeoloğu, paleontoloğu ve, daha genel anlam­
ca, bilimcisiydi.
Öte yandan, fiilî sonuçlar doğurmamış bir temel araştırma alanı göstermek de
çok zor: Einstein’ın 1905’de formüle ettiği E=mc2 denklemi sayesinde, kütlenin
Güneş içinde enerjiye dönüştüğü ve bunun da Dünya’daki yaşama enerji sağladığı
<eşfidildi. Dünya yörüngesinin Milankovitch döngüleri9, atmosferdeki C 0 2 sevi-
ve ölçümlerini anlamamıza ve şu anki C 0 2 yoğunluğunun son üç yüz milyon yıl-
dakine kıyasla yükseldiğini görmemize yaradı. Dirac’ın antimadde üzerine dü­
şünceleri pozitron emisyon tomografisi (PET) tekniklerine yolaçtı. Einstein yeni
ıızay-zaman geometrisini formüle ederken, saat ritimlerinin çekim kuvvetine bağ-

Periyodik değişiklikleri.—çn

6l
HAYAT KİTABI

lı olduğunu ve dolayısıyla üst kattaki insanların zemin kattakilerden daha yavaş


yaşlandığını keşfetti. İnsan genomunun dizilenmesi —ki soyut bir uğraş varsa, o
da budur—daha şimdiden, bir tek gen mutasyonuna dayalı -n ad ir- hastalıkların
tedavisini mümkün kıldı.
Dolayısıyla bu bölümün söyleşilerine, sokaktaki insanın en aşina olduğu ko­
nulardan biri -yani güzellik tutkusu- hakkında bilim ne diyor diye başlamamız
okuyucu için sürpriz olmayacaktır. Gerçek şu ki, iki insanın bir Pazartesi sabahı
arabada giderken birbirlerini görüp aşık olması, bir kültürel kapris ya da sek-
sizmden ziyade, beyne işaretlenmiş temel bir içgüdünün tezahürüdür. Bu nokta­
da, ne fosillerin ne de cinsel ayartmanın bilimsel sorgulamadan kaçamayacağını
hatırlattığı için, Steno’yu şükranla selamlıyoruz. Sonraki bölümlerde evren ve na-
noteknolojiden sözedeceğiz.
Güzelliği nasıl algıladığımız ve bazı yüzlerin neden herkese çekici geldiği üze­
rine konuşacak en doğru insan heralde New Mexico Üniversitesi’nde biyopsiko-
log olan Victor Johnston’dır.

VİCtor Johnston: Tabiatımızın temel bir öğesi: genelde kadınlarla erkekler kar­
şı cinsi çekici bulurlar ve bu hayatın başlangıcında beynimize kazınmıştır.
Eduardo Punset: Nasıl işliyor? Ne tür işaretlere bakıyoruz?
V.J. Karşı cinsteki çekici karakteristiklere bakıyoruz. Erkekler düşük testosteron
-erkeklik hormonu- seviyesi gösteren yüzlerden hoşlanıyor. Çekici bir kadın
yüzünün, düşük bir testosteron seviyesine işaret eden dar bir alt çenesi var­
dır ve kadınlık hormonu estrojeni gösteren dolgun dudakları. Yüksek estro-
jen ve düşük testosteron seviyeleri doğurganlığın işaretleridir. Yüksek bir do­
ğurganlık seviyesinin belirtisi olan bu hormonal işaretlere sahip bir yüz er­
keklere çekici gelir.
E.P. Göğüsle kalça arasındaki 0.66 oram gibi, Milo Venüs’üyle uyuşan bir başka
doğurganlık işareti, değil mi?
V.J. Evet.
E.P. Neden uzun, sağlıklı saçlar bir başka doğurganlık göstergesidir?
V.J. Sır “sağlıklı” kelimesinde. Sağlık doğurganlık için elzemdir. Bir insanın iyi
üremesi için sağlıklı olması lazım; çekici bir cildi ve sağlıklı saçları olmalı. Bu
özellikler her iki cinsiyet için de çekicidir.
E.P. Bir şeyi anlamak istiyorum. Beyin reseptörlerinde güzelliğin albenisini ne za­
man algılamaya başlıyoruz?
V.J. Bunu belirlemek çok güç. Gelişimimizin çok erken bir evresinde beynimizi et­
kileyen hormonların, temel olarak testosteronun, beyin yapısını değiştirip bi­
zi hormonal işaretlere karşı daha hassas hale getirdiğini biliyoruz. Bu durum­
da, beynin çok önceleri, rahimdeyken hormonlardan nasıl etkilendiği sorusu

62
GÜZELLİK ÖLÇÜLEBİLİR Mi ?

önem kazanıyor. Belki de beyin hormon etkisine embriyonik yaşamın on


üçüncü haftasında maruz kalıyor, fetüs beyninin cinsiyeti belirlendiği zaman.
Ve bu kişinin gelecekteki çekicilik anlayışını etkiliyor. Erkek beyinlerini cez­
beden şey temelde kadınların yüzleridir; kadınlar için de aynı durum sözko-
nusu. Hormonlar sadece beyin gelişimini değil, vücut gelişimini de etkiliyor.
E.P. Ama senin araştırmandan ve de meslektaşlarının yaptığı araştırmalardan an­
laşıldığına göre, bebek çok önce, daha iki aylıkken bir şeye cezboluyor.
V.J. Evet. Bebekler çok küçük yaşlarda normal, sıradan yüzlere cezboluyorlar.
Ama büyüyüp ergenliğe ulaştıkça, değişiyor ve daha belirgin hatlı yüzlere
cezbolmaya başlıyorlar. Kızlar daha erkeksi hatlı yüzlere cezboluyor, erkek­
ler de tersine.
E.P. Doğal seçilim yüzünden insanlar önce ortalama yüze cezboluyor, ama cinsel
rekabet başlayınca ortalamayı unutup, daha kadınsı olan kızı tercih ediyoruz
diyorsun?
V.J. Aynen. Ortalamanın üstünde bir cazibeyle dikkat çekmen doğal seçilimdir,
tavus kuşunun kuyruğunu sergilemesi gibi, ama o kuyruk onun hayatta kal­
masına hiç de hizmet etmez. Bu doğal seçilimin değil, cinsel seçilimin ürünü
ve karşı cinsi, dişi tavusu cezbetmeye yarıyor. Dişi açısından erkeğin sağlığı­
na ilişkin çok önemli bir göstergedir kuyruk.
E.P. Aslında bir bela olsa bile.
V.J. Evet, kuyruk beladır ve kısalığı üreme bakımından bir zaafa işaret eder: uzun
kuyruğu yüzünden fazla yaşamaz tavus kuşu, yırtıcılarca avlanması daha ko­
laydır. Ama dişiyi cezbetme avantajları, bu kayıpları fazlasıyla telafi eder,
dolayısıyla kuyruk bir cinsel seçilim ürünüdür. Erkek ve kadın yüzlerinin fiz-
yonomik özellikleriyle ilgili olarak da aynı durum söz konusudur. Karşı cin­
si cezbederler, çünkü çok önemli bir mesaj verirler. Kadınların durumunda
“doğurganlığa” ve erkeklerdeyse “sağlıklı bağışıklık sistemine” işaret ettikle­
rini düşünüyoruz. Erkeklerin bağışıklık sistemine erişim kadınlar için önem­
li, çünkü onun genlerini kendi genleriyle eşleyecekler. Erkeğin genleri iyiyse
çocukları hayatta kalacak ve tabii erkeğin genleri de yaşayacaktır. Dolayısıy­
la kadınlar erkekte immün yeterliğine, iyi genlere ilişkin işaretler arar.
E.P. Yani, altmış bin yıl öncesi için çok mantıklı görünen bu sistemler şimdi bile,
hâlâ geçerli. Araştırmalarının bize söylediği şey bana şaşırtıcı geliyor: hoş gö­
rünüş bugün hâlâ faydalı.
V.J. Tabii.
E.P. Bu tanıtlandı mı?
V.J. Çalışmalar şunu gösteriyor: güzellik insanın kolay iş bulmasında veya insan­
ların bizimle ilgili kararlarında etkili oluyor. Çekici insanlara karşı bariz bir
hoşgörü var. Mahkemelerde daha çekici insanlar daha kısa hapis cezaları alı­

63
HAYAT KİTABI

yorlar veya daha sıklıkla masum bulunuyorlar. Güzellik kadro atımlarında


da epey etkili oluyor; iyi görünümlü insanlar daha kolay iş buluyor. Adil de­
ğil, ama gerçek bu.
Avcı-toplayıcı toplumda şeker seviyorsan olgun meyve yiyip çok sağlıklı
bir şekilde beslenmiş olurdun. Bugün şeker, şeker rafinerilerinde, kendisini
barındıran gıdadan arındırılıyor. Hâlâ şeker arayışındayız, ama artık bizi öl­
dürüyor. Güzellikte olan da bunun benzeri: Hâlâ güzellik arayışındayız, ama
artık ihtiyacımız yok; ihtiyacımız yok, çünkü ilaçlar doğurganlığı arttırabili­
yor, doğum kontrol hapları ve güzellikle alakasız birçok başka müdahale do­
ğurganlığı manipüle edebiliyor.
E.P. Ama takıntı ve temel içgüdüler-
V.J. Temel içgüdüler kaybolmadı ve belli ki daha uzun bir süre de varolmaya de­
vam edecekler.
E.P. Pek alakası yok ama, güzelliğin kendine ait bir alanı olduğunu öğrenmek be­
ni çok şaşırttı. Bir başka deyişle, uzun boylu ve iyi görünüşlü bir adam ben­
zer cüssede başka bir kişiye yaklaşınca, yarım metrelik bir mesafede duruyor.
Ama iyi görünüşlü kişi daha ufak birine yaklaştığında, aynı mesafeye itibar
edilmiyor. Sanki iyi görünüşlü uzun kişi, daha ufak adama göre daha geniş
olan kendi alanını, kişisel mekanını yanında taşıyormuş gibi.
V.J. Alımlı insanlar daha zeki görünürler. Daha baskındırlar. Tuhaf, ama toplu-
mumuzdaki algı böyle. İyi görünüşlü insanlara yol veririz, onlar için kapıla­
rı açarız, onlara daha fazla yer açarız, onlara karşı daha hoşgörülüyüzdür,
onların daha çok hatasına göz yumarız.
E.P. Zeki kadınların evlenme ihtimali çekici olanlarla aynı mı, bunu araştırdın
mı?
V.J. Hayır, asıl olarak insanları çekici yapan fiziksel özellikler üzerine yoğunlaş­
tık. Belli bazı özelliklerin neden çekici geldiğini anlamaya çalışıyoruz, çünkü
burada biyolojik bakımdan önemli bir şey olduğuna inanıyoruz.
E.P. Şunu sorayım sana: bir kadının cinsel faaliyetinin adet döngüsüyle düzenlen­
diğini bir şekilde biliyoruz; ama sana göre, ayrıca kadınların hangi erkek yü­
zünü seçeceği de “parmak orantısı” dediğin bir şeyle bağlantılı.
V.J. Evet, doğru. Yakın tarihli çalışmalara göre, adet döngüsünün daha yüksek
hamilelik riski taşıyan bir döneminde, hemen yumurtlama öncesinde, kadın­
lar tercihlerini değiştiriyor. Peki ne yönde? Bu rahimdeki testosterondan bey­
nin ne kadar etkilendiğine bağlı.
E.P. Ceninken?
V.J. Embriyolojik yaşamın on üçüncü haftası dolaylarında, ceninde testosteron
etkisinin artışı tespit edilebilir hale geliyor. Parmakların ölçümüyle belirleni­
yor. Bir erkek cenin rahimde ne kadar çok testosterona maruz kalırsa, yüzük

64
GÜZELLİK ÖLÇÜLEBİLİR Mİ?

Parmak indeksi: işaret parmağı

Figür 1. Ceninin Testosteron a M aruziyetinden K aynaklanan Parm ak Uzunluğu O ram . Erkek ve kadın
:..e n cenin evresindeki horm on akışının tanığıdırlar. Yüzük parm ağı ve işaret parm ağı uzunlukları ara-
- -.daki oran ceninin testosteron maruziyet seviyesini gösterir. Yüzük parm ağı işaret parm ağından uzun
anlar daha fazla testosterona maruz kalm ıştır; birbirine daha yakın uzunluktaki yüzük ve işaret par­
la k la r ı veya yüzük parm ağının daha kısa olm asıysa daha az testosteron m aruziyetine işaret eder.

parmağı o kadar büyüyor. Ve bu onu daha az kadınsı yapıyor. Uzun yüzük


parmaklı bir kadın, yüksek hamilelik riski altındayken, daha erkeksi erkek­
lere cezboluyor, çıkık, köşeli çenesi olan erkeklere. Yaptığı şey sadece “iyi
gen”li erkekleri tercih etmek. Daha kadınsı kadınlar, yani yüzük parmağı be­
lirgin biçimde daha kısa olanlar, ters yöne meylediyor. Yumurtlarken, dola­
yısıyla yüksek bir hamilelik riski altındayken, daha arkadaşça, daha yumu­
şak erkekleri tercih ediyorlar.
E.P. Kadınlarda parmak orantısının bir ya da birden büyük olduğunu söylüyor­
sun; yani, işaret ve yüzük parmaklarının uzunlukları eşit ya da işaret parma­
ğı daha uzun. Ve bu genetik olarak belirleniyor.
V.J. Sadece genetik olarak değil, hormonal olarak da. Parmak orantısı, çok erken
bir yaşta ana rahminde bulunan testosterona bağlı.
E.P. Peki bu etki, adet dönemi sırasında kadının belli bir yüz tipini seçmesini na­
sıl belirliyor?
V.J. Ceninken çok yüksek testosteron seviyelerine maruz kalmış bir kadının tipik
bir erkeksi parmak orantısı vardır; daha uzun bir yüzük parmağı. Bu kadın­
lar çok erkeksi erkekleri tercih ederler genelde. Hem günü birlik hem de uzun
süreli ilişkiler için erkeksi erkekleri isterler. Hamilelik riski yüksek olduğun­

65
H AYAT KİTABI

da da hâlâ çok erkeksi erkekleri tercih ederler. Yani, rahimdeki testosteron­


la bir ölçüde “erkeksileşmiş” bu kadınlar hayatları boyunca bu tercihleri ser­
giler. Diğer yanda, daha kadınsı bir parmak orantısına sahip olan kadınlar­
sa, yani yüzük parmağı işaret parmağıyla aynı veya ondan daha kısa olanlar,
erkeksi erkekleri kısa ilişkiler için tercih edebilir, ama uzun süreli bir ilişkiye
gelince veya hamilelik riski yüksekken, daha yumuşak, daha sevecen erkek­
leri tercih ederler. Tipik maço erkeği değil, ortalamaya daha yakın birini se­
çerler.
E.P. Victor, bu bize nihayet cinsel davranışla ilgili bir anahtar verecek mi? Bisek-
süelleri düşünüyorum mesela, heteroseksüellerle kıyaslandığında?
V.J. Bu çok tartışmalı bir konu. Pek çok çalışma, rahimde testosterona maruziye-
tin bir sonucu olarak erkek ve kadın beyinleri arasındaki farklılıkları göste­
riyor. Eşcinsellerin beyinleri farklı; daha ziyade erkek beyniyle kadın beyni
arasında bir yerde. Sonuç olarak, bu hormonal içeriğin beyin yapımızı nasıl
etkilediğini ve muhtemelen hayatımız boyunca sergilediğimiz cinsel tercihle­
ri anlamaya başlıyoruz.
E.P. Bazı evrim psikologlarına göre, parmak oranı belki de sadece doğal seçilimin
bir yansıması, daha uzun bir yüzük parmağı orta parmağa istikrar kazandı­
rıyor ve böylece mesela taşlar veya oklar üzerinde insana daha fazla kontrol
sağlıyor. Bir varsayım.
V.J. Bu parmak oranının sperm sayısı gibi faktörlerle bağlantısına ilişkin deliller
giderek artıyor. Daha uzun yüzük parmakları (yani parmak oranı daha dü­
şük) olan erkeklerde sperm sayısı daha fazla mesela. Parmak oranı atletik ye­
terlikle de ilişkili, özellikle koşucuların durumunda: parmak oranına baka­
rak bir yarışı kimin kazanacağını aşağı yukarı tahmin etmek mümkün. Bir
BBC programında, parmak oranını nasıl yorumlayacağını bilen bir araştır­
macı, bir yarıştan önce kimin kazanacağını söyleyebilmişti. Yani bu parmak
oranı büyüklüğü pek çok erkeksi özellikle ilişkili. Dolayısıyla objeleri atma­
sı gereken bir ele istikrar sağlamaktan çok daha önemli olduğunu düşünüyo­
rum: parmak oranıyla ilgili temel bir şey var ve bu birçok farklı davranışta
kendini gösteriyor.
E.P. Güzelliğin böylesine önceden belirlenmiş olması hayret verici. Mesela —hata­
lıysam düzelt—insanlar genellikle kısa, şişko adamları beğenmezler; uzun ba­
caklı ince, uzun adamları beğenirler. Bunun geçmişte, tropikal iklimde, dü­
şük bir deri-vücut-kütlesi oranı gerektiren bir yerde koşucu olmamızdan
kaynaklandığı doğru mu?
V.J. Sanırım kısmen doğru bu. Ergenlik çağında uzamayı, büyümeyi sağlayan şey
testosterondur. Dolayısıyla, uzunluk daima yüksek testosteron seviyelerine
maruziyetin bir göstergesidir. Genelde uzun, esmer, yakışıklı adamları beğe­

66
GÜZELLİK ÖLÇÜLEBİLİR Mİ ?

niriz: bunun muhtemelen iyi partner olacakları anlamına gelen fizyolojik se­
bepleri var.
E.P. Ya renk? Esmer tenli ya da siyah...?
V.J. Çoğu toplumda insanlar ortalamadan daha açık bir cilt tonunu tercih ediyor­
lar. Bu anlamlı bir işaret olabilir. Koyu cildi yaşlılıkla ilişkilendirme temayü­
lü var, bazı insanlar daha açık bir rengi tercih ediyor, çünkü bir şekilde bu­
nun gençliğe işaret ettiğini düşünüyorlar. Bilmiyorum.
E.P. Ve doğal seçilim bağlamında, soluk cildin güneş ışığını emmeye yaradığı söy­
leniyor; böylece insan daha fazla D vitamini alıyor. Mantıklı gibi.
V.J. Evet, bu doğru. Kuzeye yöneldikçe daha soluk ciltler buluyoruz, muhteme­
len daha fazla güneş ışığı emebilmeye ve D vitamini üretimini arttırabilmeye
yarıyor.
E.P. Senin araştırmaların ne diyor?
V.J. Hormonal etkilerin beyin yapımızı değiştirdiğini gösterdik sanıyorum. Deği­
şimler yaşamın çok erken bir devresinde gerçekleşiyor. Ve erkeklerle kadın­
lar arasında temel bir fark var: hormonal etkiler nedeniyle beyin yapısında
bir fark meydana geliyor. İnsanı büyüleyen şey, bu hormonal değişimlerin
ilerki hayatta eş seçimimizi etkilemesi. Sanırım araştırmamızda yapmaya ça­
lıştığımız şey bunun nedenini kavramak ve çekiciliği etkileyen hormonal sin­
yalleri tespit etmekti —ki bunlar uzak geçmişte rahimde gerçekleşen fizyolo­
jik bir fonksiyonun ürünüdürler.
E.P. Rahimde gerçekleşiyorlar. Peki fiiliyatta kozmetik ürünler, moda ve estetik
ameliyat aracılığıyla hormonlara maruziyetin bu nihai ürünlerini, bu sinyal­
leri değiştirince ne olacak veya oluyor? Saçımız, dudaklarımız, gözler arası
mesafe? Bu değişiklikler sosyal değişimlere yol açıyor mu? Normal ve sosyal
değişimler uyumlu mu?
V.J. Her kültürün kendi güzellik prototipi var. İncelenen tüm kültürlerde tanık ol­
duğumuz şey, tüm tarih boyunca insanların daha çekici görünmek için görü­
nüşlerini değiştirmeye çalışması. Bu yeni bir şey değil, şimdi sadece daha iyi
ve daha hızlı yapabiliyoruz. Yüz ve vücutla eskiye göre çok daha fazla oyna­
yabiliyoruz, ama bütün değişiklikler biz insanoğullarının tarih başlayalı beri
izlediği eski şablona hâlâ uyuyor. Gerçekte olduğumuzdan daha çekici gö­
rünmek için görünüşümüzle hep oynadık! Uzun zamandır Tabiat Ana’yı
kandırıyoruz. Kısacası, artık doğanın doğurganlığa işaret etmesine ihtiyacı­
mız yok. Yüz, geçmişte doğurganlığın bir göstergesiydi; şimdi yüz ve vücut
göstergeleri o kadar gerekli değil, çünkü doğurganlığı ilaçlarla kolayca ma-
nipüle edebiliyoruz.
E.P. Ama doğurganlık işaretlerini aramaya devam ediyoruz.
V.J. Evet, hâlâ cezboluyoruz, artık cazibe gerekli bir sinyal olmadığı halde. Sanı­

67
HAYAT KİTABI

rım daha uzun bir süre de fiziksel görünüşümüzü değiştirmeye devam edece­
ğiz.
E.P. Bana çok enteresan gelen bir başka faktör de simetrinin bir güzellik gösterge­
si oluşu. Simetrinin doğurganlıkla ne alakası var? Ama bizi cezbettiği kanıt­
landı işte.
V.J. Önemli olan simetri değil, asimetrinin derecesi, niteliği. Farklı vücut bölgele­
rinin, mesela kollar, bacaklar ve yüzün, sağ ve sol yanlarını ölçersek, bir in­
sanın ne kadar asimetrik olduğunu görürüz. Simetri tüm türlerde bağışıklık
sisteminin çok hassas bir göstergesidir. Sanki mükemmel bir bağışıklık siste­
miyle doğuyoruz ve simetri gelişim sürecinde virüslere, bakterilere ve para­
zitlere maruz kalıyor. Biyolojik bir plan: simetri kaybolmuşsa, bu belki de
bağışıklık sisteminin bozulduğuna bir işarettir. Onun için daha simetrik in­
sanları tercih ederiz, çünkü bu bağışıklık sisteminin niteliğini gösterir. Ve
mesela bir erkeğin yüzündeki geniş bir alt çene gibi hormonal göstergeler, az
salınındı bir asimetriye karşılık gelir. Bir başka deyişle, geniş alt çeneli erkek­
ler daha simetriktir ve iyi bağışıklık sistemlerine sahiptirler. Çekici olmaları­
nın bir sebebi budur.
E.P. Aşağı yukarı simetri kadar ciddi bir başka gizem daha var: feromonlar veya
parfümler meselesi. Renk algısı geliştiren türlerin feromon veya parfüm algı­
sını unuttuğunu duydum. Bu varsayıma göre, sosyal primatlar olarak renk
görme yeteneği geliştiren bizler de aynı nedenle kokuları algılama ihtiyacı
duymuyoruz. Doğru mu bu? Bunu inceledin mi?
V.J. Parfüm endüstrisinin seninle aynı görüşte olduğunu sanmıyorum. Şöyle bir
düşünürsek, vücudun büyük bölümünde tüyler kayboldu, ama yüzdekiler
duruyor, bu tuhaf. Ergenlik çağma gelince erkeklerin sakalı ve bıyığı çıkıyor.
Ergenlik çağındaki bir erkeğin yüzünde akne, yani açılıp kimyasal madde
üreten büyük bezeler oluşur ve bu kimyasal madde de geniş bir sakal ve bı­
yık alanına yayılır. Bu çok geniş yüz alanı koku yaymaya uygundur. Öpüşür­
ken dudaklarımızı birleştiririz ve sakalla bıyık öptüğümüz kişinin burnunun
tam altında kalır. Bu noktada, koşullara bağlı olarak, bu feromonları hâlâ
kullandığımızı ve karşı cinsi etkileyen kimyasal maddeler ürettiğimizi söyle­
mek mümkün. Bu alan hâlâ iyi anlaşılmış değil, ama bezelerimizde ayrışan
androsterol gibi bazı kimyasal maddeler yalnızca adet dönemlerinin belli za­
manlarında kadınlarca algılanır. Bir tür kimyasal etki söz konusu. Evet, de­
liller hâlâ zayıf ama, karıncalar gibi biz de cinsel uyarım sistemimizde fero-
monları hâlâ kullanıyor olabiliriz, bu ihtimali yok saymıyorum.

68
-7 -

Mutluluk Bilimi

Daniel Gilbert ile Söyleşi


Bizi... “zalim talibin mancınığı ve okları”ndan koruyan bir psikolojik
bağışıklık sistemi var, ama farkında değiliz.
Daniel Gilbert

Eduardo Punset: Amerikalı büyük parazitolog Lawrence Ash ile beraberdim


birkaç ay önce. Kurtçuklarla diğer parazitler hakkındaki sözleri üzerine,
“Bak, seninki dünyanın en berbat mesleği” deyince güldü. Ama seninki, ya­
ni mutluluğu incelemek de dünyanın en harika mesleği değil belki? Mutluy­
ken veya mutsuzken bize ne olduğunu gerçekten biliyor musun? Mutluluğu
inceleyebilir miyiz gerçekten Daniel?
Daniel Gilbert: E, biliyorsun, insanları incelemek, birçok sebepten ötürü, para­
zitlerle diğer hayvanların incelemeye göre tabii daha girifttir; birincisi, insan-

..ı^aıel Gilbert, Harvard Üniversitesinde Psikoloji Profesörü ve Toplumsal Biliş ve Duygu Labora-

ü t i yöneticisidir.

69
H AYAT KİTABI

lar çok daha karmaşık organizmalardır. İnsanlar incelenmeye cevap verir,


paraziderse vermez. Parazider kendilerini izleyip izlemediğine aldırış etmez;
insanlar eder. Ve ayrıca tabii, insanlarla uğraşırken, özellikle de mutluluğu
inceliyorsan, içlerindeki gözlemlenemeyen bir şeyle ilgilisindir. Duygularını
söz ve davranışlarıyla sana açmaları gerekir. Dolayısıyla evet, parazitleri par­
çalayıp içlerine bakabilirsin, ama insanların içini açıp mutluluğu göremeyiz.
Tüm bunlar yüzünden mutluluğu incelemek çok meşakkatli bir iş, ama tabii
aynı zamanda çok da tatmin edici.
E.P. En çok nelerin üzerinde duruyorsun? Demek istediğim, mutluluk hakkında
bilgi toplamakla ünlüsün ve “içlerindeki gözlemlenemeyecek bir şey”i gör­
mekle, hatta ölçmekle. O şeye “şok abartısı” [impact bias\ diyorsun? Sevgi,
şefkat veya mutluluğa dair öngörüde bulunmaya çalıştıklarında insanların
hep yanılmaları durumu. Daha fazlasını bekliyorlar, büyütüyorlar. Neden
oluyor bu? Ya da nasıl?
D. G. Birkaç şeyi açıklığa kavuşturalım. Birincisi, ne kadar mutlu olacaklarını ve
ilerki bir hadise nedeniyle ne kadar zaman mutlu kalacaklarını öngörmeye
çalışırken insanların hatalar yaptığı doğru. Bu hataların enteresan yanı hep
gelişigüzel olmayışları. Malum, dart tahtasında göbeği ıskalamanın entere­
san bir yanı yok; herkes ıskalar. Ama eğer herkes bir metre solundan ıskalı­
yorsa, o zaman orada bilimcilerin inceleyeceği enteresan bir şey var demek­
tir. İnsanlar gelecekteki mutluluklarını tahmin etmeye çalıştıklarında, hep
bir metre soldan ıskalıyorlar. Hatalarının çizdiği grafik oldukça spesifik. Ve
söylediğin gibi, ilerki mutluluk veya mutsuzluklarını büyütme eğilimi var.
Dolayısıyla, bu hataların her ikisi de büyütme hatası.
E. P. Ama Daniel, şaşırtıcı olan, bu hataları en sıradan, en bildik konularda yap­
maları. Yani âşık olur veya oy verirken - “Partim kaybederse başka bir ülke­
ye göç ederim”- ya da bunun gibi şeylerde. İnanılmaz bir şey; yani demek is­
tediğim, artık bilmeleri lazım, çünkü her gün aşık oluyorlar, her yıl oy veri­
yorlar.... Ve yine de bu hatalar tekrarlanıyor.
D.G. Evet. İnsanların dikkate değer, enteresan bir özelliği de, çoğunlukla aynı ha­
tayı iki kez yapmaları. Ve ardından üçüncü kez yapmaları. Ve ardından dör­
düncü kez yapmaları. Ama hataya düşmemek, sandığın kadar da basit bir
şey değil, çünkü hatadan kaçınabilmek için insanın o hatayı yaptığını itiraf
etmesi lazım. Araştırmalarımıza göre, insanlar ne kadar mutlu olacaklarına
dair yanlış tahminler yapıyorlar, ama aynı zamanda ne kadar mutlu olduk­
larına ilişkin hatıraları da gerçeği yansıtmıyor. İnsanların “geleceğe bakışla­
rı”, yani geleceğe ilişkin öngörüleri ve “geçmişe bakışları”, yani geçmişe iliş­
kin hatıraları çoğunlukla gayet uyumludur. Tek mesele, ikisinin de gerçek
tecrübelerine uymaması. Sana bir örnek vereyim: Seçimden önce seçmenlere,

70
M U T L U L U K BİLİMİ

adayları kaybederse ne hissedeceklerini sorarsan, “Berbat olurum, bir ay


kendime gelemem!” derler. Seçimden bir ay sonraki gerçek duygularını tah­
lil edinceyse bir şeyleri olmadığını görürsün. İkinci bir ay daha geçince seçim­
den bir ay sonraki duygularını nasıl hatırlıyorlardır acaba: “Berbattı!”. Yani
-psikolojide dediğimiz gibi- hatayı görmezden gelebilirsin, çünkü bizler
“kendini-silicileriz” ve hata yaptığımızı farketmiyoruz.
E.P* Dinle. Sanırım demiştin ki, bu mutluluğu abartma veya öngörme işinde insa­
nı en kötüye veya en iyiye hazırlayan bir tür psikolojik bağışıklık sistemi dev­
reye giriyor -evet, mecazi anlamda. Doğru mu bu? Bu bağışıklık sisteminin
ne olduğunu tespit ettin mi?
D. G. Evet, kesinlikle. İnsanların mutlu olmak istemesi, mutluluğu araması ve bu­
lamayınca imal etmesi Aristotales’ten beri mutluluk üzerine düşünen herke­
sin dile getirdiği bir gerçektir. Bu yeni farkedilen bir şey değil. İçinde bulun­
duğumuz dünyadan hoşnut olmak amacıyla, bu dünyaya bakış açımızı fev­
kalade başarılı bir şekilde değiştirebiliyoruz. Dolayısıyla bir adaya karşı oy
verirken, “Üçkağıtçı, hırsız, aptal, yalancı— ” diye düşünürsün. Ama kaza­
nınca, “Doğru, onu pek sevmem ama, muhtemelen yine de mevcutlar içinde
en iyilerinden biri” dersin. Meşrulaştırmanın bir yolunu buluruz; olayları,
kendimizi birazcık daha iyi hissetmemizi sağlayacak şekilde yorumlamanın
bir yolunu buluruz. Bizim keşfettiğimiz ve Aristotales’in bilmediği şeyse in­
sanların, dünyaya bakış açılarını değiştirebilme konusundaki yeteneklerin­
den habersiz olması. Bu konuda her birimiz çok iyiyizdir, ama pek azımız
bunu yaptığımızı farkediyoruz. Pek azımız bunu yaparken kendimizi yakalı­
yoruz, pek azımız şimdiye kadar yaptıklarımızı hatırlıyoruz. Yani, adeta gö­
rünmez bir yeteneğimiz var, görünmez bir kalkanımız. Bizi -Shakespeare’in
dediği- “zalim talihin mancınığı ve okları”ndan koruyan bir psikolojik bağı­
şıklık sistemi var, ama farkında değiliz. Kendi duygusal davranışlarımızı ön-
görmede hepimiz yanlışlar yapıyoruz. Geleceğe doğru yapayalnız ilerlediği­
mize inanmamızın sebebi kısmen bu. Beyinlerimizde her birimizin bir mütte­
fiki, bir dostu, bir yardımcısı var. Gelecekte başımıza kötü bir şey gelirse,
beynimizdeki bu yardımcı o kötü şeye rağmen iyi olmamızı sağlar.
E. P. Dediğine göre, o zaman beynin varoluş sebebi bizi mutlu etmek değil. Be­
yin... bir dakika, kendi sözlerini aktarayım: “Beyin bizi derli toplu tutmak
için var”, tam şimdi dediğin gibi. Fazla heyecanlanmayalım veya üzülmeye­
lim diye beynin bize ayar çektiği doğru m u...? Çalışma şekli bu mu?
D.G. Sanırım evet; bilimcilerin mutluluk gibi duygular hakkında bildiklerini doğ­
ruca özetledin. Duygularla yaşıyoruz, hep mutlu olmak istiyoruz. Duygula­
rımızın ne işe yaradığını, memelilerde ne anlama geldiğini düşünelim. Mese­
la beynimizin en ilkel bölümlerince kontrol edildiklerini biliyoruz, diğer tüm

7i
H AYAT KİTABI

memelilerle paylaştığımız bölümlerince. Hatta memeli olmayan bazı hay­


vanlarla paylaştığımız duygular ve beyin bölümleri bile var. Duygular niye
var? Bugün evrimsel biyoloji ve evrimsel psikolojide duyguların bir yönlen­
dirme sistemi olduğunu düşünüyoruz. Bir hayvanı ilerlemek veya geri çekil­
mek ya da yeryüzündeki bir uyarandan kaçınmak yolunda ikaz ediyorlar.
E.P. Savaş ya da kaç?
D. G. Savaş ya da kaç. Yani duygular bize belli bir yönü işaret eden bir tür zihinsel
pusula. Hep kuzeyi gösteren bir pusula işe yaramazdı herhalde. Aynı şekilde,
duygularımız da sürekli “mutsuz”da durmuyor. Dünyanın değişkenliği kar­
şısında yararlı bir klavuz olmaları lazım. Bir organizma olarak bizim açımız­
dan, çoğalabilmemiz veya sağ kalabilmemiz açısından, dünyadaki bazı şey­
ler iyi, bazıları da kötüdür. Ve eğer insan sürekli mutluysa, normale hiç dön­
müyorsa, o zaman duygular neyin yararlı olup neyin olmadığını doğru algı­
lamıyor demektir. Sürekli tek bir duyguyu yaşayamayız; duygular evrilip dal­
galanırlar, bir pusulanın iğnesi gibi.
E. P. Mutluluk -ısrar etmek gibi olmasın- duyguyla ortaya çıkan bir şey değil mi
aslında? Tüm duygular gibi mutluluk da geçici. Demek istediğim, ebedi mut­
luluk yok. Söylediğin bu mu?
D. G. Ama ebedi mutsuzluk da yok.
E. P. O da yok! Doğru!
D. G. Evet, bu çok önemli. Burada neden bahsettiğimizi anlamamız da çok önem­
li: Çoğu insan için çoğu zaman geçerli olan şeyi dile getiriyoruz burada. İn­
sanların duyguları fevkalade karmaşık ve insanlar arasında bir dağılım söz
konusu. Düşünebileceğin veya ölçebileceğin her düzlemde birbirimizden
farklıyız. Senin TV programını seyreden biri çoğu zaman mutlu olabilir. Bir
başkası çoğu zaman son derece mutsuzdur. Dolayısıyla, duygusal kuralların
istisnaları olduğunu anlamamız lazım. Ben burada çoğu insandan, çoğu za­
mandan sözediyorum.
E. P. Şu bağışıklık sistemlerinden, “psikolojik bağışıklık sistemi”nden bahsediyor­
dun. Ve anlaşılan -lütfen beni düzelt- insan bir facianın etkisi altındayken,
mesela bacağı kırıldığında veya herhangi bir ciddi sorunla karşı karşıya ol­
duğunda, mutluluk ve iyileşme mekanizması önemsiz gündelik sorunlarda
olduğundan farklı işliyor, mesela bulaşıkları masada bırakmam gibi durum­
larda daha değişik. Yani, diyorsun ki, insan çok ciddi sebepler yüzünden
mutsuz olabilir ve sonra bu oto-immün sistemi devreye girer veya insan
önemsiz sebepler yüzünden mutsuz olabilir ve mutsuzluğu o kadar derinden
hissetmez. O zaman da bu bağışıklık sistemi devreye girmez ve sonunda in­
san kırık bir bacakla veya başka ciddi bir problemle olduğundan daha mut­
suz olabilir. Bu doğru mu?

72
M U T L U L U K BİLİMİ

D. G. Evet. “Psikolojik bağışıklık sistemi”ni laboratuar deneylerinde gösterdik. İn­


sanların da gündelik hayatlarında gözlemlediğini sanıyorum. Psikolojik ba­
ğışıklık sisteminin paradokslarından biri, fiziksel bağışıklık sistemi gibi, te­
tiklenmesi için kritik bir ızdırap seviyesinin, ciddi bir meselenin gerekmesi.
Bu demek ki, gerçek bir dram yaşadığımızda, bizi gerçekten üzen, yaralayan
ve özsaygımızı veya mutluluğumuzu tehlikeye sokan olaylar yaşadığımızda
harekete geçiyor psikolojik bağışıklık sistemi. Boşanma, bir ebeveynin kaybı
ve iş kaybı insanın hayatta başına gelebilecek çok büyük hadiselerdir. Ve
bunlar olduktan sonra süratle psikolojik bağışıklık sistemi harekete geçirilir.
Ve bu da kişinin mutluluğu yeniden yakalamasına yardım eder. Küçük
dramlar —İngilizcede “annoyances” dediğimiz şeyler—bu psikolojik bağışık­
lık sistemini harekete geçirecek kadar güçlü değildir. Dolayısıyla sadece bi­
razcık üzerler, ama birazcık üzmeye devam ederler. Belki de daha iyi şöyle
söylenebilir: insanlar çok küçük dramları rasyonalize etmez. Ama büyükler,
mesela karımın beni terketmesi, sistemi harekete geçirir. Sistem harekete ge­
çirilince şöyle derim: “Aslında hiç bana göre değildi zaten, zaten o olmadan
da mutluyum.”
E. P. Evet, psikolojik bağışıklık mekanizması harekete geçiyor.
D. G. Evet, dünyana farklı gözlerle bakmanı ve farklı hissetmeni sağlayan yeni ba­
zı hikayeler kurguluyor. Ayakkabı bağını koparınca “Onsuz daha iyiyim”
demezsin. “Hay aksi, yeni bağ lazım, sabahtan beri ayakkabı ayağımdan çı­
kıyor” dersin. Yani küçük rahatsızlıklar, büyük sorunlara nazaran, insanlar­
da daha uzun süreli sıkıntılara yolaçıyor. Hastalık da iyi bir örnektir. Ayağı­
nı kırarsan, bu konuda bir şeyler yapman gerekir. Evet, bu büyük bir müş­
külattır ve hastaneye gidip gereğini yaptırırsın. Alta ayda ayağın iyileşir.
Ama sorun sadece dizinle ilgili küçük bir şeyse, şöyle düşünürsün: “Yaşlan­
dıkça böyle şeyler olur__ Doktora gidecek kadar önemli değil___” Fazla can
yakmaz, ama durmadan, sonsuza kadar can yakar, çünkü bu konuda hiçbir
şey yapmazsın. Psikolojik bağışıklık sisteminin mantığı tam olarak budur.
Dram yeteri kadar büyük değilse, psikolojik bağışıklık sistemi harekete geçi­
rilmez. Ve harekete geçirilmeyince de, bizi dramdan kurtarmak için hiçbir
şey yapmaz.
E. P. Daniel, farketmediğimiz bir şey daha var anlaşılan. Söylediklerinden hareket­
le, bir insanın daha fazla seçeneğe sahip olması, onun daha mutlu olacağı an­
lamına mı geliyor? Tam olarak ne demek istiyorsun?
D.G. Psikolojik bağışıklık sistemine sahip hayvanlar olduğumuzu anlayınca şu tip
sorular sormaya başlıyoruz: “Ne tür olaylar bağışıklık sistemimizi tetikliyor?
Ve ne tür durumlar onu tutukluyor?” Birçok seçeneğimiz olduğunda, psiko­
lojik bağışıklık sistemi tutuklanır. Fikir değiştirmekte özgürsek, psikolojik

73
H AYAT KİTABI

bağışıklık sistemi pek harekete geçmez. Psikolojik bağışıklık sisteminin -p si­


kologlar elli yılı aşkın bir süredir bilmektedir ve deneylerle saha çalışmaların­
da göstermişlerdir ki—en iyi çalıştığı zaman, seçeneğimizin olmadığı zaman­
dır, ciddi bir soruna saplanıp kaldığımız zaman. Mesela, seçim öncesi insan­
lar karşı adaya ve partisine sıcak bakmaz. Ama seçim bitti mi, yapılabilecek
bir şey olmayınca__
E.P. Saplanıp kalırlar.
D. G. Saplanıp kalırlar. Seçim sonuçlarından sonra bir yolunu bulup, aniden onun
o kadar da kötü olmadığını, aslında bazı mükemmel nitelikleri olduğunu vs.
söylemeye başlarlar. Meşrulaştırma işini deneysel olarak tanıtlamak çok ko­
lay ve bunu bir örnekle göstereceğim sana.
Bir öğrenci grubuna fotoğraf çekmeyi ve işlemeyi öğrettik. Bizden fotoğ­
rafçılık üzerine uzun süreli bir eğitim aldılar. Kursun sonunda her biri sekize
on [inç], siyah beyaz ikişer güzel görüntü elde etmişti ve bunlara çok önem
veriyorlardı. Öğrencilere onlardan sadece birini alabileceklerini söyledik. Sa­
dece biri kendilerinde kalabilirdi, diğerinin bizde kalması gerekiyordu. Öğ­
rencilerin yarısına, seçim yaptıktan sonra karar değiştirebileceklerini ve fo­
toğrafları memnuniyetle değiş tokuş edeceğimizi söyledik. Diğerlerineyse, se­
çim yaptıktan sonra artık geri dönüş olmadığını bildirdik. Bütün öğrencileri
izlemeye aldık ve ikinci gruptakilerin fotoğraflarını ne kadar sevdiklerini,
tercihlerinden ne kadar memnun olduklarını gördük. Sonuçlar çok açıktı. Se­
çim şansı olmayan insanlar, yani fotoğraflarını değiştiremeyenler çok daha
mutluydu. Seçenekleri olan öğrencilerse iki arada bir derede kalmaktan kur­
tulamamıştı. “Belki de doğru seçimi yaptım, ama belki de yanlış” diyorlardı.
Psikolojik bağışıklık sistemi seçeneği olmayanlara, dolayısıyla en iyi kararı
verdiklerini kesinkes söyleyeme şansı bulunmayanlara yardım için harekete
geçmişti.
E. P. Muhteşem! Bu bana göçmenlerin sosyo-biyolojisini hatırlatıyor. Göçmenle­
rin, belli bir tarihsel dönemde, daha akıllı ve daha çalışkan olduklarını söy­
leriz genellikle, ama belki de saplanıp kalmışlardı. Muhtemelen başka seçe­
nekleri olmadığı için göçüyorlardı.
D. G. Aynen! Çok enteresan. Bu noktada bir şey eklemek istiyorum. Şu deneyi bi­
lirsin. İki durumdan hangisini tercih ettikleri sorulunca, insanlar hep seçe­
nekler sunan durumu tercih ediyor. Yani bu önemli. Bu durumlardan biri se­
ni diğerinden daha mutlu edecek, malum, ama insanlar daima kendilerini
mutsuz edeni seçiyor. İnsanların evlilik gibi, kişisel ilişkiler gibi taahhütler al­
tına girmesinin önemli bir sebebi var. Biliyorsun, evlilik Amerika’da çok po­
püler, Avrupa’da biraz daha az, sanırım...
E. P. Yine de yaygın...

74
M U T L U L U K BİLİMİ

D. G. Evlilik bizi geri dönüşü olmayan bir yola soktuğu için, yön değiştirmenin zor­
laştığı bir duruma soktuğu için. Biriyle sadece çıktığında, o kişi ne zaman
hoşlanmadığın bir şey yapsa, kendi kendine “Belki de bu ilişkiyi kesmeliyim,
belki de başka biriyle çıkmayı düşünmeliyim” dersin. Ama karın ya da ko­
can hoşlanmadığın bir şey yapınca, “E, bu da onun kusuru işte” ya da “bu
kötü şey oldu ama o da böyle biri işte, boşver” dersin. Psikolojik bağışıklık
sisteminin çalışmasıdır bu, bir insanın davranışını farklı bir şekilde görmene
yardım eder, çünkü saplanıp kalmışsındır.
E. P. Ama “Hangisini istersin? Şu iki durumdan hangisini tercih ediyorsun?” diye
sorulunca, öteki durumu tercih ediyorsun.
D. G. Çoğunlukla söylediğimiz şey şudur: genelde hiçbir erkek bekar kalmayı ter­
cih etmez, eğer elinden geliyorsa.
E. P. Bu bana bakterileri hatırlatıyor. Biliyorsun, bakterilerin belli bir bölümü hep
mutanttır; bazan çok iyi genlerden vazgeçerler, sırf gelecek için. Bir şekilde
geleceğe daha iyi uyum sağlayan yeni genler bulabilesin diye. Ama bakterile­
re sorsan, ki kimse sormadı ama eğer sorabilseydik, “Mutant türünden, şu
değişenlerden mi olmak isterdiniz?” diye sorsaydık, muhtemelen istemezler­
di. Çok acayip bir durum var, yani hep merak ettiğim müthiş bir şey, hemen
soruyorum. Birileri diyor ki “Tatile çıkmak istiyorum”, ben de diyorum ki
“E, ben olsam Martinique’e giderdim”. Ve sonra broşür aramaya koyuluyor­
lar —Martinique hakkında bir ilan. Martinique’de tatil yapmış birine danışa­
bilirler halbuki. Ama hayır, Martinique’de tatil yapan, bilgi alabilecekleri bi­
rine asla danışmıyorlar. Broşüre inanmayı yeğliyorlar. Neden?
D. G. Evet, daha son bir ya da iki yıl içinde incelediğimiz bir olgu bu. Tam da sö­
zünü ettiğin şeyi gösterecek birkaç deneyimiz var. On yıllık araştırmada, in­
sanların ne kadar mutlu olacaklarını öngörmeye çalışırken yaptığı bir takım
hataları gösterdik. Doğal olarak şu soru akla geliyor: “İnsanların bu hatalar­
dan kaçınmak için yapabileceği bir şey var mı?” Cevap açık. Geleceğini zi­
hinsel olarak modellemek yerine, niçin düşündüğün geleceği gerçekten yaşa­
mış birini bulmuyorsun? Bir dizi deneyle gösterdiğimiz üzere, insanlar kendi
mutluluklarına dair öngörülerini, benzer şeyler yaşamış başka insanların tec­
rübelerine dayandırdıklarında çok daha isabetli oluyorlar.
E. P. Bir reklam broşürünü temel aldıklarında değil!
D.G. Kendi kendilerine geleceği hayal etmeye çalıştıklarında değil. Ama dediğin gi­
bi, bu bilgiyi istemiyor insanlar. Çalışmalarımızda görüyoruz: bilgi daha
doğru öngörülerde bulunmalarına yardım edecek, ama seçenek sunarsan,
daima kendi kendilerine geleceği hayal etmeyi tercih ediyorlar. Neden? Çün­
kü insanlarda biricik olduklarına dair bir yanılsaması var. Hepimizde var.
Çünkü “Zihinsel iç yaşantımı biliyorum. Senin sözlerini duyuyorum, yüzünü

75
H AYAT KİTABI

görüyorum, ne yaptığını görüyorum ... ama kendi düşüncelerimi ve duygu­


larımı biliyorum”. Ve sonuç olarak “Kendimi diğer insanlara kıyasla çok bi­
ricik hissediyorum. Kendimi diğer insanlardan farklı hissediyorum, çünkü
kendi hakkımda böylesine ayrıcalıklı şahsi bilgilere sahibim. Çünkü diğerle­
rine göre kendimi çok farklı, çok biricik hissediyorum. Tecrübelerinin bana
pek bir şey söyleyebileceğine inanmıyorum”. Sanırım insanları doğru bilgiyi
kullanmaktan alıkoyan şey bu biriciklik yanılsaması.
E.P. Erkeklerle kadınlar arasında bu davranış bakımından bir fark var mı? Sanı­
rım -belki tamamen yanılıyorum am a- çoğu kadın diğerlerinden farklı oldu­
ğunu düşünüyor. Peki erkeklerden daha biricik olduklarını hissediyorlar mı?
D. G. Çok enteresan bir soruyu gündeme getiriyorsun. İstikrarlı cinsiyet farklılık­
ları hiç görmüyoruz, ne kendi çalışmalarımızda, ne de diğer laboratuarlarda­
ki çalışmalarda. İncelediğimiz duygu ve davranışların hiçbirinde belirgin er­
kek kadın farklılıkları görmüyoruz. Ama unutmamak lazım: biz bu farklılık­
lara bakmıyoruz. Cinsiyet farklılıklarıyla ilgilenseydim, bunları ortaya çıkar­
ması muhtemel durumlar hayal edip incelemeye çalışabilirdim. Yani soru­
nun cevabı şu: cinsiyet farklılıklarından haberimiz yok, ama bu varolmadık­
ları anlamına gelmez.
E. P. Eminim izleyicilerimizin de beklediği asıl soruya geldi sıra. Ya servet? M ut­
luluğu garantileyen bir yol olarak servet, para arayışı?
D.G. “Mutluluk parayla satın alınır mı?” sorusunun çok popüler iki cevabı var,
evet ve hayır. Ruhani önderlerimiz “Hayır” diyor, cevabı bildikleri varsayı­
lanlar, televizyona çıkanlarsa, “Evet”. Her iki cevap da yanlış, fazla basit. Se­
ni yoksulluktan orta sınıfa çıkarıyorsa, mutluluk parayla satın alınır. Ama
orta sınıftan üst sınıfa çıkarıyorsa, mutluluk parayla satın alınmaz. Bu ce­
vaplar üzerinde biraz duralım. Mutluluğun parayla satın alınamayacağını
söylemek abestir. Meksika Şehri’ne gidip, çöp yığınları arasında yaşayan in­
sanları görür de, birazcık parayla hayatlarının iyileştirileceğini anlamazsan,
büyük bir yanılsama içindesin demektir. Rahibin veya hahamın veya filozo­
fun, “mutluluk yoksullukla ilgili değil” diye seni ikna etmeye çalışabilir. İn­
sanların hayatlarını değiştirdiğinde, onlara emniyet sağladığında, onlara yi­
yecek verdiğinde, onlara barınak verdiğinde, insanların “başıma ne gelecek?”
diye endişelenmesine gerek kalmadığında, hava durumu yüzünden endişe­
lenmesine gerek kalmadığında, tıbbi bakım için endişelenmesine gerek kal­
madığında, para epey büyük bir fark yaratır. Ama biz -k i bu çalışma büyük
oranda iktisatçılara dayanıyor, psikologlara değil- parayla mutluluk arasın­
da bir bağıntı görüyoruz. Belli bir refah düzeyinde doygunluk oluyor. Ame­
rikan doları bazında bu refah düzeyi, 2004’de, muhtemelen elli bin doları bu­
lan bir yıllık gelir demek. Yani şöyle dersem belki daha kolay anlaşılır: ka­

76
M U T L U L U K BİLİMİ

zandığın ilk elli bin dolarla epey mutluluk satın alınır. Ama ilaveten kazanı­
lan milyonlarca dolarla mutluluk satın alacağa benzemiyorsun.
E.P. Ve bu para belki de, diğer temel faktörle, yani kişisel ilişkilerle birlikte ele
alındığında, ünlülerin -m oda haberleri doğruysa- neden o kadar sorunu ol­
duğunu açıklayabilir. Sahip oldukları milyonlarca dolara rağmen, aile yaşan­
tıları ve kişisel ilişkilerindeki sorunları.
D. G. Servetin göze çarpan birkaç laneti var. Biri şu: eğer çoğu insan gibiysen, elli
bin dolardan fazla para kazanınca, muhtemelen mutluluğundaki artışın tadı­
nı çıkarmayı umarsın, yanlış mı? “Elli milyon kazandım, öyleyse yüz kat da­
ha, bin kat daha mutlu olmalıyım”, öyle değil mi? Daha çok parayla daha
mutlu olamayınca, epey hayal kırıklığı yaşar insanlar. Hayat genelde böyle-
dir. Biliyorsun, bir kadeh şarap kendini iyi hissetmeni sağlar, iki kadeh şarap
kendini harika hissetmeni sağlar, ama yüz kadeh şarap yüz kat daha iyi his­
setmeni sağlamaz. Hayır, kendini kötü hissedersin. Yani servetin lanetlerin­
den biri hayal kırıklığıdır. Servetin başka lanetleri de var tabii. Piyango ka­
zananlarla ilgili incelemeler yapıldı; aniden milyonlarca doları kucağında bu­
lan bu insanlar genellikle mutlu olmuyor. Sorun kısmen parayı nasıl harca­
yacaklarını bilmemelerinden kaynaklanıyor. Yani para insanı bir yere kadar
mutlu edebilir, ama insanlar onu pek akıllıca harcamıyorlar. Psikologların
önerdiği şekilde harcamaya yanaşmıyorlar, en mutlu olacakları şekilde. Ya­
ni doğru bir noktaya işaret ettin -sosyal ilişkilerin, tüm dünyada, mutluluğa
giden en iyi yol olduğunu biliyoruz. Sosyal ilişkilerin niteliği mutluluğun en
iyi işaretlerinden biridir.
E. P. Servetten daha iyi.
D. G. Servetten çok daha iyi. Çok net, güçlü bir korelasyon, servetini sosyal ilişki­
lerine daha fazla zaman ayırmak için kullanarak, mutluluğunu azamiye çı-
karabilmen demektir. Çok az insan —en azından benim ülkemde- yıllık elli
bin dolarda durur ve daha fazlasını kazanmaya çalışmak yerine, şöyle der:
“Yeter, sadece yarım gün çalışıp, günün geri kalanını ailemle geçireceğim.”
E. P. Politika bağlamında düşününce, muhtemelen doğru yolda olduğumuzu, ya­
ni en yoksul insanların gelir seviyesini yükseltmek isteyen sol politikanın,
mesela —sol, sağ ve merkezdeki- tüm gelirleri yükseltmek isteyen sağ veya
merkez politikalardan daha iyi olduğunu mu söylüyorsun? Bulguların bir gö­
rüşün niçin diğerinden daha popüler olduğunu açıklıyor mu?
D.G. Politika bilimcisi değilim —Tanrı’ya şükür. Parapsikologlardan bile daha az
mutlu bir hayat sürüyorlar. Ama tabii kontrol sende olsa, nüfus ve servet da­
ğılımı üzerinde mutlak kontrol sahibi tek kişi sen olsan ve tek amacın da top-
lumunda mutluluğu azamiye çıkarmak olsaydı, o zaman mutluluğa dönüş­
türülebilecek azami servetten fazlasını kazanmayı yasaklardın. Yani dünya-

77
H AYAT KİTABI

da yüz bin dolar ve iki insan olsaydı, bu durumda birine doksan bin, diğeri­
ne on bin vermektense, her ikisine de elli bin vererek tabii daha çok mutlu­
luk yaratılırdı. Çok dar bir etik açıdan bakınca tamamen haklısın. Her bire­
ye eğrinin ilk dönemini, mutluluğun parayla arttığı dönemi yaşama imkanı
veren politika, şüphesiz en çok insan için en fazla mutluluğu yaratmanın en
iyi yoludur.

78
-8 -

Psikopatlar

Robert Hare ile Söyleşi


Ütopik bir dünyada psikopatlar yırtıcı avcılar olarak ayrı dururdu,
ciinkü yaptıkları şey bu, başkalarının zaaflarından faydalanmak. M ü­
kemmel bir ütopyada yaşasaydık bile, daima psikopatlar olurdu.
Robert Hare

Evrim tarihinde, kadim zamanlarda, bir milyar yılı aşkın bir süre hiç avcı hayvan
voktu, çünkü ilk bakterilerin hayati ihtiyaçlarını karşılayacak yeterli kaynak var­
dı.10 Sonunda gıda maddeleri dibe vurdu, bu hızla büyüyen mikroskopik toplulu­
ğa bile yetmez oldu. İlk çözüm, belirli işlevlerde uzmanlaşmış farklı organizmalar

Robert Hare, Britanya Kolombiyası Üniversitesinde Onursal Psikoloji Profesörü’dür.

Bu epey tartışmalı bir beyan. Bakterilerin diğer farklı bakterileri avlaması, Arkeyan devirde (tablo 1) Bdello-
vibrio, D aptobacter ve Vam pirococcus gibi organizmalarda türedi. Avcılık olsun olmasın, hepsi katlanarak
büyüme eğilimi gösterdiğinden, hiçbir toplulukta mevcut kaynaklar asla uzun süre dayanmaz. Bu Charles
Darwin’in temel saptamasıydı (Clark, 1981).-LM

79
H AYAT KİTABI

arasında simbiyoz yoluyla kaynakları daha verimli kullanmaktı; böylece ökaryo-


tik hücreler oluştu. Milyarlarca yıl sonra da bazı temkinsiz —veya Kenneth Kend-
ler’ın tabiriyle, kaygı seviyesi düşük—canlılar ilk av oldular.
Sinir uçları ve peşinden kafataslı türlerde çenelerin ortaya çıkmasıyla avcılık
ruhu tesis edildi. Sonrası gayet iyi biliniyor, ama bir şey hariç; doğal seçilim mo­
delindeki sağkalım için gerekmediği halde, neden insanımsılarda şiddetin devam
ettiği bilinmiyor. Bu bağlamda en acayip ve dehşetli örnek, yozlaşma ve ıstırabın
en akıl almaz süreçlerini yansıtan ve salıveren psikopatlıktır. Psikopat davranışı­
nın temellerini en iyi teşhis etmiş ve bunu en cesur bir şekilde yapmış -neyin “si-
yaseten doğru” sayıldığına bakmadan araştırma cesareti göstermiş- bilimci Ro-
bert Hare’dir. Seçkin bir uzman bu konuda şöyle diyor: “Yüzbinlerce psikopat
aramızda yaşıyor, çalışıyor ve oynuyor -patronun, arkadaşın ya da kız kardeşin
olarak- ve bunlar farkında olmadan felaket yolunda yürümeye devam edecekler
muhtemelen. Ve daha da fenası, bu konuda ne yapılacağını kimse bilmiyor, Ro-
bert Hare bile.”

Eduardo Punset: Bana psikopatlardan bahset.


Robert Hare: Psikopatlar büyük manipülatörlerdir, Birleşik Devletler’de biz on­
ları hin ve dahiyane diye tanımlarız, çünkü insanları kandırabilirler ve konu­
nun uzmanı olsan bile, seni kolayca kandırıp kendi bildiklerini okuyabilirler.
E.P. Sen kandırıldın mı?
R.Ha. Çok.
E.P. Kariyerinin başında-
R.Ha. Sekiz aylık bir çalışma için bir hapishanede psikolog olarak işe başladım.
Böylelikle mastır ve doktor çalışmaları sırasında para kazanabilecektim. Ha-
pisanedeki tek psikologdum ve ne yaptığımı bilmiyordum. İşte ilk gün ken­
dimi bir psikopatla birlikte buldum ve o an bunun farkında değildim. Büro­
ma girdi ve gözleriyle beni tam anlamıyla duvara mıhladı. Ne yapacağımı
bilmiyordum. Bugün bile hâlâ aklımdan çıkmıyor gözleri, gördüğüm en de­
lici bakışlar. Kocaman bir bıçak çıkardı ve hapishanede bir şeyleri ortadan
kaldıracağını söyledi. Sanırım tepkimi görmek istiyordu. Hiçbir şey yapma­
dım, sandalyemde kaldım.
Oradaki işimden sonra geleneksel öğrenim teorileri üzerine bir doktora
tezine başladım. İncelemek istediğim şey, insanların nasıl cezaya başvurma­
dan öğrenebilecekleriydi. Okuduklarımdan, bazı psikopatların cezalandır­
maya cevap vermediğini öğrendim.
E.P. Senin araştırman ve diğerlerininki sayesinde artık psikopat olan suçluları ve
suç eğilimli kişileri olmayanlardan net biçimde ayırdedebiliyoruz. Psikopat­
ların özellikleri arasında empati eksikliği, kendini başkasının yerine koyama­

80
PSİKOPATLAR

mak ve vicdan ile nedamet eksikliğini sayıyorsun. Empati eksikliği veya ne­
damet yoksunluğunun izahı ne? Hatırladığın bir örnek var mı?
R.Ha. Empati eksikliğini gösteren pek çok vaka var. Kendini başkasının yerine ko-
yamama durumu, düşünsel olarak değil de, daha çok duygusal olarak koya-
mama. Bir psikopat senin beyninin içine girebilir ve ne düşündüğünü hayal
etmeye çalışabilir, ama ne hissettiğini asla anlayamaz. Renk körüne renkleri
açıklamaya çalışmak gibi bir şey. Bir psikopata empatiyi ve duyguları nasıl
açıklayacaksın? Psikopat sosyal veya düşünsel düzeyde gayet iyi irtibat kura­
bilir, ama insanları nesneler olarak tasavvur eder. Açıklamak zor. Bazı insan­
lar hepimizin aynı şekilde düşünüp hissettiğini söylüyor. Bu doğru değil. Ka­
nunları uygulayan polisler sürekli azılı suçlularla temas halindeler. Bir kon­
feransta bir psikopatın profilini çizip bu bozukluğun nörobiyolojik temelle­
rini anlatmıştım. Bazı polis memurlarının gözleri parladı, çünkü sorguladık­
ları bazı insanların kendileri gibi hissetmediklerini hemen anlamışlardı. Ka­
tiller, yalancılar ve yozlaşmış insanlarla sürekli temas halinde olan polisler
psikopatları teşhis etmeye alışıktır sanıyoruz. Bu da doğru değil. Birleşik
Devletler’deki bir vaka bunu iyice gözler önüne serdi. Yedi veya sekiz kadı­
nı öldürdüğünden şüphelenilen bir adam sadece üçünü öldürmekten mah­
kum olacaktı, çünkü diğer suçları kanıtlayamıyorlardı. İttiraf ettirmeye çalı­
şırken, ondan kurban ailelerinin çektiği ıstırabı düşünmesini istediler. Psiko­
pat olduğu için hiç etkilenmedi. Neden bahsettiklerini anlamıyordu. Bu cina­
yet soruşturmacıları psikopatlarla ilgili bir seminere izleyici olarak katıldıar.
Ve daha sonra bir yargıçtan öğrendiğime göre, davayı çözmüşler, sanık itiraf
etmiş. İtiraf etmiş, çünkü onun doğruyla yanlış mevhumuna, vicdanıyla em-
patisine seslenmeyi bırakmışlar -bunlardan tamamen yoksun olduğu için.
Onun yerine, büyüklük duygusuna seslenmişler. Sadece üç insan öldürdüğü
için bir seri katil olmadığını iddia etmişler. Ancak bir yedi kişi daha öldür­
müş olsa hakiki bir katil sayılacağım söylemişler. Şüpheli hemen itiraf etmiş.
Yani polis bazı insanların bizim gibi düşünmediklerini veya hissetmedikleri­
ni farketmişti. Bu gerçek hepimizi potansiyel kurban yapıyor.
E.P. Psikopatlar ayrıca fevrilik, geleceği planlamada yetersizlik, sorumsuzluk ve
asabilikle de nitelendiriliyor. Daima heyecan bulacakları yeni tecrübeler arı­
yorlar__
R.Ha. Hepimiz böyle insanlar görmüşüzdür, ama bunlar psikopat olmayabilir.
Listene ilaveten, ciddi bir empati ve vicdan eksikliği de dikkat çekicidir. T a­
rif ettiğin özellikler herkese gayet iyi uyar: bazı kocalar, karılar ve ebeveyn­
ler ne dediğimizi gayet iyi anlıyordur sanırım.
E.P. Bob, kitabında ortaya çıkan bir başka korkunç şeyden sözetmedin henüz. Ki­
taplarını zevkle okudum, harikaydılar, ama itiraf edeyim, bana bayağı azap


H AYAT KİTABI

çektiriyorlar. Psikopatlık, diyorsun, doğuştan gelen bir şey değil. Ergenlikte


gelişmiyor, daha ziyade üç ile beş yaşları arasında ortaya çıkıyor. Psikopatlı-
ğm dengeli veya dengesiz aileyle pek az ilgili olduğunu söylemen daha da ra­
hatsız edici. Verdiğin istatistik, sanırım, ailesi dengeli olan suçluların yirmi
beş yaşında, dengesiz ailelerden gelenlerinse on beşinde hapse düştüğünü
gösteriyor. Ama bu psikopatlar için geçerli değil: ailenin dengeli veya denge­
siz olması farketmiyor.
R.Ha. Psikopatlar için aile dengesi daha az önemli. Çoğunlukla nasıl bir çevrede
büyüdüğümüz çok önemlidir. İnsan olarak hamurumuz aile değerlerimizle
yoğruluyor. Ama doğa psikopatlara çoğumuzdan farklı bir şey vermiş. Sos­
yalleşmenin kişiliğimizi oluşturan, bizi daha sosyal, daha iyi vatandaşlar ya­
pan normal etkileri psikopatlarda işlemiyor. Mesele bu, neden işlemiyor?
Her aileden çıkabilir bir psikopat. Eğer sosyal olarak yalıtılmış, şiddetçil bir
aile çevresindeyseler benimsenirler, çünkü iyi birer talebedirler. Vicdani yük
hissetmeden toplum karşıtı ve cezai fiiller işlemenin yollarını süratle öğrenir­
ler. Psikopatik olmayıp öyle bir çevrede yetişen insanlarsa sonunda profes­
yonel suçlular haline gelebilirler ve her tür dehşetli suçu işleyebilirler, ama
vicdandan nasiplerini de almışlardır ve yaptıklarıyla mutlu değildirler. Bu tip
insanlar diğer suçlulara daha sadıktır ve iyi bir aile hayatı sürebilirler. Onla­
rın sorunu, istediklerini elde etmek için cezai fiiller işlemeyi öğrenmiş olma­
larıdır. Psikopatlarsa, nasıl suçlu olunacağını öğrenmek zorunda kalmamış
gibidirler, zaten suçludurlar. Tamamen genetik bir sorun mu? Hayır. Tam a­
men çevre sorunu mu? Hayır. Genetikle çevre arasında bir etkileşim olmalı,
ama bu iki etmenin rölii ve dağılımı hâlâ açıklama bekliyor. Psikopatlar çok
erken yaşlardan itibaren, illa belli bir yönde gelişime değil de, daha ziyade,
korku veya kaygı eksikliği, rahat bir yaşam merakı ve fevrilik gibi kişilik
özelliklerine meyleden insanlardır. Normal insanlar gibi sosyal çevrelerince
kısıtlanamayan veya yoğrulamayan bireylerdir.
E.P. Hayvanlara zalimce davranan, kolayca yalan söyleyen, ebeveynlerine ve öğ­
retmenlerine itaati reddeden ve cezadan korkmayan gençler gördüğümüzde
ne yapabiliriz?
R.Ha. Dikkatli olmamız lazım. Bu çocukların çok büyük bir çoğunluğu büyüyüp
tamamen normal insanlar olacaklar. Tehlikeli özelliklerin birçoğunu belirle­
dik, ama spesifik bileşimini bilmiyoruz. Ne yapılabilir? Öncelikle, hastalığın
aniden on sekiz yaşında ortaya çıkmadığını anlamalıyız. Daha önce ne olu­
yor? Bir bakıyorsun, on sekiz yaşındalar ve psikopatlar -b u kulağa mantıklı
gelmiyor. Teşhisten acizsek, sırf yetişkin psikopatlarla uğraşmaya mahku­
muz demektir.
E.P. Psikopatların teşhis için dünyanın her yanında kullanılan bir el kitabı çıkar-

82
PSİKOPATLAR

din, PCLR (“Psychopathy CheckList Revised” - “Güncellenmiş Psikopadık


Kontrol Listesi”).
R.Ha. PCLR, psikopatlığı mümkün olduğunca nesnellikle teşhis etmek için yara­
tılan bir araçtır. Başlangıçta sadece bir araştırma enstrümanıydı. Ceza huku­
kunda kullanılır diye hiç düşünmemiştim —ya da hapisten kimin daha önce
salıverileceğini ve kime tedavi uygulanacağını belirlemekte kullanılır diye.
Diğer araştırmacılarla beraber hepimizin kullanabileceği ortak bir ölçümle-
me imkanı yaratmak için, tamamıyla bir araştırma aracı olarak geliştirilmiş­
ti.
E.P. PCLR herkese uygulansa, nüfusun yüzde l ’inin psikopatlıktan muzdarip ol­
duğu sonucuna ulaşırız, şizofreniyle aynı oran, değil mi? Bu mesela sadece
Birleşik Devletler’de iki milyon psikopat demek.
R.Ha. Sandığımızdan daha fazla, özellikle de etki alanını hesaba katarsak. Şizof­
reniden etkilenen ve epey ızdırap çeken insanların sayısını bir düşün —aile,
yakın arkadaşlar ve kişinin kendisi. Psikopatlar kişisel bir azap duymuyor­
lar, bir sorunları da yok. Sorunu olan sensin. Yüzlerce veya hatta binlerce in­
sanı etkiliyorlar, dolayısıyla hayatları boyunca yarattıkları toplumsal etki,
sırf vaka sayısının göstereceğinden çok daha büyük.
E.P. İnanılmaz. Beyin araştırmalarına göre psikopatlığın temeli ne? Psikopatların
beyinleri garip, diğer suçlularınkinden farklı, ama nasıl farklı?
R.Ha. Beyinlerinin yapısı normal insanlarınkiyle aynı görünüyor. Beyinlerinin ça­
lışması farklı. İnsanlar bazı işleri yaparken veya bazı bilgileri işlerken beynin
faal olan bölümlerini inceleyebildik. Son yılların en önemli bulgularından bi­
ri şu: bir psikopat fotoğraf veya sözler gibi duygusal ağırlığı olan bir şeyi tah­
lil etmeye çalıştığında, beyninin faaliyete geçirilen bölümleri çoğu insanın-
kinden farklı.
E.P. Bir psikopatta, mesela tecavüz gibi, negatif bir duygusal tepkiye seslendiğin­
de, beyninin bunu işleyen bölümü normal insanlarınkinden farklı oluyor mu
diyorsun?
R.Ha. Aynen. Bir psikopata “tecavüz” kelimesini gösterirsek, onu “masa”, “san­
dalye” veya “ağaç” gibi nötr bir kelime olarak anlıyor. Tepkilerinde veya
beynin faaliyete geçirilen bölümlerinde pek az bir değişim oluşuyor. Psiko­
patlara çok nahoş resimler, suç sahneleri gösterdiğimiz birkaç deney yaptık.
Beyinlerinin işleyişi, manzara normal bir şeymiş gibi, bir köpek veya bir
ağaçmış gibi tepki verdiklerini gösteriyor. Beyinlerinin bazı bölümleri faali­
yete geçmiyor. Bunlar beynin limbik bölgeleri, beynin duyguları işlemekle il­
gili bölümleri. Başka bazı deneyler beyinlerinde dille ilgili bazı bölgelerin fa­
aliyete geçtiğini gösterdi. Psikopatların bir başka özelliği de, Uzay Yolu’nda-
ki Doktor Spock ve Data’nın karakterlerini andırıyor. Duyguları uyaran bir

83
H AYAT KİTABI

şey olunca, “enteresan” derler ya. Psikopatlar dilbilimsel olarak tahlil eder­
ler, duygusal olarak değil.
E.P. Çoğu insan gibi dil için beynin sol yarısını kullanmak yerine, psikopatların
her iki yarıyı birden kullandığını ve bunun bir tür rekabete veya gerilime yol
açtığını da belirtiyorsun. Ama bu neden psikopatik davranışa yol açıyor?
R.Ha. 1994’de bir laboratuar cihazı kullanarak, psikopatların dili her iki yarıda iş­
lediğini keşfettik. Bu pek verimli bir durum değil, çünkü bir yarı herşeyle il­
gilenmek zorunda. Negatif duyguları beynin ön tarafındaki iç sağ yarıda iş-
lemektense, psikopatların duyguları her iki yarıda işlediği keşfedildi.
E.P. Terapiden söz edelim. Psikopatlarda rehabilitasyon programlarının işe yara­
madığını belirtiyorsun —beyinleri öyle işliyor ki, sırf nasıl kandıracaklarını
öğreniyorlar. Sence geleneksel programlarla rehabilitasyon nafile bir çaba.
Bunu yargıçlara, hapishane görevlilerine, öğretmenlere, kurbanlara nasıl
söyleyeceğiz?
R.Ha. Herşey denendi, ama hiçbiri işe yaramıyor. Bu berbat biliyorum, ama vaz­
geçiyor değiliz. Başağrısıyla doktora gidiyorsun ve doktor aspirin öneriyor.
Sonra mide ağrısıyla veya kırık bir bacakla veya ciddi bir şeyden şüphelendi­
ğin için geri dönüyorsun, ama ne olursa olsun, doktor hep aspirin öneriyor.
Böyle bir durumda doktorunu değiştirmen gerekir, yoksa ölürsün. Bu ceza
hukuku sistemi için de geçerli. Bir tedavi programı neden bütün suçlulara ya­
rasın ki? Dediğin gibi, geleneksel rehabilitasyon programları psikopatlarda
çok az işe yarıyor. Yapılan iki çalışma, bu programlara devam eden suçlula­
rın, tedavi görmemiş halde işleyeceklerinden daha ciddi suçlar işlediklerini
gösteriyor. Programlar durumu daha kötü yapmıyor. Programlar uygun de­
ğildi ve psikopatlar insanları manipüle etmenin yeni yollarını öğrendi.
E.P. Genbilim ve farmokoloji aspirinin bütün insanlarda aynı şekilde davranma­
dığını ortaya koydu. Bazı insanlarda çok işe yararken, diğerlerini öldürüyor;
genetik farklılıkla ilgili.
R.Ha. Aynen öyle. Tedaviyle bireyin doğası arasındaki etkileşim hayati. Çoğu te­
davi programında bu gerçek hesaba katılmıyor. Herkesi aynı şekilde tedavi
etmek gibi bir eğilimimiz var.
E.P. Bob, şu an vicdan ve empati eksikliğini giderecek bir şey yapılamadığına ve
dolayısıyla kimse değiştirilemediğine göre —ki psikopatlar bu iki temel nite­
likten yoksunlar—ve kırk yaşında daha az şiddetçil ve psikopat olduklarını
söylediğine göre...
R.Ha. Daha az psikopat değil. Daha az şiddetçil, daha az fevri ve dikkat çekmeye
daha az muhtaç.
E.P. Bir şey yapılabilir mi?
R.Ha. Sorun tamamen doğru. Tam isabet. Yapımızın bu iki temel unsuru, empa-

84
PSİKOPATLAR

ti ve vicdan eksikliği, değişmez. Bunlar ömrümüz boyunca değişmeyen kişi­


sel özelliklerdir. Empati eksikliğinin, büyüklük vehminin ve duygusal yalıtı­
mın, ömürleri boyunca süren özellikler olduğuna dair pek çok veri var eli­
mizde. Fevriliklerini, uyarım ihtiyaçlarını ve belki sorumsuzluklarını belli öl­
çüde değiştirebiliriz. Ama radikal bir değişimden söz etmediğimiz unutulma­
sın. Lee Robins yıllar önce Deviant Children Grotvn Up [“Büyümüş Sapkın
Çocuklar”] adında ünlü bir kitap yazdı, yaşlandıkça iyileşme gösterebilecek­
lerini, ama nahoşluğu pek elden bırakmayacaklarım açıklıyordu. Ama yapı­
lacak hiçbir şey olmadığını düşünesin istemem. Birkaç ülkede, mesela Yeni
Zelanda, Birleşik Krallık ve Kanada’da özellikle psikopatlar için tasarlanan
programlar üzerinde çalışıyorlar. Ben bir meslektaşla beraber işe yarayabile­
cek bir program üzerinde çalışıyorum. Program vicdan veya empati duygu­
larına seslenmiyor. Bilişsel davranışa [cognitive behaviour] dayalı. Deneme­
miz lazım. Aksi halde, psikopatlarla başa çıkmanın bildiğimiz tek yolu, on­
ları kilit altında tutmak. Çoğu kişinin aklından geçen şudur: Madem bir şey
yapamıyoruz, o zaman onları kilit altına alalım. Ama bu herkes için bir teh­
dit demektir. Uygun programlar geliştirmek istiyoruz, bunlar muhtemelen
köklü etkiler yaratmayacak, ama en azından şiddet eğilimini azaltacaktır.
E.P. Son sorum söyleşimiz ardından artık biraz kelalaka olacak belki. Psikopatla­
rın davranışını diğer suçlularınkinden ayırmak uzmanların neden bu kadar
zamanını aldı?
R.Ha. Hiç de kelalaka değil, çok önemli bir soru. Sanırım diğer insanların da bi­
zim gibi düşündüklerini düşünüyoruz genelde. Böyleyiz. İnsanların özde iyi
olduklarını düşünüyoruz. Onlara bir fırsat verilse herşeyin yoluna gireceğine
inanıyoruz. Birleşik Devletler’de pek çok insan onlara şöyle dostça bir sarıl­
manın, bir köpek yavrusu ve bir müzik aleti vermenin işleri yoluna koyaca­
ğını düşünür. Bu doğru değil. O kadar kolay değil.
E.P. Herkesin özde iyi olmadığını kabullenmek zor.
R.Ha. Özde kötü de değiller. Kimilerinin yoğrulması, sosyalleşmesi diğerlerinden
daha zor. Ve psikopatlar yoğrulması en zor olanlar arasında. Ama özellikle
de bu bozukluğu tedavide yaşanan en büyük zorluklardan biri tanı zorluğu­
dur. Galler’de “Takım Elbiseli Yılanlar” adıyla psikopatın -hapishanede de­
ğil de, bir satış temsilcisi, bir koca, bir karı olan, yönetim kadrosunda yer
alan psikopatın—profiline ilişkin bir sunum hazırladım. Bizim psikopat ola­
rak tanımadığımız, ama kurbanlarının öyle tanıdığı insanlara ilişkin bir su­
num. Böyle bir sunumdan sonra insanlar şöyle der: “Bildiğim ve dışarıda ser­
best dolaşan birini tarif ediyorsunuz.” Hükümetler ve toplum basit bir cevap
istiyor, sanki sorunlar sadece mali ve sosyalmiş gibi. Çok yüklü parasal yatı­
rımlar yeterli değil. Ütopik bir dünyada psikopatlar yırtıcı avcılar olarak ay­

85
HAYAT KİTABI

rı dururdu, çünkü yaptıkları şey bu, başkalarının zaaflarından faydalanmak.


Mükemmel bir toplumsal ütopyaya ulaşabilseydik bile psikopatlar yokol-
mazdı.

86
GİRİŞ

Kaygı
Yeryüzündeki tüm yaşamın gelişip vücut bulmak için daima uygun bir madde ve
enerji akışına ihtiyacı olmuştur. Yaşam için harcanabilir bir enerji kaynağı gerek­
lidir. Canlı varlıkların sürekli bir akışa ihtiyacı var; hepimizin kimyasal element­
ler halinde maddeye ihtiyacı var: karbon, hidrojen, nitrojen, oksijen, fosfor ve
sülfür. Ama sırf bu elementler (ve gerekli birkaç tuz, mesela sodyum, potasyum
ve klorid) yeterli değil. Form, yani bu elementlerden yapılan bileşimlerin kimya­
sal kompozisyonu ve eriyik suda bulunması, tüm yaşam formlarının devamı için
kesinlikle elzemdir. Susama ve açlık olarak hissedilen durumlar, yani su yokluğu
ve karbon bileşimlerinin yetersizliği, her zaman madde ve enerji akışındaki ak­
saklıkların aşikar ve acil sinyalleridir. Enerji ve madde akışındaki kesinti veya
hatta zamanlama düzensizliği mutlaka strese yol açan evrensel olgulardır. Bir av­
cı hayvanın, cansız bir çevresel tehdidin ve hatta kendi gölgemizin varlığını algı­
ladığımızda da aynısı olur. Biz insanlar böylesi sinyal, işaret veya alametleri yo­
rumlamakta, gerekli enerji ve gıdanın yokluğunu, geciktiğini veya edinilemeyece-
ğini yorumlamakta özellikle ustayız. Enerjimizin, gıdamızın ve suyumuzun gel­
mekte olduğuna dair rahatlatıcı sinyaller, işaretler ve alametler ararız. Biz “yo­
rumcu memeliler”iz: bu ihtiyaçların akışı sekteye uğrarsa, kısıtlanırsa veya ciddi
tehditler algılarsak, stres yaşarız. Stres kaçınılmaz bir şeydir ve işaretleri de hepi­
mizin malumu. Biz insan hayvanlar enerji, gıda ve su akışımızla ilgili yakın tehli­
ke sinyallerini, işaretlerini ve alametlerini yorumlamakta özellikle usta olduğu­
muz halde, geriye dönüp bakınca çoğu kez tüm ayrıntılarıyla aşikar olan yanlış
yorumlar yaptığımızı farkederiz. Yanlış yorumlarımız daha fazla strese, parano­
yaya, katatonik durumlara, kızgınlığa, müziğe ya da en azından güfteye yol aça­
bilir. Stres ancak son zamanlarda fakülte mensuplarının direkt inceleme konusu
haline geldi. Malum, bilimsel çalışmalar daima sınırlıdır, varsayımdan hareket
eder. Sağlama yapmadan ulaşılan genellemeri nadiren onaylar. Bugün kitle ileti­
şim araçlarındaki epey yaygın uygulamaysa, laboratuar ve saha araştırmaları
üzerinden aşırı, abartılı ve süslü genellemelere gitmek, ki özellikle zararlı olan şey

87
H AYAT KİTABI

de bu. Konuşmacılarımız ihtiyatlı. Bir TV veya gazete haberindense, burada onla­


rın söylediklerine inanmak daha doğru olur herhalde. Ama ancak bilimsel bulgu­
lar için verdikleri referansları okuduktan sonra lütfen. Ve ne olursa olsun şunu
unutmayın: strese kapılabilen varlıklar dünyasının, bu biyolojik dünyanın sadece
minik bir parçasını temsil ediyor insanlar. Dolayısıyla, Eduardo Punset bu uz­
manlara ve bilimcilere kendisini ilgilendiren kaygı ve bilinç çalışmaları hakkında
sorular sorarken, lütfen bunları şüphecilikle okuyun.
-9 -

Kimse Patron Değil

Daniel Dennett ile Söyleşi


Hücreler kim olduğumuzu ne bilir, ne de umursar.
Daniel Dennett

Şempanzelerle insanlar kendilerini aynada tanıyabilen yegane hayvanlar. Kişisel


bilinci olanlar belki de sadece bunlar. Belki bir de yunuslar, ki onlar balık değil
memelidir. Peki evrim tarihinde nerede ve ne zaman ortaya çıktı kişisel bilinç? Bi­
linci tarif etmeye çalışırken, ruhu mu resmediyoruz? Boston yakınlarındaki Tufts
Üniversitesi Bilişsel Çalışmalar Merkezi’nden Daniel Dennett’in yönetip, Richard
Davvkins, Francis Crick, James Watson, Edvvard O. Wilson ve Steven Pinker’ın
yer aldığı etkileyici br ekip sayesinde, hiç değilse öz-bilinci11 belirlemeye her za­
mankinden daha yakın gibiyiz.

Daniel Dennett, Tufts Üniversitesi, Bilişsel Çalışmalar Merkezi’nde yöneticidir.

‘ 1 Self-consciousness: Kendi varlığının farkında olm a—çn

89
H AYAT KİTABI

İnsanların ikili doğasını sorgulayanların şiddetli tartışmalarını anlamamızda


fayda var. Her iki kanadın anlayışı da çürütülemez gibi görünüyor ve bilimsel ya­
zında az rastlanır bir zarafet ve berraklıkla formüle edilmiş durumda. Son derece
çetrefil bir tartışma bu. Dennett gibi en indirgemeci bilimciler bilinç konusunda
ihtiyatlı bir tutum takınırken, Deepak Chopra gibi zihnin kudretini en yılmaz şe­
kilde savunanlar da doğayı anlamada izlenecek yöntemi din değil, bilim olarak
işaret ediyor.
Bilim camiası ruhun varlığını inkar edince kopan gürültü beklenmedik bir şey
değil. İndirgemecilik karşıtlarının feryadı, özgür iradenin bulunmadığı bir varolu­
şa ilişkin derin korkularından kaynaklanıyor. Fransız fizikçi ve matematikçi Pier-
re-Simon Laplace determinizmin özünü net biçimde özetlemişti. Sineklerin gözü
ışık yüzünden nasıl kamaşıyorsa, insanlar da bazan determinizmden habersiz bir
halde öyle tartışıyor. Ve rahatsızlık çok defa muğlak bir evren kavramının yüksek
sesle reddine dönüşüyor.

Eduardo Punset: Demek bu makinenin, yani vücudumuzun bir ruhu yok?


Daniel Dennett: Aynen öyle, bir ruhu [spirit] yok.
E.P. Ne de bir can [soul].
Da.D. Can olabilir. Ruha gelince, insan vücudunu ele alalım, ne buluyoruz? Bir­
kaç milyar farklı hücre, canlı hücre, nöronlar -her türden hücre yani. Ama
hücrelerden hiçbiri kim olduğumuzu ne bilir, ne de umursar. Ama bir şekil­
de, trilyonlarca hücreyle, bu faşist hücrelerle bir takım oluşturuyoruz ve bun­
lar, köle gibi, davetsiz misafirleri kovuyorlar, aynen kovandaki arılar misali
ve demokrasi, Barselona veya Boston umurlarında değil. Hücrelerimiz tüm
bunlardan habersizler, ama iki büyük hücre takımı, senin takımınla benim­
ki, farkında olmadan pek çok şey biliyorlar. Dolayısıyla, “bu ancak tüm bu
dokulara ilaveten, vücutta bir ruhun bulunması ve canın varlığıyla açıklana­
bilir” diye düşünmek olağan.
E.P. İnsanlar buna inanıyor.
Da.D. Çok güçlü bir kavram, ama yanlış. Makinede ruh olamaz.
E.P. Dan, makine-vücutta can yoksa, o zaman onu yöneten ne?
Da.D. Bunu bir fabl ile göstereyim. Bir ülkeyi yöneten bir kral varmış ve kralsız ül­
ke bir hiçmiş. Ama sonra demokrasi icat edilmiş. Biyolojideki durum da bu­
na benziyor, ama biyoloji önce demokrasiyi icat etti. Hiçbir parçan kral de­
ğil, sadece beyninin kontrolü için yarışan gruplar, hizipler ve politik partiler
var. Peki ne tür gruplar bunlar? Faaliyet grupları, hücre değiller, daha ziya­
de vücudunun kontrolü için yarışan enformasyon modelleri bunlar; ve dina­
mik ve değişken bir rekabet ortamı olduğu için, daima kontrolü elde tutan
biri var, makamda biri var.

90
KİMSE PATRON DEĞİL

E.P. Resmen seçilmediği halde, değil mi?


Da.D. Aynen öyle, resmî seçimler yok, ama beynin bir muhalefet mekanizması
var, bir konu ardından diğerinin çıkmasına, öne gelmesine ve gündeme ha­
kim olmasına imkan tanıyor. Şu konuştuğumuz an bir fikirler, projeler,
umutlar ve planlar toplamıyız biz, günün sonunda bunları bir kenara bıraka­
biliriz ve farklı bir ben kontrolü ele alır. Bütün projeler hafızayla birbirine
bağlanıyor. Tek bir ruh değil de, bir geçici kontrolörler silsilesi var.
E.P. Bilinç ne demek? Yani herşey nasıl başladı? Onu nasıl izah edebiliriz? Bu ma­
kinede ne bulunduğunu nasıl bilebiliriz?
Da.D. Benim bilgilerime göre, bilinci anlamanın yolu evrimcinin sorusunu sor­
maktan geçiyor: neden? Bilinç geleceği kestirebilelim ve öngörü sahibi olabi­
lelim diye var, böylece plan yapıp hayatta daha iyi bir yol çizebiliriz. Dil, bi­
lim ve kültür arkaplanı olan bir insanda epey bir bilgi alışverişi gerçekleşir.
Önümüzdeki birkaç yüzyılda beklenmeyen tutulmaları öngörebiliriz, uzak
galaksileri hayal edebiliriz ve hiç yaşamadığımız bir geçmişi düşünebiliriz.
Bilinç, daha doğru bir deyişle, şu anda gerçekleşmeyen şeyleri beynin resmet­
me gücüdür, geçmiş ve gelecektekileri. Bilincimiz o güçtür, fiziksel dünyanın
kendini resmetme kapasitesidir.
E.P. Peki hangi genler bilgiyi bir beyinden ötekine taşıyor?
Da.D. Onlara mem [meme] diyoruz.
E.P. Mem?
Da.D. Evet, Richard Dawkins’in ortaya attığı bir terim; memlerin genler gibi ol­
duğunu söylüyor; kültürü aktaran ve kopyalayan birimler.
E.P. Bildiğimiz genler gibi, değil mi? Memlerin, ya da kültürel genlerin, varolma­
sı için farklı beyinlerin iletişim kabiliyeti kurabilmesi gerektiğini ve bunun
önceden yapılamadığını mı söylüyorsun?
Da.D. Doğru, dil çok önemli, ama tek yol değil. Diğer türlerde de bir tip kültürel
aktarım var. Mesela kuş yuvası yapmak veya yer altı yuvası kazmak için kul­
lanılan yöntemleri düşün. Şempanzelerin değnekle termit yakalayabildikleri
keşfedildi, ağaç gövdesinden su çıkarıp içmek için sünger de kullanıyorlar.
İnsanlarınkine kıyasla kültürel aktarımın bir alt biçimi, ama yine de var.
E.P. “Sadece farklı bir düzey değil, tamamen farklı” mı demek istiyorsun?
Da.D. Biyolojide daima farklı bir karmaşıklık düzeyiyle başlarsın ve oradan yük­
selişe geçer. Dolayısıyla, bizim için kültür bir binler değil, milyonlar mesele­
sidir ve sadece düzey meselesi de değildir. Şempanzelerinkinden milyon kat
daha büyüktür. Mesela, insan kültürünün etkisinden uzak ıssız bir adada bü-
yüseydik, bir şempanzeden o kadar da farklı olmazdık. Aritmetiği, dili, aşçı­
lığı veya tarımı kim icat edecekti? Bu yetenekler, tamamıyla insana özgü bu
beceriler, kültürel aktarım yoluyla edinilmiştir ve zihnimizi oluşturan şey de

91
H AYAT KİTABI

bu. İnsanlığı şöyle bir göz önüne getirirsen, zihinlerinin sadece beyinlerinde
değil, kütüphanede, bilgisayarlarda, arkadaşlarda ve ömürleri boyunca edi­
nilen, düşünmek için kullanılan tüm araçlarda bulunduğunu görürsün. Bir
insan bu araçlar olmasa, epey savunmasız hale gelir.
E.P. Kendi takıntılarıma dönüyorum. Beyne kim göz kulak oluyor, tabii biri göz
kulak oluyorsa?
Da.D. Bu biraz ürpertici bir fikir. Beynin on milyar veya belki yüz milyar nöronu
var ve iş bununla da bitmiyor. Tek bir nöron bile senin kim olduğunu bilmez,
bu hiç umurunda değildir. Bunun için fazla aptallar. Dolayısıyla demokrasi
gerekiyor; nöronlar takımlar halinde çalışır ve kimsenin denetimi olmaksızın
birbirleriyle rekabet ederler, onları kimse denetleyemez. Bilinç veya vicdanın
(bildiğin gibi, Ispanyolcada bilinçle vicdan aynı kelime) yüce bir efendisi ol­
duğu yolundaki teori yanlış yani.
E.P. İnsan bulunmayan bir fabrikaya girmek gibi.
Da.D. Aynen, otomasyona geçmiş bir fabrika gibi; makineyle dolu, ama persone­
li yok. Beynin bazı bölümleri, diğer bölümleri takipten sorumlu birimler gi­
bi davranırlar, yani devlet memurları gibidirler, ama bilinçleri yoktur.
E.P. Düşünemezler-
Da.D. Hayır, düşünceyi üreten sensin, seni oluşturan parçalar değil.
E.P. Bu durumda, beynin bilinmeyen, görünmeyen ve elle tutulamayan güçlerini
araştırmaya kalkan olursa, onlara zamanlarını boşa harcadıklarını söyleme­
miz lazım.
Da.D. Beynin en temel kabiliyetlerini bile anlamış değiliz aslında, mesela çarpım
yapma, yürüme veya bir kediyi bir kaseden ayırma kabiliyetini. Bu sorular
kolay cevaplanmayabilir, ama zihnin gizemli güçleri olduğu şeklindeki yak­
laşımın işe yarayacağına inanmıyorum. Zamanla beynin işlevlerini normal
biyolojik kavramlarla açıklayabileceğimize inanıyorum.
E.P. Evreni gözlemleyip bilgi edinmeye çalışıyoruz, peki duyularımız nereden ge­
liyor? Kendi fiziksel algımızın ötesinde bir şey var mı? Bir şeye nasıl anlam
veriyoruz? Ne kadar yolalmış olsak da, Newton’ın sözünü ettiği şeye hâlâ
erişemedik: “Evrenin görsel algısını renklerin ihtişamına dönüştüren meka­
nizmaları bilmek isterdim.” Hatırladın mı? Bu kadar temel bir şeyi hâlâ an­
layamıyoruz; ilk hücreyi başlatan molekülle ilgili nafile arayışı hatırlatıyor
bana bu.
Da.D. Herşeyden önce, unutma ki, bu tip soruları ortaya atan tek tür biziz. Kedi­
lerle köpekler oturup ne hayatın anlamı üzerine tefekküre dalıyorlar, ne de
yeryüzündeki pozisyonlarına kafa yoruyorlar. Durumları anlamlı, çünkü ev­
rim tarihlerine ve kendi tecrübelerine dayalı bir duyumları var. Bir köpek
belli bir görsel durumun tehlike anlamına geldiğini bilir, mesela kendisine bir

92
KİMSE PATRON DEĞİL

kez sopayla vurmuş olan bir adamı farkettiğinde. Duyumu buradan geliyor.
Köpeğin beyni, bu duyumu hafızadan süzüp belli durumlara uygulayabilmek
üzere tasarlanmış. Bizim beyinlerimiz de aynı şekilde işliyor, ama biz dil be­
cerimiz sayesinde olaylar üzerine düşünebiliyor ve biyolojik yapımızdan ge­
len duyumlar üzerine anlam katmanları oluşturabiliyoruz.
E.P. O zaman, sıradışı algı, duyu dışı algı diye bir şey olmadığım, nöronlarla
atomlardan öte hiçbir şey olmadığını mı söylüyorsun yani?
Da.D. Evet, bir şey var, ama harika bir şekilde gizleniyor, hiç somut delil yok.
E.P. Öyleyse beynin muazzam bir kapasitesi yok.
Da.D. Beynin kapasitesi muazzam. Yabancı dil öğrenen veya okula giden bir ço­
cuk, beynin henüz tam anlaşılmayan, muazzam kapasitesini gösteriyor.
E.P. Peki, düşünce aktarımı veya zaman yolculuğu gibi güya okült güçleri tespit
ettiklerine inanan insanlar hakkında ne düşünüyorsun? Biliyorum, sana akıl
dışı görünüyor olmalı—
Da.D. Böyle şeyleri iddia eden insanlar muhtemelen bunlara inanıyordur, ama
doğru değiller. Pablo Picasso bir keresinde şöyle demişti: “Aramam, bulu­
rum.” Bu “bulurum”, keskin bir dehanın harika bir tanımı, ama doğru oldu­
ğunu düşünmüyorum. Picasso gerçekten bir dehaydı. Ama buluşları mucize
değil, önceden yürüttüğü yoğun araştırmaların ürünüydü, bizim alanımızda
söz konusu olanlar da doğal seçilimin ürünü.
E.P. Sezginin rolü ne öyleyse? Einstein, başka hiçbir şeyin işe yaramadığı durum­
larda, keşiflerin derin bir sezgiden doğduğunu söylemişti.
Da.D. Doğru, ama sezgi ne? Aklımıza parlak bir fikir geldiğinde ve onu sezgiyle
bulduğumuzu söylediğimizde, aslında o fikri nasıl bulduğumuzu bilmediği­
mizi itiraf ediyoruz. Bir başka deyişle, beyinde birbirleriyle yarışıp fikirler
öne süren nöronlarımız sayesinde gerçekleştiğini söylüyoruz. Bazı insanların
beyinleri yeni fikirler üretmede diğerlerininkinden daha iyi, muhtemelen ge­
liştirdikleri düşünme alışkanlığı sayesinde. Aslında kendilerine farklı düşün­
meyi öğretiyorlar, ama bunda sıradışı bir şey yok.
E.P. Yani, bir irade meselesi mi diyorsun?
Da.D. Bir sihir hilesi gibi. Bir sihirbazı sahnede sihir hilesi yaparken gördüğümüz­
de, ilk başta sıradışı, imkansız ve sihirli bir şey gördüğümüzü düşünürüz.
Sonra, nasıl yapıldığını anlayıncaysa, hileden başka bir şey olmadığım anla­
rız. Bilim beyinde de benzer bir şeyin gerçekleştiğini kanıtlıyor ve bu şey dra­
matik hileler yapabiliyor.
E.P. Sezgi de onlardan biri—
Da.D. Kesinlikle, sezgi de onlardan biri.
E.P. Bilinç hakkında ne söylenebilir? Sen çok ünlü bir uzmansın ve bilinç kavramı
üzerine epey kafa yordun, yine de seni indirgemeci olmakla suçluyorlar. Bir­

93
H AYAT KİTABI

kaç yıl önce birbirimizi son gördüğümüzden beri bu alanda yeni bir keşif ol­
du mu?
Da.D. Bilinçle konusunda sanırım büyük ilerleme kaydettik. Onu yapı elemanla­
rına ayırıyoruz. Böylelikle, bilincin bütün bu elemanlardan oluştuğunu ve
dereceleri bulunduğunu anlarken, müthiş ve gizemli bir şey olduğu yolunda­
ki yaklaşıma da tedricen açıklık getiriyoruz. Bakterileri inceleyince, bilinç di­
ye bir şeyleri bulunmadığım, bir bakterinin sadece minik bir robot olduğunu
görüyoruz. Beyin hücreleri de aynı tabii, çünkü onlar da minik birer robot.
Bir ağaca bakınca, onun bilinçli olmadığına inanabiliriz. Ama canlı; bir bi­
linci olmayabilir, ama hassas: etrafındaki dünyayı ayırdediyor ve çok soğuk
ya da sıcak olup olmadığını, yeteri kadar su ya da rüzgar bulunup bulunma­
dığını ölçüyor.
E.P. Ya da güneş ışığı olup olmadığmı-
Da.D. Evet. Güneş ışığı eksikliğini hissedip güneşe dönüyor. Bu bir tür bilinç, bel­
li bir duyarlık. Çoğu insana göre, ağacın güneşe duyarlığını veya retinamız­
daki çubuk ve koni hücrelerin güneşe tepkisini açıklarken ya da bir bilinç te­
orisi kurarken, bu duyarlığı temel alamazsın. Neden? Çünkü nihayetinde bir
kamera lensi veya filmi de duyarlıdır.
E.P. Ama ne lenslerin ne de filmlerin bilinci var....
Da.D. Ama retinamızın da kendi başına bir bilinci yok ve yine de karanlık-aydın-
lık farklarıyla karşılaşınca duyarlığı sayesinde tepki veriyor. Bu bilinç kuru­
luyor.
E.P. Bazı biyologlar “bakterilerin bilinci var mı, yok mu?” diye düşünüyorlar.
Bakterilerin, bilinçliymişçesine, manyetik akımları takiple hareket etmeleri
hayret verici.
Da.D. Aslında, hareketin hızı çok önemli. David Attenborough bitkilerin gizli ya­
şamı üzerine, The Private Life o f Plants [“Bitkilerin Özel Yaşantı”] adlı şu
harika televizyon dizisini yaparken, bitkilerin büyümesinin nasıl hızlandığı­
nı gösteren harika sahneler çekmişti. Asmaların nasıl büyüdüğünü, kıvrıldı­
ğını ve ağaçlara dolandığını gösteriyordu-
E.P. Bilinçli olarak?
Da.D. Bitkiler sanki bilinçliymiş gibi görünüyordu. Ama sadece tepki süresi yü­
zünden böyle bir etki oluşuyor. Bir insanı bir ağacın büyüme hızına çeksek,
epey donuklaşırdı. Bu kişinin hiç de bilinçli olmadığını düşünürdün, bir ro­
bot gibi. Robotların bilinçli olmadıklarını düşünürüz, çünkü aptal görünür­
ler, “BEN -BİR-RO -BO -TU M ” gibi şeyler söylerler. Ama Yıldız Savaşla­
rındaki C3PO ve R262 gibi robotlar bilinçli görünüyordu, çünkü bizim tem­
pomuzda, düzgün hareket ediyorlardı.
E.P. Hız demişken... ışık sesten daha hızlı yol alır, ama beyin belli ki görsel imaj-

94
KİMSE PATRON DEĞİL

ları işitsel algıdan çok daha yavaş işliyor, dolayısıyla mesela on metrelik bir
mesafede ses ve görsel imaj beyne aynı anda ulaşıyor. Sana iki soru sormak
istiyorum: Birincisi, beynin olup biteni yorumlaması için bu eşzamanlılık
mutlaka gerekli mi? Ve İkincisi, fabrikada, yani bedende bir patron olmadı­
ğını anladığımıza göre, bu ışıkla, bu görsel imaj girişiyle, sesin buluştuğu bir
nokta var mı?
Da.D. Sinyallerin buluştuğu birden fazla nokta var. Pek çok nokta var ve bu bu­
luşmalar farklı zamanlarda gerçekleşiyor. Sinyal gelişinin önem arzettiği bir
beyin bölgesi olmadığını anlamamız lazım. Uyarımların “artık hepimiz bu­
rada olduğumuza göre, bitiş çizgisini geçtik ve burada bilinç bölgesindeyiz”
diye uyum içinde davrandığı bir yer yok. İki, on veya iki bin nokta olabilir.
Ve bir olayın ışık bilgisi beynin bir bölümüne ses bilgisi uyarımlarından ön­
ce ulaşır. Uyarımlar başka bir bölümeyse farklı bir düzende ulaşır. Beyin tüm
uyarımları organize edebilir, yeniden düzenleyebilir, işleyebilir; ama kandı­
rılması mümkündür. “Burası bilinç; son merci burası” diyen bir resmî ma­
kam alanı yok. Dolayısıyla, bilinçli algılamada önce hangi sürecin gerçekleş­
tiği şeklindeki soru, cevabı olmayan, yanlış bir sorudur.
E.P. Beyin gözlerine odadaki bir resme bakmasını söylerken, ayak parmağına da
kıpırdamasını söyleyince ne oluyor? Beyinle ayak parmağı arasındaki mesa­
fe, beyinle gözler arasındaki mesafeden daha büyük, dolayısıyla zamanlama
şaşabilir. Beyin ikisini biraraya getirmeyi nasıl başarıyor?
Da.D. Beynin, bu “uyarım” problemine bir çözüm bulmak için çok zamanı oldu
-bütün bir evrim süresi. Ve buldu. Beyin motor sinyaller göndererek hareke­
ti başlatırken, beklenti süreleri de belirliyor. Belli bir süre sonra kimi sonuç­
lar bekleniyor. Mesela, Boston’dan Kaliforniya’daki birine mektup yollar­
san, cevabı ertesi gün beklemezsin, ama hafta sonunda beklersin. Beyin çok
çabuk gelen sinyallerle kandırılabilir ve bu, kendi dahili beklenti süreleri yü­
zünden beyin için anormal bir durum yaratır. Nihayetinde, eşzamanlılık açı­
sından beyni şaşırtmanın tek yolu, beklentilerini boşa çıkarıp iptal etmektir.
Olaylar, beynin beklediği şekilde gerçekleştiği sürece, herşey yolunda demek­
tir.

95
- 1 0 -

Gizli Ben

Oliver Sacks ile Söyleşi


Hatıralarımı, özellikle de canlı, somut ve ayrıntılı olanları temelde
doğru ve güvenilir sanıyordum. Ama büyük bir şaşkınlıkla bazılarının
biç de öyle olmadığını anladım.
Oliver Sacks

Eduardo Punset: Kitaplığın Oaxaca’yla dolu: mutfağı, bitkileri. O axaca’da ne­


yi sevdin?
Oliver Sacks: Oaxaca’ya aslında botanist arkadaşlarımla çiçekli bitkiler ve eğ­
reltilere bakmak için gitmiştim, ama herşeyi ilgimi çekti. Oradaki yemekle­
ri seviyorum.

Oliver Sacks, Albert Einstein Tıp Koleji’nde klinik Nöroloji Profesörü, New York Üniversitesi Tıp
Fakültesi’nde Misafir Nöroloji Profesörü ve l iftle Sisters o f tbe PooVun [Katolik rahibelerce işleti­
len bir düşkünler evinin] Danışman Nöroloğu’dur.

96
GİZLİ BEN

E.P. Eğreltiler. Biz İspanya’da onlara helechos deriz. Helechos tutkun, bu bitkile­
rin milyonlarca yıl yaşında olmasından mı kaynaklanıyor?
O.S. Sağkalım konusunda çok iyidirler. Dinozorlar geldi geçti, ama eğreltiler hâ­
lâ yola devam ediyor. Kendi hayatımda da bir mazileri var; savaştan önce
bahçemiz eğrelti doluydu. Annem eğreltilere bayılırdı.
E.P. Eğreltiler öyle pek de güzel sayılmazlar.
O.S. Çiçeklerin çok renkliliği ve egzotik şekilleri onlarda yok. Kendine özgü, çok
hassas bir güzelliği olan, çok daha basit bir yaşam formu onlar.
E.P. Sağkalım makineleri... ve bunu söyleyen de, nörolojik hastalıklardan kurtul­
manın yollarını kimsenin incelemediği kadar incelemiş biri. Bu tutkuyla ge­
çen onca yılın sonunda ne düşünüyorsun, şu kadim beyin hakkında gerçek­
ten bir şeyler öğreniyor muyuz? Sen ve arkadaşların, Antonio Damasio ile
Joseph Ledoux, yeni bir şeyler keşfediyor musunuz?
O.S. Büyük beyinli bir organizma olan insanoğlu dirençli ve çok yönlü bir varlık.
Bir makine hasar gördüğünde, bunun geri dönüşü olmayabilir. Beynin bir
bölümü hasar gördüğündeyse, çoğunlukla bir başka bölümü aynı işi üstlene­
biliyor. Beyin yüksek rezerv ve plastikiyete sahiptir. Bir işi yapamaz hale ge­
lirsen, beyin, yani sen, aynı işi yapmanın ya da yaklaşık aynı işi yapmanın bir
başka yolunu yaratır veya bulursun. Kişinin —kişiliğin- biyolojik bakımdan
çok dirençli ve her tür hasarı atlatmaya müsait olduğunu da düşünüyorum.
E.P. “Karısını Şapka Sanan Adam”la ilgili açıklamanı, yani muhtemelen en büyük
katkını okurlarımıza birazcık hatırlatalım. Bu bir görsel hafıza kaybı vaka-
sıydı -y a da her ne diyorsan işte. Karısını şapka sanan adamın beyninde ne
oluyor?
O.S. Bu adam, Dr. P., iyi bir müzisyen ve şarkıcıydı. Beyninin görsel bölgeleri bo­
zulmaya başladığı için, insanları ve yerleri görerek tanımakta zorluklar çeki­
yordu. Dinleyince veya dokununcaysa hemen tanıyordu insanları. İşitme ve
dokunma duyusu sağlam kalmıştı, ama abuk görsel hatalar yapmaya başla­
mıştı. Bir keresinde elini şapkasına uzattı ve şapka yerine karısının kafasını
tuttu. Bir anlığına, sonunda benim kitabıma başlık olan bu kaba hatayı yap­
mıştı.
E.P. Bu tür bir yanlışlık karşısında sabırla bir şey elde edilebileceğini düşünüyor
musun? Böyle bir hastaya yardım edilebilir mi?
O.S. Dr. P. elbileselerini bulamıyordu, bir sürü şeyi yapamıyordu. Ama sonunda
görsel tanımadaki yetersizlikleri müzikal tanımayla ikame edebildi. Şarkı
söylediğinde ve görsel ipuçlarını bir müzik parçasına dönüştürdüğünde, kısa
süreliğine normal oryantasyonunu kazanabiliyordu. Aynı görsel problemi
yaşayan bir başka hastayı daha görüyordum, o da yetenekli bir müzisyendi,
ama onun renk duyusu hâlâ çok keskindi. Yolunu yormadımını bulabilsin

97
H AY AT KİTABI

diye, evinde herşey renk, şekil, pozisyon ve benzeşime göre düzenlenmişti,


çünkü onları soyut görsel kavramlarla yeniden sınıflandırmıştı.
E.P. Dünyayı kendine uygun biçimde yeniden kurmuş.
O.S. Bu örnekler beynin adaptasyon mekanizmalarını gösteriyor.
E.P. En kapsamlı beyin hasarlarında kaybedilen en son şey müzik algısı galiba.
Beynin tarih öncesini inceleyen son araştırmalar, müziğin mi, yoksa dilin mi
önce geldiği konusunda bir belirsizlik olduğunu gösteriyor. Dil beynin belli
bir bölgesine yerleştirilmiş, müzikse beynin tamamına yayılmış gibi görünü­
yor. Sence neden beyin ve insanoğlu için bu kadar önemli müzik?
O.S. Çok kritik bir soru. Meslektaşım Steven Pinker müzik için “işitsel peynirli
kek” diyor; lüzumsuz olduğunu kastediyor. Beyne kesinlikle epeyce yayılmış
durumda; perde, ritm ve diğer müzikal unsurlar, hepsi beynin farklı bölüm­
lerince örgütleniyor. Kapsamlı bir hasar olduğunda bile insanlar daima mü­
ziğe tepki veriyorlar. Müzik, dil ve taklidin, sırf insanlarda bulunan, türe öz­
gü üç nitelik olduğunu ve muhtemelen birlikte geliştiğini düşünüyorum. Mü­
ziğimizin hayvan bağırtısı, kuş cıvıltısı veya balina mırıltısıyla kıyaslanabile­
ceğini sanmıyorum; ama yine de sosyal bir arkaplanda, duygusal bir arkap-
landa geliştiği kanaatindeyim. Her kültürde ve her birey için önemli bir yer
tutuyor. Piyanosuz kalsam veya müzik çalamasam delirirdim.
Müziğin büyük bir örgütleme gücü var. Kendi başına hatırlanamayan bir
sahne, müzikle örgütlenince hatırlanabiliyor. Çoğu zaman afazi -dil kaybı-
mağduru olan insanlar, müzik içine yerleştirilince dili hatırlayabilirler. M ü­
zikal sanrı yaşayan insanlar aniden öyle bir canlılıkla müzik “duyarlar” ki,
radyonun açık olduğunu veya yan odada birinin piyano çaldığını sanırlar.
Müziği hayal etmekten farklı bir şey bu, onu algıladıklarını sanıyorlar.
Umulmadık ölçüde yaygın bir bozukluktur. Özellikle işitme kaybından muz-
darip insanlarda yaygındır, ama başka durumlarda da olur. Sanırım insan
beyni müziğe çok çok yatkın -müzikal olmadığı söylenen insanlarda bile.
E.P. Müzikle ilk terapi tecrüben, Uyanışlar [Awakenings ] adlı şu harika kitap,
film ve hikayeyle oldu. Hastanın dünyasını yeniden kurmada müziğin bazı
imkanlar sunduğunu görmüştün.
O.S. Hareketsiz veya donuk hastalar görürdüm, bazıları belki yürümeyi veya tek
bir adım atmayı bile beceremiyordu. Ama dans edebiliyorlardı. Tek bir hece
söyleyemezlerdi, ama şarkı söyleyebiliyorlardı. Müzik bir şekilde, en azından
birkaç dakikalığına, parkinsonlarını aşıp, onlara hareket özgürlüğü veriyor
gibiydi. Herşey değişiyordu; beyin dalgaları değişiyordu. Müzik sayesinde
ciddi bir nörolojik değişim oluyor.
E.P. Neredeyse kimyadan başka bir şey düşünmeyen şu “kimyacı çocuk”un so­
nunda hekim olup, kendini nörolojiye ve hastalarına adaması hep bir merak

98
GİZLİ BEN

konusudur. Kimyadan nörolojiye, senin tabirinle nesnelerden kalplere giden


bu değişim konusunda hep ketum oldun. Bu konuyu düşündün mü?
O.S. Bazan düşünüyorum; aslında mesele ketumluk değil, kafa karışıklığı. Ne ol­
duğunu bilmiyorum aslında. Ama daha fazla deşersem, bir ek kitap, Uncle
Tungsten’a (Sacks, 2001 - “Tungsten Amca”) bir ikinci cilt yazabilirim belki.
Yalnız şurası kesin ki, benim için ilk olan objeler dünyasıydı, ama bitkiler
dünyası da erken yaşlarda çok önemli hale gelmişti. Herşeyden önce bitkiler
canlı ve birer organizma. Bitkilere bir yakınlık duyuyorsun, muhtemelen bit­
kiler sana yakınlık duymasa da. Daha sonra zoolojiye ve insan dışındaki hay­
vanlara ilgi duydum. Ve sonunda insanoğulları ilgimi çekti. Maddeye (kim­
yasallara, fiziğe, nebata) ilişkin eski merakım hâlâ içerde bir yerlerde. Bu ağır
ilerleme evrimin kendi ilerlemesine benziyor. Dünya başlangıçta inorganik
bir kütleydi, sonra hayvanlarla bitkiler ve sonunda da insanlar türedi. Bazan,
“kimya tercihim geleceği olmayan bir ilk yönelim miydi?” diye düşünüyo­
rum. İnsanın belki arasıra yeni bir yön belirlemesi lazım. Altı yüz milyon yıl
önce Ediacara biota denen çok acayip organizmalar vardı, bazıları hayvan­
lara benziyordu, ama sağ kalamadılar. Neredeyse hiç izleri kalmadı, hepsi
ölüp tükendi.
E.P. Ama güzeldiler.
O.S. Evet, çok güzeldiler. Bazı paleontologlar Ediacara ’dan evrimin başarısız bir
denemesi olarak sözediyor. Belki kimya benim Ediacara’mdı, belki vazgeçil­
mez önşarttı. Ama kimya, hatta tarihi ve kişiliği beni her zaman büyülemiş­
tir. Mesela tungsten en sevdiğim elementti. Metalik tungstenin 1780’lerde Is­
panya’da iki Basklı kardeş, Juan-Jose ve Fausto Elhuyar tarafından keşfedil­
diğini bilmek benim için önemliydi. Bilimin kendisi kadar, bilimle teknoloji­
nin insani yanını da hep merak etmişimdir.
E.P. Tungstenden söz etmişken, şurada iki ağırlık görüyorum.
O.S. Kağıt ağırlıklarım biriktiriyorum; onları kimyasal elementlerden yaptırdım,
neredeyse hepsi var. Bu sıradan bir kağıt ağırlığı ve bu da tungsten ya da vol­
fram. Yoğunluğu hoşuma gidiyor. Belki bu silindir bir milyon yıl sonra hâlâ
ortalıkta olacak. Sağ kalabilir; insan veya bitki veya kimyasal element olsun,
sağ kalanları seviyorum.
E.P. Amerikalı büyük bir fizikçi söylemişti: insanlar önde bir ağaç ve geri planda
biraz kaya bulunan bir resim görünce, ağacın yokolup sadece kayaların ka­
lacağını düşünürmüş genelde. Ama kaya bile, tungsten bile yokolabilir. Yo-
kolmayacak şey yaşam. Hoş bir fikir, değil mi?
O.S. Yaşam çok dirençlidir. Muhtemelen dört milyar yıl gibi uzun bir zaman ön­
ce başladı, Dünya’da sıvı su ortaya çıkınca ve ısı uygun seviyeye düşünce. Y a­
şayan ilk organizmalarla aynı DNA’yı paylaşıyoruz. Tabii kayalar hava ve­

99
H AYAT KİTABI

ya fiziksel koşullarla aşınabilir, ufalanıp çözülürler, ama yaşamda devamlı­


lık var, genetik mesaj yeni nesle aktarılıyor. Genlerini, DNA’sını aktarıyor
yaşam. Atalarımız bizi birbirimize ve dört milyar yıl önceki ilk atamıza bağ­
lıyor. Tungstenin yaşamınki gibi ataları yok, ama atomu yoketmek de güç.
İlk kimlik, bir anlamda, atomlardır, dolayısıyla tungsten her zaman tung­
stendir, her zaman belli bir atomdur. Benim ilgim hep kimliğe yönelik oldu.
Tabii genetik kimlik ve sonra şahsi kimlik ilgimi çekti. Yani belki de benim
tüm entelektüel ve duygusal yönelimim kimlikle ilgiliydi.
E.P. Doğru, evet. Çocukluğundan beri kimyasal elementlerle, temel elementlerle
ilgiliydin. Büronun her yerinde hep elementler tablosu örnekleri var, hep ak-
lındalar, gittiğin müzelerdeler.
O.S. Banyoda asılı duran elementler tablosunu söyleyeceksin sandım. Onu görme­
din mi?
E.P. Evet, gördüm; film ekibimden biri, hayatında ilk kez banyoya asılmış bir ele­
mentler tablosu gördüğünü söyledi!
O.S. Yatak odama gitse yatağımda koca bir elementler tablosu görürdü. Buna
“elementler altında uyku” diyorum. Yorganım eksiksiz bir elementler tablo­
suyla süslüdür.
E.P. Seni evrenin genişlediği kaosta bir tür düzen bulunduğuna mı inandırmıştı?
O.S. Evet, sanırım epeyce. Savaş sırasında, çocukken, benim kuşağımdaki çoğu in­
san gibi Londra’dan, ailemden uzağa gönderildim. Gönderildiğim okul kaos
ve zalimliğin hüküm sürdüğü bir yerdi, hiçbir şeye ve hiç kimseye güvenile-
mezdi ve herşey tam bir belirsizlik içindeydi. Londra’ya geri döndüğümde,
tungstenden filamanlar ve ampüller yaptığı için Tungsten Amca dediğimiz şu
amca karşıma çıktı. Beni tungsten, kimya ve elementler tablosuyla tanıştırdı.
Evrende bir düzen olduğu yolundaki duyumu ondan aldım. Söylediğin gibi,
inanabilmek için belki de elementler ve davranışlarının ve kimyasının nispe­
ten kestirilebilirliğine, güvenilebilirliğine ihtiyacım vardı. Tungstene dokun­
mayı hâlâ seviyorum; sağlamlığı çok hoşuma gidiyor.
E.P. Harika. Sen ve diğer nörologlar büyük bir katkı yaptınız, revizyonist bir kat­
kı, mesela hatırayı sadece günlük tecrübelerin korteksteki bir tür kaydı sayan
geleneksel yaklaşımı asla kabul etmedin sen. Düşündüğün şey tam olarak ne?
O.S. Hatırayı bir tür kayıt veya fotoğraflamayla kıyaslayan geleneksel anlayışı
muhtemelen kabul ettim. Ama yaklaşık yirmi yıl önce farklı bir şekilde de­
ğerlendirmeye başladım, kişinin kurguladığı bir şey olarak düşündüm; insan
hatırayı farklı unsurlardan oluşturuyor, asla aynı kalmayan unsurlardan.
Otobiyografim Uncle Tungsten çerçevesinde bu konuya biraz değiniyorum.
Bu kitapta, altı yaşında küçük bir çocukken Londra’da patlayan bombalara
ilişkin iki canlı hatıradan sözediyorum. Bir tanesini kitap yayınlandıktan

IOO
GİZLİ BEN

sonra abime anlattım. Onaylayıp tamamen aynı şekilde hatırladığını söyledi.


Ama arka bahçemizdeki bombalara ilişkin diğer hatıra için, “Sen bunu hiç
görmedin ki” dedi. “Nasıl hiç görmedim?” dedim. “O zaman uzaktaydık”
diye cevap verdi. “Ama şu an görebiliyorum!” dedim. Bombanın patlayışını
görebiliyordum, kardeşlerimin su kovalarını getirişini ve bombanın sıcak
metali fırlatışını görüyordum. “Nasıl oluyor da şimdi görebiliyorum?” diye
sordum. Ve abim, büyük ahimizin bize bir mektup yazdığını, çok canlı bir
mektup yazdığını ve oradaki tasvirin beni çok etkilediğini söyledi. Farkında
olmadan, sahneyi onun tasvirine dayanarak kurmuştum zihnimde. Sonra da
sahiplenmiştim. Şimdi entelektüel anlamda bunu biliyorum, ama yine de,
gerçek hatırayı sahte olandan ayırdedemiyorum. İkisi de birbirine benziyor
ve sanırım bu durum, insan hafızasının ve insan tahayyülünün hem gücünü,
hem de zayıflığını gösteriyor. İnsan çoğu kez nereden geldiğini bilmeden ba­
zı şeyleri uyduruyor.
E.P. Geçenlerde yazdığın bir makalenden alıntılıyorum: “ Hatıralarımı, özellikle
de canlı, somut ve ayrıntılı olanları temelde doğru ve güvenilir sanıyordum.
Ama büyük bir şaşkınlıkla bazılarının hiç de öyle olmadığını anladım.” Bey­
nin evrimine ilişkin görüşümüzle ilgili mi bu?
O.S. Şu an biz beyindeki ağlar aracılığıyla düşünüyoruz. Ağın bir bölümü iflas
ederse, bir başka bölüm devreye girebiliyor. Ama beyindeki ağlar kültürel
ağa da uzanıyor ve hafızamızın epeyce bir bölümü haricileşmiş durumda. Bü­
romdaki tüm kitaplar, tüm kayıtlar, radyoda duyduğum herşey, bir insanın
tüm kültürü harici hafızadır, insan bunu kendi bünyesine dahil eder. Büyük
bir güç verir bu, çünkü bizi yaratan sadece kendi tecrübemiz değil, kültürü­
müzdeki herşeydir. Ve bir hatıranın kaynağından her zaman emin olmuyo­
ruz. İyi bir meslektaşım hafızanın kırılgan gücünden dem vurur. Bir hadise­
yi aynı şekilde anlatacak iki kişi yoktur. T anıklar bir suça ilişkin farklı hika­
yeler anlatırlar. Hiçbiri yalan söylüyor değildir; ama hepsinin kendi çağrı­
şımları ve kendi duyguları var. 1890’larda Freud pek çok hastasının çocuk-
lükta uğradığı cinsel tacizlere ilişkin tasvirlerini duyunca şaşırmıştı. Önce
tüm bunları kelimesi kelimesine tarihî gerçek saydı, sonra zaman zaman “bu
anlatımlara hayal gücü veya fantazi karışmış olabilir mi?” diye düşünmeye
başladı. Uzaylılarca kaçırıldıklarını veya bir uzay gemisine alındıklarını an­
latanlar da var mesela.
E.P. Nasıl oluyor da, bir hasta ayağının kendi ayağı olmadığı ve bu şeyi birinin sa­
ğa sola ittiği hissine kapılabiliyor?
O.S. Bu hisse kapılmak çok kolay. Bunu bizzat yaşayıp yazıya da döktüm ve yani
evet, beni hayrete düşürmüştü. 1974’de bir kaza geçirmiştim. Dağ yürüyü­
şünde düşüp, bacak kaslarımla sinirlerini fena halde zedelemiştim. Ameliyat

IOI
H AYAT KİTABI

olmam lazımdı ve bacağım kalıba alındı. Ama sonra tuhaf bir şey oldu, ame­
liyattan iki gün sonra, hasta bakıcı kapıdan baktı ve odama dalıp “Dr. Sacks,
dikkat edin, yoksa bacağınız yataktan düşecek” dedi. Ben de “Nasıl düşecek?
Önümde duruyor!” dedim. O zaman “Hayır, ayağınız yarı yarıya yatağın dı­
şında” dedi. “Bak, kendi ayağımın nerede olduğunu bilirim heralde, değil
mi?” dedim. “Evet, bilmeniz lazım” dedi. “Tamam, biliyorum işte” dedim.
“Bakın” dedi. Ve ben de baktım. Plaster kalıbındaki ayağım ben uykudayken
yarıya kadar yataktan sarkmıştı.
E.P. Ve sen bunu bilmiyordun?
O.S. Hayır, bilmiyordum. Bu durum şu gerçeğe dikkat çekiyordu: bacağımdan ar­
tık bir uyarı veya bilgi almıyordum ve dolayısıyla onun nerede olduğu veya
doğrusu varolup olmadığı kesin bilgim dahilinde değildi. Vücudumuzdan
beynimize gelen sürekli bilgi akışına tabiyiz. Bu bilgi bir şekilde kesilirse ...
A Leg to Stand On [“Üzerinde Durulacak Bir Bacak”] adlı kitabımda yarı şa­
kayla söylediğim gibi, omuriliğine anestezi uygulandığındakine benzer bir
durum yaşanır, bunu yaşamış okuyucular ne dediğimi anlayacaktır. Omuri­
lik anestezisi uygulanan biri aniden gövdede sonlandığım hisseder. Gövdenin
alt bölümü -ik i bacak- onun değildir. Ona eklenmiş ama onun olmayan,
acayip bir anatomik model gibidirler. Yaşamayan bilmez.
E.P. Bu son söylediğin feci bir şey; ancak beyinle vücudun o bölgesi arasında ile­
tişim olduğunda hissediyorsun vücudunun varlığını. Aksi halde yokmuş gi­
bi, değil mi?
O.S. Eski bir öğrencim Jonathon Cole bu konuda güzel bir kitap yazdı. Vücudun
uzamdaki konumuna ilişkin hissi tamamen çekip alan bazı durumlar -kim i
zaman enfeksiyonlar- var. İnsanı önce tamamen kötürüm haline getirebili­
yor: oturamazsın, uzuvların her yana saçılmıştır. Neredeyse felçten beterdir.
Ama sağkalımdan, kurtuluştan bahsediyoruz. Dr. Cole’un on dokuz yaşın­
daki hastası yüzünden aşağısını hissetmiyordu. Ama şimdi ayakta durabili­
yor, araba sürebiliyor, herşeyi yapabiliyor, nörolojik bir iyileşme olmadığı
halde. Bu işleri gözlerini kullanarak ve planlamayla yapıyor. Harika bir
adaptasyon örneği.
E.P. Uğraşının beni büyüleyen bir yönü var. Yazmaya çok erken yaşta başladığı­
nı biliyorum ve Picasso’nun resim yapması gibi, yazmayı hiç bırakmadığın
anlaşılıyor. Tonlarca sayfa yazdın. Bir zamanlar, seni eskiden tanıyan biri,
böyle durmadan yazma biçiminin adeta gayri-insani bir şey olduğunu söyle­
miş. Sende hayata karşı bir sevgi ve muhabbet görmediğini ileri sürmüş, ki
geç dönem çalışmalarında çok bariz görülen bir şey bu. Uyanışlar’ı okuyun­
ca sana mektup yazıp, açık açık, artık gayri-insani bir yazı makinesi gibi bir
şey olmaktan çıktığın için çok sevindiğini söylemiş. Ne oldu?

102
GİZLİ BEN

O.S. Şurası kesin, on iki veya on dört yaşından beri yazmak benim için bir ihtiyaç
-yaşantıyı yazıda daha derinlemesine keşfetmem gerekiyor. Günlükler tut­
tum, neredeyse son altmış yıl sürekli yazdım. Biri saymıştı, sanırım şu an 650
günlüğüm var. Çoğunu kimse okumadı. Başlangıçta O axaca’dan söz etmiş­
tik. Oaxaca Journal [“Oaxaca Günlüğü”] adlı kitabım aslında geniş çapta o
yolculuğa ilişkin günlüğümden alınmadır.
E.P. Burada İspanyolca baskısı var.
O.S. Günlük tutmak benim için vazgeçilmez bir faaliyet. A Leg to Stand On’dan
söz etmiştin. O kitap o günlerde tuttuğum çok ayrıntılı bir günlükten doğdu.
Hasta tarihçeleri de kısmen günlükler gibidir. Demin çok iyi bir arkadaşım­
dan söz ettin, yetenekli şair Thom Gunn’dan; kendisi ne yazık ki bu yılın baş­
larında öldü. İkimiz de 1930’larda Londra’nın aynı bölgesinde doğduk.
1960’larda West Coast’ta karşılaştığımızda, yazım yüzünden hem heyecanlı,
hem de dehşete düşmüş bir haldeydi. Bazı bakımlardan epey yetenekli oldu­
ğumu, ama soğuk ve analitik bir şeyin beni kısıtladığını düşünüyordu. Her-
neyse, Uyanışlar’m kendisi için bayağı hoş bir sürpriz olduğunu, hatta şaşı­
rıp kaldığını söyledi. Dediğine göre, önceden en eksik olan şeyler, yani sıcak­
lık, muhabbet ve sempati, şimdi bu kitabın özünü oluşturuyordu. “Neden”,
diye sordu? “Aşık mı oldun? Psikanaliz sayesinde mi? Aldığın haplar sayesin­
de mi? Yoksa sadece doğal gelişimin mi?” Bu aklıma takıldı. Mektubu hep
yanımda gezdiriyordum ve sonunda haklı olduğunu anladım, cevap yukarı-
dakilerin hepsi.
E.P. Demin Picasso’dan söz ettik. Picasso’nun bu kadar iyi resimler yapmasının
bir nedeni, çok resim yapması, çok sık yapması, aslında hiç durmadan yap­
ması. Kalite ve mükemmeliyet için çok çalışıp çok düşünmek önemli mi?
Sence öyle değil mi? Yoksa sence, senden farklı biri, tek başına kalıp öyle se­
nin gibi sürekli yazmayan biri, aniden gelen bir ilhamla müthiş bir şey yaza­
bilir mi?
O.S. Sanırım bu bazan oluyor ve bazan da yaşlılıkta oluyor. Amerikalı Grandma
Moses mesela, yetmişlerinde aniden resim yapmaya başlamıştı. Ve önceden
daha zayıf eserler verip, muhtemelen daha sonra açılan, kendini keşfeden
besteciler var. Ben hem çabuk gelişen hem de ağır gelişen biriydim, hem er­
ken hem geç. Sanırım kimya bir erken gelişimdi, bu bakımdan erken-büyü-
müş biriyim heralde. Ama bu gelişimin neye yol açtığı belli değil. Çok daha
yavaş, derin bir gelişim gerekliydi, ki sonradan bu oldu. Daha yavaş ve derin
olmalıydı, çünkü insanlar kimyasallardan çok daha karmaşıktır. Ama sanı­
rım, nicelik de önemli. Altı veya yedi yüz günlük tuttuğumdan söz etmiştim.
Çok azı yayınlandı. Çok azı yayınlanmaya değer. Yayınladığım tek günlük
Oaxaca Journal. Uncel Tungsten için orijinalinde iki milyon kelime yazmış-

103
H AYAT KİTABI

tim. Kitap yüz bin kelimeye sığdırıldı. Çok, pek çok şey yazıyorum. Yüzler-
ce hasta tarihçesi yazdım, ama bunların yüzde 5’ten azını yayınlamaya çalış­
tım. Bazan bu tip şeyleri yayınlamanın yakışıksız veya belki incitici olacağı­
nı hissettiğim için. Bazan da bitiremiyorum; bu meseleyi nasıl halledeceğimi
bilmiyorum ve dolayısıyla da sonunda azıcık bir yazı gün yüzü görüyor. Bu
azıcık şey sürekli kaynayan büyük bir kazandan çıkıyor; yüzerken bile kay­
nıyor kazan. Aslında özellikle de yüzerken kaynıyor. Çünkü yüzmeyi çok se­
viyorum ve zihnimi onun gibi çalıştıran başka bir şey görmedim.
E.P. Atalarımız balıktı__
O.S. Evet. Thom Gunn’ın ilk şiir kitaplarından birinin adı The Sense o f Move-
m en f tıv [“Hareket Hissi”]. Düşünmek hareket etmek demektir. Her tür ha­
reketi çok önemli buluyorum.
E.P. Hangisini tercih ediyorsun, gaz lambasını mı, yoksa yüksek basınçlı modern
ampülleri mi?
O.S. Güzel, hafif sarımtırak ışıklı gaz lambalarına karşı derin bir nostaljim var.
Yüz yıl önce gazın mı, elektriğin mi galip geleceği belli değildi. Bizim Lon­
dra’daki evimizde olduğu gibi, o zaman yapılan evlerde elektriğin yanısıra
gaz lambaları da vardı. Ama sevdiğim başka ışıklar da var, mesela sodyum
ışığı. Altın sarısı sodyum ışığı ilk 1940’larda çıktı. Kimileri nefret ederdi, çün­
kü sodyum ışığında dünya tek renge bürünür, ama ben onun altın ışığını çok
seviyorum. Hatta mevcut birkaç sodyum ev lambasından biri de bende, ay­
dınlatma endüstrisinden bir arkadaş vermişti. Sodyum en sevdiğim element­
lerden biridir ve turuncu-altın ışık da en sevdiğim renk.

104
- 1 1 -

Karanlığa Kapatılmış

Rodolfo Llinâs ile Söyleşi


Biz insanlarda iç-iskelet, kabuklu deniz hayvanlarındaysa dış-iskelet
var.... Fark devasa.
Rodolfo Llinâs

Bazı insanlara göre beyin evrendeki en mükemmel organ, diğerlerine göreyse


çapraşık, gelişigüzel bir evrimin tesadüfi bir yan ürünü.
Artık zihnin sıkıca beyne demirlenmiş olduğunu biliyoruz. Duygularımızı
' önlendiren limbik sistemle bilinci kontrol eden neokorteks [bölüm 12] arasında
çetrefil ve çoğu kez fırtınalı bir sinaptik iletişim olduğunu anlayabiliyoruz ve bu­
nu Duygusal Beyin ’in [The Emotional Brain\ yazarı Joseph Ledoux’ya, onun

Rodolfo Llinâs, New York Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Fizyoloji ve Nöroloji bölüm başkam ve
Thomas ve Suzanne Murphy Nöroloji Profesörü’dür.

I05
HAYAT KİTABI

araştırmalarına borçluyuz. Dünyanın her yanında şirketler, “duygusal zeka” üze­


rine profesyonel seminerlere katılmaları için, en üst düzey yöneticilerine ek öde­
nek sağlıyor. Bu yaklaşım Daniel Goleman’ın önermelerine dayanıyor ve buna
göre, duygulan bilinçle daha iyi kontrol etmek mümkün, en azından altmış bin
yıl öncesine kıyasla.
Ama ne var ki, kimse etrafımızdaki çarpıklıkları unutmamızı sağlayamadı ve
o çarpıklıklar vücut enerjimizin yüzde 20’den fazlasını tüketen bu organın icraat­
ları nedeniyle oluştu. “Onları eylemlerinden bileceksin”12 sözü doğruysa, beyne
ilişkin bilgimiz belirsiz demektir. Bizi biyolojik kontrol çağma, evreni kontrol et­
me çağına taşıyabilecek bilimsel ve teknolojik ilerlemeler, maalesef, kendine ait
saydığı genleri, bölgeleri ve zürriyeti savunmaya kararlı bir beyin tarafından dikte
edilen ırk, cinsiyet veya dine dayalı ipe sapa gelmez şiddet ve ayrımcılığı durdur­
maya yetmiyor.
Bu besbelli anormal beyni oluşturan evrimsel kalıntılar hâlâ mevcut. Fizyolog
Jonathan Miller, Rönesans ruhuyla, dikkatimizi şu ürkütücü gerçeğe çekiyor:
tüm bedensel uyarımlar ve duyguların doluştuğu beyin meclisinde kalp, karaciğer
ve böbrekler gibi önemli organlar temsil edilmiyor ve bunun tek nedeni, omurgalı
evriminin başında şu ankinden farklı yerlerde bulunmaları. Bu yüzden, kalp san­
cısı çekerken, basbayağı kalbimiz ağrırken, kalbin şu an bulunduğu orta-sol gö­
ğüs bölgesinde değil de, kolda, boyunda ve sırtta hissedilir ağrı. Bir böbrek taşı
idrar yolunda hareket etmeye başlayınca, ağrı belden penis tabanına kadar uza­
nır. Jonathan Miller bu ağrıları, eski halimizin “arkeolojik kalıntıları” diye isim­
lendiriyor. Gemi kumandasının beyinde olduğunu düşününce, hem otonom sü­
reçlerle solumaya ilişkin, hem de taşınmak veya partner değiştirmek gibi ihtiyari
ve bilinçli süreçlere ilişkin tüm yetkinin bu direngen evrimsel yan üründe olduğu­
nu düşününce insan şaşırıyor.
Beynin, istedikleri yere gidebilsinler diye hareketli hayvanları yönlendirmek
gibi çetin bir görevi var ve bu çetin görevi yerine getirmek için aşması gereken en­
gelleri en iyi açıklayan kişi de New York Üniversitesi Tıp Merkezi’nden Profesör
Rodolfo R. Llinâs’tır.

Eduardo Punset: Eğer programlayan bir şey varsa, bu beyindir. Ama beyin pek
bir şey bilemez, çünkü içeri kapatılmış, nüfuz edilemez ve gizemli bir organ.
Vücut yapımız deniz kabuklularının tam tersi diyorsun. Bizim yumuşak ta­
raflarımız dışta, içerideyse omurga, iskelet ve beyin var. Omurga-öncesi ata­
larımıza kıyasla içi dışına çıkmış gibiyiz.
Rodolfo Llinâs: Evet, ama bu durum gerçek, mecaz değil. Gerçekten oldu. Bir

12 Incil’e gönderme.-çn

106
K A R A N LIĞ A KAPATILM IŞ

yengece bakınca, bir kabuğu olduğunu, kıskaçlarını oynattığını görürsün,


ama vurduğunda ele sert gelir. Ama bir ineğe vurursan, yumuşak olduğunu
görürsün, içeride kemikler olduğunu hissetmek için biraz bastırman gerekir.
Yani biz insanlarda iç-iskelet, kabuklu deniz hayvanlarındaysa dış-iskelet
var —dışta iskelet ve içte yumuşak kısım. Fark devasa. Zeki bir yengecin “Na­
sıl hareket ediyorum?” diye düşündüğünü hayal et. Bu durumu esrarengiz
bulurdu, çünkü yumuşak kısmı içte. Bize esrarengiz gelmiyor, çünkü yumu­
şak kısım dışta ve ona dokunabiliyoruz: tendonlarımıza dokunuyoruz ve ha­
reket bize gizemli bir şey gibi görünmüyor.
E.P. Sadece ihtiyaç duyanlarda beyin olduğunu söylüyorsun. Bitkilerde sinir siste­
mi yok.
R.L. Doğru. İnsanlar beynin birdenbire ortaya çıktığını sanıyor. Bu doğru değil.
Bu hale gelmesi 650 milyon yıl sürdü. Süreç şöyleydi: iki milyar yılı aşkın bir
süre boyunca mikroskopik düzeyde kalan tek hücreli organizmalar bir şir­
ket, yani bir hayvan oluşturdular, çünkü böylece büyük avantajlar sağlaya­
caklardı. Sonra, daha büyük şeylerle etkileşime girebilecek bir sistem yaratıl­
dı. Ve böylece birbirine taban tabana zıt iki hayat felsefesi doğdu. Bir yanda
bitkilerin felsefesi var; bizim gibi dolaşım sistemleri olan canlı varlıklar, ürü­
yor ve ölüyorlar. Ama hareketsizler. Bilfiil hareket etmiyorlar. Yangın çıkın­
ca ağaçlar kaçıp gitmez, ama ağaçlardaki maymunlar kaçar. Hareketsizliğin
felsefesidir bu: Hareket etmeden sağ kalmanın asgari gereğini yerine getiri­
rim. Diğer yanda da diğer felsefe var, hareketinki. Ama hareket edebilmek
için sinir sistemine muhtaçsın. Sinir sistemi bu yüzden ortaya çıktı, hareket
etme ihtiyacı yüzünden türedi.
E.P. Beyin aslında bu hareket eden canlı organizmalarla ortaya çıktı?
R.L. Evet, kasti hareket kabiliyetine sahip organizmalarla.13 Bir yere gitmek veya
bir pozisyon almak istiyorum. Mesela ağaçlar rüzgarla ya da güneşin pozis­
yonunu değiştirmesiyle hareket eder, ama hayvanlar dış dünyada hareket et­
mek zorunda ve dolayısıyla neye yaklaştıkları veya neden uzaklaştıklarına
dair, çok ilkel de olsa, bir imgeye muhtaçlar. Kendilerini yiyecek bir insanın
veya hayvanın ağzına doğru gidiyor olabilirler mesela. Dolayısıyla, içerde
basit bile olsa bir dış dünya imgen yoksa, hareket çok tehlikelidir. İşin püf
noktası bu.
E.P. Ve böylece beyin ortaya çıktı.
R.L. Evet, hareketi öngörmek için sinir sistemi gerekli.
E.P. İç bağlantıları sonradan kurulan, ama dış gerçekliğin, tıpkısı değilse de, tak­

Organizmalarda kasti hareket kabiliyetine -v e bazan etkileyici davranış repertuarlarına- dayalı devinim, irade
ve bilinç ortaya çıkmadan önce, tüm hayvanlardan önce gelişti. Beyin bir yana, sinir sistemi diye bir şey olma­
dığı halde, birçok protist ve prokaryot bağımsız tek hücredir, tamamen canlıdır ve çevresine tepki verir.—LM

107
H AYAT KİTABI

lidi imgeler üretme kabiliyeti olan bu cihazın ilk prototipini hangi organizma
yarattı?
R.L. Bu hipoteze uyan hayvanı, yani sinir sisteminin oluşumundaki eksik halkayı
arayacaksak, deniz dibinde yaşayan, deniz fıskiyeleri denen bazı hayvanlara
bakmakta fayda var. Şişe gibidirler, çok ince derileri vardır; bazan çok çeki­
ci mavimsi bir renkte olur. Tek yaptıkları, suyu içlerine çekip bir filtreyle dı­
şarı atmak. Su için bir giriş, bir de çıkışları var, o kadar. Bu minimum siste­
min bir beyne ihtiyacı yok, sadece basit bir su pompasını harekete geçiren il­
kel bir sindirim beynine ihtiyacı var. Suyu nerede arayacaklarını veya dışarı­
da ne olduğunu bilmeleri de gerekmiyor, çünkü suyla kaplılar. Üreme aşa­
masında akıllı bir döl oluşturuyorlar ki işte bu çok sıradışı bir şey. Hemen
hemen tüm bitkiler milyonlarca tohum üretir, ama çoğu ölür ya da yeşermez.
Deniz fıskiyelerinin dölüyse kurbağa yavrusu gibi bir larvadır, ışığı alabilir.
Yukarıda veya aşağıda, nerede olduğunu bilir. Bir başka deyişle, ışığa ve do­
kunmaya duyarlı bir sistemleri var ve de çok kısa bir süreliğine dış dünyayı
anlama imkanları. Deniz fıskiyesinin larvası bilfiil hareket eder ama sadece
bir saat yaşar, çünkü bir saatte pil tükenir. Sindirim sistemi yoktur. Yumur­
tadan yumurta özüyle çıkar ve yavaşça ölürken onu emer. O bir saat süresin­
ce yerleşip tutunacağı bir yer bulmak zorundadır. O yeri bulunca da oraya
tutunur, başını içeri sokar ve kendi beyniyle kuyruğunu emer, çünkü artık
bunlara ihtiyacı yoktur.
E.P. Bir kez yerleşip kalıcı bir iş bulunca, Ciona intestinalis gibi, deniz fıskiyeleri
gibi davranan insanlar var.
R.L. Ve bu, zeka ile hereket kabiliyeti arasındaki ilişkiyi gösteriyor. Evrim sürecin­
de bazı yaşam formları sindirim sistemi geliştirdi ve böylece evreni keşfetme­
ye koyulabildi. Ve o yaşam formu biziz, yani omurgalılar.
E.P. Geleceği biraz öngörebilme ve programlama ihtiyacı duyunca neler olduğu­
na bakalım. Bu daha karmaşık bir organizma mı gerektiriyor?
R.L. Tabii. O zaman hayvanlarda kafa ortaya çıkıyor. Kafa nedir? Hareket eden
hayvanlarda kafa önde giden bölümdür. Çünkü bütün yeni şeyler önden ge­
lir, ileri doğru giderken gözler öndedir. İşitmeye ve evreni algılamaya yöne­
lik bütün araçlar, enformasyon nereden geliyorsa oradadırlar. Böyle olunca
dış dünyaya çok daha hızlı tepki verebilirsin.
E.P. Ve bunun için, bu cihazın dışarıda olup biteni içeride temsil edebilmesi lazım
—tıpatıp değilse bile.
R.L. Tabii. Vücudun içi duyu delikleri bulunan kapalı bir sistemdir. Sinir sistemi,
genetik hafızaya ve duyuların yakaladığı şeylere dayanarak, dışarıda ne ol­
duğuna dair bir fikir edinmek zorunda. Bu değişkenler aracılığıyla sadece içe­
ride varolan bir iç halet yaratır. Mesela elmanın kırmızılığı sadece içeride yu­

108
KARANLIĞA KAPATILMIŞ

varlaklıkla, temas hissiyle, tat ve kokuyla harmanlanır. Bunlar sinir sistemin-


ce oluşturulur. Dünyayı başka şekilde hayal edemeyiz, çünkü böyle oluştur­
duk. Birçok şeyi görmüyoruz: bize nüfuz eden televizyon sinyallerini, radyo
dalgalarını, radyoaktiviteyi. Sadece bizim için önemli olanı görüyoruz.
Önemli olmayan herşeyi ihmal ediyoruz.
E.P. Bir elma nasıl sadece beyinde varolabiliyor?
R.L. Bu böyle; sinek olsan, bir elmayı atın gördüğünden tamamen farklı bir şekil­
de görürdün. Oluşturduğumuz içsel imge elmanın bizim için ne ifade ettiği­
ne bağlı ve o kadar ki, diğer hayvanlar için farklı değerler ifade edebileceği­
ni dahi hayal edemiyoruz. Beyin olmazsa elma da olmaz, onları tanıyamayız.
İşin asıl enteresan yanı sistemin kapalı olması. Uyuyunca çok ayrıntılı rüya­
lar görüyorum, müzik ve renkler eşliğinde varolmayan şeyler görüyorum.
Dolayısıyla gerçekliği kuran bazı parçaların içimde olduğunu biliyorum. Eş­
yayı işlevsel hale getiriyorum. Sistemin kapalılığını gösteren gerçek şu ki, dı­
şarıda hiç varolmayan bir şeyi düşünebilir, icat edebilir ve sonra da yapabi­
lirsin.
E.P. Bir örnek ver.
R.L. Dünyanın dönüşüyle aynı özellikleri (minyatür ölçekte) sergileyen bir aygıt
hayal ediyorum. Buna saat deniyor, çok tuhaf bir aygıt, zamanı tamamen
farklı bir düzlemde gösteren, yani belli bir anda Güneş ile Dünya’nın pozis­
yonlarını gösteren bir metal parçası. İnsan alemi dışında böyle bir şey yok.
Bunu düşünüp yapabilecek bir cihaza ihtiyacımız olduğundan, sinir sistemi­
miz böylesi bir gelişim seviyesine ulaştı ve artık hayallerimizi gerçekleştirebi-
liyoruz.
E.P. Kitaplarından birinde çok güçlü elektrik fırtınalarından söz ediyorsun. Dışa­
rıdaki bu uzak hadiseleri -veya bir rüyayı- kurgulayabilen bir cihazın nöron­
lar arası iletişime ihtiyacı var. Bazan ritmik salınımların çok ötesinde, patla­
malarla gerçekleşiyorlar. Buna uyum diyorsun, ritmik bir şekilde uygun
adım ilerleyen bir ordu gibi.
R.L. “Gol!” diye bağırıp masaya vurduğumda, ağzım ses çıkarırken, aynı anda ko­
lum da hareket edip masaya enerji aktarıyor. Tek bir anda işlevsel bir durum
yaratılmış oluyor. Parçaları ardı ardına sıralayamam. O an beynin içini göz-
lemlesen, aynı anda “Gol!” diyen milyonlarca hücre görürsün, stadyumdaki
seyirciler gibi. Kafanın içinde aynı anda harekete geçen milyonlarca hücre
düşün.
E.P. Bilinç. Yaşamın bir sistem olduğunu söylüyorsun—
R.L. Evet, bir mitokondriyum veya bir hücre kendi başına canlı değildir, yaşam di­
ye tanımladığımız vasıflara sahip olan şey sistemdir. Bisikletin prensibidir
bu. Bisikletin ruhu sistemindedir, lastikte veya gidonda değil.

109
H AYAT KİTABI

E .P . Ama bu sistemin faaliyetlerinin yüzde 90’ı otomatik. Ya gerisi?


R.L. Biz insanlar beyinsel hayvanlarız. Tek başına sağkalım yeteneğinden yoksun
olarak, çıplak olarak doğuyoruz. Ölürken de aşağı yukarı cenin biçiminde-
yiz. Hep çocuk gibiyiz. Hayvanlar alemi içinde gücümüzü ölçersek, sıfırın al­
tında olduğunu görürüz. Tavuklar nerdeyse bizden daha hızlı koşuyor. He­
men hemen bütün hayvanlar bizi koşuda geçer. Yüksek fiziksel güç yerine,
sorunları hareket etmeden düşünüp çözmek için karşılıklı etkileşime dayalı
yeni bir sistem geliştirdik. Beynin içinde pek çok muhtemel çözüm ele alınır
ve en iyisi uygulamaya konur. Sinir sisteminin böyle bir kabiliyeti var, ama
düşünmek zorunda kalmadan soluyabilmesi, sindirebilmesi veya hareket
edebilmesi lazım. Bunu otomatik, bitkisel beyin hallediyor. Ve yeri beyin sa­
pıyla hipotalamustur. Diğeri, bilinci yaratansa, kortekstir.
E .P . Ve o en yenisi, en son gelişeni.
R.L. İki büyük sistem var: biri daha ilkel, tutkularınki; acı, her tür tutku, kıskanç­
lık, tembellik, şehvet, açlık ve duygular. Bu müzakereye açık değil. Birini ya
seversin ya da sevmezsin, bir şey sana ya zevk veriyordur, ya da vermiyordur
-sürüngendeki gibi. Gerçeklikle müzakere sadece ikinci sistemde mümkün­
dür, neokortekste, ama o da tamamen tutkuların boyunduruğu altındadır.

no
- 1 2 -

Korkuyla Diyalog

Josepb Ledoux ile Söyleşi


Bilinçle herşeyi kontrol edebileceğimizi düşünmek işimize geliyor,
ama beyin kolaylıkla bilinç dışı davranış da sergileyebiliyor.
Aksi halde, her adımımızı veya her nefesimizi hesaplamaktan
başka bir şey yapamazdık.
Joseph Ledoux

Tutku, korku ve panik —bir başka deyişle, sürüngenin, yani ilkel beynin insanım­
sılar üzerindeki güçlü etkisi- New York Üniversitesi’nden Joseph Ledoux’nun
pek çok araştırmasına konu oldu.
New York’taki ilk görüşmemizden sonra, “Duygu sistemiyle bilinç sisteminin

Joseph Ledoux, New York Ütıiversitesi’nde Nöroloji ve Psikoloji Profesörü ve Henry ve Luc Mo-
ses Bilim Profesörü’dür.

III
H AYAT KİTABI

durumu, acaba dilleri birbirine uymayan ilk bilgisayarlarınki gibi mi?” diye dü­
şünmeye başladım. Joseph Ledoux bugün duygu-bilinç kopukluğunu, bilincin
duygu sistemimize erişimindeki bir yetersizlik olarak yorumluyor. Ama bu bende
biraz şüphe yarattı. Sanırım bilinç ve duyguları, iletişim kuramayan hasım dünya­
lar şeklinde düşünmek de doğru değil. “Hap alma”, “İçme”, “Kaçma” diye vaaz
vermek ve uyumlu bir beynin de duygu kontrolünü garantileyeceğine inanmak
zaman kaybı.
Bütün canlı organizmalar milyonlarca yıldır çevreleriyle başa çıkmak, enerji
ve besin almak ve hayatlarını tehlikeye sokan bir tehditten kaçabilmek için sis­
temler veya işlevler geliştiriyor. Ve bu nefsi müdafaa süreçlerinde bilinç dışı
-okullarda hâlâ öğretilenin aksine- bilinçten daha önemli bir rol oynuyor. Bir
başka deyişle, beyinlerimiz üzerindeki bilinçli hakimiyetimiz sandığımız kadar
güçlü değil.

Joseph Ledoux: Bilinçle herşeyi kontrol edebileceğimizi düşünmek işimize geli­


yor, ama beyin kolaylıkla bilinç dışı davranış da sergileyebiliyor. Aksi halde,
her adımımızı veya her nefesimizi hesaplamaktan başka bir şey yapamazdık.
Bilinç dışı süreçler hayatlarımızın temel unsurudur. Bazıları önemsiz görü­
nür, mesela soluma ya da yürüme. Mesela konuşurken, cümle kurmak için
özneyle yüklemi nasıl sıralayacağımızı düşünmeyiz, otomatikman yapıveri­
riz, çünkü beynimiz hazırdır. Duygulara gelince, onları bilinç dışıyla düzen­
lediğimize inanmak daha zor geliyor, ama gerçekte soluma veya yürüme gi­
bi, onlar da bilinç dışının bir parçasıdır.
E.P. Hep amigdalanın önemini vurguluyorsun. Duygularımızı kontrol ettiği anla­
şılan amigdala beynin hangi bölümünde? Siz uzmanlara göre, duygularımız­
dan amigdala sorumlu ve amigdalayla neokorteksteki veya tüm beyindeki al­
gı arasında simetrik bir ilişki yok. Bir başka deyişle, amigdala duygular veya
tutkular aracılığıyla beynimizi kontrol ediyor, ama beynin amigdala üzerin­
deki kontrolüyse bir gıdımdan öteye geçemiyor. Feci, değil mi?
J.L. Evet, doğru. Amigdala duygularla ilişkili, mesela korkuyla. İşlevi tehlike uya­
rımlarını tespit etmek. Bir ayı saldırırsa, amigdalan tehlikeyi tespit edip bir
tepki üretir; kafa yormana gerek kalmadan, tehlikeye tepki verirsin. New
Y ork’ta caddede yürüyorsun ve bir otobüs seni ezmek üzere, amigdalan tep­
ki verir ve yoldan çekilirsin. Otobüs geçip gider ve ancak o zaman bir tehli­
ke atlattığını farkedersin. Amigdalanın şaşırtıcı bir özelliğidir bu: hem tehli­
keli durumlarda hayatını kurtarır, ama hem de, beyin korteksi üzerinde, kor-
teksin amigdala üzerinde kurduğundan daha fazla hakimiyet kurar. Bunu
kendi tecrübelerimizden de çırakabiliriz. Endişe, korku veya elem hissettiği­
mizde, duygusal beynimizi o endişeyi, korkuyu veya elemi durdurmaya zor-

112
KORKUYLA DİYALOG

layamayız; ancak zamanla bunların üstesinden gelinebilir. Bir duygusal du­


rum yaşadığımızda, hormonlar ve diğer kimyasallar bizi o durumda tutar ve
bu çok olumlu bir şeydir. Zira bir ayı, yılan ya da başka bir yırtıcı bize sal­
dırdığında, hisselerimizin durumunu veya akşam ne yediğimizi düşünmek
pek iyi bir fikir sayılmaz. O anda ne önemliyse onun üzerine yoğunlaşmamız
gerekir. Bu durum sürdükçe, beyninden seni rahat bırakmasını isteyemezsin.
Duygular kendi doğal seyrini izler.
E.P. Ama bazan beynimizin duygularımızı farklılaştırabilmesini, yatıştırabilmesi-
ni veya kontrol edebilmesini istiyoruz. Bazan nefret veya sevgi gibi duygular
bize ciddi problemler çıkarıyor ve bilinçle yapabileceğimiz pek fazla bir şey
de olmuyor.
J.L. Duygusal bir tepki iki aşamalıdır. İlki tepkinin kendisidir ve bu otomatik bir
cevaptır. Yıllar önce Atlanta Olimpiyat Oyunları’nda bomba patlamıştı;
CNN kaydında görüldüğü gibi, insanlar o anda tepki vermedi. Hareketsiz
kaldılar, sonra, birkaç saniye geçince kaçmaya başladılar, herkes o zaman
tepki verip kaçıştı. Daima bir ilk tepkimiz var ve sonra duygusal tepkiden bi­
linçli tepkiye geçeriz. Duygularımızı kontrol edemiyor değiliz, ilk tepkimizi
kontrol edemiyoruz. Başarısız olduğumuz yer burası. İlk tepkimiz üzerinde
pek az kontrolümüz var, ama sonraki kontrolün temelinde de o var. Dolayı­
sıyla, duygusal davranırken durumu kontrol ediyoruz. Durumu kontrol et­
medeki yeterliğimiz tartışılabilir, ama daima belli bir kontrolümüz var.
E.P. Ani bir tehdit belirdiğinde, mesela bir bomba, hareket etmemek, belki de ba­
şı bozuk bir şekilde sağa sola koşturmaktan daha iyi, değil mi?
J.L. Doğru.
E.P. Hareketsiz kalırsan, belki hayvan seninle ilgilenmez. Duygular bu bakımdan
zekiler.
J.L. Evet. Pek çok yırtıcı harekete tepki verir ve ayrıntıları çok keskin göremese-
ler bile hareketi tespit edebilirler. O hareket yırtıcının tepkisini çekebilir ve
işte o zaman tehlikedeyiz demektir.
E.P. Yani türlerin tarihinde bizi kurtaran şey, ani bir tehdidin korkusuyla donup
kalmaktı. Bir arslan üzerimize atılmak üzereyken verilecek en iyi tepki, kı­
mıldamamak. Cinsel taciz veya işkence gibi bazı çocukluk travmalarının
doğrudan amigdalaya gidip, ilelebet kayıt altına alındığını ve dolayısıyla bi­
linçli beynimizin bu hatıraları sikmeyeceğini belirtiyorsun. Hatta daha da
ciddi şeyler söylüyorsun. Bu hadiselerin hipokampüse değil de, doğrudan
amigdalaya kaydolduğunu ve bu hatıraları bilinçli beyne aktarmanın bir yo­
lu bulunmadığını belirtiyorsun. Yani o kötü hatıralar sonsuza kadar bizimle
mi kalacak?
J.L. İyi bir şeyin negatif yanı gibi. Ormanda yaşayan bir hayvansan ve avcılara
H AYAT KİTABI

rağmen hayatta kalmak zorundaysan, onların neye benzediklerini, yaklaşır­


ken nasıl sesler çıkardıklarını, nerede bulunduklarını vs. hatırlaman gerekir.
Canlı kalmak istiyorsan bu ayrıntılar gereklidir. İlk karşılaşmanda şanslıy­
san ve kaçmayı başarırsan, herşeyi hatırlamak istersin ki, yeniden öğrenmek
zorunda kalmayasın. Beynin tehlikeleri öğrenmede çok etkili bir sistemi var
ve bu iyi bir şey, ama kötü tarafı şu ki, bazan da hatırlamak istemediğimiz
şeyleri kaydediyoruz, mesela bazı travmaları. Ve travmatik durumlarda,
amigdala bilgiyi kaydeder, ama hipokampüs kaydetmez, çünkü stres nede­
niyle salgılanan hormonların etkilerine karşı fazla duyarlıdır. Bu hormonlar
hipokampüse ulaşır ve hipokampüsün doğru düzgün ezberlemesini önler.
Dolayısıyla olup bitenlere dair bilinçli hatıramız çok soluk kalır. Ama o hor­
monlar amigdalaya da gitmiştir ve onun herşeyi ayrıntılarıyla hatırlamasını
sağlar. Dolayısıyla aynı durumla tekrar karşılaşıldığında, bilinç dışı hatıra
çok güçlü ve bilinçli hatıraysa çok zayıf olabilir.
E.P. Biyolojik gelecekte, strese duyarlı olan hipokampüsün rolü tedricen azalır­
ken, tutkularla duyguların kaynağı olan amigdalanınkiyse gittikçe artabilir
gibime geliyor. Zamanla amigdala daha güçlü ve hipokampüs daha zayıf ha­
le gelebilir mi?
J.L. Herşeyden önce şunu belirtmemde fayda var: hipokampüs bilincin merkezi
değil; belli bazı hatıraları bilincimize ulaştırır ama —bilince erişimi amigdala-
dan daha direkt gibi görünse d e- bizzat bilinci temsil etmez. Soruna cevaben
diyebilirim ki, gelecekte insan beyninin evrimi, gerilim nedeniyle hipokam­
püsün tedrici büzülmesi ve amigdalanın büyümesi şeklinde olabilir. Aslında
evrimsel bakış açısına göre herşey mümkün. Hayatlarımızın maruz kalacağı
seçilim baskılarına ve bunlarla nasıl başa çıkacağımıza bağlı. Beynimiz po­
tansiyel avcılar hususunda daha düşük kaygı seviyelerine adapte olarak ev­
rildi, ama beri yandaysa nükleer bombalar, psikolojik ve fiziksel gerilimler
yüzünden daha stresli bir dünyada yaşıyoruz. Durumumuz sürekli değişiyor
ve herşey değişimlerin ne kadar kalıcı olacağına bağlı. Evrim uzun bir süre
kalıcı olan değişimlere cevap veriyor. Ve şu an, beynimizin nereye yönelece­
ğini bilmek zor, çünkü hızlı bir değişim evresindeyiz. Beynin değişebilmesi
için uzun bir süre lazım. Primatların evrim seyrinde, amigdalayla beyin kor-
teksi arasında bağlantılar kurulduğu anlaşılıyor. İyimser tahminler amigda­
la ve korteksin birbiriyle savaşmayı bırakıp bir dengeyi yakalayacağı yönün­
de. Gelecekte insan beyninde ne duygular bilince hükmedecek, ne de bilinç
duygulara. Duygularla bilinç birlikte çalışacak.
E.P. Panik üreten mekanizma ve korku karşısındaki tepkinin tüm memelilerde
çok benzer olduğu doğru mu?
J.L. Korku karşısındaki tepki kısmı doğru.

114
KORKUYLA DİYALOG

E.P. Neden?
J.L . Çünkü korku hissi beyin korteksinde, düşünen bölümde üretilir ve o bölüm
epey evrildi. Her hayvanın farklı bir beyin korteksi var ve dolayısıyla da fark­
lı bir hissetme kapasitesi.
E.P. Demek, aslında diğer hayvanlarla insanların bilinç düzeyine çıkan duyguları
arasında ne fark olduğunu bilmek mümkün değil.
J .L . Bu felsefi bir soru. Felsefeciler “diğer zihinler” meselesiyle uğraşıyor. Senin bi­
linçli olup olmadığını bilemem, tek bildiğim benim bilinçli olduğum, çünkü
kendi zihnimi gözlemliyorum. Ama bir robot olsan, benim bundan haberim
olmazdı.
E.P. Bu işlere yaklaşımın, bazı bağımlılıkları iyileştirmede veya tedavide kullanı­
lan yöntemleri değiştirebilir belki de. Madem etkinin ilelebet kalıcı olduğu­
nu söylüyorsun, o zaman mesela, bir hap bağımlısını değişime ikna etmeye
çalışmaktansa, belki de, doğrudan amigdalaya gidip kaydedilmiş şeyleri sil­
meyi deneyebiliriz.
J .L . İlaç şirketleri salt amigdalaya müdahale edebilirler o zaman. Şu an Valium ve
endişe tedavisine yönelik diğer ilaçlar aynı anda çeşitli beyin bölgelerini etki­
liyor. Sadece uykuyu değil, cinsel uyarımı veya korkuyu da kontrol ediyor­
lar. Salt amigdala üzerinde bir etkiyi tetikleyebilseydik, böyle bir ilaç yan et­
ki yaratmadan endişeyi kontrol altına alabilirdi.

rl5
- 13 -

Kahreden Üzüntü

Kenneth Kendler ile Söyleşi


Teblikeli bir dünyada ideal olan, ılımlı bir endişe seviyesidir.
Kenneth Kendler

1950’lerin başında psikiyatrinin hastalarını sakinleştirmeye yönelik donanımı kıt­


tı, sadece elektroşok ve terebentinden ibaretti. Elektroşokun nöronlar arası bağ­
lantıyı keserek davranış bozukluğunu engellediğine inanılıyor ve peşinden rastge-
le kurulacak yeni bir bağlantı sistemiyle büyük sayılar yasasının14 veya İnayet’in
hastayı iyileştirmesi hedefleniyor veya umuluyordu. Terebentin kola veya bacağa
enjekte edilir ve hastayı kımıldayamaz hale getiren kontrollü bir iltihap yaratırdı,
ama nöronlar bağlantılarını koparmaz, aksine güçlendirirdi.

Kenneth Kendler, Virginia Commonwealth Üniversitesinde Rachel Brown Banks Seçkin Psikiyatr
Profesörü, İnsan Genetiği Profesörü ve Virginia Psikiyatrik ve Davranışsal Genbilim Enstitüsü mü­
dürüdür.

14 Ne kadar çok yazı tura atarsan, o ölçüde yüzde 50/50 sonucuna yaklaşırsın.-çn

ıı6
KAHREDEN ÜZÜNTÜ

Bir taşra doktorunun oğlu olarak, Pazar öğleden sonralarını kardeşlerimle bir­
likte Tarragona’da, Vilaseca de Solcina i Salou’daki Akıl Hastalarına Yardım
Evi’nin hastalarıyla geçirirdim, yaklaşması en kolay olanlarla. Orada La Pedreta
gibi hastalarla karşılaştım; işaret ve baş parmakları arasında tuttuğu küçük bir
taşı hiç bırakmadan sürekli “piedrecilla ” (küçük taş) diyerek, benzersiz bir el ça­
bukluğu marifetiymiş gibi, yılanlar ve basamaklar veya ludo 15 türü oyunlar oy­
nardı.
O zamanlar kayıp insanların oranı oldukça yüksekti. Bir berduşu, yaşayacak
bir yer arayan yersiz yurtsuz birinden veya aklını kaçırmış birinden ayırdetmek
zordu. Anlaşılır nedenlerle, bu son gruptaki kayıp insanların nüfus geneline oram
hep daha yüksek olmuştur. Çaresizlik ve ızdıraptan, muğlak ve hiç adı konmayan
bir özgürlüğe kaçış arzusu var muhtemelen ve buna bir de bulunmak istemeyen
kaçakları eklemek gerekir. Zira bazan güçlü bir ailenin, dengesi bozuk bir kızı ve­
ya karıyı bulup, mazisine daha uygun bir yere nakletmesi yıllar alıyordu.
Aklını kaybeden insanların düşebileceği Yardım Evi’nden, daha medeni sayı­
lan bizim eve yolculuklarda arabamızı Huelva’lı bir genç sürerdi ve sürüşü mo­
dern bir jumbo jetin otomatik pilotuymuşçasına şaşmaz ve doğaldı. Yıllar sonra
verine bir petrokimya fabrikası kurmak için kesilecek olan zeytinlikler arasında
renkli bir yolculuk yapardık. O yolculuklar genç zihnimde bir daha çıkmamacası-
na yer etti ve o zamandan beri yukarıda adı geçen grupları birbirinden hiç ayırde-
demedim: aklını kaçıranlar, berduşlar ve bulunmak istemeyen kaçaklar. Buhranlı
Hastaların —ve çoğu insanın—“hasta” kategorisine alınması sinirbilimin yakın za­
mandaki bir uygulamasıdır. Harici veya bulaşıcı hastalıklardan kaynaklanan be­
densel tahribat kontrol altına alınmak üzere. Ama zihinsel bozukluğun da aynı
şekilde bir yaşam tahribatı yaratabileceğine uzun yıllar ihtimal dahi vermedik.
Depresyonun bir hastalık olduğunu Vilasecade Solcina i Salou’da öğrenme­
dim. Bunu bana arkadaşım Lewis Wolpert öğretti, Thames nehrindeki köprüle­
rin birinden boşluğa bakıyordu ve depresyonun pençesinde geçirdiği üç yıl bo-
vunca pek çok kez o köprüden intihar etmek istediğini söylemişti. Lewis tıbbi uy­
gulamalar ve popüler bilimde uzmanlaşmış prestijli bir biyologdur. Malignant
sıdness [“Habis Hüzün”] adlı kitabı, depresyonun aslında bir hastalık olmadığı
■olundaki genel geçer fikri en iyi çürüten çalışmadır. Bu küçük beyaz yalan hâlâ
sıkça duyuluyor, depresyonlu hastaların yüzde l ’i intihar ettiği halde!
Lewis Wolpert depresyonun ciddi bir hastalık olduğu düşüncesine en büyük
çatkıyı yapan bilimcilerden biriyse, Kenneth Kendler da endişe ve depresyonun
rıyolojik ve genetik sebeplerini en iyi teşhis eden bilimcidir. Bu ikiz bela modern
şehir insanlarının sağlığı karşısındaki en büyük tehditler arasında yer alıyor.

Pano üzerinde taş gezdirme türünden, çok basit oyunlar.—çn

ıı 7
H AYAT KİTABI

Eduardo Punset: Kenneth, endişe göründüğü kadarıyla evrimsel bir özkaynak.


Tehlike veya şiddet tehdidi karşısında tepki vermemize yardım ediyor. Peki
ama neden öğrencilerim sınav arifesinde hâlâ kırk bin yıl önce bir kaplan ve­
ya aslan yüzünden duyacakları aynı endişeyi duyuyorlar? Sorun ne? Neden
tehdit dereceleri arasında bir ayrım yapamıyorlar?
Kenneth Kendler: Senin de gayet doğru bir şekilde belirttiğin gibi dünya çok teh­
likeli bir yer. Hayvanlar tehlike potansiyeli olan bir uyarıcıyla karşılaştıkla­
rında endişe veya korkuya tepki veriyorlardı. Beynin alıcıları etrafımızdaki
uyarıcılara veya tehlikelere duyarlıdır, bu sayede tehlikeye karşı önceden ha­
zırlıklı hale geliriz. Ama tehlikeye aşırı kafa yormak da çok fazla zaman ve
enerji tüketir. Sağkalım aleyhine işler. Evrimde ne oldu? Genler bireyleri bel­
li endişe seviyelerine uyarlayacak şekilde gelişti ve tehlikeli bir dünyada ılım­
lı bir endişe seviyemiz olması idealdir. Tehlikeye rağmen endişelenmemek
evrimsel anlamda pek akıllıca sayılmaz tabii.
E.P. Belli ki, genlerimiz bizi kırk bin yıl önce yaşadığımız çevreye iyi hazırlamış.
Kırk bin yıl öncesinin tehditleriyle savaşmak için iyi hazırlanmışız, ama teh­
ditlerin değiştiği modern koşullar için bayağı kötü yetiştirilmişiz.
K.K. Kesinlikle. Bu alanda çalışanlarımız açısından hayret verici bir durum. İnsan­
lar niçin örümceklerden, yılanlardan, sıçanlardan veya şimşekten korkup
doktora görünür de, beri yanda çocuklara gerçekten zarar veren silahlar,
arabalar veya elektrikli cihazlar konusunda kimsenin irrasyonel bir korkusu
yoktur? İnsanlar evrim sırasında tehlikeli olan uyarıcılardan korkmaya prog­
ramlanmış gibi görünüyor. Evrim, silahlar veya elektrikli cihazların günü­
müzde yılan veya örümceklerden daha tehlikeli olduğunu hesaba katacak za­
man bulamadı.
E.P. Kenneth, İngiliz nörolog Susan Greenfield depresyon ve endişenin en insani
hastalıklar olduğu tezini savunuyor. Diyor ki, bizi ayrıcalıklı kılan şey, dün,
bugün ve yarınımız üzerine düşünme kapasitesi çok büyük olan bir beyindir
ve bu da başımıza dert açıyor. Fantazi alemler ve sanrılar gören şizofrenikler
veya çocukların tersine, depresyonun pençesindeki insanlar kendi zihinlerin­
den bezgin dürümdalar. Ne düşünüyorsun? Depresyon ve endişe vakaların­
da genetik faktör daha mı az etkili?
K.K. Karmaşık bir durum. Özellikle depresyon, daha ziyade, daha üst biliş ve duy­
gu merkezlerinin bir bozukluğu. Kemirgenlerde depresyon açısından iyi bir
model olduğunu sanmıyorum. İri primatların -şempanzelerin ve tabii insan­
ların- özsaygı ve özdeğer duygularını etkileyen depresif sendrom geliştirdiği­
ne dair deliller var. Depresyonun sebeplerinden biri insanın kendiyle ilgili
yaptığı negatif değerlendirmedir. Endişe halleri sanırım daha farklı. Kemir­
genler endişenin pek çok özelliğini sergiliyor. Son on yılda ortaya konduğu

118
KAHREDEN ÜZÜNTÜ

üzere, kemirgenler, primatlar ve insanların korku davranışlarını etkileyen te­


mel nörolojik güzergah esasen aynı. Çoğu inceleme, yeni görüntüleme tek­
niklerini ve özellikle de müdahalesiz manyetik rezonans görüntülemesini
kullanarak, amigdala denen nörolojik yapıya odaklanıyor. İnsan, şempanze
ve kemirgen beyinlerinin bu bölümü, endişe oluşumunda bağlantı merkezi
rolünü üstleniyor. Sanırım endişe tür genetiğinde depresyondan daha eski.
E.P. Endişe, kemirgenler ve primatlarla ortak bir özelliğimiz ve bu genetik olarak
kanıtlandı diyorsun? Genbilimden ve farmako-genomiden, yani genetik te­
davide kullanılan ilaçlardan sözederken konuyu daha iyi anladığımızı düşü­
nüyoruz. Ama hasta pek bir şey anlamıyor. Ne düşünüyorsun?
K.K. Sana önce genel bir cevap vereyim. Şurası önemli ki, endişe gibi karmaşık ol­
gulardan sözederken, ya o ya bu, ya genler ya çevre şeklinde düşünmüyoruz.
Genler devredeyse, bu göz rengimizi veya kan grubumuzu belirlemesindeki
gibi bir etki yaratır, diye düşünmekten yanayız. Bu hastalıklar çok karmaşık
olasılık hadiseleri. Endişe bozukluklarında, insanlar arası yatkınlık farkları­
nın yüzde 30 veya 40’ı muhtemelen genetik farklılıklardan kaynaklanıyor.
Kan basıncındaki gibi. Anne babamızdan devraldığımız genlerin kan basın­
cı seviyesini etkilediğini biliyoruz. Ama perhiz, sigara, stres vs., yaşantımız­
daki çevresel faktörler, hepsi önemli. Genlerden sözederken çevrenin hiç rol
oynamadığı düşünülmesin. Endişe bozukluklarında çok etkilidir. Pek çok fo­
binin kökeninde çok travmatik bir olay vardır. Yüksekten çok korkan genç
bir hastam vardı. Babası oldukça habis biriydi. Üç veya dört yaşındayken bir
evin altıncı katında yaşıyormuş hastam. Ve babası kızınca, sakinleşene kadar
onu ayak bileklerinden tutup pencereden aşağı sarkıtırmış. Çocuk yüksekten
korkuyordu, böyle bir genetik yatkınlığı olmadığı halde. Yeterince travma­
tik bir tecrübeye maruz kalmıştı. Gelişim süresince, genetik yatkınlıkla bu
yatkınlığı endişeye dönüştüren çevre koşulları arasında karmaşık bir ilişki
yaşanıyor. Peki hastalar bu hastalığa karşı ne yapacaklarını ne derece bili­
yor? Bu çok büyük oranda ne tür bir psikiyatrik yardım gördüklerine bağlı.
Endişeyle ilgili hastalıklara karşı sadece farmakolojik tedavilerimiz değil,
çok etkili davranışsal tedavilerimiz de olduğunu bilmemiz lazım. En yaygın
endişe türü olan fobiler, davranış terapisiyle hızlı ve etkili biçimde tedavi edi­
lebilir. Uçmaktan korkan biri ilaçlarla tedavi edilmez; pek çok davranış tera­
pisi var. Şimdi kimileri, eskisi gibi uçağa binmek yerine, sanal gerçeklik dün­
yasını kullanıp, 3-D gözlük takarak sanal maruziyet terapisi uyguluyor.
E.P. Yan etki yaratmadan sadece belli mutasyonlara veya gen açımlanmalarına16
müdahale eden ilaçlar ne zaman elimizde olur? Yirmi yıl sonra, elli yıl sonra?

Gene expression: Gene kodlanmış genetik bilginin RNA ve protein yapmak üzere açımlanması.-çn

119
H AYAT KİTABI

K.K. Benden kehanet istiyorsun. Bu çok riskli. Benim için, psikiyatrik bozukluk­
larla ilgili moleküler gelişmelerde en heyecan verici haber, bu hastalıklarda­
ki anormalliklerin ne olduğunu temel bilim düzeyinde anlamak olur. Psiki­
yatride, şeker veya kalp-damar hastalıklarının genetiği üzerine çalışan mes­
lektaşlarımız kadar ileri bir noktada değiliz. Hangi enzimlerin devreye girdi­
ğini veya kolesterolü bir yerden bir yere neyin taşıdığını çok temel bir düzey­
de anlıyoruz. Ama burada konuştuğumuz bozuklukların tedavisinde ciddi
bir psiko-farmakolojik ilerleme kaydetmemize rağmen, ne tür anormallikler
sergilendiğini temel biyolojik düzeyde hâlâ bilmiyoruz. Spesifik genleri belir­
leyebildiğimiz zaman, eminim, bunların çok sayıda olduklarını göreceğiz; bu
hastalıkların çoğundan tek bir genin sorumlu olma ihtimali çok az. Büyük
ilerleme, biyolojide bu hastalıkları incelemek için bir kapı açılmasıyla atılmış
olacak. Hatırlıyorum da, yirmi beş yıl önce idrar örneği ya da belden omuri­
lik örneği alıp nöro-kimyasal anomaliler arardık. Bu yol başarısızlığa mah­
kumdu. Bu hastalıklarda belki yüzlerce veya binlerce kere bin milyonlarca si­
nir hücresi söz konusu. O ölçümlemeler çok kabaydı.
E.P. Fizikçi olan bir konuşmacının dediği gibi, boyutlarımız uygun değil [bölüm
33]. Biz insanlar galaksileri görmek için fazla küçük ve atomların, molekül­
lerin ve hücrelerin minicik gerçek alemini görmek içinse fazla büyüğüz. Bu
minik yaşam sence önemliydi. Deneye çok değer veriyorsun, öyle ki, psiki­
yatrinin bile biyokimyasal bir temeli olduğuna inanıyorsun.
K.K, Zihin beyin ilişkisiyle ilgili sorun gerçekten harika. Bir psikiyatrist olarak sa­
nırım zihinle beden arasındaki bağlantıyı anlamak bakımından en ayrıcalık­
lı bir konumdayım. Zihin beden ilişkisini kurmaya çalışan tıp disiplini psiki­
yatridir. Tipik bir klinik durumu ele alalım: depresyondan muzdarip olan
genç bir kadına bakıyorum. Kendini nasıl hissettiği ve sorunlu baba kız iliş­
kisinden kaynaklanan evlilik problemleri üzerine konuşuyoruz. Zihinsel
dünyasıyla, kimliğiyle ilgili derin meseleler üzerine konuşuyoruz, ama görüş­
me sırasında benim bu hattan çıkmam da lazım, onun nörolojik sisteminde
ne olup bittiğini, sisteminin hipokampüsü ve amigdalayı nasıl etkilediğini ve
reseptörleri düzenlemek için ona doğru ilaç dozu verip vermediğimi düşün­
mem lazım. Sonra yine hattan çıkıp, tekrar zihin dünyasına dönmem gereki­
yor. Yani biz psikiyatristler günlük çalışmamızda hep zihinle beyin arasında­
ki bu çapraşık ilişki üzerine kafa yorarız.
E.P. Harika. Sen konuşurken, acaba gelecekte, zihinden bedene geçebildiğimiz za­
man, insanların yine mutluluk arayışıyla doktora gidip gitmeyecekleri soru­
su aklıma geldi. Endişeyi halledince, size daha fazlası için mi geleceğiz?
K.K. Psikiyatride aşırı biyolojik indirgemeciler var ve bunların inancına göre, mo­
lekülleri tümüyle çözdüğümüz zaman, artık sadece hap vermemiz gerekecek.

120
KAHREDEN ÜZÜNTÜ

Bu korkunç bir gelecek bence. İnsanın temel bir özelliği var, biz hikayeler an­
latan hayvanlarız. Kendi hikayelerimizi anlamaya ihtiyacımız var. Bayan Jo-
nes’un evlilik problemleri yüzünden ameliyata girmesi yanlış olurdu (bunlar
babası gibi adamlarla yaşadığı problemin bir yansımasıdır) veya benim şöy­
le demem: “Bayan Jones, nörolojik sistemdeki bir düzensizlikten muzdarip-
siniz; bu hapları alın, kendinizi daha iyi hissedeceksiniz.” Bu işe yaramazdı.
Biz insanız ve yaşadıklarımızı anlamaya ihtiyacımız var. Psikiyatrinin fazla
değişeceğini sanmıyorum; değişmesi gerektiğini sanmıyorum. Asıl mesele,
beyindeki temel fiziksel işleyiş kadar, hayatlarımızın anlamı üzerine de düşü­
nebilmektir.
E.P. Ispanya’nın benim doğduğum bölgesiyle, Katalonya’yla ilgili spesifik bir so­
rum var. İki bilimci, Antoni Bulbena ve Xavier Estivill vücuttaki eklemlerin
gevşekliğiyle endişe arasında direkt bir ilişki olduğunu söyledi. Endişenin ge­
netik kökenini gösteren kanıtlardan biri olarak nitelendi bu. Konuyu biliyor
musun?
K.K. Evet. Daha fazla araştırmayı hakeden ilgi çekici bir keşif olduğunu düşünü­
yorum. Endişe konusunda temel bilimden hâlâ yoksunuz. Tendonların gev­
şekliğini kontrol eden genle ilgili olamaz demiyorum, ama çalışma yeterince
tekrarlanmadı. Genetik psikiyatri tarihinden biliyoruz, pek çok ilk bulgu
tekrarlama testini geçemiyor. Dolayısıyla, ilgi ve coşku haklı ama, doğru sa-
yabilmemiz için başka gruplarca incelenmeli.
E.P. Kenneth, hemen hemen dışarıdan gelen tüm hastalıkların artık kontrol altı­
na alındığına ve şimdi asıl meselenin içimizden gelenleri kontrol etmek oldu­
ğuna katılıyor musun?
K.K. Genelde katılıyorum. Bir istisna AIDS salgını. Enfeksiyon hastalıkları Ba-
tı’da, şeker ve yüksek tansiyon gibi kronik hastalıkların aksine, bayağı kon­
trol altında. Hastalık ve ölümün ana sebeplerinden biri psikiyatrik bozuk­
luklar. Dünya Sağlık Örgütü, hastalıkları sağlık etkilerine göre sıralayarak,
bunların 2020 yılına kadarki gelişimine ilişkin bir çalışma yaptı. Öngörüleri­
ne göre, depresyon gibi bozukluklar o tarihte kalp-damar hastalıklarını geri­
de bırakıp, hastalık ve ölümün ana sebebi olacaklar. Alkolizm ve endişe ilk
onda yer alacak. Yani insan çilesinin, yaşam tahribatı ve ölümün genel se­
beplerini düşünecek olursak, sinirsel ve davranışsal sendromlar giderek sık­
laşacak. Sanırım bu çileyi elden geldiğince daha iyi anlamaya ve telafi etme­
ye yönelik yoğun araştırma çabaları haklı bir gerekçeye dayanıyor.

121
HAYVAN BEDEN-ZİHİN
G ^ i Ş

Döngüsellik ve Sosyallik
Yeryüzünün diğer yaşam formları hakkında daha fazla şey öğrendikçe, onların
dehalarından da daha fazla etkileniyoruz. En çarpıcı olanı da yaşamın döngüsel
doğası. Her yerde ritim var. Gündüz geceye, gece gündüze dönüyor. Bahar yaza,
güze, kışa ve tekrar bahara dönüyor. Tohumlar filizleniyor, sporlar yeşeriyor,
yumurtalar bırakılıp kırılıyor, yavrular doğuyor, ağaçlar çiçekleniyor, deriler dö­
külüyor, eski bedenler göçüp gidiyor. Kızların göğüsleri filizleniyor, erkeklerin
sakalları çıkıyor. Tüm doğada gerçekleşen bu değişimlerin işaretleri göklerde de
görülebilir, Dünya’nın eliptik yörünge seyrinde, Ay ve gelgitte ve muhteşem Gü­
neş’te. Yaşam sürecinin değişmez olguları suya ve elektriğe duyarlı, yukarılardan
gelen şimşeğe, Dünya’nın manyetik alanıyla havada elektrik yüklenen parçacık­
lara, yerdeki radyoaktiviteye duyarlı. Çevre olmadan hayat olmaz. Vladimir I.
Vernadsky’nin17 (1883-1945) dediği gibi, bağımsızlık bilimsel değil siyasi bir dü­
şüncedir, çünkü canlı organizmaların Dünya yüzeyindeki biyosferden bağımsızlı­
ğı, tüm kozmonotlarla astronotların bildiği üzere, kesin ölüm demektir. Doğma,
büyüme, üreme ve ölme döngüleri, türlere özgü olsalar da, çevresel işaretlere du­
varlıdır. Yaşamın tüm canlıları kapsayan olguları ne değiştirilebilir, ne de aceleye
getirilebilir. Ancak kesintiye uğratılabilir, yozlaştırılabilir, çarpıtılabilir veya dur­
durulabilir. Hayat ağacındaki herhangi bir filizin çatırdayıp ölme potansiyeli her
an, her yerde, tüm yaşam biçimleri için söz konusudur. Davullar çalmaya, yaşam
da dansına devam eder, sağkalım yükümlülüğü müzakareye açık değildir ve ku-

Vladimir Ivanovich Vernadsky, T h e Biosphere [“Biyosfer”] adlı klasik kitabında enerji ve madde akışıyla tüm
yaşamın birbirine bağlandığını göstermişti. Biyotada (mikrop, hayvan ve nebat yaşamı toplamında) ana enerji
kaynağı yaşam için gereken kimyasal elementlerin devri daimini sağlar [karbon (C), hidrojen (H), nitrojen
;N), oksijen (O), sülfür (S), fosfor (P)]. Vernadsky’nin çalışmaları dünya çapında okur yazar kesimce iyi bili­
nen çalışmalardır ve kendisi biyojeokimyamn kurucusu olarak görülür. Vernadsky “hayatın jeolojik bir kuv­
vet”, en önemli jeolojik kuvvet olduğunu yazmış ve Lapo da (1987) kendi kitabında Vernadsky’nin düşüncesi­
ni okurlara uygun bir dilde anlatmıştır. Westbroek (1991), Vernadsky’nin bilim üzerine çalışmalarıyla, Gaya
makalelerini ve kitaplarını yazarken ondan hiç haberi olmayan James E. Lovelock’un çalışmaları arasındaki
ilişkiyi başarıyla inceler. Yakın tarihli bir “Whole-Earth Science” [“Tüm-Dünya Bilimi”] değerlendirmesi için
de Harding’e (2006) bakılabilir.

125
HAYAT KİTABI

rai durağanlık değil, değişimdir. İnsanlar hayat oyununda geç evrildiler. Yeni ge­
lenler olarak seleflerimizden öğreneceğimiz çok şey var. Konuşuyorsak yalan söy­
lüyoruz demektir. Rüya görüyorsak kendimizi ve kardeşlerimizi kandırıyoruz de­
mektir. Şarkı söyleyip dans ediyoruz, ama hatıralarımızın ve hatta aslında —elden
geldiğince- doğru olan bilimimizin çizdiği resimler, Antonio Vizcaino veya Ansel
Adams’m18 fotoğraflarından çok, yuva öğrencilerinin çizgi adamlarına benziyor.
Sosyallik, sosyal yaşantı söz konusuysa, bu bakterilerde bile var. Siyanobakte-
riler, en yakın akrabalarına gerekli nitrojeni aralıksız olarak sağlamak için kendi­
lerini ve üreme haklarını feda ediyor. Tüm hayvan ve bitkilerin aksine, nitrojen
ihtiyaçlarını dosdoğru havadan temin edebiliyorlar. Balçık küfü amipleri ölerek
klonlarmın “sporofor” ile yukarı taşınmasını sağlıyor (sporoforlar, havayı kuru­
tup propagül dolu yumrular veya keseler -yani yukarıda tohum saçmak için salı­
verilen hücre paketleri—oluşturmak için yaş zeminden çıkan bitki saplarıdır) [bö­
lüm 30]. Anne klüplerini veya hezeyan alemlerini veya sürü halinde uçmayı biz
icat etmedik. Sosyal davranışlar -cezbolma ve kaçınma, topluluğun sağkalımı ve
günah keçisi ölümleri, anlamlı elektrik darbeleri, kendini feda, yamyamlık, savaş,
tıklama sesleriyle iletişim ve daha niceleri- yaşamın kendi kadar eski davranışlar­
dır

^ de la Macorra ve Vizciano, 2006; Adams ve diğerleri 1987.


-1 4 -

Davul Vuruşları

Steven Strogatz ile Söyleşi


Bütün sistemlerin liderlik gerektirdiğini, daima bir dahilî, merkezî
komutaya ihtiyacımız olduğunu varsaydık, ama bu doğru değil.
Kendi kendilerini organize etmelerine izin versek, pek çok sistem
daha iyi çalışırdı.
Steven Strogatz

Steven Strogatz bize en direkt cevaplan verebilecek modern bir bilimcidir ve sıra­
dan insanı da pekala tatmin edebilirdi, eğer ki bilim camiasının pek çok üyesi sı­
radan insanın kafasını karıştırmaya bu kadar meraklı olmasaydı! Bazı bilimciler,
ki Strogatz bunlardan değil, insanları gerçekten ilgilendiren soruların asla sorul­
maması gerektiğini düşünüyor gibiler. “Faz geçişleri yaratan kendinden yönetim

Steven Strogatz, Cornell Üniversitesi’nde Teorik ve Uygulamalı Mekanik Profesörü’dür.

127
H AYAT KİTABI

sistemleri” gibi muammalı ifadelerin -yani genel akademik jargonun- ardında şu


konulara ilişkin bir arayış vardır: aynı büroda çalışan bir grup kadının adet dö­
nemlerindeki eşzamanlılık eğiliminin sebebi, aniden kanserlenmeye karar veren
bir hücrenin geçirdiği şok, Borsa’nın çöküşü, beyinde bilincin ortaya çıkması,
kalp hücrelerinin eşzamanlı atışı veya çok uzun süre buzlukta kalan votka mole­
küllerinin buz biçiminde kenetlenip şişe ağzından bardağa dökülmeyi reddetmesi.
Strogatz bu bilmeceleri basit bir dille cevaplamaya çalışıyor, uzmanları hüsrana
uğratma pahasına.

Eduardo Punset: Faz geçişlerinde, eşzamanlı adet dönemlerinde ve kanser hüc­


relerinin dönüşümünde ne olduğunu gerçekten biliyor muyuz?
Steven Strogatz: Benim açımdan bunlar çağdaş bilimin en ilginç kimi soruları.
Ve bunları anladığımız aşağı yukarı hiçbir örnek yok. Bir iki ilave örnek de
ben vereyim: pek çok türden oluşan ekolojik sistemlerin istikrarı ve birbirin­
den beslenip karşılıklı etkileşimde bulunan ve işbirliği yapan organizmalar.
Bir şeyler öğrenmeye başlıyoruz: tüm bu sistemlerde bir benzerlikler bulduk,
mesela, basit kurallarla etkileşen birçok bireyden oluşuyor hepsi, ama tüm
bireylerin bileşkesinden inanılmaz bir karmaşıklık doğuyor.
E.P. Sync: The Emerging Science o f Spontaneous Order [“Eşzamanlılık: Kendili­
ğinden Düzenin Yükselen Bilimi”] adlı kitabında birkaç kez değindiğin bir
mucizeden sözedelim, Tayland’ın ateş böceklerinden. Hepsi aynı anda, aynı
saniyede aniden ışık saçan yüzlerce ateş böceği var orada, ama nasıl iletişim
kurduklarını bilmiyoruz. Yoksa bu bir cinsel yarış meselesi mi, erkekler ilk
ışığı saçarak dişilere sürpriz mi yapmaya çalışıyor? Bunu nasıl hep birden ya­
pabiliyorlar?
S.S. Evet, sanırım bu nispeten iyi anlaşılan birkaç durumdan biri. Bu muhteşem
doğa olayına katılanlar yalnızca erkek ateş böcekleri. Tayland’da, denize dö­
külen nehirlerin kenarlarında gerçekleşiyor; ağaç yapraklarındaki binlerce
erkek ateş böceği, gece güneş batınca güneşle yarışmayı bırakıp birbirlerini
görmeye başlıyorlar. Başlangıçta kesinlikle bir düzen yok; rastgele ışık saçı­
yorlar, koordine olmadan, aynen Birleşik Devletler’de bir etkinlik sonunda
tezahürat yapan izleyiciler gibi. Biz burada bir hayli bağımsızız, tamamen
dağınık bir haldeyiz ve aksi yönde bir çaba da sarfetmiyoruz. Macaristan ve
Romanya gibi ülkelerde ve bir ihtimal Ispanya’da herkesin aynı anda tezahü­
rat yapmasını sağlayan bir kültürel teamül var. Ama nihayetinde biz zeki in­
sanlarız ve bunu becerebiliriz; pek de o kadar zeki sayılmayan ateş böcekle­
riyse bunu görsel anlamda başarabiliyorlar, müthiş olan bu. Başlangıçta bi­
raz dağınıktırlar, sonra ikili, üçlü veya dörtlü gruplar halinde ışık saçmaya
başlarlar ve -hemen değil- bir saat sonra bir millik nehir kıyısı ağaçlardan

128
DAVUL VURUŞLARI

aynı anda ışık saçan bu böceklerle kaplanır. Ve ateş böceğinin bir yandan
ışık saçıp, bir yandan da görebilmesi anlamlı. Demek ki sinir sisteminin
adaptasyonu bilinç dışı: bir parıldama algılayınca kendi dahili parıldama
mekanizmasını hızlandırıp geciktirebiliyor. Böylece beraberindekilerle uyum
halinde parıldamaya başlıyor. Bunun nedenini bilmiyoruz. Motivasyonlar­
dan sözetmek ister misin?
E.P. Nedenini bilsek çok enteresan olurdu. Ama sonunda hepsi aynı anda tezahü­
rat yapıyor, Macaristan’daki izleyiciler gibi. İçimizde bulunan bir başka bü­
yüleyici şey de biyolojik saat, aşağı yukarı aynı saatte uyanmamızı veya uyu­
mamızı sağlayan şu gündevirsel [circadian] refleksler. Bu günlük döngülerin
yeri beyin mi, yoksa hücreler mi?
5 .5 . Harika bir soru. Hepimizin bildiği günlük döngülerimiz var. Çalar saat kul­
lanmadan her gün aynı saatte uyanabiliyoruz, çünkü vücuttaki bir şey bize
saati haber veriyor. Mesele, onun nerede olduğu? Bana sorarsan, vücudun
her bir hücresinde. Her hücrenin yirmi dört saat boyunca etrafımızdaki dün­
yayla uyumunu sağlayan biyokimyasal döngüleri var. Dediğin gibi bir ana
saat var, beyin, yeri çok ilginç. Dış dünyayla, yaşamla temas halinde olan iki
gözümüz var. Gözlerin içinde de, beyne bağlanan ve bu bağlantıyı yapmak
için biraraya gelmiş optik sinirler var. Bu kavşakta, iki sinirin biraraya geldi­
ği yerde, binlerce hücrelik bir grup var, beynin derinlerinde, hipotalamusta;
ve bu hücrelere suprakiazmatik çekirdek deniyor. Bu kelimenin etimolojisi
şöyle: “üst” demek olan Latince supra ’dan ve chiasma’dan, yani optik sinir­
lerin kesiştiği yer olan optik çaprazlaşmadan geliyor. Her hücre, yapı taşla­
rıyla birlikte Petri kabı benzeri bir şeyde tutulan küçük bir elektronik saat gi­
bidir ve her hücrenin yirmi dört saatlik bir döngüde yükselip alçalan bir vol­
taj ritmi vardır. Beynin veya bedenin geri kalanına ihtiyaçları yoktur. Bunlar
kafamızın içindeki küçük saatlerdir.
E.P. Müthiş, ama öyleyse neden bebekler -bütün anne babalar bunu yaşamıştır-
ne zaman uyanıp, ne zaman uyunacağını bilmiyor?
5 .5 . Bilmiyorum. Pek çok anne baba, bebeklerin üç aydan sonra geceyle gündüz
döngüsüne uyum sağladığını görür. Ve o üç ayda ne olduğundan emin deği­
lim, belki hücreler birbirleriyle doğru iletişim kuramıyorlar; beyinde sinir
bağlantılarının kurulması hâlâ sürüyor belki. Bu büyüme evresinde çocuk
beyninin gelişmekte olduğunu biliyoruz. Sadece bu da değil, nöronlar arası
bazı bağlantılar da kesiliyor. Gelişim sırasında çok ilginç bir işlem gerçekle­
şiyor, nöron bağlantıları kırpılıyor. Bebeklerin çok fazla bağlantısı var ve lü­
zumsuz olanları kesmesi gerekiyor. Cevabı bilmiyorum ve belki de yok. Ama
bebeğin beyninde birkaç aylık yaşamdan sonra uyumu sağlayan bir şey olu­
yor ve bunun nedenini bilmiyoruz.

129
H AYAT KİTABİ

E.P. Açıklaman makul görünüyor. Muhtemelen hücreler arası bu iletişim sistemi­


ni uyumlu hale getirmek için belli bir süreye ihtiçları var. Günlük döngüler
içinde senin zombi kuşakları dediğin ünlü kuşaklar var. Uç yıl Haiti’de yaşa­
dım ve zombiler hakkında bir şeyler biliyorum, ama günlük döngülerimizde­
ki bu zombi kuşaklarından haberim yoktu. Steve, hatalıysam düzelt ama, sa­
nırım durum şu: sabah saat üç ile beş arasında uyanık olmamalıyız, çünkü
uyanıksak bundan nöronlar muzdarip oluyor ve onları tetikte tutup çalışma­
ya zorladıkça da felaketler meydana gelebiliyor, Çernobil, Exxon Valdez ve­
ya Hindistan’daki Bhopal trajedisi gibi. Bu kazalar zombi zaman diliminde
oldu, değil mi?
5 .5 . Evet. Dediğin gibi, zombi kuşağı tehlikeli bir zaman dilimi. Günlük döngü­
nün özellikle hassas bir periyodu, birçok biyolojik işlevin dibe vurduğu bir
zaman aralığı. Yani o sıralar uyanıklık devremizin en aşağı seviyesine geliyo­
ruz. Zombi kuşağı dememizin sebebi, bütün gece uyanık kalman gerektiğin­
de bu durumu farketmen: yorgunluk hissedersin, gözlerinde batmalar olur,
kendini çökmüş hissedersin. Beyinde biyolojik saatin işlemesi yüzünden. He­
pimiz yaşamışızdır, uzunca bir süre uykusuz kalınca, ortalık ağarmaya baş­
ladığında biz de uyanmaya başlarız, ışığı göremesek bile. Mesela bilgisayar­
la çalışan biriysen ve bir işi bitirmek için bir gece ayakta kalırsan, içeri dol­
maya başlayan ışığı görmeye gerek kalmadan, uyandığını hissedersin, sanki
ikinci bir siestadan uyanıyormuş gibi. Bu ikinci siesta biyolojimizden kay­
naklanıyor ve vücut uyanmaya başladığında olan bir şey. Kortizol denen bir
hormon var, böbrek üstü bezesince salgılanıyor, vücudun stres hormonu. Bi­
zi günlük faaliyetlere, mücadelelere hazırlar. Zombi kuşağının sonunda bu
hormon salgılanmaya başlıyor. Vücut ısısı asgariden yukarıya doğru çıkar,
vücudun birçok işlevi devreye girer ve vücut uyanmaya başlar. Ama, dediğim
gibi, o andan önce temel işlevler en alt seviyededir. Bir pilotsan ve bu sırada
uçuştaysan, intibakın yeterli düzeyde olmayabilir ya da bir nükleer santral
denetçisiysen ve gece vardiyasında işe başlıyorsan; bu en ciddi kazaların ola­
bileceği andır.
E .P . Zombi kuşağında, sabah saat üç civarında çalışmak zorunda olan insanlara
ve eğlenceye gidip sabah altıda tekrar uyanmaya başlayınca şaşıran gençlere
ne tavsiye edebiliriz? Sekiz saat uyuyabileceklerini düşünerek sabah saat altı
veya yedide yatağa girerlerse yanılırlar, çünkü sözünü ettiğin kortizol yüzün­
den birkaç saat sonra uyanırlar, değil mi?
5 .5 . Evet. Bütün geceyi ayakta geçirdiysen ve eve dönünce uyumak istersen, işin
zor. Bu durumu akşamki parti heyecanına verebilirsin. Belki kısmen öyledir,
ama vücudun dahili alarm saati de çalmaya başlamıştır: vücut ısısı yükselir,
kortizol salgılanır ve diğer hormonlar üretilmeye başlar. Bir başka deyişle,

130
DAVUL VURUŞLARI

beyin uyanmaya başlar. Gece çalışan insanlar için büyük bir sorun, çünkü bu
insanlar işten sonra eve gittiklerinde uyumak zorundalar, bunu yapacakları
başka bir vakitleri yok, ama trafik veya çocukların gürültüsünden veya oda­
ya giren ışık yüzünden çoğunlukla yapamazlar. Uyumalarını bu faktörlerin
engellediği kabul edilir, ama ideal koşullarda bile beden o vakit uyuyamaz.
Farklı zaman dilimleri arasında seyahet eden ve jet yorgunluğundan muz-
darip olan insanlara değişik bir tavsiyede bulunmak istiyorum. Her insan
farklı şekilde hisseder: bazı insanlar jet yorgunluğundan hiç çekmediklerini,
çünkü uçakta uyuduklarını ve yolculuğu dinlenmiş halde bitirdiklerini söy­
lerler. Bu insanlar jet yorgunluğunu bir uyku eksikliği olgusu sanıyor, ama
bu doğru değil. Jet yorgunluğu, vücudun gündevirsel ritim düzenleyicisi, ya­
ni dahili saati bir önceki zaman diliminde kalınca gerçekleşen şeydir. Birleşik
Devletler’den Ispanya’ya gidersem, zombi kuşağım mesela bir toplantının
ortasında bir şey yaparken devreye girer ve bu bir sorundur. Jet yorgunluğu
dediğimiz şey bu.
E.P. Bazı insanlar hapla rahatlayacağını söylüyor.
5 .5 . Bunun işe yaradığına yemin eden insanlar var, ama ben bilmiyorum. Benim
izlediğim kadarıyla, bu bilim alanı henüz doğum aşamasında. Herhangi bir
hapa, mesela en popüleri melatonine başvurmadan önce, her tür önlemi alır­
dım. Doğal olarak üretilen melatoninle ilgili çalışmalar, beynin onu çok kü­
çük miktarlarda salgıladığını gösteriyor: bir gram melatoninin trilyonda biri
aktif haldedir ve beyni etkiler. Bir beyin hormonudur ve ben olsam, epeyce
bir ihtiyatla yaklaşırdım. Ne yaptığı belli değilken bana anlamlı gelmiyor.
Bence gün ışığına çıkmak daha önemli. Biyolojik saati kuran şey güneş ışığı­
dır, dolayısıyla o İspanya yolculuğuna çıkmam gerekseydi, hemen İspanyol
zamanına adapte olmaya çalışırdım. Kahvaltı için dışarı çıkar ve sabah park
çevresinde bir tur atardım. Akşam da, kendimi yorgun hissetmesem bile çok
geçe kalmazdım. O zaman dilimi için makul bir vakitte yatardım. Yani, da­
hili saati yeniden kurmak için yapılacak en iyi şey, güneş ışığına maruz kal­
maktır. Bu hızlıca iyi sonuç verir.
E.P. Melatoninden daha iyi. Bir başka müthiş şey de kalbimizin sinoatrial düğü­
mü dediğin şey, kalp atışlarını düzenleyen ritim düzenleyicisi. Anlaşılan bu
da minik bir alana konuşlanmış bir işleyiş: ne zaman atmaları gerektiğinde
anlaşmaya varmış yaklaşık on bin nöron. Nasıl işliyor? Bunu nasıl yapıyor­
lar? Bu bir mucize değil mi? Bir şeyler biliyor muyuz?
5 .5 . Evet, hakkında pek az şey bildiğimiz küçük bir mucize. Canlı kalmamızı sağ­
layan mucize. Kalbinin her atışını bu hücrelerin çalışmasına borçlusun, işlev­
leri kalbin geri kalanına, kalbin pompa odaları olan karıncıklara elektrik sin­
yali göndermek. Bu ritm düzenleyici hücreler çok önemli bir rol oynuyorlar.

131
H AYAT KİTABI

Kalbi mükemmel bir koordinasyonla işletmezlerse, sonuç çelişkili bir sinyal


olur, kalp ne yapacağını bilmez, kan pompalanmaz ve çabucak ölürsün. Y a­
ni doğanın tasarımı harika. Sadece bir ritm düzenleyici hücre, lider tek bir
hücre bulunsaydı, böyle bir çözüm şüphesiz basit olurdu, ama sağlam olmaz­
dı, çünkü o hücre iyi çalışmayıp ölebilir ve o zaman sen de ölürsün. Doğa bu
tür bir demokratik çözüm yaratmış: Kalbin geri kalanına ne zaman atması
gerektiğini söylemekten sorumlu on bin hücre var; ama dediğin gibi, lider
yok. Demokratik bir işleyişle veya kendinden yönetim yoluyla, ne zaman
emir verecekleri konusunda bir mutabakata varmaları lazım. Kalbinin her
atışında bunu yapıyorlar, bir ömürde yaklaşık üç milyar atış için. Katiyen
hata yapmazlar. Peki nasıl yapıyorlar? Emri verirken birbirleriyle sürekli ile­
tişim halindedirler. Voltaj yükselip alçalırken, bütün hücreleri birbirine bağ­
layan ve neksus denen elektrik bağlantıları üzerinden elektrik akımı, iyonlar
gönderirler. Böylelikle, bu sürekli elektrik alış verişi sayesinde iletişim halin­
dedirler ve yavaş olanların acele etmesi, en hızlılarınsa yavaşlaması pekala
sağlanabilmektedir. Kendilerini otomatikman ayarlarlar. Birinin ölmesi so­
run yaratmaz, grup mükemmelen çalışmaya devam eder.
E.P. Diğer 9.999 hücre işe devam eder. Bir başka mucize: bir odaya kapatılan beş
veya altı kadının aynı anda adet görecekleri doğru mu? İnanılmaz bir şey; bir
kadın nasıl diğerleriyle iletişim kuruyor? Kimyasal maddeler yoluyla mı,
yoksa zihin yoluyla mı? Kadınlara eşzamanlı adet gördüren şey ne?
S.S. Testler kimyasal madde yoluyla olduğunu gösteriyor, ama henüz belirlenmiş
değil, muhtemelen terdeki bir kimyasal madde. Bu testler 1970’lerin sonların­
da yürütülen bir çalışmadan geliyor. Genoveva adında bir kadın, her yaz ta­
tilinde üniversiteden eve döndüğünde kız kardeşlerinin kendi adet dönemine
eşzamanlandığını farketti. Durumu inceleyen doktorların görüşüne göre bu­
nun sebebi, kokuşuydu diyemem, çünkü hiçbir koku yaymıyordu, ama üret­
tiği bir kimyasaldı, bu kız kardeşlerine aktarılıyordu. Bunu göstermek üzere
koltukaltlarına ucu pamuklu çöp çubuklar koydular, bu terli çubukları her
gün alıp alkole batırdılar ve alkolle karıştırdılar. Buna “Genoveva esansı” de­
diler, parfümmüş gibi. Sonra “Genoveva esansı”ndan küçük örnekler alıp
bunu, binlerce mil uzakta yaşayan, onu tanımayan, onunla hiç temas etme­
miş kadınların üst dudaklarının üzerine, burun altına koydular. Kadınlar ter
salgısında bulunan kimyasal maddelerin kokusunu alabiliyorlardı. Ve inanıl­
maz olan şu ki, birkaç ay içinde adet dönemleri mükemmelen eşzamanlı ha­
le geldi, onunla hiç karşılaşmadan. Yani terinde adet dönemini diğerlerine
haber veren bir şey vardı ve bu hiç görmediği kadınları eşzamanlayacak ka­
dar da güçlüydü.
E.P. İnanılmaz bir şey. Artık sormak farz oldu: peki modalar veya salgınlar? Vi­

132
DAVUL VURUŞLARI

rüslerin yolaçtığı, birdenbire yayılan salgınlar da bu eşzamanlılık yasalarına


mı uyuyor?
5 .5 . Bir salgındaki virüsün yayılımıyla, mesela ateş böcekleri veya kalp hücreleri­
ne ilişkin eşzamanlama modellerinin yayılımı arasında belli bir benzerlik var,
ama farklılıklar da var. Sanırım virüsün yayılması daha ardışık şekilde olu­
yor. Önce enfekte olan bir grupta başlıyor, sonra enfeksiyon tedricen dalga
gibi büyüyor. Bütün hücrelerin aynı anda sinyal yaydığı kalpteki durumla
aynı eşanlılık yok. Bu daha çok bir yayılım dalgası gibi, ama tabii, hücre or­
ganizasyonunun bir başka örneği. Eşzaman, herşey aynı anda olduğunda, en
basit şey; dalgalar halinde yayılımsa bir grubun kendi kendini organize etme­
sine ilişkin daha karmaşık bir model. Sanırım modalar veya salgınlarla ara­
sındaki benzerlik ve fark bu.
E.P. Bir bakalım şimdi. Bir sorum, aslında daha ziyade ortaya bir sorum var. Her
yanımızda ağlarla birbirine bağlı bilgisayarlar, telefon hatları, kimyasal
maddelerle birbirine bağlı hücreler var; şirketler ve tüketiciler piyasa üzerin­
den birbirleriyle bağlantılı. İdari konularla hâlâ çok ilgiliyim ve senin disip­
linini inceleyince aklıma gelen ilk soru şu oluyor Steve: etrafımızda kendi
kendini organize etmeyen sistemlerin sayısı çok fazla değil mi sence? Yani de­
mek istediğim, aksi halde kendi kendilerine iyi işleyecek sistemlere, bürokra­
tik anlamda fazladan bir müdahale yok mu? Büyük kurum ya da kuruluşlar­
da görebiliriz bunu, düzinelerce insan yapılanları denetler, ama aslında yap­
tıkları insanların getirdiği yeniliklere müdahale edip huzurlarını kaçırmaktır.
Bunlar kendi kendilerini organize eden sistemler değilmiş gibi davranırlar.
5 .5 . Çok akıl çelen bir soru; düşüncen çok çekici. Yine de, yöneticileri, liderleri ol­
ması gereken sistemler var gibi geliyor bana. Ama belki senin sorun şu ger­
çeğe atıfta bulunuyor: bütün sistemlerin liderliğe ihtiyacı olduğunu, daima
bir merkezî, dahilî kumandaya ihtiyacımız olduğunu varsaydık. Ki bu doğru
değil. Ve dediğin gibi, kendi kendilerini organize etmelerine izin versek, bir­
çok sistem daha iyi işlerdi. Adam Smith yıllar önce ekonomi üzerine böyle
demişti, görünmez elin ekonomiye göz kulak olacağını söylemişti, yeter ki
müdahale etmeyelim. Ama benim açımdan bu bilimsel bir yorum değil, da­
ha ziyade çok ilginç bir felsefi düşünce.
Gerçek şu ki, tecrübelere göre kapitalizmin daha iyi olup olmadığını bi­
limsel bir bakış açısıyla kestirecek kadar ekonomi bilmiyoruz -en azından
serbest pazar ülkelerinde daha iyi olduğunu düşünme eğilimindeyiz, ama bi­
limsel anlamda ben bunu hâlâ cevaba muhtaç bir soru sayıyorum. Yani eko­
nomide kontrollü deneyler yapamıyoruz ve iyi bir matematiksel kavrayışa da
sahip değiliz. Çok zeki, çok iyi giyimli kimi insanlar hâlâ uğraşıyor ve hayat­
larını, “Vergileri düşürmeli mi?”, “Bu ekonominin büyümesine yardım eder

i33
HAYAT KİTABI

mi?” diye tartışarak geçiriyorlar. Birleşik Devletler’de, vergileri düşürmenin


büyümeyi hızlandıracağını söyleyen George W. Bush’la sürekli yaşanan bir
şey [di] bu. Diğerlerine göreyse, bu öyle büyük bir açığa yol açar ki, uzun va­
dede işler daha da kötüleşir. Aslında kimse bilmiyor, her iki tarafın da haklı
savları var.
Sanırım tüm şıkları değerlendirmek, birbirine bağlı karmaşık sistemlerin
gerçekte nasıl çalıştıklarını incelemek bilim için büyük bir fırsat. Bu yüzden
ateş böcekleri gibi saçma görünebilecek şeyleri inceliyoruz, ama bu basitlik
belli bir problem üzerinde ilerleme kaydedebilmemizi sağlıyor ve o problem
özünde ekonomi, küresel ısınma veya birçok ülkenin siyaseti gibi birbiriyle
ilişkili, gerçekten önemli mevzularla aynı niteliklere sahip. Aslında anlamak
istediğimiz şeyler bunlar ve ateş böcekleri misali alakasız gibi görünen şeyle­
ri incelemekle içeriden bir görüntü elde edebiliriz. Bu ilk adım insani mesele­
ler üzerinde güçlü etkileri olan o çok karmaşık sistemleri anlamamıza yardım
ediyor.
E .P . Son bir soru Steve: büyük bir uzman olarak sen -k i çizelgeleri, ağları ve eşza­
manlılığı böylesine derinden incelemiş başka birini tanımıyorum—midenin
sindirim faaliyetine işaret eden hafif bir rahatsızlık hissettiğinde -k i kendi
kendini organize eden bir işleyiş olması nedeniyle bunu otomatikman yapı­
y or- bu otomatik işleyişin belirtilerini hissettiğinde, sürecin otomatik olma­
dığı ve bilinçle karar vermen gereken durumlara kıyasla kendini daha mı gü­
vende hissediyorsun? Bir işi kabul etmek, evlenmek veya seyahet etmek gibi
kararları kastediyorum. Kendi kendini organize eden bir şeyle mi, yoksa et­
meyenle mi kendini daha iyi hissediyorsun? Yoksa senin için hepsi bir mi?
S.S. Şahane bir soru. Doğru anladıysam diyorsun ki: içgüdü ve sezgi, oldukça ge­
lişkin ve mantıki olan bilinçli düşünceden daha çok kendi kendini organize
eden süreçler. Hayatta verdiğim önemli kararlar kalbine güvenmenin daha
iyi olduğunu öğretti bana. Romantik bir fikir, ama epey işe yarıyor. Kalbi­
miz veya midemizle verdiğimiz kararlar hep daha doğrudur nedense. Belki de
bunun nedeni, o kararları verirken, daha fazla bir ... e, doğru kelimeyi bula­
mıyorum. Sanırım herkes bunun doğru olduğunu, bilir, karar verirken kalbi­
mizi dinlemeliyiz, çünkü o gereken tüm bilgiye sahiptir. Bir fikirden vazgeç­
me olasılığını değerlendirirken veya avantajlarla dezavantajları tartarken ya
da her iki tarafta da mantıklı gerekçeler varken, en doğrusunu genelde kalp
bilir. Bilmiyorum. Bilim için bir başka iyi soru bu. Karar verirken kalp ve mi­
de neden beyinden daha iyidir?

134
-1 5 -

Hakikat Değil, Sağkalım Şart

Richard Gregory ile Söyleşi


Beyin pek çok varsayımda bulunur....
Bunlar gözle alınan görüntülere tekabül etmez.
Richard Gregory

Fizikçi Eugene Chudnovsky’nin New York, Bronx’ta, Herbert Lehman Kole-


ji’ndeki ofis penceresinden görülebilen tek şey devasa bir huş ağacının çıplak is­
keleti. Ağaçlar kış ortasında Röntgen ekranından görülen, sise gömülmüş bir
manzarayı andırıyor. Sorum da bununla alakalı: “Evren gerçekten var mı?” [bö­
lüm 31].
Okuyucu cevabı bu bölümde bulacak. İlk eklem bacaklıların dört yüz milyon
yılı aşkın bir süre önce Paleozoik dönemde ortaya çıktığını öğrendiğimizden beri,

Richard Gregory, Bristol Üniversitesi’nde Nöropsikoloji Onursal Profesörü’dür.

05
H AYAT KİTABI

muhtemelen herkesin mırıldandığı bu kadim soru bir başka soruyu getiriyor, tüm
düşüncenin kaynağı olan daha önceki bir soruyu: “Beyinlerimize güvenebilir mi­
yiz? Hücreler uyumlu çalışıyor mu?”
Diğer türlerde hücreler kimi komşu hücrelere güvenilmeyeceğini keşfeder.
Hayvan dokularında bazı hücreler uzlaşmayı bozarlar. Ansızın ve uyarmadan ve­
ya belli bir sebep bulunmaksınız kendi başlarına hareket etmeye başlarlar. Doku­
nun titreşim ve ritmini ihlal ederler. Ayrılıkçı hücreler diğerlerini umursamazlar.
Aniden pozisyonlarını terkedip sürekli çoğalmaya başlarlar. Metastas ile kansere
sebep olurlar, yani hücre farklılaşması zaafa uğrar ve doku, bölünerek çoğalan
daha genç, farklılaşmamış hücrelerle yer değiştirene kadar yerlerinde kalamazlar.
Etrafa yayılırlar. Tüm hayvan bedenindeki farklı genetik denge bozulur. Sonunda
ölüm gelir. Bazı nöronal bozukluklar kimi zamansa özellikle memelilerde ve en
başta da sosyal primatlarda garip, tehlikeli davranışlara yolaçar. Evrim şunu açık
seçik ortaya koyuyor: belli bazı koşullarda hücrelerin yakın akrabalarına güven­
mesini engelleyen dahili patolojiler oluşmaktadır.
Bir başka ve daha yeni bir soru da, sosyal primatların normal koşullarda ken­
di beyinlerinden ne kadar emin olabilecekleriyle ilgili. İnsanoğlu, bilim öncesi dö­
nemde olduğu gibi, sinirbilimde bir patlama yaşanan günümüzde de beyni evre­
nin en gelişmiş organı sayıyor. Ve Alfredo Tiemblo gibi seçkin fizikçiler şu gizemi
çözmek epeyce kafa yormuşlardır: atomlardan oluşan bu evren neden kökeni
üzerine düşünmek, amacını irdelemek ya da sırf saçmalığına işaret etmek için
beyne ihtiyaç duydu?
Sinirbilimci Richard Gregory insan bedeninde üretilen enerjinin neredeyse bir
çeyreğini tüketen bu organlar kralına pek saygı duymuyor. İngiltere’de Bristol’ün
iyi halli, yüksek bölgesindeki evinde oluşturduğu atölye, sadece ayakları dibinde­
ki deniz ve şehrin değil, uzayın da en iyi manzarasına sahip. Gregory beyniyle
saklambaç oynamak için akla gelebilecek her tür donanıma sahip. Beynin -kim
bilir hangi çetrefil yöntemlerle- dışarıdaki ışık ve gölgeyi tararken kullandığı ca-
mera obscura’ya 9 deney yoluyla nüfuz etmek için onlarca yıldır sürdürülen tam
tekmil bir savaş bu.

Eduardo Punset: Üzerinde yaşadığımız bu dünyayı doğru algılamaktan daha


önemli bir şey var mı bilmiyorum. Hal böyleyken biz çevremizdeki nesnele­
re ilişkin imgelerimizin doğruluğunu araştırmaya çok az emek ve para harcı­
yoruz. Algılama işini nasıl yapıyoruz?
Richard Gregory: Tamamen haklısın. Beyin pek çok tahminde bulunur ve göz­
ler aracılığıyla küçük imgeler elde eder, ama bu yeterli değildir. Gözle edini­

19 Karanlık oda veya kutu; bir yüzündeki delikten giren ışık karşı duvara dışarıdaki görüntüyü başaşağı yansıtır.
Fotoğaf makinesinin icadında önemli yeri olan bir buluş.-çn

136
HAKİKAT DEĞİL, SAĞKALIM ŞART

len imgeler bakılan nesnelere hiç de tekabül etmez. Birbirinin aynı değildir­
ler. Bir masaya bakınca onun sert ve sağlam olduğunu hissederiz. Üzerine ra­
hatlıkla bir şeyler koyabileceğimiz çıkarsamasını yaparız. Gözün posta pulu
büyüklüğündeki bir imgesine dayanarak gerçek bir nesne hayal eder beyin.
Küçük bir imgeden yola çıkarak dünyanın gerçekliğine dair bir duyuma va­
rabilmemiz müthiş bir şey. Bu her zaman gerçekleşmiyor tabii. Daha fazla
araştırma yapılmalı. Okullarda öğretilmeli, çocuklar için hayati bir mesele.
E.P. Okullarda sadece cevaplar veriliyor. Çocuklara soru sormayı öğretmiyorlar.
Çocukları, diğer öğrencilerin göründükleri gibi olup olmadıklarını sorgular­
ken veya Nevvton’ın dediği gibi, nesnelerin algısından çıkıp renklerin ihtişa­
mına nasıl ulaştığımızı sorgularken düşünemiyorum pek. Çocuklara, ve de
nüfusun tamamına, gerçekliği sorgulama alışkanlığı verilmiyor. Çoğu insan
“gözler nesnelerin aslına sadık bir imgesini beyne gönderir” sanıyor. Kitap­
larında bunun neden yanlış olduğunu açıklıyorsun: gözler sadece elektriksel
darbeler şeklinde kodlanmış imgeler gönderiyor. Beynin onları nasıl deşifre
ettiğiyse bir muamma!
R.Gr. Doğru. Tabii kafanın içi tamamen karanlık, sadece duyulardan gelen, bey­
nin deşifre ettiği küçük elektriksel darbeler var. Ve sinyal gördüğümüz ger­
çeklikten çok farklıdır.
E.P, Bana tanınmış New Y ork’lu bir nörofizyoloğu, Rodolfo Llinâs’ı [bölüm 11]
hatırlattın. Onu tanıyor musun? Çok benzer bir şey söylüyor. Diyor ki, ka­
bukluların aksine, bizim iskeletimiz ve beynimiz içte, etimizse dışta. Beyin ta­
mamen kaplanmış, karanlıkta; senin gibi Llinâs da beyni, çok az ve çok muğ­
lak bilgi aldığı için, dışarıda olup bitenin sadık bir yorumcusu olarak görmü­
yor.
R.Gr. Tümüyle katılıyorum. Demin renklere gönderme yaptın. Renklere bakacak
olursak, mesela büromdaki halının kırmızı olduğunu görüyoruz, demek ki,
beyinde kırmızı rengi üretecek şekilde gözü uyaran bir ışık dalgaboyuna sa­
hip. Görüş ve beyin olmasaydı, evrende renk olmazdı. Renk beyinde yaratı­
lıyor ve nesneye psikolojik olarak yansıtılıyor. Bu sayede kırmızıyı yeşilden,
siyahı beyazdan ayırdediyoruz. Hepsi beyinde, dış dünyada değil.
E.P. Ressamlara renklerin dış dünyada değil de, beyinde olduğunu söylesen ne
derlerdi acaba?
R.Gr. Eee, kısa bir süre önce Londra’da Kraliyet Akademisi’nde büyük bir ressam­
la halk önünde bir tartışmaya katıldım; epey infial içindeydi, zira kendisi bü­
yük bir renk ustası ve çok güzel resimler yapıyor. Tabii rengin eserde oldu­
ğuna kaniydi. Ona bunun doğru olmadığını söyledim. Ressamlarla yaşanan
bir başka büyük ihtilaf konusu da, beyin milyonlarca yıldır, görüş varoldu­
ğundan beri biliyor olsa da, daha geçenlerde -Rönesans’ta - keşfedilen pers­

i37
HAYAT KİTABI

pektiftir. Bir nesnenin bizden uzaklığı iki katına çıkınca, imgenin gözdeki bü­
yüklüğü yarıya düşer. Bu yüzden tren rayları gibi paralel doğrular uzakta ke­
sişir. Floransa katedralinin kubbesini yapan büyük mimar Filippo Brunel-
leschi’ye gelene kadar ressamların perspektifi keşfetmemiş olması hayret ve­
rici. Çizgilerin kesişmesinin derinlik ve perspektif verdiğine ilk dikkat çeken
oydu. Bunu kendi tasarımlarına uyguladı ve o zamandan beri neredeyse bü­
tün ressamlar bu tekniği kullanmışlardır. Ama Brunelleschi’den önce insan­
lar perspektifi bilmiyordu, beyin beş yüz milyon yıldır kullandığı halde.
E.P. Beni en çok düşündüren bir şey de, kendi yüz ifadelerimizi göremeyişimiz.
Kendi yüzlerimizi görmeden, diğer insanlardaki dışa vurumları kişisel duy­
gularla irtibatlandırmayı başarıyoruz. Harika kitaplarından birinde dediğin
gibi, aynalarımız var. Kendi sözlerinden aktarıyorum: “Bu büyüleyici gizem
hakkında bir şeyler öğrenmemizi sağlayan aynalar olmasaydı, kendi fotoğ­
raflarımızı tanıyamazdık.” Bu doğru mu?
R.Gr. Buna inanıyorum. Bir bebek veya çocuk kendini ilkin hareketleri sayesinde
aynada tanır. Hareket edince aynadaki imgesi de hareket eder. Er geç ayna­
da yansıyanın kendisi olduğu sonucuna varır. Aynalar olmasaydı, neye ben­
zediğimizi hiç bilemeyecektik. Ve dediğin gibi, diğer insanların zihinlerini,
kendilerinin göremedikleri yüz ifadelerinden okuyoruz. Müthiş bir şey.
E.P. Çok zor olmalı! Ama yine de çocuklar bu gizemi epey erken bir dönemde çö­
züyor.
R.Gr. Çocuklar kendilerini bir yaşından kısa bir süre önce, aşağı yukarı on aylık­
ken tanıyorlar. Bu yaştan önce aynadan yansıyan figürün kendileri olduğu­
nu bilmiyorlar. Daha sonra vücut hareketleriyle, jestleriyle öğreniyorlar bu­
nu. Çocuklar aynaya değil de, sadece hareketsiz fotoğraflarına baksalar, sa­
nırım kendilerini hiç tanıyamazlardı.
E.P. Ya diğer hayvanlar? Şempanzeler de kendilerini tanıyor, değil mi?
R.Gr. Sadece şempanzeler. Başka hiçbir hayvan kendini aynada tanımıyor.
E.P. Çocuklar nasıl oluyor da kendini tanımayı bu kadar çabuk öğreniyor?
R.Gr. Çocuklar dokunarak öğrenir. Etraflarındaki nesneleri tanımaları için, aynı
anda hem dokunmaları hem de görmeleri gerekir. Dolayısıyla görüş, temel
bir duyu olan dokunmayla eğitiliyor. Bir nesneye baktığımızda, ilk imge sa­
dece optik olsa bile, bir şekilde optik olmayan unsurları da görüp anlarız:
sert mi, yumuşak mı, yenir mi, sıcak mı, soğuk mu? Tüm bunlar diğer duyu­
ların işbirliğiyle oluyor, bütün duyular birbiriyle bağlantılı.
E.P. Dokunmaktan söz etmen garip! Bir anlamda körlük görüntüsüz dokunmadır
ve ayna da dokunmasız görüntü. Diyorsun ki, aynalarla dolu olan, ama do­
kunmanın bulunmadığı bir dünyada asla bir şey öğrenemezdik.
R.Gr. Evet, buna inanıyorum. Belki modeller görürdük, ama somut nesneler ol­

138
HAKİKAT DEĞİL, SAĞKALIM ŞART

mazdı ve eşya anlamını yitirirdi. Aynı anda hem dokunmak ve hem de gör­
mekle gerçekleşiyor algı. Bilim müzelerinde bunu akıldan çıkarmamalıyız.
Nesnelere dokunabilmek çok önemli. Herşey camekan içindeyse, bunların
ne olduğunu anlamak çok zordur. Bebeklerin sürekli yaptığı gibi, etkileşime,
dokunarak keşfetmeye ihtiyacımız var. Bebekler nesneleri önce ağızlarına
götürür ve sonra onlara dokunurlar. Gözleri çok sonra devreye girer.

Rıchard Gregory bir imkansız figür oluşturmak için bir iki odun parçası bulmak
amacıyla kısa süreliğine atölyesini terketti. Algıyı çoğu kez beş duyu arasındaki
kombinasyonun bir alt ürünü olarak görmesi bana sinestezinin anlamını soran
bir öğrenciyi hatırlatıyor. Ona “Anestezi malum, duyum olmayışı demek. İşte, si-
nastezi de kombine duyum. Sinestezikler beş rakamını, mesela sarı olarak görür­
ler” demiştim. Öğrenci hemen “Hayır”, diye karşılık vermişti, “Beş yeşildir”. Si-
neztezikti, ama farkında değildi, pek çok yaratıcı insan gibi. Richard Feynman bir
denkleminden şöyle söz eder: “parıltılı bir kahverengiden j ’lerle, açık mavimsi
menekşeden n’ler ve koyu kahverengi x ’ler.” Vladimir Nabokov da harfleri öğre­
ten renkli küplerle oynarken annesine “Hepsi yanlış: bu küpte A kırmızı, ama as­
lında A mavidir” demiş. Ve kendisi de sinestezik olan annesi onu mükemmelen
anlamış. Bir başka, daha karmaşık bir vaka da müzisyen Olivier Messiaen’ınki.
Sinestezikler genelde müzik dinlerken renk görebilirler. Ama bu çift yönlü çalışan
bir işleyiş değildir: renk sayesinde sesler duymazlar. Olivier Messiaen ise notaları
okurken renkler görüyordu ve renkler ona müzik çağrıştırıyordu.
Richard Cytovvic’e göre, duygular, hafıza ve dikkatten sorumlu olan limbik
sistemin işleyişindeki bir anomali nedeniyle gerçekleşiyor sinestezi ve düğüm nok­
tası hipotalamus. Doğduğumuzda hepimiz sinezteziğiz; duyu adalarının oluşumu­
na yol açan şeyse, beynin normal gelişimi sırasında gerçekleşen hücre ölümleri.
Rahimdeyken müthiş bir nöron artışı gerçekleşir ve hepsi birbirleriyle sinaptik
bağlantı kurma yarışındadır. Başaramayanlar ölür. Bir ila iki yaşları arasında nö­
ronlar budanır. Sinesteziklerde bu budama işleminin akamete uğradığına, dolayı­
sıyla da farklı duyusal alanlar arasındaki sinaptik bağlantının ömür boyu bozul­
madan kaldığına inanılıyor. Sinestezikler köpek havlaması duyarken, bir yandan
da, aniden peydahlanıp yavaşça kaybolan kahverengi gri üçgenler görebilirler.
Havai fişekler gibi ortaya çıkar, bir saniye asılı kalır ve sonra kaybolurlar.
Evrimin neden hepimizi sinestezik yapmadığını anlamak zor. Yaşamın ilk ay­
larındaki durumu koruyabilsek ciddi avantajlar sağlardık. Richard Cytovvic bir­
kaç yıl önce Washington’daki evinde bana Kanadalı bir TV yapımcısının duru­
mundan söz etmişti; kadın randevularını, iş çizelgesini, programına gelecek in­
sanları, kayıt ekibini vs. ajanda kullanmadan aklında tutuyormuş. “Nasıl beceri­
yorsun?” diye sormuş Cytovvic. “Önümde” demiş, “bir mantar pano var ve de

!39
H AYAT KİTABI

Figür 2. İm kansız nesne algısı.

renklerle şekiller; ve herşeyi belli bir yere koyuyorum, aynen postacının mektup­
ları postakutularına koyması gibi, böyle hatırlıyorum.” Sinestezinin büyük bir
avantajı. Sinesteziklerin hafızası genellikle müthiştir, çünkü renkler, kokular ve
şekiller hatırlamaya yardım eder. Bir sinestezik mesela adımı sorunca şöyle derdi:
“Adın Edward. E yeşil olduğu için senin Edward olduğunu biliyorum, çünkü yeşil
bir adın var senin.”
Pek çok kişi, “Bu kadar fazla enformasyonla delirmez miydim?” diye sorabilir
kendi kendine. Bu kör bir insanın şöyle demesine benzer biraz: “Nereye baksanız
hep bir şeyler görüyorsunuz. Bu kadar çok şey görmek sizi delirtmiyor mu?” Ger­
çeklik örüntüsüyle ilgili bir durum.
Richard Gregory ağzı kulaklarında atölyesine geri döndü. İmkansız figürün
odun parçalarını bulmuştu ve dolayısıyla da şunu sormak farz oldu:

E.P. Beynin çözemeyeceği şeyler var mı? Yani içinden çıkamayıp vazgeçtiği algı­
lar?
R.Gr. Evet. Yıllar önce üç parça odunla yapılan bir imkansız nesne icat ettim. Ona
belli bir perspektiften bakınca, beyin tepedeki parçaların birbirine değdiğini
varsayıyor. Göz onları optik temas halinde algılıyor, dolayısıyla beyin de ay­
nı mesafede olduklarını varsayıyor. Optik temas genellikle gerçek temasa te­
kabül etse de, bu örnekte varsayım yanlış. Beyin yanlış bir önermeye daya­
narak nesneye dair, tabiri caizse, bir hipotez oluşturuyor, paradoksun nede­
ni bu.
E.P. Yani bir şekilde beyin, nesnelerin görüntüsünü aldığımızda, onların ne oldu­
ğuna dair bir hipotez geliştiriyor ve sonra bunu duyularla çarpıştırarak test
ediyor, doğru mu?

140
HAKİKAT DEĞİL, SAĞKALIM ŞART

R.Gr. Evet, algının bir hipotez olduğunu düşünüyorum. Mesele şu ki, algı çok hız­
lı çalışmak zorunda, saniyenin onda birinde, dolayısıyla tam bir sağlama iş­
lemi olmuyor. Bir nesneye dokunup yanıldığımızı anlasak bile, görsel beyin
onu hâlâ doğru biçimde göremez, çünkü beynin yarattığı hipotez entelektü­
el anlayışla sadece kısmen ilişkilidir. Beynin bir kısmı anlar, diğer kısmı an­
lamaz.
E.P. Varolmayan şeyler bile görebiliriz, değil mi?
R.Gr. Tabii. Delil olmaksızın, çok az bilgiden hareketle hipotezler yaratırız, bilim­
deki gibi. Birkaç gözlemden büyük bir evren modeli oluştururuz veya çevre­
mizdeki nesnelerin bir modelini oluştururuz. Bu hipotez üreticisi bazan hiç
yoktan bir fantazi yaratır, yanlış hipotezler üreten şizofreniklerde olduğu gi­
bi.
E.P. Yani algılamak sadece görmek değil, denemek de aynı zamanda, halüsinas-
yon gören bir beyinde bile!
R.Gr. Algıların kontrollü halüsinasyonlar olduğunu düşünüyorum. Göz ve duyu­
lardan onları kontrol edecek kadar malumat geliyor, ama normalde duyu
sinyallerinin kontrolü altında olan şey yaratıcı bir fantazi, yaratıcı bir kur­
maca süreci.
E.P. Zihnin nihai bir çözüm bulmaktan vazgeçtiği bir başka imkansız durum gös­
tereyim sana. Ünlü Necker kübünü kastediyorum.
R.Gr. Evet, burada beynin yarattığı iki hipotez var: birine göre ön yüz sol tarafta­
ki figürde gölgelenmemiş olan yer, diğerine göreyse sağdaki figürde gösteri­
len yer. Ve burada birinden birinin doğru olduğunu belirleyecek bir delil yok.
Her iki halde de beyninde aktif olan neyse algısal gerçekliğin odur. Bu örnek­
te sadece iki muhtemel algı var, dolayısıyla birinden ötekine seğirtebilirsin.
Her algılamada daima başka ihtimaller de vardır, sadece seçilmemişlerdir o

141
HAYAT KİTABI

kadar.
E.P. Birkaç yıldır cevap aradığım bir soru var. Teselli mükafatım, cevabı Nobel
Ödüllü Richard Feynman’ın da araştırmış olması. Aynada kendimizi tersten
görüyoruz. Sağ elime bir kalem alıp aynaya bakarsam, aynadaki yansımam­
da kalemi sol elimde görürüm -çoğu kimse bunun farkında değildir. Rem-
brandt bir otoportresini bitirdiğinde kendini fırça sol elde resmettiğini far-
ketmiş, doğru mu?
R.Gr. Evet, otoportreyi yeniden yapmak zorunda kaldı, çünkü solak göründüğü­
nü farketmişti, ki aslında solak değildi. Müthiş bir şey. Ayna tamamen simet­
riktir. Sorulması gereken şey, dediğin gibi, optik dönüş yoksa, neden yatay
olarak ters dönüp, dikey olarak dönmediği. Birçok teori ileri sürüldü: bir ta­
nesi asimetrinin sebebini gözlerimizin yatay olarak iki yana ayrılmış olması­
na bağlıyor. Zihinsel bir rotasyon mekanizmasına sahip olduğumuz da ileri
sürüldü: şöyle ki, kendimizi aynada hayal ediyoruz -y a da görüyoruz- ve
sonra kendimizi yüzyüze görmek için bu imgeyi zihnimizde döndürüyoruz.
Ama bu teoriler yanlış. Mesele, aynanın neden yansımayı bu yana döndürüp
diğer yana döndürmediği.
E.P. Peki cevap ne?
R.Gr. Sanırım cevap şöyle: optikle uğraşıyorsan bunun bir optik meselesi olduğu­
nu söylersin; psikologsan imgeyi beynin döndürdüğünü söylersin; Pla-
ton’dan beri sayısız absürd hipotez ileri sürüldü. Cevap oldukça basit. Bir
nesneye aynada bakmak için, onu önümüzde duracak şekilde döndürmemiz
gerekir. Böylece sağ üst köşe sol üst köşe olur ve bunun nedeni nesnenin yer
çekimine bağlı asimetrik rotasyonudur. Ayna, aynanın önünde kalması için
nesneye (veya kendine) uyguladığın rotasyonu yansıtır.
E.P. Beynin sürekli uyarımdan kaçınmaya yönelik bazı stratejileri var gibi görü­
nüyor. Mesela giyiniyoruz. Bütün gün giyinik haldeyiz, ama bunun neredey­
se hiç farkında olmuyoruz, değil mi?
R.Gr. Evet, aynen öyle. Buna adaptasyon deniyor; kanıksama işi periferik sinirler­
de başlıyor. Dediğin gibi, elbiselerini bir kez giydikten sonra artık onları pek
farketmezsin, çünkü aksi halde beyin sürekli önemsiz enformasyon bombar­
dımanı altında kalırdı. Önemli bir değişiklik olunca, beynin hipotezlerini
güncellenmesi gerekir. Devamlı duyduğumuz bir saat sesini bir süre sonra
duymaz hale geliriz, saat başı vuruşlarını bile duymayız, çünkü önemli değil­
dirler. Vuruşların olacağını biliriz, artık ilgilenilmesi gereken yeni bir şeyin
duyurusu değildir bunlar.
E.P. Büyüden değil bilimden söz ediyoruz; peki zaman içinde bilimle büyü arasın­
da nasıl bir ilişki oldu?
R.Gr. Fiziksel dünyanın psikolojik bir izahı olması anlamında bilim sanırım bü­

142
HAKİKAT DEĞİL, SAĞKALIM ŞART

yüyle doğdu. Fırtınalar tanrıların gazabı olarak açıklanırdı. Fiziksel bir olgu­
ya psikolojik bir açıklama getiriliyordu. Ama bence, Harry Potter’ın da gös­
terdiği üzere, çocukların büyüyü sevmesi, büyüyle mest olması çok üzücü.
Büyü asası onlara teleskoptan, mikroskoptan veya spektroskoptan daha çe­
kici geliyor. Bu çok üzücü bence, çünkü bilim muhteşem bir şey. Ben büyü
kelimesini kullanmazdım, çünkü etkili oluyor; bilim bize harika sorular ve
müthiş cevaplar sunar ve evreni büyüden çok daha iyi açıklar.
E.P. Son bir soru. Eşyanın görüntüsü ve algısı üzerine derinlemesine düşünmeyi
bilfiil başlatan kişisin. Bu konudaki bunca yıllık gözlem, araştırma, düşünme
ve yazmadan sonra, tüm algının bir yanılsama olduğu kanaatinde misin?
Yoksa artık dış dünya, evren aşağı yukarı beyin tarafından üretilen şey gibi
mi geliyor sana?
R.Gr. Çok ilginç bir soru. Sanırım evet, dışarıda gerçekten bir evren var. Herşeyin
bir rüya olduğunu söylemek saçma. Herşey bir rüya olsaydı, rüya kelimesini
kaybederdik. Kelimelerin anlamlı olması için gerçeklikte karşıtları da olma­
lı. Herşeyin bir yanılsama olduğunu söylersen, yanılsama kelimesi yokolur,
anlamını yitirir. Mesele şu: Bir şeyin gerçek ya da yanılsama olduğunu söy­
lerken dayandığımız referans ne kadar doğru? Algının akla uygun bir fizik,
bir “mutfak fiziği” kullandığını düşünüyorum. Kuantum mekaniği veya iza­
fiyet teorisindeyse fizik tamamen farklı bir gerçeklik tanımlar. Algının ger­
çekliği akla uygun bir fiziktir -dokunmanın, nesneleri, mesela yiyecek mad­
delerini elle tutmanın fiziği. Tehlikeler, gıdalar, dostlarımız, tüm bunlar dün­
yayı algılamayı gerektiriyor -bunlar algı için tek gerçekliktir.
E.P. Diyorsun ki, beynin varoluş sebebi hakikati bulmak değil, sağ kalmak.
R.Gr. Evet. Ev yapımında veya mutfak aletleri imalatında kolektif çalışabilmek
için toplumsal mutabakat gereklidir. Bizim de sağ kalmak için yerleşik fikir­
lere ihtiyacımız var. Sosyal inançlar eşgüdümlü, kararlaştırılmış eylemleri
yürütmemizi sağlıyor. Bunların mutlak bir hakikatle hiç alakası yok.

143
-1 6 -

Öğrenmek için Rüya

Nicholas Humphrey ile Söyleşi


Rüyanın işlevi bizim için sıradışı sosyal durumlar yaratmaktır.
Nicholas Humphrey

Britanyalı havacılık mühendisi Willian Dunne, 1972’de yayınlanan An Experi-


ment with Time [“Zaman Üzerine Bir Deney”] adlı kitabında, hayal gücünün na­
sıl tek bir rüyada gelecekle geçmişi harmanladığını, ileri geri gittiğini ayrıntılı bir
şekilde anlatıyor. Rüya, Paul Davies’in zaman makinesi gibi, zaman ve mekan
bariyerlerini yıkıyor. Yıllardır rüyalara ilişkin iki ana düşünce akımından birinin
veya ötekinin doğruluğunu bilimsel olarak kanıtlamak mümkün değil. Bilimin
geleneksel söylemine göre, sürekli duyu bombardımanına maruz kalan beyin ta-

Nicholas Humphrey, Londra İktisat Fakültesi, Doğa ve Sosyal Bilimler Felsefesi Merkezi’nde Fa­
külte Profesörü’dür.

14 4
ÖĞRENMEK İÇİN RÜ YA

bivatıyla tüm steril enformasyonu altbilince, rüyaların üretildiği yere yönlendirir.


Beynin asli görevi, sağkalım için gerekli olan enformasyonu gereksiz olandan
ayırmaktır. Dolayısıyla, bilimin gözlüğüyle bakanlara göre rüyalar, evrim süre­
cinde aktifleşmemiş olan, atık DNA birikiminden başka bir şey değildir. Psikolo­
jinin iki devi, Sigmund Freud (1856-1939) ve Cari Jung (1875-1961) ise aksi dü­
şünce tarzının temellerini attılar. Freud’a göre rüyalar bireysel bilinçaltının yo­
rumlanabilir bir tezahürüydü, Jung ise kolektif bilinçdışına vurgu yapıyordu. Bu­
gün olsa buna gezegensel beyin derdik. Bilimse rüyaların analizi konusunda an­
cak ağır bir şekilde ilerleyebiliyor.
Modern manyetik rezonans tekniklerinin devreye girmesi, uyanık gördüğü­
müz dünyayla rüyaların dünyası arasında olduğu varsayılan ve her iki geleneksel
psikoloji akımının da çıkış noktası olan belirgin ayrımı bulanıklaştırdı. Rüyalara
belli bir gerçeklik ve gerçekliğe de rüya hüviyeti kazandıran, hakikaten ilgi çekici
ilk bulgu şuydu: bir gerçekliği algılarken de hayal ederken de aynı nöron grubu
harekete geçiriliyordu. Beyin rüyada gördüğümüz imgelerle uyanıkken algıladığı­
mız gerçeklik arasında bir ayırım yapmıyor anlaşılan.
ikinci uyarı işareti, sinir bilimcilerin “duru rüyalar” üzerine gerçekleştirdikleri
ve rüyalarda geçen zamanın gerçek zaman olduğunu belirten deneylerinden geli­
yor. Rüyalar sıkışıp yoğunlaşmış değiller. Ölçülebilir zamanda geçiyorlar. Rüya­
larla algı dünyası arasında o kadar benzerlik var ki, onları “çöp DNA” diyerek
görmezden gelmek imkansız. Belki de bilim, uyanıklık, rüyasız uyku ve rüya şek­
linde üç evre sınıflandıran Hindu düşüncesini doğruluyor. Bunların hepsi bilinçte
aynı süreç olarak görülüyorlar.
Bilim rüyaların işlevi konusundaki belirsizliği de giderme aşamasında. Ömrün
uç tam yılını tamamen boş yere rüyayla geçirmek paradoksal veya kabul edilmez
nir durum olurdu. Çağımızın en verimli ve bilgili psikologlarından biri olan Nic-
holas Humphrey’nin açıkladığı üzere, “Darwinci evrim teorisi böyle bir ziyana
asla izin vermezdi.” Rüya araştırmaları daha yeni başladı, sinirbilim neredeyse oy
Dirliğiyle evrimsel öğrenme ve problem çözme yeteneğinin gelişimi bakımından
önemli olduğunu kabulleniyor ve bu Nicholas Humphrey’nin de yaklaşımındaki
remel bir düşüncedir.
Nicholas Humphrey, Ruanda’da Diane Fossey’le birlikte goril davranışını in­
celemişti ve beyin hasarı geçiren maymunlarda kör görünün -görsel uyarım aldı­
ğını farketmeden, onlara tepki verebilme yeteneğinin—varlığını tanıtlayan ilk ki­
şiydi.

Eduardo Punset: Göründüğü kadarıyla, ömrümüzün ortalama üç yılını, uykuy­


la değil, rüyayla geçiriyoruz. Bu zaman kaybı mı; yoksa rüyanın bir işlevi mi
var?

145
HAYAT KİTABI

Nicholas Humphrey: Tüm bu süre hiçbir amaca hizmet etmeden geçse çok ga­
rip olurdu. Sanırım rüya evrimsel mirasımızın bir parçası olarak çok önemli
bir psikolojik ve biyolojik işlev görüyor. Şurası aşağı yukarı kesin: insanlar­
da diğer hayvanlarda olduğundan daha önemli bir yer tutuyor. Diğer hay­
vanlar küçük rüyalar görebilirler, ama bunları o sıradışı, hikaye benzeri an­
latı rüyaları olduklarından şüpheliyim.
E.P. Yani, köpeğim kanepede uykuya dalıp havladığında, aslında hikayeler düşle-
miyor?
N.H. Belki avlanmaya ya da bir kediyi kovalamaya dair bir duygu hissediyor, ama
insan rüyaları gibi bir şey değil bu, altı yaşında bir çocuğunki gibi bile değil.
Çocuklar da yetişkinler de sıradışı olaylarla dolu romanlara epey benzeyen
rüyalarının kahramanıdırlar. Birçok bilimci anlatı içeriğine kulak asmayıp.
rüyaların sinir kimyası, yapay zeka ve bilgi-işlem çerçevesinde açıklanabile­
ceğine inansa da, rüya maceralarımız çok önemlidir. Rüyalar insan hayatın­
da roman okumak kadar önemlidir.
E.P. Bugünün insanları, H om o sapiens sapiens , doğrudan Cro-Magnon adamının
torunlarıdır. Cro-Magnon adamını en yakın ataları Neandertallerden ayıran
şeyin, dilden çok, rüyalarda sürekli açığa çıkan fantazi ve anlatı olduğunu
düşünmüşümdür hep. Önemli meseleler üzerine fabllar yaratma ihtiyacı ger­
çekten şaşırtıcı -sırf hikaye ve masalla aklımız çeliniyormuş gibi.
N.H. Evet, bu bağlamda rüyalar, duyduğumuz ilk hikayelerden beslenen model hi­
kayelerdir. Rüyalarımızda kurduğumuz hikayeler aracılığıyla alışıyoruz ma­
sallara. İlk rüyalarımız basittir: çocuk rüyalarındaki birçok kahraman diğer
hayvanlardır, insanlar çok karmaşık görünür, tavşanlar, kediler, köpekler ve
kaplanlarınsa basit duyguları vardır. Böylelikle çocuklar aktif bir organiz­
manın, korku, umut, ferahlık veya acı gibi duygular hissetmenin nasıl bir şey
olduğuna dair fikirler geliştirirler. Sanırım rüyaların ana işlevi, tam olarak,
duygularımızı sınamaktır, onları sıradışı sosyal durumlara çekip zihnimizin
nasıl çalıştığını, belki hiç yaşamadığımız, ama gerçekleşebilecek tuhaf du­
rumlara nasıl tepki vereceğimizi öğrenmektir. Sana müthiş bir örnek vere­
yim: Ebeler çoğunlukla doğurma rüyaları görürler, hiç bebekleri olmasa bi­
le. Ebeler, belki de hiç anne olmayacak olan bu kadınlar, her gün anneliğin
sıradışı duygularını yaşayan kadınlarla ilgilenirler. Görüştüğüm ebelerin de­
mesine göre, rüyaları çok önemliymiş, çünkü böylece, başka türlü sahip ola­
mayacakları bir anlayış, bir duyum sahibi oluyorlarmış.
E.P. Nick, bazı sinir bilimcilerden duyduğuma göre, erken doğan çocukların nö­
ronları rüya görürken etkinleşiyormuş ve çocuklar zamanlarının neredeyse
yüzde seksenini rüya görerek geçiriyormuş.
N.H. Sanırım bu biraz mübalağalı. Rüya sırasında gerçekleşen -ve diğer memeli­

14 6
ÖĞRENMEK İÇİN RÜYA

lerde de görülen- hızlı göz hareketi (REM) gibi fizyolojik işaretler, rüyanın
hakiki bir tecrübe olduğu anlamına gelmez. Çocuk birazcık büyüyene kadar
REM gerçekleşmez. İki yaşında bir çocuğu söz konusu beyin dalgalan ger­
çekleşirken uyandırıp, ona ne rüya gördüğünü veya düşündüğünü sorsak,
basit cevaplar verecek, korktuğunu veya dondurma yediği için çok mutlu ol­
duğunu söyleyecektir. Çocuk dört yaşına geldiğinde rüyası anlatı şeklini alır,
dramatik olabilen ve uykudan uyandırabilen bir hikaye. “Annemi kaybet­
tim, nereye gideceğimi bilmiyordum, onu bulduğumda bir mağaranın için­
deydi; babamı arıyordum, baktım, uçurumdan düşmüş; çok korktum. Koş­
tum, koştum, koştum ve sonunda uyandım.” Bu tür bir hikaye, ki çoğunluk­
la çok daha kapsamlıdır, çocuğa kaybı, tehlikeyi ve endişeyi öğretir. Çocuk
büyüdükçe, rüyalar gittikçe daha kapsamlı hale gelir. Aşık olmayı, sevdiği
birini kaybetmeyi, ihaneti tecrübe eder. Rüyalar kanalıyla, bir oyun şeklinde
de olsa, gerçek hayatı öğreniriz. Oyun derken tiyatro oyununu kastediyo­
rum. Hamlet’te n ihanetin, ensestin, nefretin ve intikamın nasıl bir şey oldu­
ğunu öğreniriz. Oyunlar her gece rüya aracılığıyla içimizde sahnelenenlerin
benzeri anlatılardır.
E.P. Neyse ki bu kendi kendine öğrenme işlemi Aldous Huxley’nin Cesur Yeni
Dünya’âz hayal ettiği şeyden farklı -torunlarımızın her akşam bir kaydı sey­
rederek ertesi gün ne yapacaklarını öğrenmesi durumundan. Yoksa ona mı
benziyor?
N.H. Sanırım kısmen haklısın. Bir adamın ya da kadının zihnini çarpıtıp böyle ça­
lışmasını sağlayamayız. İnsanoğlunun olanakları konusunda ne kadar bilgi
sahibi olursak, o kadar donanımlı ve başarılı “doğal psikologlar” oluruz.
Yaklaşık son yirmi beş yıldır yazdığım hemen herşey, diğer insanların “doğal
psikolojisi”ni anlayabilmeyi sağlayan bu sıradışı yetenekle ilgili. Biz insanlar
muhteşem psikologlarız.
E.P. Çünkü diğer insanların zihinlerinde olup biteni görebiliyoruz?
N.H. Zihinlerini okuyoruz. Düşüncelerin üzerine yoğunlaşıyorum ve dürtülerini,
tecrübelerini, duygularını ve ihtiyaçlarını anlamaya başlıyorum.
E.P. Ve sadece bu kadar da değil, peşinden beni manipüle edip etkileyebiliyorsun.
N.H. Evet, seni manipüle edebilirim, ama sana yardım da edebilirim. Buna zeka­
nın sosyal işlevi denir. Yıllar sonra farklı bir isim verildi, ama bana uygun
gelmiyor: Makyavelyan zeka. Bunun bir hata olduğunu düşünüyorum, çün­
kü Makyavelyan zeka kavramı zekanın manipülasyon, zulüm ve rekabet için
kullanıldığım telkin ediyor. Bence zekanın sosyal işlevi çok önemli, çünkü di­
ğer hayvanlarda rastlanamayacak biçimde sevgiyi, merhameti ve pozitif bir
sosyal hayatı mümkün kılıyor. Bazı meslektaşlarıma göre, ki ben de aynı gö­
rüşteyim, insanoğulları bu tür bir algılamayı yapabilen yegane hayvanlar.

i47
H AYAT KİTABI

Şempanzeler ya da köpekler bile bunu yapamıyor.


E.P. Bu konuya döneceğiz. Doğru anladıysam, rüyalar için çok önemli bir kelime
kullandın, yeniden-yaratma, çünkü rüyalar gerçek hayatta karşılaşabileceğin
olayları veya süreçleri taklit ediyor.
N.H. Simülasyon önemli, çünkü rüya tabii gerçek bir şey değil ve dolayısıyla ger­
çek hayatta olan şeylerin tehlikelerini veya akıbetlerini barındırmıyor. Aynen
çocukların oyunları gibi: oynarlarken-
E.P. Kimi yetenekler geliştiriyorlar-
N.H. Evet, yetenekler geliştiriyorlar ve öğreniyorlar. Farklı ilişkileri karşılayan
kavramlar geliştiriyorlar. Düşman, dost, doktor, hastabakıcı veya korsan ro­
lü oynarken, hayatta başarı sağlamak açısından kritik olan psikolojik kav­
ramlar öğreniyor çocuklar.
E.P. Bir başka deyişle, bir pilotun uçmayı öğrenmek için uçuş simülatörü kullan­
dığı şekilde kullanıyoruz rüyaları.
N.H. Aynen, çok yerinde bir benzetme.
E.P. Bundan başka? Ömrümüz boyunca rüya görerek geçirdiğimiz süre üç yıla te­
kabül ediyor.
N.H. Evet, üç yıldan bile daha uzun süre rüya görebiliriz. Rüya işlevinin önemini
gösteriyor bu. Hayatın gerçek oyunlarına katılmadan önce kaç yıl oyun oy­
nuyor çocuklar? Benimkilere bir bak, tek istedikleri oynamak__
E.P. “Öngörü rüyaları” konusunda ne düşünüyorsun? Rüyalar gerçekleşecek şey­
leri öngörmek için kullanılabiliyor. Söylediklerinden başka bir işlevi var mı
rüyaların?
N.H. insanlar gelecekleriyle ilgili bazı şeyleri rüyalarda arayıp bulacaklardır, bu
muhtemelen kaçınılmaz. Biz insanlar çok batıl inançlıyız. Geleceğe ilişkin her
tür bilgi kaynağının peşindeyiz. Geleceği öngörmek bize sıradışı bir avantaj
sağlardı, insanlar, insanlık tarihinin başlangıcından beri, tüm çağlarda, hem
dış dünyada, hem de rüyalarda geleceğe ilişkin işaretler aradılar. Rüyalar,
Freud ve Jung’un çalışmalarında da görüldüğü üzere, fevkalade sıradışı ve
fevkalade yoruma açık şeyler. Sonsuz sayıda yoruma yol açan semboller,
renkler ve biçimler içeriyorlar. Hayal gücümüzle geleceğe uyan hikayeler ku­
rabiliriz. Bir rüyayı inceleyip onun mutlaka bir gelecek kehaneti içerdiğine
inanabilirsin. Bu bir yanılsama sanırım, doğa dışı yetenek değil, tüm öngörü
yanılsamalarında olduğu gibi. Ama bu şeylere inanmamızın şaşırtıcı bir yanı
yok, çünkü onlara inanmak istiyoruz. Biz insanlar ürkek yaratıklarız, gelece­
ğimizi bilme ihtiyacı duyuyoruz.
E.P. Çok karmaşık bir dünyada kırılgan yaratıklarız.
N.H. Evet, dünya bizi korkutuyor ve doğduğumuz andan itibaren ona bir anlam
vermeye, onu öngörmeye çalışıyoruz, kim olduğumuzu, nerede olduğumuzu

148
ÖĞRENMEK İÇİN RÜYA

ve nereye gittiğimizi anlamak için. Rüyalar bu imkanı sunuyor. Ama anlam


arayışımızı karşıladıkları için çok cazip gelseler de, sanırım yanılsama ol­
maktan öteye gidemiyorlar, psikoanaliz gibi.
E.P. Birkaç yıl önce Helen adında bir maymunla çalışmıştın, aynı insanlar gibi,
bazı renkleri belirgin biçimde diğerlerine tercih ediyordu. Maviyi sevip, kır­
mızıdan nefret ediyordu.
N.H. Maymunlarla ilgili iki hikaye biliyorum. Maymunlar çok bariz olarak bazı
renkleri tercih ediyor, ama Helen özel bir maymundu—
E.P. Kördü.
N.H. Kör değildi. Sıradışı olan da bu. Ama renkleri göremiyordu. Normal may­
munlar renk konusunda müthiş duyarlıdır, insanlardan çok daha duyarlı.
Maymunlar kırmızı ışığa dayanamaz. Bir maymunu kırmızı ışıklı bir odaya
koyarsan, maymun titrer ve yere çömelir. Mavi veya yeşil ışığa maruz bıra­
kırsan sakinleşir.
E.P. Ama bildiğin gibi, insanların neredeyse yüzde 90’ı ikisi arasında maviyi ter­
cih eder.
N.H. Evet, doğru. Eğer söz konusu olan, yatak odanda nasıl bir ışık istediğin veya
nasıl bir gök altında yaşamak istediğin türünden çok genel tercihlerse. Pato­
lojik vakalarla ilgili bir başka durum da, bir tür beyin hasarında insanın
renklere çok daha duyarlı hale gelmesi. Beynin arkasındaki beyinciği etkile­
yen bir felç durumu var. Bu dürümdakiler titrerler ve elleri sallanır. Mavi
ışıklı bir odadayken veya mavi ya da yeşil camlı gözlük taktıklarında sakin­
leşirler. Kırmızı gözlükleyse, uyarımları şiddetlenir ve sonunda yere düşerler.
Sırf rengin etkisiyle.
E.P. Renkler sandığımızdan çok daha önemli olmalı.
N.H. Şüphesiz. Tarih boyunca önemli oldular. Bazı hayvanlar, mesela maymunlar
bariz tercihler gösteriyor. Öte yandaysa, sanırım uygar halkların yaşamların­
da artık renkler giderek anlamlarını kaybediyor. Renkler artık gerçek dünya­
daki biyolojik anlamları taşımıyorlar. Alış veriş merkezlerinde veya trafikte
parlak renkler, kırmızılar, sarılar, maviler içindeyiz. İlkel20 hayvanlar için ta­
şıdıkları anlamı kaybetmiş durumda renkler. Atalarımız için kırmızı, meyve­
nin veya zehirli yemişlerin veya gün batımının rengiydi. Tehlike anlamına ge­
liyordu, çünkü günün en tehlikeli zamanı geceydi. Güneş ve gök kızıla dön­
düğünde savunmaya geçmek gerekliydi. Tetikte olman ve arkanı kollaman

û İlkel tabiri daima izaha muhtaçtır; genellikle de anlamsız bir aşağılamadır ve kullanılmaması gerekir. Fosil
kaydında daha evvel görünmek veya fizyolojik bakımdan daha basit olmak veya daha az metabolik reaksiyon
anlamına gelebilir veya morfolojik bakımdan daha az karmaşıklık ya da genomda daha az gen anlamına gele­
bilir. İlkel, aşağı, üstün, yukarı gibi tabirler yerine daha anlamlı tanımlamalar getirilmesini öneriyoruz. -L M

14 9
HAYAT KİTABI

gerekirdi. Bunu maymunlarda kaşfetmiştim: gök kızıla dönünce çok asabile­


şip sağa sola bakınmaya başlıyorlardı. Gök mavi olduğundaysa, yani gün or­
tasında yırtıcılar uyuyor ve maymunlar da rahatlıyordu.
E.P. Diyorsun ki, hayvanların renklere tepkisi atalarımızınkiyle aynı.
N.H. Sanırım bir veya iki milyon yıl önceki halimiz gibiler.
E.P. Bilinçli rüyalar hakkında ne düşünüyorsun, rüya görürken rüya gördüğünün
farkında olmak hakkında, yarı uyku, “duru rüya” hakkında?
N.H. Evet, duru rüya. Hiç duru rüya görmedim, dolayısıyla bu konudaki bütün
bilgim başkalarının tecrübelerine dayanıyor. Bütün rüyalar bilinçlidir: rüya­
daki duygularımızı onları yaşamışız gibi anlatırız. Ama “duru rüya”, rüya
görenin rüya gördüğünü bildiği sıradışı bir rüya tipi. Kişi rüyayı kontrol ede­
biliyor ve rüya boyunca kendi yolunu çizebiliyor. Buradan hareketle dendi
ki, madem normal rüyalar gerçekliği keşfetmemizi sağlayacak bir rolü öğre­
nip oynamamıza yardım ediyor, o zaman duru rüyalar daha da iyi, çünkü
duru rüyada bir anlatı kurabilir ve kendini belirli bir hikaye içine koyabilir­
sin, olayları bizzat kontrol ettiğin bir bilgisayar oyunu oynuyormuşcasına.
E.P. Ama maalesef düğmeye basıp kapayamıyorsun.
N.H. Hayır, ama kimilerine göre, rüya görmeyi öğrenebiliriz, gözlerin hareketini
ölçüp hafif bir elektrik akımıyla bize rüya gördüğümüzü haber veren bir ci­
haz bunu yapabilir. Ve biraz pratikle rüya gördüğünü farkedip, duru rüyalar
görebilirsin.
E.P. Sence rüyalardan prova veya eğitim dışında başka faydalar da sağlayacak mı­
yız? Daha esaslı bir şeyler belki?
N.H. İnsanlar genelde insan zihnini geliştirmenin mümkün olup olmadığını merak
ediyor, dolayısıyla bu çok enteresan bir soru. Kanaatimce, şempanzeleri ge­
ride bıraktığımızdan bu yana, son altı milyon yıllık evrim sürecinde gelişen
insan zihni fevkalade karmaşık bir tasarımın sonucu, dolayısıyla da fevkala­
de mükemmelleşmiş durumda; iyileştirilmesi çok zor. Onu değiştiren veya
farklılaştıran herhangi bir şey iyileştirme gibi görünebilir, ama bunun başka
bakımlardan tehlikeli sonuçlar yaratma ihtimali var. Sanırım en iyisi onu ol­
duğu gibi, kendi halinde bırakıp şükretmek.
E.P. Nick, beni çok heyecanlandıran bir şeyi sormak istiyorum sana. Rüyada iki
evre olduğu anlaşılıyor. İlkinde, uyurken vücudumuzu hareket ettirebiliyo­
ruz, ama gördüğümüz rüyayı veya rüya görüp görmediğimizi hatırlayamıyo­
ruz. İkinci evrede, REM evresindeyse, gördüğümüz rüyayı hatırlayabiliyo­
ruz, ama vücutlarımızı hareket ettiremiyoruz. Paralize oluyoruz.
N.H. Eee, tam olarak değil. İlk evrede, hareket edebildiğimiz zaman, pek bir faali­
yet olamaz, olsa yataktan düşerdik. Derin uyku evresine, REM evresine gi­
rince, vücut paralize olur, çünkü olmaması büyük bir tehlike yaratırdı. Ha­

I5°
ÖĞRENMEK İÇİN RÜYA

reketsizlik sadece boynu etkiler. Konuşabilir, bazan gözlerimizi hareket etti­


rebilir veya ağlayabiliriz. Ama, çok nadir durumlar hariç, yataktan kalkıp alt
kata inmeyiz ya da kapı dışarı çıkmayız.
E.P. Çünkü aksi halde ölebiliriz.
N.H. Bu oldu. Bu kısıtlamanın devreye girmesini engelleyen bir patoloji var, vücu­
dun rüyayı temel alarak hareket etmesine, davranmasına yolaçıyor. insanlar
böyle durumlar yaşadı. Olmayacak suçlar işlemeye, tuhaf şeyler yapmaya
kendilerini mecbur hissettiler. Bir anlamda sorumlu sayılmazlar, çünkü kas­
ten yapmıyorlar. Biri Birleşik Devletlerdeki iki veya üç cinayet davasında
suçsuz bulundu, çünkü cinayeti işlerken derin uyku halindeydi!
E.P. Rüya görmek iyi mi sence?
N.H. Cevap, evet. Rüya görmek iyidir, iyi olmasaydı onca zamanı rüya görerek ge­
çirmezdik. Artık rüya görmemeyi ister miydin? Belki arasıra kabuslarını ha­
tırlamamayı isterdin, ama geceyi inanılmaz fantaziler yaratıp, başka türlü hiç
bilemeyeceğimiz yerlere ve ilişkilere girerek geçirmemiz harika değil mi?
E.P. Rüyalarda, diyorsun, muhakememiz uyanıkken olduğundan daha bütünlük­
lü ve daha derinlikli. Sanırım evrim rüya görmeye, düşünmekten daha çok
zaman harcamamızı sağlasa iyi olur.
N.H. Rüyaların çok karmaşık bir bilinç türü olduğunu sanıyorum, insan zihninin
en büyük kazanımlarından biri. Rüya gördüğümüz an zihnin en yaratıcı ol­
duğu anlardan biri, buna hiç şüphe yok.
E.P. Rüya görmek insan zihninin en karmaşık etkinliklerinden biriyse, rüyalar lü­
zumsuz olamaz.
N.H. Ben böyle düşünüyorum ve umarım seni ikna etmişimdir. Bir şey insan zihni
ve bedeniyle anlamlı bir irtibat halindeyse, onun bir amaca hizmet ediyor ol­
ması gerekir. Ve ayrıca rüya görmek çok zevklidir. Darvvin’in doğal seçilimi
bir şeye yol açıyorsa, bu asla boşuna değildir.

151
-1 7 -

Müzik ve Konuşma

Diana Deutsch ile Söyleşi


Müzikal algılama çocuklukta öğrenilen konuşmayla bağlantılıdır.
Diana Deutsch

Ölümün farkında olanlar sadece insanlar belki. Ama dile döndüğümüzde ve bül­
bülün veya balinaların şarkılarını dinleyince, müziğin bir dil olup olmadığı soru­
su gündeme geliyor. Müzikle dil arasında bir benzerlik olduğu kesin. Müzik dilin
bir uzantısı ya da en azından konuşma yeteneğindeki sınırlamalardan doğan bir
şey. Dil beynin dijital bir becerisi ve insanımsılar sıfırlarla birlerin dijital mantı­
ğıyla ifade edilmesi zor olan nüansları ifade etmek için nihayet müzik ve sanata
yöneldiler.
Müziğin, Pitagoras’ın şehir etrafındaki bir gezintisiyle başladığına inanmak

Diana Deutsch, San Diego, Kaliforniya Üniversitesi’nde Psikoloji Profesörü’dür.

152
MÜZİK VE KON UŞM A

zor. İki bin yılı aşkın bir süre önce Yunanlı filozof Atina sokaklarında yürürken,
bir demirci atölyesinden gelen çok hoş bir ses duydu. Bu sesin kendisini neden
böyle büyülediğini merak ederek içeri girdi. İki bin dört yüz yıl sonra biz artık bir
sesin neden hoşa gittiğini bildiğimiz kanısındayız. Ama Kaliforniya, San Diego’da
bu konuyu sorduğum Diana Deutsch beni kuşkuya düşürdü. Diana Deutsch mü­
ziğin fiziği ve fizyolojisi alanında dünyanın en önde gelen otoritesidir. Oxford
Üniversitesi’nde psikoloji, felsefe ve fizyoloji eğitimi aldı ve Kaliforniya Üniversi-
tesi’nden de psikoloji doktorası var; ses algısını ve belleğini araştırıyor, özellikle
de müziği. Pek çok müzikal yanılsama ve paradoks keşfetmiştir.

Diana Deutsch: Pitagoras hoşa giden seslerin bire iki gibi çok basit bir sayısal ora­
na sahip olan yay uzunluklarıyla elde edildiği sonucuna vardı. O zamandan
beri insanlar neden bağdaşık veya ahenkli denen sesleri, karmaşık oranlı
uyumsuzlardan daha çok sevdiğimizi merak etmiştir. Bunu hâlâ tamamen an­
lıyor değiliz. Ama müziğin algılanmasıyla ilgili başka ilginç şeyler keşfettik.
Eduardo Punset: Çok iyi bildiğin ünlü Fibonacci dizisiyle ilgili bir sorum var:
bir, bir, iki, üç, beş, sekiz, vs. altın ölçüyü veriyor. Burada hem mimariye
hem de müziğe uygulanabilen bir 0.6 oranı var. Beethoven ve Bela Bartok
belli ki altın ölçüyü kullanmışlar. Neden bu oranlar böyleşine büyüleyici?
Mucize mi? Genetik bir mesele mi?
DI.D. Bir sır. Bilmiyoruz. Müziğin ve tüm sanatların algılanışı ardındaki sebep hâ­
lâ bir sır. Birçok insan estetik üzerine yargıda bulunabileceği inancında, ama
sebepler bilimsel olarak bilinmiyor.
E.P. Bir denemeni okudum, harikaydı. Hatalıysam düzelt: anlaşılan akustik yanıl­
samalar var, aynı optik yanılsamalar gibi. Beyin kendi kendine gelin güvey
oluyor. Ünlü Necker kübü yanılsaması klasiktir: farklı pozisyonlardaymış
gibi yorumlanabilir, belirsizdir. Akustik yanılsamaları gösterdin mi?
Dİ.D. Bu bulgu beni çok şaşırttı, hiç beklemiyordum. Çok güçlü bir yanılsama. Şu
sayfanın başında notalar olduğunu düşün: bir bölümü —kulaklıkta bir kula­
ğa karşılık gelen bölümü—çok bozuk bir düzende tekrarlıyor melodiyi, diğer
bölüm de öyle. Gerçekte duyulan şeyse sayfanın alt kısmında görünsün. O
tamamen farklıdır. Adeta beyin düzensiz modelleri reddedip, aralık ve sesi
yeniden örgütlemiştir ve böylece özdeş melodiler duyulur. Bir kanal dinleyi­
cinin sağ yanma verilince, soldaki dinleyici çalınan iki kanalı duymaz, bunun
yerine, tüm yüksek perdeli sesler bir hoparlörden ve alçak perdeliler de diğe­
rinden geliyormuşcasına sesleri kavramsal olarak yeniden örgütler. Çok ga­
rip. Sağak insanlar yüksek perdeli sesleri sağ hoparlörden ve alçak perdelile­
ri de sol hoparlörden duyarlar genelde, hoparlörlerin konumu ne olursa ol­
sun.

r53
H AYAT KİTABI

E.P. Sağak insanlar notaları solak insanlardan farklı bir şekilde algılıyorlar?
Dİ.D. Aynen. Sağak insanlar yüksek perdeli sesleri sağda ve alçak perdelileri de
solda duyar genelde, nereden gelirlerse gelsinler. Ama solak insanlar için
böyle bir genelleme yapılamaz. Solak insanlar arasında çok büyük bir çeşit­
lilik var, istatistikî olarak sağaklar arasmdakinden daha çok algı modeli var-
E.P. Araya girdiğim için kusura bakma ama, neden? Müzik dinlemeyi sağlayan
nöronlar, müziğin geldiği yeri belirleyen nöronlardan farklı mı?
Dİ.D. Meselenin bir yanı da bu. Solaklarla sağakların beyin organizasyonları ara­
sında farklılık var. Sağak insanların konuşması çok büyük bir çoğunlukla
beynin sol bölümünde görülür, solak insanlardaysa çok büyük bir çeşitlilik
var. Dolayısıyla ses kaynağının algılanması bakımından, el yatkınlığıyla ista­
tistikî olarak rabıtalı, istikrarlı farklılıklar yok aralarında.
E.P. Orkestralarda ne oluyor? Müzisyenlerin konumları hesaba katılıyor mu?
Dİ.D. Sağak insanların yüksek perdeli tonları sağda, alçak perdelileri solda duy­
ması dışında, bir başka durum daha var. Eğer yüksek perdeli seslerin sağda
ve alçak perdelilerin de solda olması gibi özel bir durumun varsa, bu model­
leri, alçak perdelilerin sağda ve yüksek perdelilerin solda olduğundakinden
daha net duyabilirsin. Orkestrada müzisyenlerin yerleşimi ilginçtir. Yüksek
perdeye çıkan çalgılar müzisyenlere göre sağa, alçak perdeliler de sola yerleş­
tirilir. Keman bölümünde ilk kemanlar İkincilerin, İkinciler de üçüncülerin
sağındadır, viyolonsellerse kontrabasların sağında yer alır. Nefesli çalgılarda
trompet trombonun, trombon da tubanın sağındadır. Bu yerleşim bir çok
testin, deneme yanılma işleminin sonucudur; çalgıların alabileceği en iyi ko­
num ve alınabilecek en iyi performans da böyle elde ediliyor, çünkü nihaye­
tinde müziği en iyi şekilde çalmak için, müzisyenlerin birbirlerini mümkün
olan en iyi koşullarda duyabilmeleri gerekir.
E.P. Bu evrimsel bir süreçti?
Dİ.D. Sanırım öyle. Orkestra şefleri farklı çalgı yerleşimlerini deneye deneye bu
yerleşim yavaşça ortaya çıktı.
E.P. Ya dinleyiciler? Orkestra için ideal olan yerleşim izleyiciler için de uygun mu?
Dİ.D. Can alıcı nokta da bu. izleyicilerin duruşuna göre, soldan sağa yerleşim ter­
sinedir, aynadaki görüntü gibi. Dolayısıyla izleyicilerin duruşuna göre, en
yüksek perdelere ulaşan çalgılar sola ve alçak perdeli çalgılar sağa yerleştiri­
liyor -çoğunlukla sağak olan izleyicilerin algılaması bakımından en kötü yer­
leşim. Çözümsüz bir durum, çünkü orkestra yerleşimini ters çevirirsek, mü­
zisyenler birbirlerini iyi duyamazlar.
E.P. Bir meslektaşına göre çare, orkestra yerleşimini olduğu gibi bırakıp izleyici­
leri tavandan sarkıtmaktı!
Dİ.D. Bu teorik çözüm izleyicilere uygun değil. Diğer öneriler: orkestrayı tavandan

154
MÜZİK VE KON UŞM A

sarkıtmak ya da sadece solak dinleyicileri salona almak. Bunlar galiba biraz


zorlama fikirler. Çözüm bulunamadı; paradoksal bir durum.
E.P. Orkestra şefi Arthur Nikisch’le besteci Tchaıkovsky arasındaki bir anlaş­
mazlıktan sözetmiştin bir yazında. Nikisch müzisyenin senfonisindeki bazı
yerleri sevmemiş galiba. Senin yorumuna göre, Nikisch belki de iyi, çok has­
sas bir kulağı olduğu için ve o sıra müzisyenler onun sağma yerleştirilmediği
için sevmemişti o bölümleri.
Dİ.D. Evet. O hikayeyi naklettim: Tchaikovsky ve Nikisch prömiyerden az önce
altıncı senfoninin son bölümü üzerine tartışmışlar. Anlaşmazlığın sebebi şuy­
du: tema ve alt tema, o sıra sahnede karşılıklı oturan birinci ve ikinci keman­
lar arasında gidip geliyordu. Ve Nikisch birinci kemanların temayı, ikinci ke­
manların da alt temayı çalması için parçayı değiştirmek istiyordu. Tchai­
kovsky ise parçanın bestelediği şekliyle kalmasını istiyordu. Prömiyer Tchai-
kovsky’nin istediği gibi yapıldı.
E.P. O zamanlar muhtemelen akustik yanılsamaların varlığından haberleri yoktu.
“Üç-ton paradoksu”nu ele alalım, müzik dili, müziğin algılanışı bağlamında.
Senin demene göre, müziği hepimiz aynı şekilde algılamıyoruz.
Dİ.D. Kesinlikle. Teorimi açıklamak için genellikle üç-ton paradoksuna örnekler
çalıp, iki tondan oluşan çok basit bazı modeller alçalıyor mu, yükseliyor mu
diye sorarım. Soru şu: ne duyuyorsun, yükseliyor mu, alçalıyor mu? Şimdi
modeli çalıp, ne duyduğunu sormak için duraklayacağım__ Sence yükseli­
yor mu, alçalıyor mu?
E.P. Alçalıyor.
Dİ.D. Sanırım yükseliyor. Aslında bu model ve yükselip alçalması bağlamında
epeyce bir tartışma var. Devam ediyorum. Dört modelim var ve hepsinde de
aynı şeyi soracağım.
E.P. Sanırım alçalıyor.
Dİ.D. İyi, bence yükseliyor.
E.P. Sen diyorsan öyledir, müziğin fiziği alanındaki en önemli uzmanlardan biri­
sin. Ben yamlıyorumdur.
Dİ.D. Birçok KaliforniyalI bu modeli senin duyduğun gibi duyuyor, ama ben gü­
ney İngiltereliyim. İngiltere’nin güneyinde çoğu insan benimle aynı görüşte.
Ya bu? Bu farklı. Yükseliyor mu, alçalıyor mu? Bence alçalıyor.
E.P. Bana göre, yükseliyor!
Dİ.D. Sanki tam tersini duyuyormuşuz gibi. Ya üçüncü, yükseliyor mu, alçalıyor
mu?
E.P. Yükseliyor, doğru mu?
Dİ.D. Alçalıyor. Ya sonuncu?
E.P. Sanırım yükseliyor.

: 55
H AYAT KİTABI

Dİ.D. Anlaşılan yine ters duyuyoruz.


E.P. Neden?
Dİ.D. Paradoks şunu gösteriyor: senin bu modeli duyma biçimin dilindeki seslerle
ilişkili, çocukken öğrendiğin dilin sesleriyle. Yani modelleri duyma biçimimi­
zi coğrafi bölge belirliyor. Benim gibi güney İngiltereli olan insanlarla Kali­
forniyalIlar uyuşmuyor. Ben gösterdikten sonra, başka araştırmacılar da bu
olguyu başka bağlamlarda doğruladılar: Yunanlılarla Teksaslıların ya da
Minesotalılarla İsveçlilerin algıları tümüyle farklı. Başka çalışmalar da baş­
ka coğrafi bölgelerdeki ton algısı farklarını gösterdi. Bir başka testte, bir ki­
şi beş dakika bir mikrofona konuştu ve konuşma kaydedildi. Sonra aynı se­
sin farklı tonlarından örnekler hazırlandı. En fazla ton hareketi olan değer­
ler incelendi. Ve bu ton yelpazesinin üç-ton paradoksunu algılama biçimi­
mizle açıkça istatistiken anlamlı bir ilişki içinde olduğu ortaya çıktı. Çok be­
lirgin bir ilişkidir bu. Dolayısıyla mesela, biri üç-ton paradoksu bağlamında
bir şeyler söyleyince, onun ton yelpazesini tahmin edebilirim. Bir konuşma­
yı dinlediğimde -konuşmacılar kadınsa (erkek konuşmalarının ton yelpaze­
sini tahmin etmede çok iyi değilim)- bunların üç-ton paradoksuna nasıl ce­
vap vereceklerini söyleyebilirim.
E.P. Diana, lütfen bana kadınların erkeklerden farklı bir müzik algısı olduğunu
söyleme ...
Dİ.D. Hayır, bunu kastetmiyorum. Kadınların konuşmalarındaki tonlara erkekle-
rinkinden daha alışkınım. Aıfıa çok ilginç bir soru sordun. Müzik algısında­
ki temel farklılıklar üzerine çalışmalarımda hacim yanılmasını, sağak ve so­
lak insanların farklı algılarını veya üç-ton paradoksunu belirledim. Algı fark­
ları ana dile ve kişinin coğrafi menşeyine dayanıyor. Ama cinsiyete dayanan
herhangi bir fark bulmadım. Belki bulunur, ama kadınlarla erkekler arasın­
da bir algı farkı bulmadım ben.
E.P. Bir sinir bilimciden duyduğuma göre, yemek ve seksten sorumlu olan nöron
grubu müzikten de sorumluymuş, dolayısıyla da herkes müziği seviyor.
Dİ.D. Müziği algılayışımız çok önemli: iki insan müziği tamamen farklı algılıyor­
sa, estetik tercihleri de çok farklı olacaktır. Ama tercihler ötesinde, sanıyo­
rum müzikten alınan tadın bazı bileşenleri belli ritm modelleriyle ilişkili ve
bunlar çok temel düzeyde insanın içine işliyorlar.
E.P. Neredeyse genetik olarak.
Dİ.D. Olabilir. Müzikal algı farklılıklarının çoğu, sanırım çocuklukta duyduğu­
muz müziklerden kaynaklanıyor. Belli bazı konuşma karakteristiklerinin ge­
lişiminde kritik sayılan dönem hayatın bir ve ikinci yılları arasında yaşanı­
yor, ve hatta üçüncü yılında. Sanırım hayatımızın ilk yıllarında dinlediğimiz
veya maruz kaldığımız müzik, yetişkinlikteki müzikal algımızı çok etkiliyor.

156
MÜZİK VE K O N U Ş M A

E.P. Diana, yani diyorsun ki, çok küçükken iyi müzik dinletilen çocuklar büyü­
yünce müziği severler, çünkü bu adeta genetik bir işlev halini alıyor, yeme­
mize, konuşmamıza veya sevişmemize neden olan şey gibi, öyle mi? Bir in­
sanda müziği algılama yeteneği yoksa, bu muhtemelen erken dönem eğiti­
miyle veya genleriyle ilgilidir, doğru mu?
Dİ.D. Evet. Ama diğer faktörlerin etkisini de yok saymıyorum. Bu iki faktör, gen­
ler ve erken dönem müzik tecrübesi müzikal algıda çok etkili. Neredeyse be­
lirleyici.
E.P. Müziğin fiziği ve psikolojisi alanlarında büyük bir uzman olarak ne düşünü­
yorsun: neden Batı müziği, yani böylesine metrik ve rasyonel bir müzik, me­
lodi ve doğaçlamanın daha önemli bir rol oynadığı Batılı olmayan müzikten
bu kadar farklı?
Dİ.D. Sırf çocuklukta müzik dinlemeyi değil, diğer dilbilimsel modelleri de önem­
siyorum ben. Her konuşma biçiminin kendine özgü karakteristikleri var ve
bunlar sonradan müzikte farkediliyor. Bu görüş çok eski: müzik kendi diline
benzemeli ki, onu takdir edebileşin. Bu çok önemli, çünkü algıladığımız ko­
nuşmanın melodik akışıyla sevdiğimiz müzik arasında büyük bir bağlantı
var.
E.P. Peki sen ne tür müziği seviyorsun Diana?
Dİ.D. Ben? Schubert’i, Bach’ı ve Andres Segovia’nın klasik gitarını gerçekten seve­
rim; çaldığı ve bestelediği müziğin büyük bir hayranıyım. Ve Mussorgsky.
Pek kimse anlamadı ama, bestelediği müzik konuşma sesine benzesin diye
çok uğraşmıştır.
E.P. Besteci Mussorgsky sanatının işlevini, müzikal sesler biçiminde sadece duy­
guların değil, konuşmanın da yeniden üretimi olarak tanımlamıştı sanırım.
Dİ.D. Aynen öyle. “Bir dili dinlerken, zihnim —beynim—hemen bu konuşma için
bir müzikal ifade aramaya başlıyor” demişti. Amacı buydu ve sanırım ama­
cına harika bir şekilde ulaştı. Amaçlarını bilerek şarkılarını dinlersen, aniden
farklı bir duyma biçimine geçersin ve gerçekten de Rusça konuşma gibi algı­
larsın; böyle dinlersen farkedebilirsin. Ama müziğini sırf bu yüzden sevmiyo­
rum. O müthiş bir hayal gücüne sahip, sıradışı bir müzisyendi.

i57
Tarih Öncesi ve Beden-Zihnin
Ölümsüzlüğü
Artık DNA’nın gizli kodunu biliyoruz, ama genetik materyalde baz çiftleri dizisi­
nin keşfi, sarayın kendisinden çok, kat planı gibidir. Bir yaşam formunun ne ol­
duğunu gerçekten anlayıp anlayamayacağımız şüpheli. Ama DNA’nın yeterli ol­
madığı açık bence, yaşamı on binlerce protein -yani vücudu çalıştırmaya yönelik
molekül- için kodlama yapan 25,000 genlik devasa düz DNA iplikçiklerine eşit­
lemenin çok ötesine geçmeliyiz. Dikkat çekici yeni korteks katmanlarına sahip
olan beyinlerimiz erken Fanerozoik zaman gelişimleridir, ama annemizin yumur­
tasından devraldığımız oksijen-soluma yeteneğimiz çok daha eski. Mitokondri-
alarımız bakteri olarak özgür yaşadılar, diğer hücrelerimizle bir takım oluştur­
madan çok önce, Proterozoik zamanda havadan oksijen alıyorlardı. Oksijen so­
luma becerilerini, gezegende henüz hiçbir hayvan veya bitki varolmadan çok ön­
ce gerçekleştirdiler. Ve hayvan doku hücrelerindeki mitokondrialar her bir me­
meli için kaçınılmaz olan yaşlanma ve ölümle bir şekilde hâlâ alakalı. Bir memeli
bedeninde bin milyonlarcası var, hücre başına epeyce bir sayı. İstediğinize inanın,
ama biz insanların meleklerden yalnızca birazcık aşağıda olması bana şüpheli gö­
rünüyor.

x59
-1 8 -

Gizli Kod

Sydney Brenner ile Söyleşi


Çocuklar, bütün çocuklar natüralisttir.
Sydney Brenner

Sydney Brenner şu az rastlanan kendine özgü insanlardan biridir, çalışma alanla­


rında köklü değişiklikler yapmış, farklı kıtalarda yaşamış ve işverenlerine göre
değil de, kendi bakış açısına göre şaşmaz bir sağduyuyla kendi ilgi ve tutkuları­
nın peşinden gitmiştir. Bu tutum onda işe yaramış görünüyor.

Eduardo Punset: Yaşam sürüyor, çünkü benzer organizmalar ürüyor ve genle­


ri sayesinde aynı yaşamı kopyalıyorlar. Bu durumda yaşamın ayırıcı özelliği
kopyalama mı? Kopyamalanın olmadığı, sırf yaşayanların idame ettirildiği
bir dünya var mı?

(2002) Nobel Tıp ödüllü Sydney Brenner, Saik Enstitüsü’nde Seçkin Profesör’dür.

160
GİZLİ KOD

Sydney Brenner: Sanırım o kadarla kalmıyor. Genlere baktığında, nihai orga­


nizmanın bir tanımlaması olduklarını görürsün. Burada kopyalama oluyor,
çünkü hayvanlar gibi karmaşık organizmaların kopyalanıp yapılması zor.
Bunun yerine, organizmanın tanımlamasını kopyalayıp, bunu aktarmak da­
ha iyi. Kendini kopyalamak görebildiğimiz yaşam formları için yeterli değil.
Tüm organizmanın moleküler bir tanımlama içinde kodlanmasıysa (DNA
dediğimiz şey) dolaylı olarak yayılımı mümkün kılıyor. Von Neumann—
E.P. Fizikçi?
S.B. Fizikçi -daha sonra kendisinden sözederiz belki- üremenin mantığı üzerine
çalıştı ve kendi kendine çoğalan makineler teorisini kaleme aldı. Çeşitli bile­
şenleri çok net olarak birbirinden ayırdı. Birincisi, işi yapan makine -“etki­
yen”. Etkiyeni kopyalamak için onun kodlanmış bir tanımlaması gerekiyor­
du —“bir program”. Sonra programın talimatları kullanılarak ikinci bir ma­
kine yapılıyordu.
E.P. Sonra?
S.B. Sonra programı kopyalıyorsun. Sonra da bu programı alıp makineye yerleş­
tiriyorsun. Bu noktada iki makinen oluyor; her biri aynı şeyi tekrar yapabi­
len iki makine. Tabii program doğru bir şekilde kopyalanmadıysa, böyle bir
yanlışlık mutasyonlara yolaçıyor. Artık diğer makinelerden daha fazla ve­
rimlilik sağlayan makinelerin olabilir. Bu noktada evrimin özelliklerini yaka­
larsın. Bu makine canlı mı? Yoksa sadece öyle mi görünüyor? Sanırım böyle
bir yaşam tanımına göre yaşıyor sayılır. Canlı bir şeyin ek özellikleri olmalı
belki. Bir makineyi düşünürken, makinenin tasarımcısını düşünürüz. Biri
makineyi tasarladı, onu bir banta kodladı ve salıverdi. Canlı sistemlerin ha­
rika yanı, bir tasarımcı olmaksızın türemiş olmalarıdır. Bu hâlâ çözülmeyi
bekleyen büyük bir problem.
E.P. Anlattığın bu von Neumann modeli beni gerçekten heycanlandırıyor. Kita­
bın My Life in Science 'ı [Bilim Flayatım] okurken, hatırlıyorum da, bunların
ilk kez yazıldığını düşünmüştüm, artık izleyicilerimiz genetik kodun ne oldu­
ğunu anlayabilecekti. Genler enformasyon taşıyor, ama sen çarpıcı, esraren­
giz bir şey söylüyorsun: enformasyon maddeden çok farklıdır. Ne demek is­
tiyorsun?
S.B. İnsanlar geçmişte aktif bilimi başlatınca canlıları cansız dünyadan ayırdılar.
Ve aslında iki tür kimya olduğunu düşündüler: cansız dünyanın inorganik
kimyası ve tamamen farklı bir tür, organik kimya, yaşamın kimyası. [Fried-
rich] Wöhler üreyi, yani tipik bir yaşam ürününü sentezlediğinde, bu fikri çü­
rüttü. Kimya kimyaydı, yaşamınki ya da değil.
E.P. Ve laboratuarda yapılabilirdi?
S.B. Evet. Canlılar fizikçilerle ve nicel analizleriyle alay etti. Fizikçiler hep “en de­

161
HAYAT KİTABI

rin” bilimin, teorik açıdan derin bilimin kendilerininki olduğunu düşündü­


ler. Yaşam olgusunu açıklayamıyorlardı. Yirminci yüzyılın başına kadar,
Neils Bohr ve M ax Delbruck dahil birçok bilimci hâlâ yaşamın yeni fiziksel
prensiplerinin keşfedileceğini düşünüyordu. Ama gittikçe daha iyi anlaşılı­
yordu ki, fiziksel maddeyle yaşamın atomları ve molekülleri aynı kimyasal
elementlerin aynı tür bileşimlerinden yapılmaydı. Fizikçilerin sorunu hiç
kimya bilmemeleridir. Kimya bir fiziksel bilim olduğu halde, çoğu fizikçi hiç
kimya bilmez. Kimyaya “çok alçak-enerji fiziği” diyebiliriz, yüksek-enerji fi­
ziğinin tersi. Yaşamda en alçak enerji kimyası gerçekleşir. Biyoloji kimyanın
özel bir alanı. Kafayı kurcalayan mesele yavaşça gündemden çekildi: yaşam
kimyadan pek o kadar da farklı bir şey değil. Biyolojideki “madde akışı”,
“Acaba yaşamın maddesi de kimyanınkiyle aynı olabilir mi?” sorusunu akla
getirdi. Ve artık tamamen aynı olduğunu biliyoruz tabii. Katalizörleri bakte­
riler oluşturur, buradaysa enzimler katalizördür, kimya bir kimya laboratu-
arındakiyle aynıdır.
Biyologlar enerjiyle uğraştılar. Biyolojik sistemlerin ikinci termodinamik
yasasına uyup uymadığı üzerine kafa yordular. Uymuyorsa, yaşam termodi­
namiğin yasalarından nasıl kaçabilmişti? Birinci yasa, korunum yasası, mad­
denin değiştirildiğini ama yokedilmediğini söyler. Enerji taşınır ama kaybol­
maz. Entropi düşüncesi, yani herşeyin düzensizlik içinde artması, yaşamın
düzenliliğiyle çelişir görünüyordu.21 Canlı varlıklar düzen içinde artıyor gi­
biydiler. Şimdi canlı varlıkların içerisinde enerjinin nasıl kullanıldığını biliyo­
ruz. Buhar makinesindeki gibi bir daha geri dönmemek üzere “soğumaya ge­
çen” direkt ısı dönüşümünün aksine, yaşamın enerjisi kimyasal bağlar şek­
linde paketlenmiştir. Göründüğü kadarıyla, yaşam spontan biçimde karma­
şıklaşıyor, bu karmaşıklığı koruyor ve hatta memelilerde bir kaynaktan ve­
ya başka yoldan enerji akışı olmaksızın ısınıp ılık kalıyor. Isının sıcaktan so­
ğuğa giden spontan hareketi durdurulamaz. Soğuk madde asla enerji (genel­
likle epey bir enerji) harcamadan kendi kendine ısınamaz. Kimyasal bağlar
kırılarak aktarılır enerji —memelilerin enerjisi gıdadan gelir. Biyokimya, yani
canlıların kimyası, organizma oluşturmak için gereken kaynak sorunu üzeri­
ne yıllarca çalıştı. Ve biyokimyacılar bu meseleyi çözdüler. Sonra enerjinin
malzemeyi nasıl birarada tuttuğuna baktı biyokimya. Ve ortaya moleküler
biyoloji çıktı, enformasyon kavramı, ki kolay anlaşılır bir şey değildir. Biyo­
lojide enformasyon nedir? Enformasyon yaşamda kimyanın bir dalıdır, gen­
lerin kimyasıdır. Bilgisayarlar, küçük elektrik şarjları veya manyetik alan­
lar yerine, genlerde vücut bulur enformasyon. Genler düzgün uzun-zincirlı

21 Yaşamın düzenliliğine dair daha doğru bir açıklama için bak: Sağan, bölüm 27. İkinci yasadaki enrropinin ta­
rifi için uygun niteleme “düzensizlik içinde artış” değil, enerji yayılımıdır.-LM

16 2
GİZLİ KOD

kimyasallardır. Biyolojik enformasyon doğrusal olarak bu kimyasallardaki


bir dizi baz çiftinde vücut bulur. Bugün bir başka kimyasal problem daha var
ve gelecekte de varolmaya devam edecek; buna örgütlenmenin kimyası diye­
biliriz. Büyük karmaşık molekül toplulukları nasıl örgütlenip tek bir varlık
gibi işlev görüyor?
E.P. Yıllar önce ilk kez “Enerjinin nereden geldiğine çok fazla kafa yormayalım,
komutlara, genetik koda yoğunlaşalım” diyenlerden biri de şendin, değil mi;
hatta belki de bunu ilk diyen kişiydin? Bu çok enteresan.
S.B. Evet. O zamanki “yerleşik”, muhafazakar bilimciler, “bilgi”yi kimyanın in­
celeyeceği bir konu olarak görmüyorlardı. Kafaları biraz karışıktı. Bileşenle­
rin, yapı taşlarının kaynaklarıyla bunları biraraya getirecek enerji kaynakla­
rı üzerine kafa yoruyorlardı.
E.P. 1954’de Birleşik Devletler’e ilk geldiğinde, Cold Spring Limam’nda “Asıl şim­
di modern bilime giriyorum” dedin. Neden modern bilimin yeri 1954’de Bir­
leşik Devletler’di ve bugün de halen öyle, bunu hiç merak ettin mi?
S.B. Güney Afrika’da, modern ya da kadim, bilimin pek bulunmadığı bir yerde
büyüdüm ben. Merkez dışından gelen birçok insan gibi merkeze gitmek isti­
yordum, ki o zaman merkez İngiltere’ydi, özellikle de Oxford. Oxford’da ye­
ni bir şey üzerine çalışmayı denedim. Buna “benlik teolojisi” diyordum. Ama
fiziksel kimya üzerine çalıştım, çünkü farkettim ki, biyolojinin problemleri
nihayetinde kimyaydı. O zaman Birleşik Devletler’e gittim, çünkü çok sayı­
da bilimciyle, parayla, laboratuarlarla bilimde gelişen bir ülkeydi Birleşik
Devletler ve hâlâ da öyle. Moleküler biyolojide dünya biliminin yüzde 80’ini
muhtemelen Birleşik Devletler gerçekleştiriyor.
E.P. Senin gibi Nobel Ödül’lü insanları inceleyenler, Nobel kazananlar arasında
veya hatta bilimde genellikle iki tip bilimci olduğunu söylüyor. Pek çok şeyi
araştıran vizyon sahibi kişiler ve tek bir konuda gittikçe daha derine dalan
“matkapçılar”. Ama çalışmaların üzerine bir şeyler okuyunca, seni kategori-
ze etmekte çok zorlandım ben. Ne düşünüyorsun?
S.B. Isaiah Berlin’in harika bir denemesi var, “Kirpi ile Tilki” (“The Hedgehog
and the Fox”), aşağı yukarı benzer bir Yunan meseline dayanıyor. Kirpi tek
bir şeyi çok iyi bilir, tilkiyse herşeyden biraz bilir. Bana kirpi mi, yoksa tilki
mi olduğumu soruyorlar. Hiçbiri olmadığıma karar verdim. Ben daha ziya­
de bir ahtapotum. Herşey hakkında herşeyi bilmek istiyorum, dolayısıyla se­
kiz kollu bir ahtapot gibi birçok şeye sarılıyorum.
E.P. Tuhaf olanlara bile; mesela hücrelere baktın ve hücre kutuplaşmasına merak
saldın —neden bu yöne değil de, o yöne hareket ediyorlardı? Duvara neden bu
yandan değil de, öte yandan dönüyorlardı? Bu yıllar önce kafanı kurcalayan
bir şeydi. Cevabı buldun mu?

163
H AYAT KİTABI

S.B. Şahsen değil, ama başkaları buldu. İlk prensibi biliyorduk: kutuplaşma bes­
belli önemliydi. Bir uç diğerinden farklı. Pek çok gelişim örneğinde cevap bi­
liniyor. Arşimed “Bana bir mesnet verin, dünyayı oynatayım” demişti. Ben
de “Bana bir kutuplaşma verin, herşeyi açıklayayım, çünkü kutuplaşma ya­
yılabilir” diyorum.
E.P. Yıllardır genetik kodla uğraştıktan, iplik kurdu Caenorhabditus elegans ile
çalıştıktan, genleri dizinledikten ve İnsan Genom Projesi’ne katıldıktan son­
ra, sıra karmaşık sinir sistemlerini araştırmaya geldi. Aynısı Francis Crick’e
de oldu. En karmaşık sistem insan sinir sistemi gibi görünüyor. Beyin ve si­
nir sisteminin geri kalanı hakkında on yıl öncesinden daha fazla şey biliniyor
mu sence? Ve de daha öncesinden? içeride kapalı bir halde, ışık olmadan ve
sadece kodlarla nasıl çalışıyor?
S.B. Beyin evrilen en karmaşık biyolojik sistem ve insan beyni de beyinler içinde
en karmaşık olanı. İnsanlarınkiyle -en azından karmaşıklıkta- boy ölçüşebi­
lecek tek beyin ahtapot beyni. Bir omurgasız hayvan için ahtapot beyni son
derece karmaşıktır. Ahtapotlar bana ilginç geliyor; beynin nispeten bağımsız
ikinci evrimini görmek için şimdi ahtapotlar üzerine çalışmayı planlıyorum.
E.P. Bir başka dalda?
S.B. Evet, türevrim [phylogenesis] ağacının bir başka dalında. Ahtapotlar muhte­
melen fare kadar zeki, ama insanlar kadar zeki değil. Soruna dönersem: sinir
sistemiyle hep ilgiliydim, ama yıllarca hep fazla çetrefil olduğunu düşünmüş­
tüm. Dolayısıyla temel moleküler biyoloji prensiplerinin artık tamamlandı­
ğına kanaat getirince, Francis Crick de ben de sinir sistemiyle uğraşmak iste­
dik, ama çok farklı yollara yöneldik. O doğrudan insan beynine yöneldi.
E.P. Ve bilince.
S.B. Evet. Hayatını “bilinç” gibi meselelere kafa yorarak geçirdi. Ben çok daha
basit bir yaklaşımda karar kıldım. C. elegans ile başladım. Beyninde sadece
üç yüz hücre var. Ama yine de tüm sinir hücrelerinin bağlantılarını gösteren
bir “bağlantı şeması” oluşturmamız uzun zaman aldı. Bu çok ilginç bir prob­
lem. Von Neumann’m bir başka yönergesine uyuyor aslında. Karmaşık şey­
leri açıklamak istiyorsan, kritik özelliklerini çıkar. Şu soru C. elegans bağla­
mında çözülmüş değil, ama şimdi çözülebilir belki: davranışı bağlantı şema­
sından çıkarabilir miyim? Davranışı bağlantı şemasından çıkarabilirsem, be­
yinle ilgili bu problemi çözülmüş sayarım. Derim ki, davranış bağlantı şema­
larından hesaplanabilir, ki öyle de olmalı. Davranışı açıklayabilecek başka
bir şey yok: bağlantılar, örüntü, sinir sistemi kimyası ve tepkileri.
E.P. Farklı büyüklük ölçülerini algılamak için, eğitim aşamasında veya araştırma
aşamasında olsun, insanın çizelgelere baktığını söyledin hep. Mikropla fil ay­
nı değil. Gördüğüm kadarıyla aynı şekilde devam etmişsin.

164
GİZLİ KOD

S.B. Evet. İşin sırrı —Caenorhabdit us vakasında da—şu: pek çok farklı, eşzamanlı
ağ var. Temel özellikleri üzerine eğilmemiz lazım gerçekten. Bir öğrencim
kurtçuk davranışının simülasyonunu yarattı. Küçük kurtçukları ekranda sü­
rünürken gösteren bir bilgisayar programı yazdı. Programa baktım; kurtçuk­
larının yılankavi hareketi şeklinde sinüs dalgalan üreten matematiksel fonk­
siyonlarla doluydu. Yaptığı şeyin simülasyon değil, taklit olduğunu söyle­
dim. Dikkat etmesi lazımdı. Peki gerçek bir simülasyon nasıl olacaktı? Kas­
ları uyaran nöronlarla ilgili bilgi edinmek istiyordum. Ayrıntılara ihtiyacım
vardı, aksi halde bir üretim işlevini inceleyemezdim. “Doğru kimya ve etki­
leşimin bulunduğu bir bağlantı şeması davranışı üretir”, diyemezdim. Bu çe­
tin soru çözülmüş değil. Çoğu kişi bu kurtçuğu çok basit buluyor ve bu yüz­
den de onunla ilgilenmiyor. Karmaşık davranışlarla ilgililer; aşık olmakla,
bilincin yerine gelmesiyle veya bunun gibi şeylerle. Kurtçuk davranışıyla ilgi­
li olarak bağlantı şemasını anlayabilirsek, daha karmaşık pek çok problemi
de çözeceğimize inanıyorum ben.
E.P. Başka davranışları da?
S.B. Evet. Başka simülasyonları, düzgün simülasyonları. Sinir sistemini kimse ta­
sarlamadı, bir programcı tarafından yazılan bir bilgisayar programına ben­
zemiyor sinir sistemi. C. elegans’m sinir sistemi eklenmeler yoluyla evrildi.
Bu olgu, yani onun bir evrim ürünü oluşu, nasıl çalıştığını anlamak bakımın­
dan önemli.
E.P. Redes’de, Fish: Our Ancestors [“Balıklar: Atalarımız”] başlıklı bir T V prog­
ramı yapmıştık. Kirpi balığı ailesinden fugu ve Japon balon balığı üzerine de
çalıştın sen. Hatalıysam düzelt: bu ata balık insanlarla aşağı yukarı aynı sa­
yıda gene sahip, ama büyük bir fark var; bizim genlerimizden biri altmış bin
bazlık bir uzunluğa sahip, balıktaki uzunluksa ancak beş veya altı bin. Yani
bu balığın bir genini alıp onun ne işe yaradığını bulabilirsen, belki de insan
genom dizilimine harcanan zamanı kısaltabilirdin. Sen de öyle yaptın. Ev­
rimsel genetiğin geleceği bu mu?
S.B. Kısmen.
E.P. Açıkla lüften.
S.B. Başka herhangi bir balık da seçilebilirdi. O, büyüklüğü yüzünden seçildi. İn­
san genomunu dizinleyeceklerdi, ama ben haklıydım: teknoloji böyle büyük
bir problem için henüz uygun değildi. Teknolojik bir ilerleme gerekliydi. Ni­
hayet dizinleme yüzlerce makineyle “fabrikalar”da yapıldı. Fugu balığı geno­
muna “iskonto genomu” diyorum ben. Tüm bunlar doğrulandı. Fugu balığı­
nın DNA’sı daha az olduğu için, onu incelemek çok daha kolaydı. Öngördü­
ğümüz üzere, balık dizinlemesi, insan genomunu yorumlamaktaki büyük ya­
rarlılığını kanıtladı. O zaman kimse bunu desteklemedi tabii. Korkarım bu,

165
H AYAT KİTABI

Stalinist diye nitelediğim türden bir organizasyonun doğasında var; her önü­
ne gelen bilimin nasıl ve kimlerce yapılması gerektiğine, neye izin verilip ne­
ye verilmeyeceğine hükmeder, alternatifleri desteklemeyen bir sıfır-sapma
politikası uygulanır. Neyse, sonuçta çok şükür desteklenmesini sağladık ve
balık dizilimi gerçekleşti.
E.P. Artık sonuca daha mı yakınız?
S.B. Evet, genomları yorumlamaya daha yakınız, ama korkarım çoğu bilimci,
özellikle de bilgisayar uzmanı, cevapları bilgisayarların bulacağına inanıyor.
Sanmıyorum. Bence bugün çoğu insanın yaptığından çok daha derin genom
analizlerine ihtiyacımız olacak. Balık genomu çalışması çok faydalıydı. Bir
araçtır. En çetin entelektüel problem şu: dizilimler sayesinde geçmişi yeniden
yaratabilir miyiz? Genomlar kayıtlı tarih demek, ama onları nasıl okuyaca­
ğımızı öğrenmemiz lazım.
E.P. Balıktan insana nasıl evrildiğimizi anlamak için?
S.B. Aynen öyle. Bir zamanlar annenin rahmindeyken küçük bir balıktın. Solun­
gaçların ve herşeyin vardı. On dokuzuncu yüzyıldan Ernest Haeckel’in çok
ünlü bir sözü vardır: “Bireyevrim [ontogeny\ türevrimi tekrarlar.” Embriyo
gelişiminde, insan olmadan önce, küçük bir balıkken küçük bir kurbağa ol­
dun.
E.P. Balık sayesinde?
S.B. Başlatan balıktı.
E.P. Bu genom çalışmasının geleceği ne? Geçmişimiz hakkında ne kaydedebilece­
ğiz? Geçmişten öte, geleceğimizi biraz daha iyi kontrol etmemize yardımı
olacak mı?
S.B. Hayır. Geçen yıl DNA’nın ellinci yıldönümü kutlamalarında sağa sola seya­
hat ederken farkettiğim bir şey bu. “İnsanın genetik açıdan iyileştirilmesi'
üzerine birçok konuşma yaptım ve birçok konuşma da dinledim.
E.P. Germline21 genetiği ?
S.B. “Germline genetiği.” Kalıtımsal iyileştirme. “Aslında bu böyle olmaz tabii’
diye düşündüm. İnsan biyolojik evrimi terketti; bu artık kadük bir teknolo­
ji. Son on bin yıldaki kazanmalarımıza bak, bunlar genlerle olmadı. Beyinle
oldu. Makas değiştirdik: biyolojik evrim beyni üretti, ama şimdi beyin fark­
lı bir evreye ilerliyor -kültürel evrime doğru. Komedyen Woody Ailen bey­
nin insan vücudundaki en önemli ikinci organ olduğunu söylerken yanılıyor:
beyin en önemli organdır. Genetik değil de kültür üzerinden, beyinlerimizce
yaratılan bir iyileştirme çok daha iyi olacaktır diye düşünüyorum.
E.P. Teknolojiyle mi?2

22 Çocuğa geçebilen genetik materyalin bulunduğu tohum hücreler silsilesi, çn

166
GİZLİ KOD

S.B. İnsanlar arası etkileşimle. Değişen dünyaya odaklanmakla. Genomu değil,


dünyayı değiştirmeliyiz. Hayati öneme sahip bir nokta var: beşerî bilimlerde
çalışacaksak, biyoloji, tarih, arkeoloji ve antropolojinin sürekliliğini görme­
miz gerekiyor. Sanırım dünya görüşlerimizin bağdaşımına giden yol bu.
E.P. Genetik anlamda muhtemelen altmış bin yıl öncekinden daha zeki değiliz di­
ye mi düşünüyorsun? Geleceği şekillendirecek olan şey, bir teknoloji, kültür
ve beyin meselesi, gen meselesi değil, öyle mi?
S.B. Evet. Ayrıca insanlardaki müthiş bir özelliğin de çok önemli olduğunu düşü­
nüyorum: çeşitlilik. Herkes farklı. Hepimizin farklı görünüyor oluşu çeşitli­
liğin seçilimi bakımından önemli bir nokta. Dolayısıyla bunu bozacak hiçbir
şey yapmamamız gerektiği yolunda çok güçlü bir his taşıyorum.
E.P. Desteklemek lazım?
S.B. Evet, bu çeşitliliği desteklemek lazım. Genomu filtrelemeye yönelmek yanlış
yola sapmak olur, çünkü o zaman genomumuzda bulunan bayağı kötü şey­
leri filtreleriz muhtemelen.
E.P. Chicago’daki cinayet oranları üzerine galiba 1980’lerin başlarında yapılan
ciddi araştırmalar, yılda bir milyon kişi başına yaklaşık dokuz yüz cinayet iş­
lendiğini ortaya çıkardı, İngiltere ve Galler’deyse otuz civarında bir şeydi.
Araştırmalara göre, oranlar farklı olsa da, insanların cinsiyetleri ve suçlar iş­
lendiğindeki yaşları aynıydı. Yani “kötü” genler var. Daha ılımlı ortamlarda
oranlar düşüyor; en kötü ortamlarsa şiddeti kolaylaştırıyor. Bir başka deyiş­
le, genlerin de, ortamın da bir rol oynadığını söyleyen kolay bir formül elde
ediyoruz. Kalıtım-çevre tartışmasına girmeni istemiyorum ve girmeyeceğini
de biliyorum, ama genler hakkında bildiğin bunca şeyle, bu bakış açısından
durumu nasıl görüyorsun? Genlerin rolü açısından çıkarımın ne?
S.B. Sanırım bir bebeğin genlerden yapıldığını söylemek doğru; gerçekten öyle
oluyor. Zihinsel hastalığın genetik bir kökeni olduğunu da biliyoruz. Ama
diğer yandan insanlarda çevrenin müthiş bir rol oynadığını da biliyoruz. Tek
başına “eşcinsellik” veya “kriminal davranış” geni diye bir şey olamaz. Du­
rum çok karmaşık, insanlar davranışa bire bir yansıyacak genleri olsun isti­
yor. Şu örneği hep veririm. Bir meslektaşım bana obezite genini, insanları şiş­
man yapan geni bulduğunu söylemişti. Cevabımı merak ediyor musun? “Ha­
yır, ben o geni çok uzun zaman önce buldum” dedim. “Hangi gendi o?” di­
ye sordu. “Ağzı açan gen” dedim. Tabii ağzı açan bir gen olduğunu söylemek
gülünç. Neredeyse eşcinsellik veya obezite için bir gen olduğunu söylemekle
aynı. Bunların hepsi karmaşık gelişimsel süreçlerdir. Onları söndürebilir ve­
ya her seferinde bir gen yoluyla dumura uğratabilirsin, ama bir dumurun pek
çok sebebi vardır. Canlı bir varlıkta bütün genlerin işler vaziyette olması ge­
rekir.

167
H AY AT KİTABI

E.P. İzleyicilerimizin çoğu oldukça genç. Çalışmalarında, araştırmaya ya da bilim


eğitimine ilgi duyan insanlar için bazı “tüyolar” görüyorum. Birkaçını söyli-
yeyim. Çocukken bir şey öğrenmek istediğinde bunu insanlara sormanın na­
file olduğunu bilmiyormuşsun, halbuki en iyi yol bizzat yapmakmış. Eğitim
reformcuları bugün “yaparak öğrenmek”ten söz ediyorlar. Hâlâ aynı kanıda
mısın, en iyi yaparak mı öğrenilir?
S.B. Bugün göze çarpan bir şey de bu: kimse konuyu “işleyen” bir kurs almadan
bir şey yapabileceğine inanmıyor. Kursa gidip sınavı geçenlerin yeterlik ka­
zandığı varsayılıyor. Yeni bir konuyu öğrenmenin en iyi yolu (ki ben hâlâ öy­
le yapıyorum, çünkü kurslar işe yaramaz), bir kitap alıp o konu üzerine oku­
maya başlamaktır. Okur ve sonra da oradaki bilgiyi kendimce özümserim.
“Yapmak” da bilimin bir parçasıdır tabii; “deneyler yapmak” benim kendi
başına zevkli bulduğum bir zanaattır.
E.P. Bir başka tüyon: uğraştığın meselelere dışarıdan biri baksın. Bazan akima bir
şey gelmez, konuya uzak birinin yaklaşımı gereklidir.
S.B. Hep birbiriyle bağlantılı. Bir konu hakkında fazla bilgiliysen, bir sonuç elde
edilemeyeceğini söylersin. O zaman dışarıdan biri bir şeyler deneyecektir. Bu
kişiler yeni şeyler keşfederler, çünkü denerler. Tüm bu konu dışındakiler me­
selesi kafamı kurcalamaya başladı, çünkü moleküler biyoloji dışarıdakilerce
yaratılmıştır. Standart biyokimyadan değil, fizikten ve diğer bilimlerden çık­
tı. Yeni bir bilim yaratıldı. Genç bir insan daima dışarıdan biridir. Gençken
henüz bihabersindir. Bilimle uğraşan gençlerin tutacağı en iyi yol, yapmak­
tır. Dört beş yaşındaki her çocuk doğayla ilgilidir sanıyorum. Geçen gün bir
hoca, radyoları parçalayıp biraraya getirmeyi öğrenmekle bilimi de gençken
öğrendiğini söyledi. Biz de aynısını yaptık: sinek yakalar ve bacaklarını ko­
parırdık. Ama yeniden biraraya getiremezdik! Çocuklar, bütün çocuklar do-
ğabilimcidir; doğayı keşfetmek isterler. Ve okula giderler ve okullar merak­
larını veya meraklarına göre hareket etme arzularını öldürür. Beş yaşındaki
çocuklar ilgilendikleri şeylerin peşinden gitmeli ve bu da, okul ve üniversite­
yi unutup doktora çalışmasına başlayacaklar ve gelecek yirmi beş yıl kendi­
lerini ilgilendiren şey neyse ondan ayrılmayacaklar demektir.
E.P. Ispanya’nın geçiş sürecinde bir ara Avrupa İlişkileri Bakanı’ydım. Hatırlıyo­
rum, ne zaman “Şunu deneyelim” desem, “Bu zaten denendi; hayır, yapıla­
maz” cevabını alırdım. Bu tecrübemden anladım ki, bakanların altı aydan
fazla görevde kalmaması lazım!
S.B. Aynen öyle.
E.P. “Çok bilmeye” başlıyorlar ve bir işe yaramıyorlar. Bir başka tüyo -iş değiş­
tirmenin çok faydalı olduğunu söylüyorsun. Bu konuda neredeyse hiç konuş­
muyorsun, ama sabit, daimi bir işin sefillik olduğunu ima ediyorsun. Kişi ya

168
GİZLİ KOD

da bilim için kötü bir şey değil mi?


S.B. Sabit bir işten sözediyorum, yani aynı konuda kalıp onunla birlikte gelişim
göstermek. Çoğu bilimci aslında bilimci olmak yerine yönetici oluyor, en
azından benim sahamda böyle. Bu hale gelmeyen birkaçı var hâlâ.
E.P. Bir seferinde de “Üst katta canavarlar, alt katta ahmaklar” demiştin.
S.B. Gelecekte insanların gençken araştırarak başlayacakları birçok işi olacak.
Sonra bunları değiştirip başka bir şey üzerine çalışabilirler. Bazı insanlar elli
yaşma gelince bir hobi, bir rekreasyon olarak laboratuarda bilim yapmak
için, bize para bile ödeyecekler bence. Golf oynamayı ya da insanların,
önemli işlerden emekliye ayrılanların yaptığı diğer şeyleri düşününce, bu ba­
na daha ilginç geliyor.
E.P. Doğaya soru sormayı sürdürmek?
S.B. Evet, soru sormayı sürdürmek! Bence insan rekreasyon için bilim yapmalı ya
da belki seksen yaşında üniversiteye gidip Fransız edebiyatı okumalı!

169
-1 9 -

İnsan Genomunun Ötesinde

William Hasekine ile Söyleşi


İnsanın aşağı yukarı tüm sağlık sorunları bir gün çözülecek,
bunu artık biliyoruz.
William Hasekine

İnsan genomunu dizinleme zaferi, genlerin vücudu oluşturmadaki rolünü hemen


açıklığa kavuşturacak, diğer primatlarla ilişkimizi anlamayı mümkün kılacak,
hastalıklara dair bize bir içgörü sağlayacak ve başka şaşkınlıklar yaratacak diye
düşünüyordum, bunlara kesin gözüyle bakıyordum. Peki öyle oldu mu? Bunu
Haseltine’ın bilmesi lazım ve de biliyor.

Eduardo Punset: Hiç hayal kırıklığı hissettin mi? Genomu dizinleme işini başa-

William Hasekine, Scripps Araştırma Enstitüsü’nde profesördür ve Hasekine Associates Ltd.’in


Başkanı’dır.

170
İNSAN G EN O M U N U N ÖTESİNDE

rınca, yaşamın sırrını keşfettiğimizi düşündük. O zaman sen ve başkaları çı­


kıp, bu önemli olsa da, şimdi proteinler hakkında bir şeyler öğrenmemiz ge­
rektiğini söylediniz. Proteinler çok daha az durağanlar, daha değişken, kar­
maşık ve çok sayıda oldukları için çok daha hareketliler.
VVİllİam Haseltine: İkisini de hissediyorum. İnsan genomu insanlığın harika bir
kazanımı; şimdi hepimizin paylaştığı bir bilgi. Sadece güncel bir model değil,
geçmişimizi açıklama ihtimali de var. Tarihi, 3.5-4 milyar yıl geriye giderek
oldukça ayrıntılı biçimde çözümleyebiliriz. DNA’mız canlı bir fosil. Senin de
benim de içimizde bulunan ve artık okuyup bilgisiyarlara depoladığımız bu
DNA, dönüşüp değişerek yaklaşık 4 milyar yıldır varolan bir metin. DNA
ölümsüz bir moleküldür, kesintiye uğramaksızın hep varolmuştur. Bu müt­
hiş bir hadise.
E.P. Ta 4 milyar yıl önce vardı?
W.H. Yaşamın özü çoğalma kabiliyetidir. Altı kayalık, üstü çimen, ağaç ve çiçek­
le kaplanmış güzel bir kırsal alan, bir manzara gördüğümüzde, kayanın ka­
lıcı, ağaçlarınsa geçici olduğunu düşünebiliriz. Ama bu yanlış. Kaya zaman­
la aşınır, yaşamsa yokolmaz. Yaşam 3.5 milyar yılı aşkın bir süredir varola-
geldi, kayalar bu kadar dayanmaz. Öyleyse hayal kırıklığı bunun neresinde?
Hayal kırıklığı, anahtarları elde tutup, sorunları gidermek üzere farmakolo­
jiye uygulayamamakta söz konusu. İnsanın aşağı yukarı tüm sağlık sorunla­
rı bir gün çözülecek, artık bunu biliyoruz. Bu bilgiye sahip olmadan önce
böyle konuşamazdık.
E.P. İnsan hastalığı tam olarak ne öyleyse? DNA’daki bir kusur mu? Protein sen­
tezi mekanizmasında? Yaşlanma mı, ne?
W.H. İki veya üç temel hastalık kategorisi enfeksiyondan kaynaklanıyor. Bir baş­
ka organizmanın genleri bizimkilerle etkileşime geçip onların işleyişini tah­
rip edince gerçekleşiyor. Hücrelerin, dokuların ölümüne ve organ işlevlerinin
bozulmasına yolaçıyor. İkinci kategori içsel: kendi bedenimizde bir şeyler
yanlış gidiyor, herhangi bir dış zorlama olmaksızın. Genelde kalıtımla geçen
bir şey. Üçüncü kategori yaş. Bugün yaş kavramını yeniden tanımlıyoruz:
belli bir dereceye kadar tedavi edilebilir bir dizi hastalıktan oluşuyor yaşlılık.
Yeni tıp genler, proteinler ve diğer vücut kimyasalları konusundaki bilgi ve
uygulamalarla, genç bir insanı normal vücut sağlığına geri döndürmeyi he­
defliyor. Bu yeni tıpla ilgili umutlar, hayal kırıklığına kapılmaktansa, fırsat­
larla dolu yeni bir dünyada olduğumuzu gösteriyor bana.
E.P. Hastalık, travma veya yaşlanmaya karşı savaşta insanlar önce bitkileri kul­
landı, sonra (genelde bitkilerden) kimyasal maddeler elde ettiler ya da yaptı­
lar. Şimdi kendi vücut kimyamızı kullanacağız.
W.H. Mantıki bir gidişat. Unutma, sırf bitkiler değil, tahta bacak veya yapma diş

171
H AYAT KİTABI

gibi mekanik destekler de kullanılıyor. Yeni tıp yalnızca insanın uzuvlarıyla


sınırlı kalmayacak, maddi dünyayla bir kaynaşma da olacak, ki bunu iki bü­
yük devrime borçluyuz. Birinden zaten söz ettik, biyolojik devrimden, ama
malzeme biliminde de bir devrim var, nanoteknolojik devrim. Mesela önce­
den kullandığımız süyekler23 yerine, artık nanoteknoloji kullanacağız. Peki
bu uzun vadede mi gerçekleşecek? Hayır, çünkü daha şimdiden, şuralarında­
ki nano-implantlarla görmeleri sağlanan veya bir T V ekranında düşünce gü­
cüyle imleci hareket ettirebilmeleri için beyinlerine nano-implantlar konan
insanlar var. Geleceğin rejeneratif tıbbı, gördüğüm kadarıyla, gerektiğinde
nano-malzemeyle bütünleşebilen insan bileşenleri —genleri, proteinleri ve
hücreleri- kullanacak.

23 Kırık kemik sarmada kullanılan tahta.-çn

172
-2 0 -

İkinci Beyin

Phillip Tobias ve Ralph Holloıvay


ile Söyleşi
Gelecek duyumu olan bir şempanze görmedim.
Phillip Tobias

insanoğlunun insicamı bozulmuş durumda ve seçilim nedeni de


bu zaten!
Ralph Holloıvay

Phillip V. Tobias ile Ralph Holloway’a göre, Neandertaller konuşabiliyordu,


ama bunu bilimsel olarak kanıtlamak zor. Üç yüz bin yıl önce Neandertallere ait
bir mağarada gerçekleşen bir toplantıyı kaydetme imkanı yoktu. Ama Neander-
rallerin konuşup konuşmadığı sorusunu cevaplamak bazı sebeplerden ötürü
önemli: birincisi, Neandertaller en yakın atalarımızla yanyana yaşamışlardı ve

Phillip Tobias, Witwatersrand Üniversitesi’nda Anatomi ve İnsan Biyolojisi Onursal Profesö-


rti'dür.

Ralph Holloway, Kolombiya Üniversitesi’nde Antropoloji Profesörü’dür.

r73
H AYAT KİTABI

dolayısıyla evrimin bize sunduğu en yakın insan fosilleridir. Konuşabildiklerini


kanıtlayamıyorsak, kendi türümüzün sözel dili ilk kullananlar olduğunu söyleriz.
Bu bizi bizden önce gelenlerin hepsinden ayrı bir yere koyar. Ortak atalarımız
-yani insanlarla (H om o sapiens) şempanzelerin {Fan) ortak atası- (yine Hom o
cinsi olan) Neandertallerden çok daha eski. Bunlar altı milyon yıl öncesine kadar
yaşadılar.
İkincisi, eğer Neandertaller konuşmuyorduysa, o zaman dili mümkün kılan
genetik mutasyon H om o sapiens’in Cro-Magnon çeşitlemesinde gerçekleşti de­
mektir, Neandertal soyunda değil. Yok eğer bu iki tür de konuşuyorduysa, o za­
man, ortak torunları olması ihtimalini tamamen bertaraf edecek kadar farklı de­
ğillerdi demektir. Konuşmayı geliştiren genetik kapasite Neandertallerin de bir
karakteristiği sayılır o zaman. Evrimin birkaç yüz bin yıllık kısa bir zaman zarfın­
da dramatik sürprizler yaratması pek görülmüş bir şey değil.
Neandertallerde konuşma meselesi hâlâ esrara gömülüdür ve zihnin evrimiyle
ilgili çözümlenmemiş en büyüleyici sorulardan biridir. Dolayısıyla biz de, dilin
fizyolojisinden hareketle şu hayati meseleyi ele alacağız: beyin büyüklüğü ve ko­
nuşabilmek için gereken genetik açımlanmam24 içeriği. İlk bakışta abartılı görüne­
bilir ama, aslında insan iletişimini mümkün kılan şey evrimin iki kritik adımıydı.
İlk adımı, iki yüz milyon yıl önce sürüngenden memeliye geçiş sürecindeki orga­
nizmalar attı. Nispeten karanlık, loş bir dünyada yaşamak zorunda olan bu canlı­
lar, son derece gelişkin gündüz görü sistemlerini, işitme ve koklama duyularının
gelişimini sağlayan yüksek beyin kapasitesiyle takviye ettiler. Memeliler içindeki
en büyük beyin oranına yolaçan süreç primat atalarımızda böyle başladı.
İkinci adımsa son iki yüzyıllık sürede gerçekleşti, bilimde yaşanan patlama ve
enformasyon teknolojisiyle telekomünikasyon alanlarında yaşanan devrim saye­
sinde. Memelimsi sürüngenlerdeki ikinci beynin çağdaş muadili bilgisayarlardır.
Memelimsi sürüngenlerde ikinci beynin yaratılışı asla sürüngen beyninin yokol-
ması sonucunu getirmedi. O hâlâ içimizde. Muhtemelen haricî bilgisiyar ve İnter­
net beyinlerinin eklemlenmesinde de yine aynı şey yaşanacak.
Neandertaller konuşuyor muydu? Tarih H om o sapiens sapiens Cro-Magnon-
ların torunlarınca, yani galiplerce yazıldı. Paleontologların en ünlüsü ve bu döne­
min uzmanı olan Philip V. Tobias’ın belirttiği gibi, tarihi yazanlar daima kaza­
nanlardır, yani bu örnekte biziz.
Ralph Holloway Kolombiya Üniversitesi’nde paleo-antropoloji ve fiziksel an­
tropoloji profesörü ve beynin evrimiyle primat davranışı konularında uzman.
Barselona’nın gotik bölgesi Barrio Gotico’nun uç kısmındaki katedrale bakan
Colon [Columbus] Oteli’nin lobisinde söyleşiye katıldı.

24 G ene expression: Gene kodlanmış genetik bilginin RNA ve protein yapmak üzere açımlanması.-çn

174
İKİNCİ BEYİN

Figür 3. Şempanze ve insanın gırtlakları; şempanzeler ve diğer büyük maym unlar ile insangillerin gırt-
.ak nüzulu arasındaki fark. Bu fark konuşurken boğulmayı önlüyor. Y ani sadece insanlar boğularak ö l­
me riski olm aksızın konuşabilirler.

Philip V. Tobias: Neandertallerin konuşabildiğinden eminim. Oldukça gelişkin


bir kültürleri ve bunun aktarımı için de dile ihtiyaçları vardı. Çenelerinin
anatomosi bizimkinden biraz farklıydı, ama bugün bazı H om o sapiens ’lerin
de onlarınki gibi çeneleri var. Neandertaller (H om o sapiens neandertalensis)
oldukça gelişkin bir kültüre sahiptiler. Sen ne düşünüyorsun Ralph?
Ralph Hollovvay: Ben de Neandertallerin epeyce konuştuğunu düşünüyorum.
Kendilerini bizimki gibi ifade edip etmediklerini bilmiyoruz. Anatomileri be­
ni şaşırtıyor: kafatasının kaidesi, gırtlağın (tahminî) inişi ve uzunluğu. Çok
sevdiğim bir konu değil. Bu soru bana bir çizgi filmi hatırlatıyor: bir insanım­
sı keski ve çekiçle bir kayayı yontmaktadır. Kocaman bir blok. Kıra kıra so­
nunda ortaya bir duvar piyanosu çıkarır. Ve başını tuşlara vurmaya başlar.
Meğer o bir Neandertaldir! Bilmiyorum, belki burada bir mübalağa var. Ne­
andertaller böyle miydi? Cro-Magnonlar kadar zeki olup olmadıklarını asla
bilemeyiz. Belki kuantum bilimciler bir zaman makinesi yapar ve biz de
onunla yolculuk edip durumu anlarız, ama o güne kadar bu soruya doğru bir
cevap veremeyeceğiz.
Eduando Punset: Torunum Miranda bir hafta önce doğdu.
P.T. Tebrikler!
E.P. Gırtlağını, insana özgü sayılan bu organı incelemeye çalıştım; yeni doğmuş
bir bebekte gırtlağın gerçekten de emerken solumaya izin verecek şekilde çok
yukarıda olup olmadığını görmek istemiştim. Gırtlak birkaç ay sonra daha
aşağı çekiliyor ve titreşim için yer açılıyor. İnsanların boğulan yegane hay­

i75
H AYAT KİTABI

vanlar olduğu sanılıyor. İnsandaki ses aygıtının karmaşıklığı dil için gerekli
mi, şart mı?
P.T. Biz insanlar dillerimizle değil, beyinlerimizle konuşuruz. Arada köklü bir fark
var. Biz beynimizle konuşuyoruz. Gırtlak, boğaz, dudaklar, dil -konuşma
anatomisinin organları- beynin emirlerini yerine getiren uygulayıcılardır sa­
dece. Yani beynimizle konuşuyoruz.
E.P. Yeteri kadar büyükse.
P.T. Bu da diğer bir mesele, belki sen cevaplamak istersin Ralph. Konuşmaya yol
açan şey beynin büyüklüğü müydü?
R.Ho. Kuşkuluyum. Konuşma yeteneğinin gelişiminde sanırım beyin korteksiyle
kimi alt-korteks parçalarının organizasyonu daha önemli. Doktoramı biti­
rince mikrosefali üzerine çalışmıştım. Ve gördüğüm şey gerçekten enteresan­
dı. Şimdi söylediğim şeyi tanıtlıyordu. Mikrosefali, çok küçük bir kafa olu­
şumuna yol açan bir çekinik araz. Bunun için genin çift dozda olması gereki­
yor. Yüz ve vücudun geri kalanı normal gelişiyor, ama beyin erkenden, fetüs-
te gelişimini durduruyor. Kişi çok küçük, bazan maymunlarınkinden bile kü­
çük bir beyinle doğuyor. Mikrosefalikler, bazıları, konuşup anlaşabilir, ama
hayatta kalanlar zihnen son derece geridir. Ama yine de konuşabilirler. An­
tropolojideki bir teoriye göre, insanın normal dil gelişimi için 650 santimet­
re küp beyin kütlesi gerekli. Normal büyüklüğe ulaşamasa bile konuşmayı
sağlayacak şekilde organize edilebiliyor beyin.
E.P. Belki de fark konuşmadan çok yazmada.
P.T. Onlarca yıl insanlar konuşmanın ne zaman başladığını tartıştı, ama bildiğim
kadarıyla hiç kimse yazma meselesini gündeme getirmedi Eduardo. Arkeolo­
jik araştırmalar yazı ve yazı öncesinin kökenlerini ortaya koyuyor. Bugün ya­
zı diye bildiğimiz şey birdenbire oluşmadı, İspanya, Fransa ve Güney Afri­
ka'daki mağaralarda temsilî çizimler ve resimler ortaya çıktı önce.
E.P. Ne zaman? On bin yıl önce?
P.T. Evet, muhtemelen daha da önce. Cape Town yakınındaki bir arkeolojik alan­
da altmış bin yıl öncesinden kalma bir sanat eseri bulundu. Fransa’daki ma­
ğaralarda bulunan bazı resimler yirmi beş bin yıl öncesine uzanıyor. En eski­
si, yakınlarda keşfedilen ve altmış bin yıl öncesine uzanan bir gravür.
R.Ho. Avustralya’da yaklaşık altmış bin yıl öncesine ait mağara resimleri bulun­
du.
P.T. Bu tam olarak yazının başlangıcı. Resimlerdeki vuruşlar yavaş yavaş, hiye­
rogliflerde olduğu gibi, daha stilize hale geldi.
E.P. Ve sembollere dönüştü?
P.T. Evet, toplulukça anlaşılabilen sembollere; ve bu önce Çin, sonra Yakın Do­
ğu ve daha sonra da Yeni Dünya denen yerde yazının doğuşuna yol açtı. Gü­

176
İKİNCİ BEYİN

ney Afrika’da Hottentot’lar denen (San Buşmeni) bir kabile stilize tarzda
gravürler yaptı, aynı Mısır piktogramları gibi. Hocam Profesör von Rich-
tlow derdi ki, “Zenci toplulukları Güney Afrika’ya varmasaydı, sarı ırk olur­
du”. Ve beyazlar da mağalardan çıkmamış olurdu. Bu insanlar ayrı ayrı ya­
zıyı yeniden keşfetti veya keşfetmek üzereydi.
E.P. Bizi diğer hayvanlardan ayırdığı sanılan özelliği bulmak için canla başla uğ­
raşmamız gülünç bir manzara yaratıyor. O kadar çığırtkanlık yapıldığı hal­
de, iddia edilen farkların yanlışlığı ardı ardına kanıtlandı. Önce, alet kullanı­
mı dendi, ama aletlerin neredeyse tamamen şempanzelerce de yapıldığı orta­
ya çıktı. Ve alet teorisi terkedildi. Sonra dil dendi, ta ki yunusların da konuş­
tuğu keşfedilene kadar. Peşinden de sembolik kapasite ileri sürüldü. Doğru,
şempanzeler genelde bayrak sallandırmaz, ama sembolik kapasite bakımın­
dan belki de insanlarla diğer hayvanlar arasındaki en büyük fark yazıdır.
R.Ho. Dili beynin, diğer bilişsel öğelerle ortak bazı özellikler taşıyan, bilişsel bir
faaliyeti olarak görmek lazım. Fosil kalıntılarında yüksek standartlı model­
ler uyarınca üretilmiş taş aletler bulunması müthiş bir şey. Bu modeller,
örümcekleri ağlarına göre sınıflandırmak misali, genetik mekanizmalarla
açıklanamaz. Taş aletler sıradışı özellikler sergiliyor. Bunlar ileri derecede
bir sosyal bağdaşım olmadan üretilebilir miydi yani?
E.P. Bu derecede bir bağdaşım belki de iletişim kurabilmeyi gerektirdi, doğru mu?
R.Ho. Evet, aynen. Demek istediğim, ileri derecede bir sosyal kontrol gerekliydi,
ama aşağılayıcı veya otoriter anlamda değil, yaşantıyı paylaşma yetenekleri­
nin çok güçlü olması anlamında. Beyin o zamanlar da iki yarımkürenin si­
metrisini sergiliyor, soldan sağa ne tip işlemlere yatkın olduğunu. Sağ el yat­
kınlığını gösteriyor. Nick Toth adında bir arkeolog, taş aletler yapılırken ko­
pan parçaları inceledi. Aletlerin üretim yöntemini aynen tekrar ederek sağ el­
le yapıldıklarını ortaya çıkardı. Bu yeteneklerin evrimini açıklayan anahtar
sosyal davranıştır.
E.P. Beynin iki yarım küredeki farklılığı, dilin bir tarafa konumlanması ve insan­
gillerde sağaklığın baskınlığı, bunlar ne zaman oldu? İki milyon yıl önce mi?
R.Ho. Evet, iki milyon yıl önce. Çince ve İngilizce konuşanların beyin modelleri­
ne manyetik titreşim teknikleri uygulanarak yapılan bir araştırmanın özetini
okudum. Dört test yapıyorlar (tam olarak hatırlamıyorum), tonlama, sen­
taks, fiil ve isim yapısının algılanışıyla ilgili. Çinlinin beyin bölgelerindeki ay­
dınlanma İngilizinkinden daha fazla, çünkü dillerinde daha fazla tonlama
kullanıyorlar. Çinliler bu beyin modeliyle doğmuyor, ama dillerinin gelişi­
miyle beynin belli bölümleri büyüyor. Çevre beyin yapısını etkiliyor ve beyin
yapısı da çevreyi. İnsanların hepsi kendi kültürünün dilini aynı dönemde öğ­
renir. Dilin oluşumunda genetik bir bileşen bulunduğuna şüphe yok.

177
H AYAT KİTABI

E.P. Madem insanlar sentaksı çok genç yaşta dillerine katıyor, o zaman bir şem­
panze de söz dizimi yapabilir mi?
P.T. Dilin genetik bir kökeni var. Doğumdan kısa bir süre sonra dil becerilerinin
ortaya çıkmasında belirleyici olan şey beyin; bazı yetenekleri kalıtsal olarak
alıyor, ki bunlar kimi zaman çok özel yeteneklerdir. Johann Sebastian
Bach’ınki gibi bir müzisyenler ailesinde müzikalite genetik kurulumun bir
özelliği olabilir, ama tabii neyin genetik olarak belirlenip, neyin çevre etki­
sinden kaynaklandığına dair bir ayrım yapmak çok zor. Genler Beethoven’in
müziğiyle ritmik blues arasında bir ayrım yapamasa bile, bir insanın müziğe
daha duyarlı olmasında belirleyici rol oynayabilirler. Müzikalite, matema­
tiksel deha veya bazı ciddi hastalık türleri bazı ailelerde yaygın. Bazı insan­
larda deha ve şizofreni biraradadır. Yakın geçmişin iki Nobel Ödülü sahibi
şizofreniktir. Einstein’ın oğlu şizofrenik. Evrimsel bir perspektifle bakarsak,
yüz elli bin yıl öncesine veya daha gerilere giden bir şizofreni geni, psikotik
davranış yerine, müzikalite, deha, liderlik ve dindarlık şeklinde tezahür etmiş
olabilir mi? Dindarlık kültürel evrimin başlarında çok önemli bir rol oynadı.
R.Ho. İnsanoğlunun insicamı bozulmuş durumda ve seçilim nedeni de bu zaten!
E.P. Sizin gibi beynin evrimini inceleyen bilimcilere bakınca, cevaplarınız her za­
man birbiriyle uyumlu gibi görünmüyor. Bir meslektaşınız, New York’tan
bir fizyolog, Rodolfo Llinâs beynin ancak gerekliyse oluşacağını söylüyor.
Mesela bitkilerin beyne ihtiyacı yok, çünkü esasen yön bulmaya ve belli olay­
ları öngörmeye yarıyor beyin [bölüm 11].
P.T. Bitkilerde gerekmediği için beyin bulunmadığı yollu bu ifadene katılmıyo­
rum, bu katıksız ilahiyat veya eski Lamarck’çı söylem. “Biz memelilere bir
beyin lazım ve bu yüzden de beynimiz var” şeklindeki yaklaşım bilim değil,
inançtır. Korkarım bu savı kabul edemeyeceğim Ralph.
E.P. Biz insanlar dil becerisi geliştirdiğimiz için mi diğer hayvanlardan daha zeki­
yiz, yoksa daha zeki olduğumuz için mi bu beceriyi kazandık?
R.Ho. Bilmiyorum. Soruyu böyle sormanın doğru olduğunu sanmıyorum.
E.P. Dil becerisini zekamız sayesinde mi edindik, yoksa zaten bu beceriye sahip
miydik? Ya da belki, senin dediğin gibi, organizasyon ve genler dil becerisi
geliştirmemizi sağladı ve bu da bizi diğer hayvanlardan daha zeki yaptı?
R.Ho. Dil sosyal etkileşim ve davranışın gelişimine epey katkı yaptı. Müthiş bir
şey, çünkü tesadüfi bir koda dayanıyor. Yani kelimelerle gerçeklik arasında
bir ilişki bulunması gerekmiyor, dolayısıyla da hayal gücü gerçekliği istediği
gibi kurgulayıp istediğini söyleyebilir, tutarlı olmasa da. “Sarı su aygırı mavi
çizgili zürafaya baktı ve sinirlenip kuyruğunu tekmeledi” diyebilirsin. Hayal
gücü insan zihninin bir kapasitesidir, ama bizi günaha götürür. Kurgulama
büyük projeler yaratır, mesela dinleri.

178
İKİNCİ BEYİN

E.P. Kurgulama dilin karakteristiği olan belirsizliği kullanıyor. İspanyolcadaki


ünlü bir deyişe göre, “İnsanları konuşarak anlarsın”, ama dilin kafamızı ka­
rıştırdığı da tecrübeyle sabit, çünkü müphem ve yoruma açık bir şey. Ne dü­
şünüyorsunuz?
P.T. Modern insanı diğer hayvan iletişiminden ayrı bir yere koyan birçok farklı­
lık var. Ama şurası kesin ki, dilin olmadığı, özellikle de konuşma dilinin ol­
madığı bir durumda (zira muhtemelen önce işaret ve müzikal dil ortaya çık­
tı), gelecek kavramı söz konusu değildir. Şempanzelerin, hemen önlerindeki
yakın geleceğin ötesinde bir gelecek duyumları yok. Yani açlık, seks, tehlike,
yorgunluk, uyku gibi biyolojik ihtiyaçlarının tatmini ötesinde. İnsanlarsa ter­
sine geleceklerini planlar, çok uzak gelecekleri de. Hava tahminleri yapabili­
riz. Dil tahmin ve kestirim imkanı sunuyor. Dilin şempanze, goril veya oran­
gutan iletişiminde bulunmayan dilek kipi çok önemlidir. Chomsky’nin bir­
kaç kez söylediği gibi, gramer bilmeden dili kullanmak imkansızdır, zira
“Ben seni öldürürüm” demek, “Sen beni öldürürsün” demekten çok farklı­
dır. Aynı kelimeler birbirine tamamen zıt iki ayrı durumu ifade edebiliyor.
“Sen ve ben öldürürüz” ise üçüncü bir durumu ifade eder, ama kelimeler yi­
ne aynıdır.
E.P. Genetik kod gibi, değil mi?
P.T. Evet. Kombinasyonlar ve permütasyonlar: “sen”, “ben”, “öldürürsün” veya
“öldürürsün?” birbirinden çok farklıdır, kelimeler aynı olsa da. Söz dizimi ve
gramer olmasa, modern insanın dili bugünkü gibi olmazdı. Kimilerine göre,
Noam Chomsky söz dizimi ve grameri dilin temel taşları saymakla aşırıya gi­
diyor, ama söz dizimi ve gramersiz bir insan dili, sürekli aynı sesleri çıkaran
şempanzelerin dilinden farklı olmazdı. Her ses belki farklı bir anlam taşıyor
olabilir —“uh, uh, uh”: sevgi, seks veya arkadaşlık; “hi, hi, hi”: kızgınlık, kor­
ku veya “tüfekli bir adam yaklaşıyor”- ama gelecek zaman veya dilek kipin­
de bir şey ifade edemezler. Daha karmaşık fikirler yok. Bence modern insan
davranışındaki çeşitlilik dilin bir sonucu.
E.P. Primat atalarımızdan biri ilk hangi kelimeyi kullandı, bunu biliyor muyuz?
R.Ho. Islık çalmış olabilir: “fü, fü!”
P.T. Ya da belki “anne!” demiştir.
R.Ho. Seks ve beslenme yaşamın temel unsurlarıdır.
E.P. Ve güvenlik.
R.Ho. Ama önce seks, sonra güvenlik.
E.P. Bebeklerin çıkardığı sesler ilk kadim dilin bir yansıması mı?
R.Ho. Türevrimsel tekrarlanmayı savunan eski bir tez bu, ama bence doğru değil.
E.P. Konuya geri dönelim. Profesör Tobias, biz insanlardan başka gelecek hayali
kuran hayvan yok mu? Gezegenin yaşanmaz bir ısıya ulaşacağı gelecek beş

179
H AYAT KİTABI

yüz milyon yıl içerisinde Dünya yörüngesinin nasıl değiştirileceğini araştıran


Amerikalı bir bilim adamıyla söyleşi yaptım. “Geleceği düşünme kapasitesi
insani bir özellik, ama onunki biraz abartılı” mı diyorsun?
R.Ho. Evet.
E.P. Demek öyle?
P.T. Benim bir çekincem var. Balinaların, yunusların ve diğer büyük deniz meme­
lilerinin nasıl ve ne konuştuklarını henüz tamamıyla araştırmış değiliz. Bilim­
ciler titreşimleri ve motifleri inceliyor. Bazı sürprizler çıkabileceğini düşünü­
yorlar. Dillerindeki doğuştan gelen kavramsal repertuar mutlak bir şimdinin
ötesine geçiyor olabilir.
E.P. Öyleyse insanoğlu bir kez daha, “Bizi diğer tüm hayvanlardan ayıran şey tam
olarak ne?” diye düşünmek zorunda kalacak.
P.T. Neden insanların eşsiz olduğuna inanmak zorundayız? El Dorado arayışı gi­
bi bir şey bu ve bana Charles Darvvin’in Türlerin K ökeni yayınlandıktan bir
yıl sonra, 1860’da, İngiltere’de çıkan tartışmaları hatırlatıyor. On dokuzun­
cu yüzyıl İngiltere’sinin meşhur bir karşılaştırmalı anatomi uzmanı olan Sir
Richard Owen pek çok kadavra açtı, ama Darvvin’in bazı görüşlerini reddet­
ti, küfür saydı. Owen “Maymunlardan gelmemiz imkansız, çünkü eşsiz bir
beynimiz var” dedi. “Nasıl eşsiz?” diye sordular. Cevabı şöyleydi: “Büyük hi-
pokampüs veya hipokampüs majörden başka, hipokampüs minör denen bir
şeye daha sahip. Ve hiçbir şempanze, goril ya da orangutanın hipokampüs
minörü yok.” Bunun üzerine şempanze, goril ve orangutan beyinlerini açma­
ya girişmiş olan Thomas Henry Huxley de çıkıp bayağı kaba bir şekilde
“Bak, işte maymunların hipokampüs minörü” dedi. Böylece insan beyninin
biricikliği iddiası çürütülmüş oldu. Sir Richard Ovven’ın prestiji de azalmaya
başladı.
E.P. Hipokampüs yüzünden.
P.T. Hipokampüs minör ve dolayısıyla da insan beyninin eşsiz olmadığı yolunda­
ki sarsıcı keşif yüzünden. Owen için korkunç, kabul edilmez bir beyandı bu.
E.P. Ralph, peki insanın ayırıcı özelliği ne, eğer böyle bir şey varsa tabii?
R.Ho. Sürekli değişiyor. Yakından incelersen, her beynin eşsiz olduğunu görür­
sün. Her hayvanda görüldüğü üzere, doğal seçilim eşsiz özellikleri biraraya
getirerek farklı gruplar oluşturmuş. Beynimiz kendisini oluşturan kombinas­
yon nedeniyle eşsiz: büyük ebat, ara bölgelerdeki bazı lif grupları ve tüm me­
meli beyinlerinde bulunan öğelerin farklı şekilde örgütlenmiş olması. İnsan
beyninde, zavallı Richard Owen’ın anladığı üzere, yeni bir ayırıcı karakteris­
tik yok. Beyne ve insan denen hayvanın davranışına özgü olan durum, çev­
resine indî bir şekil verebilmesidir. Başka hiçbir hayvan bunu yapamaz. Ço­
cukken yavaş yavaş anlamaya başladığım bir şey bu. 1935’de doğdum ve

180
İKİNCİ BEYİN

1939-1945 arasını, yani Üçüncü Reich’ın yükseliş ve çöküşü arasındaki deh­


şet yıllarını yaşadım. İnsanların indî simgelere dramatik tepkiler verebildik­
lerini görmek beni müthiş etkiledi. Dünya üzerindeki genetik grupları ve gen
çeşitliliğini epey radikal ve ani biçimde değiştiren ortamlar yaratıyoruz. Bu­
nu yapan tek hayvan insan, başka hiçbir hayvan yapamaz. Balina ya da şem­
panze bir gelecek kavramı geliştirse bile, korkmamıza gerek yok-
E.P. Ama onlar bizden korkmalı! Ralph, sen beyni ve beynin kökenini inceledin;
iki milyon yıllık bir tarihi var beynin. Sence beyin, bir araç olarak, insangil­
leri daha iyi bir yerlere taşıyabilir mi?
R.Ho. Şahsen ben kötümserim. Şöyle düşünüyorum: Hemen hemen tüm memeli­
lerin ve diğer hayvanların evrimine ilişkin jeolojik verileri incelediğimizde
göreceğimiz şey, cins diye adlandırdığımız bir morfolojik modele uyum ka­
pasitesidir. Biz H om o’yuz, primatlardan gelsek de primat değiliz. Bu durum
yaklaşık altı milyon yıldır böyle. Diğer hayvanların hepsinde paleontolojik
veriler yaklaşık beş ila on milyon yıl geriye gidiyor. İnsanlarsa, bir cins ola­
rak, ancak altı milyon yıldır varlar. Evrimsel başarı sağlamak, gelecekte sağ
kalmak için, yani sırf aşağı yukarı tüm memeli türlerinin şu an bulunduğu
noktaya gelebilmek için, en azından üç milyon yıl daha gerekiyor. Bu şekil­
de bir üç milyon yıl daha geçirebileceğimizi pek düşünemiyorum.
P.T. Ben iyimserim.
E.P. Ve üç milyon yıl daha sağ kalabileceğimizi düşünüyorsun?
PT. Epey çaba sarfetmemiz lazım. Harika bir mekanizma geliştirdik, beyin, ama
onu her zaman en etkin biçimde kullanamıyoruz. Bu büyük bir sorun ve
mevcut eğitim sisteminin bir zaafı. Genç insanlara “beyinlerini kullan”mayı
öğretmeliyiz, eski öğretmenimin hep söylediği şekilde, çoğul olarak “beyin­
leri.”25 Belki de geleceğin zorlu sınavı, evrimin bize verdiklerini en iyi şekilde
değerlendirme becerimiz üzerine yaşanacak.

İngilizcede, konuşma dilinde bu kelime tekil şahıs için de çoğul kullanılabiliyor.-çn

181
-2 1 -

Annenizden Gelen Ölümsüzlük

Douglas Wallace ile Söyleşi


Hücrelerin enerji üreteci anneden geçer, babadan değil.
Douglas Wallace

Kuzey Amerikalı genç bilim adamı Douglas Wallace ölümsüzlüğün biyolojisi


alanında çok ayrıcalıklı bir konuma sahip, ama hücre sitoplazmasında mitokon-
driya bulduğu için değil, bunlar Almanya’da 1890’dan, Richard Altmann’dan be­
ri “bioblast ” veya “cytodes ” olarak zaten biliniyordu; genç Wallace’ın ayrıcalığı.
1953’le başlayan bir süreçte, DNA üzerine koparılan onca yaygara ve dizilim bil­
gisine dair verilen vaatler arasında, mitokondriyanın hücre sağkalımı için gerekli
enerjiyi üretmedeki önemine ve hücreyi tüketen zehirlenmeye dikkat çekmesidir.
Douglas Wallace, Irvine, Kaliforniya Üniversitesi’nde Moleküler ve Mitokon-

Douglas Wallace, Irvine, Kaliforniya Üniversitesinde Donald Bren Moleküler Genbilim Profesörü
ve Moleküler/Mitokondriyal Tıp ve Genbilim Merkezi yöneticisidir.

182
ANNENİZDEN GELEN ÖLÜMSÜZLÜK

driyal Tıp ve Genbilim Merkezi yöneticisidir ve insanın mitokondriyal DNA evri­


mi üzerine yürütülen çalışmaları denetlemektedir ve bu çalışmalar sayesinde de
bunca zamandır yaşıyor olmamız veya gezegeni fetih sırasındaki göçlerimizden
kaynaklanan çevresel değişimlere adaptasyonumuz gibi konularda yeni veriler el­
de edilmiştir.

Douglas VVallace: Mitokondriya insanın öteki hücreleridir. Her hücre içinde ha­
yati önem taşıyan, bakteri menşeyli bir koloni var, yani hücre enerjisinin üre­
teçleri olan mitokondriya. Vücudun geri kalan tüm enerjisini onlar sağlar. Şu
an ayağında yaklaşık on üzeri on yedi adet mitokondriya bulunuyor.
Eduardo Punset: Peki bu mitokondriya nereden geliyor?
D. W. Mitokondriyanın çok ilginç bir kökeni var. Başlangıçta, yaklaşık iki milyar
yıl önce serbest bakteriydiler. Sonra bizim hücrelerimizin de kaynağı olan
hücrelerle kuşatılıp, onların içinde yaşamaya başladılar.
E. P. Simbiyotik bir eşgüdüm halinde?
D. W. Aynen. Önce -bizim hücre çekirdeğimizi barındıran—çekirdekli konut hüc­
reye koruma sağladılar, Dünya atmosferinde ortaya çıkan oksijen gazı artı­
şına karşı bir koruma. Dünya atmosferinde önceden çok az oksijen vardı.
Fotosentezin icadıyla birlikte, moleküler oksijen atık madde olarak dışa sa­
lınmaya başladı. Bu salınım da atmosferde indirgenmeden yükseltgenmeye
[ıoksidasyona ]26 doğru bir değişim yarattı ve çok, pek çok organizma öldü.
E. P. İnsanlar tüm bir gezegen atmosferinin bakteriler tarafından değiştirildiğini
unutuyor.
D. W. Tüm bir ekosistem değiştirildi.
E. P. İnanılmaz bir şey, değil mi?
D. W. Evet. Bu mitokondriya havadan aldığı oksijeni, yediğimiz besinlerdeki kar­
bonhidratların, yağların, proteinlerin vs. hidrojeniyle tepkimeye sokarak, ye­
ni bir şey yaratma becerisini geliştirmiş durumdaydı. Artık açığa çıkan ener­
ji hücre tarafından kullanılabilsin diye alıkonuyordu. Bu mitokondriya —ki
oksijen ihtiva ediyordu- zehirli oksijenden kurtulmanın yolunu buldu. Dola­
yısıyla konak hücre içine kapatılınca yaptıkları ilk şey de, konak hücreyi tok-
sik oksijenden korumak oldu ve bu da simbiyoza istikrar sağladı. Sonra ko­
nak hücre mitokondriyayı kendisi için ATP, yani enerji molekülü üretmeye
yönlendirdi. Ve gerisi, dedikleri gibi, artık tarihin sayfalarında.
E. P. Peki bugüne nasıl geliyoruz?
D.W. Mitokondriyanın en müthiş yanı, hücre sitoplazmasında, çekirdek dışında
yaşadıkları için, kalıtsal olarak çekirdek genleri gibi geçmeyişleri. Sitoplazma

-6 Elektron/hidrojen azalımı vc oksijen artışı; mesela karbonun yükseltgenmesiyle karbon dioksit ortaya çıkıyor.-çn

183
h a y a t ki tabi

Figür 4. Elektron m ikroskopuyla oldukça büyütülmüş bir m itokondriya görüntüsünden elde edilen ara­
kesit çizimi.

yoluyla geçerler. Muhteşem insan yumurtasının yaklaşık yüz bin mitokon­


driya barındıran büyük bir sitoplazması vardır. Sperminkiyse yalnızca birkaç
tane barındırır. Dolayısıyla döllenmede tüm mitokondriya anneden gelir, ya­
ni hücrelerin enerji üreteçleri annenden geçer, babandan değil.
E.P. Enerji anneden.
D. W. Hiç kuşku yok. Feminist hareket yanlış değildi.
E. P. Mitokondriya tüm bunları yaptığına göre, sağlığımız için çok önemli olmalı.
D. W. Tabii. Mitokondriya, Barselona’nın şehir enerjisini üreten elektrik santralla-
rı gibidir, insanlar Barselona’nın merkezinde, ama enerjinin kullanılabilme­
si için enerji santralları uç bölgelerde, kırsal alanda kuruludur. Kömür, nük­
leer enerji veya hidroelektrik şebekeleri şehre elektrik sağlar. Ama enerji ve
elektrik üreten şeyler yakıt yakarken is yapar, kömürle enerji üretilen yerler­
de olduğu gibi. Mitokondriyada da aynısı olur. Her hücrede yüzlerce mito­
kondriya bulunur ve her biri hücre için bir parça enerji üretir. Bu işlem sıra­
sında “is”, yani oksijen radikalleri açığa çıkarırlar. Oksijen radikallerini mu­
hakkak duymuşsundur-
E. P. Serbest radikaller-
D. W. Serbest radikal denen bu şeyler sağlık açısından sakıncalıdır. Serbest radikal­
ler enerji santralındaki is gibidir. Zaman içinde mitokondriya tarafından sa­
lınırlar ve DNA’yı tahrip ederler. Enerji üretim işlemindeki mitonkondriya-
mn tüm DNA’sı tahrip olunca hücre ölür, çünkü mitokondriya DNA’sı ona­
rım yapamaz.
E. P. Doug, hücre çekirdeğinde ne olup bittiğini anlamak için bin milyonlarca do­
lar harcandı -mesela, nörojeneratif hastalıklar için—ama, dediğin gibi, asıl

184
ANNENİZDEN GELEN ÖLÜMSÜZLÜK

hücreye enerji veren, onu idame ettiren mitokondriyada ne olup bittiğini an­
lamak için çok az yatırım yapıldı, değil mi?
D. W. Aynen öyle. İnsan hücreleri ikiye ayrılır ve çekirdekli olanı bunlardan sade­
ce biridir. Diğeri ihmal ediliyor, ki aslında aynı derecede önemlidir. Kullan­
dığımız hemen tüm enerjiden ve tabii toksik oksijen radikallerinden bu hüc­
re sorumludur. Mitokondriyanın aslında bir başka ilginç özelliği daha var.
Enerji ve toksik atık üretiminin yanısıra, hastalandığında kendi kendine ve
hücreye imha emri veren bir kendini imha özelliği bulunuyor.
E. P. Ünlü apoptosis: programlı intihar.
D. W. Aynen. Dolayısıyla enerji santralleri işe yaramaz hale gelince mitokondriya
mesaiyi durduruverir ve böylece vücutta zehirli oksijen radikalleri üreten
hücre bulunmasını engeller. Hangi hücrenin içindelerse onu apoptosis yoluy­
la yokederler. İnsanda her an pek çok hasarlı mitokondriya vardır ve bu tüm
hücrenin ölümüyle sonuçlanır. Yaşlanmayla birlikte mitokondriya hasarı
olan hücre sayısı artar. Apoptosis gerçekleşir ve hücreler ölür. Sonunda do­
kunun işlevini sürdürebilmesi için geriye çok az hücre kalır.
E. P. Peki bu arada biz ne yapabiliriz? Yani mitokondriya programlı intihar kara­
rını vermeden önce?
D. W. Mitokondriyaya yönelik, toksik oksijen radikallerini bertaraf eden haplar
geliştirmeye çalışıyoruz. Süpürgeyle kurum temizlemek gibi. Böylelikle mito-
kondriyanın yolaçtığı kirliliği azaltabilirsek, hücrenin dirliğini koruyabilece­
ğiz.
E. P. Peki oksijen radikallerine karşı eczanalerde satılan haplar için ne düşünüyor­
sun? C ve E vitaminiyle karoteni kastediyorum. Mitokondriyaya henüz doğ­
rudan müdahale edemiyorken, bunlar işe yarar mı?
D. W. Evet. Bir başlangıç. C vitamini, E vitamini ve karoten oksijen radikellerinin
mitokondriyaya etkisini azaltıyor gerçekten de. Ama oksijen radikallerini
yoketmede çok etkili değiller. Sürekli olarak ya da, yaygın söyleyişle, katali­
tik olarak, arabalardaki katalitik konvertörler gibi kirliliği azaltacak haplar
geliştiriyoruz. Böylelikle katalist sürekli yenilenerek atık yokedilecek.
E. P. Peki bunu başarırsanız yaşlanma nasıl bir şey olacak?
D.W. Alzheimer, bazı körlük ve sağırlık tipleri, bazı kalp ve böbrek hastalıkları ve­
ya şeker gibi, hasarlı mitokondriyadan kaynaklandığına inandığımız dejene-
ratif hastalıkların ilerleyişini engelleriz diye umuyoruz. Bu hastalıkların mi­
tokondriyada oluşan hasar nedeniyle ortaya çıktığına inanıyoruz. Dolayısıy­
la bu hasarı önleyecek bir ilaç yapabilirsek, yaşlandıkça ortaya çıkan sorun­
ları durdurabiliriz.

185
-2 2 -

Yaşlanmanın Kaçınılmazlığı?

T om Kirkıvood ile Söyleşi


Ölmeye programlı değiliz.
T om Kirkıvood

Bizim kültürümüz akıldan çıkarma kültürüdür. Bilgi ırmağına akarsuların yaptı­


ğı katkılar hep mevcut akıntıyı arttırmaya yarar. Sağkalım uyarınca kimi bilgi,
doğadaki buharlaşma misali, karanlığa terkedilerek mevcut bilginin yükü azaltı­
lır. Ama kültür daima katma değerler toplamı olmuştur: eski dinlere yeni mez­
hepler eklenir, en ırak geçmişin genetik bilgisine asırlık mutasyonlar eklenir ve
özellikle de on altıncı yüzyıldan beri, nesiller boyu edinilen bilgi gezegensel beyni,
kütüphaneleri ve bilgisayarları doldurmaktadır.
Şu andan itibaren -birkaç yüzyıllığına—bilgisel süreçlerin tasvirinde artık de­
nize akan ırmak mecazının yerini, kaynağına geri yüzen inatçı bir som balığı ala-

Tıp Profesörü Tom Kirkwood, Newcastle Üniversitesi Yaşlanma ve Sağlık Enstitüsü’nde ve Yaş­
lanma ve Beslenme Entegre Sistemler Biyolojisi Merkezi’nde Yönetici’dir.

186
YAŞLANMANIN KAÇINILMAZLIĞI?

cak. Eğitimde devrimsel bir değişim yaşıyoruz, yeni bilgi müthiş bir akıldan çı­
karma işlemiyle şekilleniyor. Asıl dayanağımız bilgi değil, akıldan çıkarma kabili­
yetimiz olacak.
Akıldan çıkarma, bilimsel bilgi dahil, tüm bilgi dallarında uygulanıyor. Bilim­
le diğer bilgi disiplinleri arasında tek fark var: bilimsel bilginin varlık sebebi tam
da deney ve test yardımıyla akıldan çıkarmaktır. Ve bunu şimdiki konumuz, yani
ölümsüzlük biyolojisi gibi elle tutulurcasına sergileyen pek az bilgi disiplini var­
dır. Doku yenileme ve tazelenme [antiaging] süreçlerini incelemek için iyice kök­
leşmiş bazı mitlerin çürütülmesi gerekiyor.
İlk büyük mit, insanın ölmeye programlandığı yolundaki kesin yargıdır. Fizik­
sel ve zihinsel sağlık herşeyden önce bu safsatanın sökülüp atılmasını gerektiri­
yor, ama tazelenmeyi araştıran bilim camiasında bile yaygın kabül gören bir şey
bu. Birçok bilimci hâlâ yaşlanmayı düzenleyen dahilî saati bulmak için uğraşıyor.
Birleşik Krallık, Nevvcastle Universitesi’nde gerontolojist olan Tom Kirkvvood
yaşlanmanın genetiği ve evrimi konusunda önde gelen bir uzman. Programlı
ölüm teorisinin de yılmaz bir muhalifi. Ona göre yaşlılık, ömür boyu hücre ve do­
kularda meydana gelen tahribatların bir sonucu aslında.

Tom Kirkvvood: Yaşam süresini ölçüp, süre dolunca yaşama son veren bir saat
üzerine epey tartışma yapıldı, ama yaşlanmayı anlamanın önemli adımların­
dan biri aslında bir ölüm programı olmadığını keşfetmekti. Kalıtsal bilginin
sağkalıma hizmet etmesi enteresan, yani fiiliyatta olanın, yaşamı sonlandıran
ölümün tersine işliyor. Ölmekte olan birinin vücudunu incelersek, tüm hüc­
re ve organların vücudu canlı tutmaya çalıştığını görürüz. Yaşamı yöneten
program asla ölüme teslim olmuyor.
Eduardo Punset: Bazı hücreler vücut öldükten sonra da sağkalım mücadelesini
sürdürüyor.
T.K. Evet. Çünkü ölüm haberinin vücuda yayılması zaman alır. Vücut öldükten
dakikalar veya saatler sonra bile bazı hücreler hâlâ canlıdır. Yeni ölmüş bi­
rinin vücudundan nakil amacıyla bir organı çıkardığımızda, bu organ birkaç
saat canlı kalıyor. Kalp ve böbrek vücut ölmüş olsa da canlı kalır ve bir baş­
ka canlı bedene konurlarsa kurtulabilirler. Yani ölü bir bedende organların
hücreleri sağkalım savaşı veriyor. Yaşlanma sürecini anlamak bakımından
önemli bu, dolayısıyla da başlangıç noktamız ölüme yolaçan bir program
arayışı değil, ki aslen böyle bir şey yok. Elayatımız kısmen genlerimizle belir­
leniyor. İşlevlerinden biri sağkalımı gerçekleştirmek. Beden, harikulade sağ-
kalım programına rağmen yaşlanır ve ölür, çünkü ilelebet yaşayamaz.
E.P. Yani mitleri akıldan çıkarırsak, hayatla ilgili biyolojik bir sınırlama yok.
T.K. İnsan hayatıyla ilgili biyolojik bir sınırlama olduğu fikri büyük bir safsatadır.

187
HAYAT KİTABI

Yaşlandıkça, uzun süre hayatta kalmanın giderek zorlaştığı doğru. Ama bu.
bir mil dünya koşu rekoru gibi: aşılamaz mutlak bir süre yok. Uzun zaman
kimse bir mili dört dakikanın altında koşamadı, ama 1950’lerde bu başarıl­
dı. Gerçi sürekli yükselmeleri nedeniyle rekorları kırmak giderek zorlaşıyor,
ama yine de bu mutlak bir sınır olduğu anlamına gelmez. Ve yaşam süresin­
de bir mutlak sınır olmayışı da, bir program olmayışıyla bağlantılı. Yaşlan­
ma sürecini daha iyi anladıkça, önceki kuşaklara göre daha iyi bir halde ile­
ri yaşlara geleceğiz -insan bedeninin sağkalım yeteneği biraz daha güçlendi.
İnsan uzun ömür rekoru yüz yirmi iki yıl beş ay. Kırılması biraz zaman ala­
cak, çünkü kimse bu yaşa yaklaşmıyor, ama er ya da geç kırılacak.
E.F. Yanlış anlaşılan ama iyice kökleşmiş bir başka kavrama işaret ettin. Sanırım
uzun ömür, ortalama yaşam süresinden ziyade, eskiye göre daha az çocuk öl­
mesi nedeniyle arttı, değil mi? Bebek ölümleri bayağı azaldı—
T.K. Doğru. Yüz yıl önce, dünyanın en zengin ülkelerinde bile ortalama yaşam sü­
resi çok düşük ve bebek ölümleri çok fazlaydı. Pek çok çocuk iki, üç veya
dört yaşına gelmeden ölüyordu —çok defa enfeksiyon hastalıkları nedeniyle.
Dört yaşında ölen bir çocukla seksen dört yaşında ölen yaşlı bir adamın ve­
receği ortalama ömür süresi kırk dört yıldır. Neyse ki Batı’da bebek ölümle­
rinin kökünü önemli ölçüde kuruttuk. Bu fevkalade, övgüye değer bir şey, in­
san gayretkeşliğinin bir sonucu.
E.P. Yine de ölümden kaçamayan bir türüz. Yaşlanıyoruz ve buruşukluklar ölü­
mün yaklaştığını gösteriyor. Neden bazı türler ölmez veya ölümsüz gibiyken,
diğerleri daha çabuk ölüyor? Neden böyle büyük bir fark var?
T.K. İnsanın ömür süresi en fazla yüz yıl, diğer yanda fare üç, köpek on beş ve ke-
diyse yirmi beş yıl yaşıyor. Bu farklılıkların sebebi, evrimsel biyolojiyle ala­
kalı, çok ilginç ve çetin bir bilimsel araştırma konusudur. İncelememiz gere­
ken şeyler var: Doğal seçilim süreci, organizmanın genleriyle vücut yapısı
üzerinde nasıl bir etkiye sahip, farklı yaşlanma özellikleri geliştirirken nasıl
davranıyor?
E.P. Ama neden tatlı su polipi ya da deniz şakayığı gibi türler adeta ölümsüz?
T.K. Alman doğa bilimci August Weissmann’m 1880’de bulduğu üzere, organiz­
manın temel özellikleriyle ilgili bir mesele bu aslında. Bir organizmada iki tip
hücre vardır. Biri, vücudun yeni nesilleri yaratan üreme hücreleri-
E.P. Kök hücreler, değil mi?
T.K. Aynen, kök hücreler. Diğeriyse beyni, kalbi, böbreği, deriyi oluşturan, gele­
cek nesillere gen aktarmayan hücreler. Bu kullanıp atılan hücrelere soma
[gövde] deniyor. Yaşlanma, basit vücut akşamının, yani somanın bir özelli­
ği. Kök hücreler müthiştir. Babanın bir spermi annenin bir yumurtasıyla bir-
leşince, yeni vücudun ilk hücresi oluşur. Ve bölünmeye başlar. Ama anneyle

188
YAŞLANMANIN KAÇINILMAZLIĞI?

babanın sperm ve yumurtası nasıl ortaya çıktı diye sorup, zamanda geriye gi­
dersek, varacağımız yer-
E.P. Uç milyar yıl öncesidir-
T.K. Aynen, üç milyar yıl öncesi. Yani biz biyolojik bir mucizeyiz, çünkü üç mil­
yar yıldır süren kesintisiz bir hücre bölünme zincirinin ürünüyüz. Öyleyse
üreme hücreleri —kök hücreler—ölümsüz demektir. Bir nesilden diğerine ak­
tarılıyorlar. Ve bu üreme hücreleri yaşlanmamayı başarıyor. Tatlı su polipi
veya deniz şakayığı gibi organizmalar ölümsüz gibidir, çünkü aslında orga­
nizmanın tamamı köksel. Tatlı su polipinden bir parça kesip bir bardak te­
miz suya koyarsan, bu parça büyüyerek yeni bir tatlı su polipi olur, çünkü
kök hücreler organizmanın tamamına yayılmış durumdadır. Ne var ki, insan
hücrelerinin çok azı köksel. Bir parça deriyi bir tas su içine koysan, yeni bir
insan oluşturamazsın, çünkü deri hücreleri somatiktir. Yaşlanma somanın
bir özelliğidir.
E.P. Sen ölümsüz hücrelerden, insan vücudundaki kök hücrelerden sözederken
aklıma geldi: fizikçilere göre atomlar ölümsüz ve vücudumuzun yüzde
99’unu oluşturuyorlar. Çelişki şu: ölümsüz hücrelerden ve neredeyse ölüm­
süz atomlardan oluştuğumuz halde, ölüme mahkumuz. Esasen geçici veya
kullanıp atılan soma nedeniyle yaşlandığımıza inanıyorsun? Bundan kastın
ne? Araştırmalarına bakarsak, genleri çok zeki varlıklar olarak görüyor gibi­
sin; kar-zarar analizi yaparak, hayatın desteklenmesi veya uzatılması için
enerji sarfedip etmeyeceklerine karar veriyorlar. Teorine göre yaşlanma bu
kararda gizli, destek eksikliğinden kaynaklanıyor.
T.K. Tabii. Şunun altını çizmek istiyorum: genler düşünmez, ama bazan biz bir bi­
linç atfediyoruz onlara, halbuki böyle bir şeye sahip değiller. Genler kararlar
vermez. Mütasyonlar ve şans sayesinde daha iyi stratejilere sahip olan gen­
ler, topluluk içindeki farklı gen formları arasına sokulurlar. Yine de bazan
genlerden, sanki düşünebilirlermiş, sanki farkındaymışlar gibi sözetmek da­
ha elverişli oluyor. Bu üslupla devam edelim. Bir genin başarılı olup olmadı­
ğı nasıl belirleniyor, bunu anlamaya çalışalım. Bir genin başarısı, gelecek ne­
sillerde kendisini daha fazla kopyalayacak bir vücut oluşumuna katkısıyla
ölçülür. Vücudun oluşumunu ve hayatı boyunca yaptığı herşeyi genler yön­
lendirir. Bir kere en başta vücut büyümek, karmaşık bir gelişim sürecinden
geçmek zorundadır, çünkü yaşam tek bir hücreyle başlar.
E.P. Sonunda trilyonlarca hücre olur.
T.K. Evet, binlerce ve binlerce defa milyonlarca hücre. Büyüme süreci ilerlerken
hatalar yapılır. Bir hücre ne zaman bolünse, kopyalama hataları olur. Ve ya­
şamın her anında, sırf sıcak bir organizmada oluşan titreşimler nedeniyle,
protein hasarı meydana gelir. Proteinler büyük bir hızla çalkalanır ve yeni

189
HAYAT KİTABI

proteinlerin yapımında hatalar olur, yani şu an bile, biz burada oturup ko­
nuşurken içeride işler kötü gidiyor. Vücutta pek çok şey ters gider. Gün be
gün, ay be ay, yıl be yıl yaşıyor olmamız destek için ayrılan devasa bir yatı­
rımın sonucudur. Vücudun, hücreleri formda tutma faaliyeti müthiştir.
E.P. Her hücrenin her gün on bin darbe aldığını yazmıştın. İnanılmaz bir şey, on
bin darbe!
T.K. Evet, milyon kere milyon hücremiz var. Vücuttaki bu hücrelerin hepsi her
gün DNA’larına on bin kadar darbe alır. Bu darbeler, şaşırtıcı ama, dostu­
muz oksijenden geliyor. Neyse bu ayrı bir hikaye. Bazan unutuyoruz ama
oksijen, bize yaşabilmek için gerekli şeyleri sağlayan bir dost olsa d a-
E.P. Bir katildir.
T.K. Hem dost, hem katil. Asıl mesele şu: hücreler her gün o kadar hata ve darbe­
ye maruz kalıyorsa, bir hafta yaşamamız bile şans eseri demektir. Bir hafta­
dan fazla yaşayabiliyoruz, çünkü hasar belirleyip onarmaya çalışan harika
bir DNA onarım sistemimiz var. Dolayısıyla bir hücrenin DNA’sına aldığın
f0,000 darbeden 9,997’si yarın onarılmış olacak. Ama bu cömertlikten kay­
naklanmıyor. Genler bakım onarım işlemleri için ne kadar enerji harcaya­
caklarına karar vermek zorundalar. Çünkü özetlersek -büyüme üzerine ko­
nuşmuştuk, bakım onarımdan bahsediyoruz—enerji ve kaynak yatırımı ge­
rektiren başka işler var, mesela bebek yapmak. Genlerin gelecek nesillere yö­
nelik kopyalar üretmesi esastır.
E.P. Diyorsun ki, bebek yapmakla uğraşırken bakım onarım işlerini yürütemez­
ler.
T.K. Cari hesaptaki para gibi. Tatile çıkar veya şık bir restoranda akşam yemeği
yersen, ertesi hafta bankada arabayı tamir ettirecek para bulamazsın. Aynı
parayı iki defa harcayamazsın. Bir organizma vücudu idame ettirmek için ne
kadar harcama yapacağına karar vermek zorundadır. İnsanların asıl dünya­
sı çok farklıdır, her zaman şimdiki gibi değildi. Evrim sonucu çok zeki olduk,
uzun süre yaşıyoruz, yırtıcı hayvanlarca parçalanıp ölmüyoruz ve bugün Ba-
tı’da enfeksiyon hastalıklarından ölen kimse yok gibi. Ama iki yüzyıl önce
hayat farklıydı. İnsanlar genç yaşta ölüyordu, ortalama ömür süresi otuz ve­
ya otuz beş yıldan fazla değildi. Hayat süresi yaklaşık otuz yılsa, genler vü­
cudu idame ettirmek için ne kadar kaynak ayırır sanıyorsun?
E.P. Çok az. Hayat çabucak sona ereceği için.
T.K. Çok az. O kadar kısa bir hayat için mükemmel bir vücut gerekli değil, ener­
ji israfıdır. Bizim açımızdan üzücü ama, genler vücudu kullanıp atılan soma
olarak görüyorlar. Yeni doğumlarla yeni neslin devamı garanti altına alındı­
ğı an, yaşlanmaya başlarız. Artık çoğaldıktan sonra genlerin vücudu idame
ettirmek için kaynak ayırması lüks olur, israftır. Vücudumuzdaki organlar

19 0
YAŞLANMANIN KAÇINILMAZLIĞI?

sınırlı bir hücre bakım onarımı görecek şekilde evrildik biz.


E.P. Sana iki soru sormak istiyorum. İlki şu: şimdi çok daha uzun yaşadığımıza
göre, bakım onarım yatırımının artaması lazım, bu doğru mu? İkinsici de, el­
li veya altmış yıl geçince hücre bölünmesi durduğu için yaşlanmamız. E şim­
di bu ne diye böyle ki yani?
T.K. Kırk yıl önce, Leonard Hayflick bu olguya adını veren bir çalışma yaptı.
Hayflick olgusu uyarınca, vücut hücreleri, yani laboratuardaki somatik hüc­
reler, dediğin gibi, yalnızca elli defa bölünebilir. Bu elli hücre bölünmesi bir
ömür için gereken hücre sayısını karşılamaya yeter. İkiyi ikiyle çarpalım
—hücrelerin ikiye bölünmesi gibi—sonucu da ikiyle çarpalım ve bu işlemi böy­
le devam ettirelim, her çarpım bir hücre bölünmesi demektir, çünkü her bö­
lünme hücre sayısını ikiye katlar. İkiyi ikiyle ve her sonucu da yine ikiyle çar­
pıp bunu peşpeşe elli defa tekrarladığımızda elde edeceğimiz hücre sayısı, in­
san vücudunun hayatı boyunca ihtiyaç duyacağı hücre sayısından fazladır.
Laboratuar hücre kültüründe de üstüste eklenen hatalar nedeniyle yaşlanıp
ölüyor hücreler. Şimdi insanlar yapılan bu hataların içyüzünü araştırıyor.
Bunlar fani-soma teorisine tek bir hücre düzeyinde açıklık getirmenin ilk
adımlarıdır.
E.P. Zira vücutta olup bitenlerin analizi hücre kültüründe yapılabilir—
T.K. Evet, ama vücudun bütün hücreleri bu şekilde üretilemez. Bazı hayvan hüc­
releri ömrümüz boyunca bölünmez, özellikle de, yüz yıldan fazla yaşayabi­
len beyin hücreleri. Bunu biliyoruz, çünkü yüz yıldan fazla yaşayan, aklı ye­
rinde insanlar oldu. Bu vakalarda beyin hücrelerinin desteğe ihtiyacı vardır
ve sıradışı onarım işlemleri gerçekleşir. Belki de hasar gördükleri için -k i bu
da oksijenden kaynaklanıyor olabilir—proteinlerde bir farklılaşma meydana
gelir. Hücrelerde zararlı proteinleri yoketmek ve DNA’yı onarmak için atık
boşaltım sistemleri bulunur. Hücreler bölünmese bile DNA hasarı devam
eder, dolayısıyla bölünen bir hücre mi, yoksa çocukluğumuzdan beri bölün­
memiş bir hücre mi olduğunun önemi yok, hücrelerin (mesela beyindekile-
rin) sağlıklarını bir süreliğine koruyacak bir bakım sistemlerine ihtiyacı var.
Ama maalesef bir süreliğine, sonsuza kadar değil; biz yaşlandıkça beyin hüc­
releri de işlevlerini kaybetmeye başlar.
E.P. Bu tehditlere ortalama bir erkek ve kadının bakış açısından eğilelim. İlk teh­
dit mutasyon. Hücreler radyasyon nedeniyle mutasyon geçiriyor ve bazan
hatalı bir sonuç ortaya çıkıyor ve kendilerini onaramıyorlar. Öyleyse ilk bü­
yük tehdit mutasyon.
T.K. Kanserde olan bu. Yaşlandıkça kanser riski artar ve çoğu kanserin nedeni
mutasyonlardır. Hücrelerin kendilerini kopyalarken yarattığı mutasyonlarla
hataların kaynağını biliyoruz.

19 1
HAYAT KİTABI

E.P. İkinci tehdit, yaygın adıyla, serbest radikaller, hücre aleyhine çalışan tahrip­
kar yaratıklar. Bu serbest radikallerin zoru ne?
T.K. Serbest radikaller dostumuz oksijenin karanlık yüzüdür. Vücut oksijeni ağ­
zından soluyarak alır ve bu kana aktarılır, kan da onu vücuttaki her hücreye
taşır. Bir kez hücreye geldikten sonra içeri nüfuz etmesi küçük organellerle,
mitokondriyayla sağlanır [bölüm 21]. Bunlar hücre içindeki kapsüllerdir ve
aslında hücrenin enerji açığa çıkarmak için oksijen yaktığı yer de buralardır.
Yani bu oksijen, hücre içindeki enerji üretiminin temel bir unsurudur. Ama
evde enerji üreteyim diye şöminede oksijen kullanırsan, ne olur biliyorsun.
Ateşin çoğu şömine içinde kalır, ama arada bir parlayıp dışarı yayılabileceği
için tehlikelidir. İşte vücut hücrelerinde olan da budur: oksijenin çoğu güven­
li bir şekilde kullanılır, mitokondriya içinde, ama hesaplamalara göre oksi­
jen moleküllerinin yüzde 2 veya 3’ü, işlemin yürütüldüğü doğru kimyasal ka­
nalların dışına kaçar ve—
E.P. Ve felaket yaratır.
T.K. Ve felaket yaratır, çünkü oksijen tepkimeye çok açık bir gazdır. Oksijenin
metal araba aksamanı nasıl paslandırdığı veya açık havada kalan yağa ne
yaptığı malum. Oksijen çok zararlıdır ve hücrelerde epey hasar yaratabilir.
Oksijenden kaynaklanan serbest radikaller buldukları ilk şeye saldırırlar ve
buldukları ilk şey DNA ise DNA’yı tahrip ederler. Zarsa, zarı tahrip ederler.
Proteinse, onu yokederler. Ve bu hayatının her dakikasında yaşadığın bir
Şey.
E.P. Telafileri neler? Tehditleri belirledik: mutasyonlar, oksitlenme ve mitokon­
driya ile mitokondriya içindeki DNA’nın kırılganlığı. Sadece iki yol var gibi
görünüyor. İlki, bu günlük tehditlere maruziyeti azaltmak -nasıl olacağını
bize sen söyleyeceksin—ve İkincisi de somatik bakım onarımı geliştirmek.
T.K. Yaşlılığa gecikmeden karşı koyabilmek ve ileri yaşa iyi bir durumda gelme ih­
timalini arttırabilmek için yaşlanmada ne olup bittiğini anlamak şart. Yaş­
lanma sorununu çözmenin iki yolu var. Sebebi zaman içinde üstüste eklenen
hücre hasarlarıysa, biz de hasardan korunmaya çalışabiliriz. Diğer yol da
onarım işlemlerini iyileştirmeye çalışmak. Aslında ikisini de yapabiliriz.
E.P. Ne mesela?
T.K. Yaşlanmanın nedeni hasar ve bu hasarı yaratan ve yaratması önlenebilecek
unsurlardan biri de yediğimiz şeyler. Ne yiyorsak oyuz; yuttuğumuz hemen
herşey vücudun bir bölümünü oluşturur. Kötü beslenme, mesela çok yağlı ve
şekerli bir beslenme hücre ve dokular için zararlıdır. Kanda çok fazla şeker
dolaşımı iyi bir şey değil, proteinleri tahrip eder ve birçok soruna yol açar.
Bu yüzden şeker hastalarının bu kadar çok derdi var ve bu yüzden modern
insülin tedavisi bulunana kadar şeker bir erken yaşlanma hastalığı olarak gö­

192
YAŞLANMANIN KAÇINILMAZLIĞI?

rülüyordu. Vücudu fazla hasara maruz bırakmamalıyız ve tabii sigara içen­


lere ne olduğunu da hepimiz biliyoruz.
E.P. Tütün konusuna girmeden, şunu söyle: sıçanların kalori alimim yüzde 30
azaltıp daha uzun yaşamalarını sağlayan deneyler neyi gösterdi? İnsanlara
uygulanabilir mi bu?
T.K.O günü hiç de dört gözle beklemiyorum, gıda alimim yüzde 30 azaltmak zo­
runda kalmayı. İnsanlarda işe yarayıp yaramayacağı henüz kesinleşmiş değil.
Ama sıçanlarda yarıyor.

193
BÖLÜM 3

CANLI BİR GEZEGENDE


YAŞAM
GİRİŞ

Geçmiş Biyosferler
Dünya da komşuları gibi, Güneş’in daha yakınındaki Venüs ve daha uzağındaki
Mars gibi olsaydı, kuru bir yer olurdu. Havada daha az nitrojen bulunur, hiç ok­
sijen bulunmaz ve karbon dioksit çok fazla olurdu. Ama bizim burada yeşil bir
yaşam ve mavi bir göğümüz var. Yaşam son üç milyar yıldır Dünya yüzeyinin en
önemli jeolojik gücü. Dünya karbon dioksidi kireç taşı kayalarına çekerek soğu­
du. Gezegenimiz ortalama derinliği 3,000 metre (3 kilometre) olan bir yüzey su­
yunu muhafaza etti. Mars ve Venüs’de ortalama yüzey suyu derinliği bir metre­
nin bile çok altındadır. Mars dondurucu derecede soğuk, Venüs ise kaynama de­
recesinde sıcaktır. İkisi de bir kemik parçasından çok daha kurudur. Bizimkin­
den çok daha asitli yerlerdir; Venüs’ün bulutları sülfürik asitten oluşur mesela.
James Lovelock’un Gaya hipotezi neden Venüs, Mars ve güneş sistemindeki di­
ğer komşularımızın değil de, Dünya’nın mükemmel uygunlukta olduğunu açıklı­
yor.
Fizyokimyasal bir dünyada yaşıyoruz, ama yaşam bazı fizyokimyasal yasaları
esnetiyor. Burada yaşam ekvatordan kutuplara, dipsiz derinliklerden dağ doruk­
larına, çöller ve derin deniz bacalarına kadar uzanır. Yaşam gezegensel bir olgu­
dur burada. Biz konuşan maymunlar sahneye çıkmadan 3 milyar yıl önce yeryü­
zü yaşamla kaynıyordu. Ken Nealson’m “yaşam bir hatadır” derken ne kastetti­
ğini anlarsanız, başka gezegenlerdeki bir yaşam türünün varlığından da hangi
kritirlere dayanarak sözedebileceğimizi görürsünüz

197
-2 3 -

Yaşam, Dünya’nın Efendisi

James E . Lovelock ile Söyleşi


Tüm yaptıklarımızın cezasını çekeceğiz ve ancak o zaman anlayacağız
gezegenimizin ne kadar harika olduğunu.
James Lovelock

Eduardo Punset: Nereden başlayalım? “Herşeyden yaşam sorumlu ve evrimi de


o kontrol ediyor” diyorsun ve ben de uzaydan görülen şu harika Dünya fo­
toğrafını düşünüyorum. Gaya’dan daha sonra söz edeceğiz. Gözümün önü­
ne şu mavi, yalnız gezegen görüntüsü geliyor, nerede ve ne olduğumuzla il­
gili kavrayışımızı değiştiren o görüntü.
James E. Lovelock: Bu belki de hayatımda gördüğüm en sıradışı imgeydi: Dün-
ya’nın uzaydan resmi. Ama gezegenlerine bakarken astronotların zihninde

James Lovelock bugün Gaya Teorisi diye bilinen kavramı geliştirmiş kişidir ve İngiltere, Corn-
wall’da Combe Mili Deney İstasyonu’nda bağımsız araştırmalar yürütmektedir.

198
YAŞAM, DÜNYA'NIN EFENDİSİ

oluşan asıl görüntü farklıydı bence. Konuştuğun zaman hep nasıl heyecan­
landıklarını anlatırlar, mavi kürenin ev olduğunu, kendi evleri olduğunu far-
ketmişlerdir, yaşadıkları sokak veya şehirden veya vatandaşı oldukları ülke­
den bile daha fazla kendi evleridir o küre, bunu farketmişlerdir.
E.P. Harika bir resim.
J.E.L. Öyle gerçekten.
E.P. John O rö’yu tanıyor muydun, uzun yıllar NASA’da çalışan İspanyol bilimci­
yi?
J.E.L. Evet, tabii. Houston’da aynı üniversitede çalışmıştık.
E.P. Dünya’nın uzaydan görünen bu görüntüsü onu da etkilenmişti. Barselona’da
tanıştığımız zamanı hatırlıyorum, ilk meclis töreninde, Franco’nun ölümün­
den sonra Katalonya’da demokrasi yeniden tesis edildiğinde. İkimiz de ye­
niydik; o Texas’tan gelmişti, ben de Washington’dan, Uluslararası Para Fo-
nu’ndan. İspanya’da nihayet demokrasiyi görme ümidi bizi cezbetmişti. “İş­
lerin değişeceğine inanıyorum artık” demişti bana. “İnsanlar Dünya’ya dışa­
rıdan bakınca, acayip, devrim niteliğinde bir şey olacak: düşünme alışkanlık­
larını değiştirecekler.” “Emin misin John?” dedim. Ben o değişimleri hâlâ
görmedim. Sen gördün mü James?
J.E.L. O değişimler hâlâ gerçekleşmedi ve sanırım bunun nedeni Dünya’yı henüz
o fotoğrafta görülebilecek kadar tahrip etmemiş olmamız. Ne kadar harika
bir yer olduğunu farketmedik daha. Önümüzdeki yüzyıl yaptıklarımızın ce­
zasını ödeyeceğiz: atmosferi mahvetmenin, doğal ortamları yoketmenin ce­
zasını. Tüm yaptıklarımızın cezasını çekeceğiz ve ancak o zaman anlayaca­
ğız gezegenimizin ne kadar harika olduğunu.
E.P. John O rö’yla karşılaştığımızda aniden coşkuya kapılan bir ülkede iki Marsh
gibiydik; onu sınırların yakında ortadan kalkacağına ikna etmeye çalıştım.
“Uzaydan bakınca sınır veya ayrı ayrı ülkeler diye bir şey bulunmadığı açık,
artık sınırlar kalkacak” dedim. Ama her yerde hâlâ sınırlar var, benim küçük
ülkemde, Katalonya’da bile.
J.E.L. Senin de görüştüğün [bölüm 5] Harvard’lı bilimci Edward O. Wilson’ın ifa­
de ettiği gibi, insanların sorunu şu: biz kabile yamyamlarıyız. Bir ihtimal ge­
netik mühendislikle düzeltilmedikçe, bunu değiştirmek imkansız.
E.P. Kültürel değişimdeki yavaşlık inanılır gibi değil. Ne zaman birileri herşeyin
çok hızlı değiştiğini söylese, cidden şaşırıyorum. Bağımsız bir bilimci olarak
kendi perspektifinden baktığında sen bir değişim görüyor musun?
J.E.L. Herşeyin aynı kalması için değişmesi lazım. Bütün bunların kabilesel oldu­
ğunu düşünüyorum. Hangi sistem egemen olursa olsun, farketmez -kapita­
list, dinî veya başka herhangi bir şey- hep bir kabile reisi ve hiyerarşi var, il­
kel kabilelerdeki gibi ve bunu değiştiremiyoruz. Bu genlerimizde var, bizim

:99
H AYAT KİTABI

bir parçamız. Asla değişmeyecek, hep kabile sistemleri içinde olacağız.


E.P. Şempanzeler gibi.
J.E.L. Aynen. Onlara çok benziyoruz! Derece farkları var o kadar.
E.P. Kafamı hep kurcalayan bir şey var. Bilim camiasındaki bir tür mutabakat
—esasen fizikçiler arasında ama sırf onlarla da sınırlı değil, aklıma Paul Da-
vies [bölüm 36] gibi insanlar geliyor mesela; bu anlayışa göre, lütufkar bir ev­
rende yaşamak gibi bir şansımız var. Doğru zamanda doğru yerde ortaya
çıktık. Mesela evrene hükmeden dört gücün terkibi ufacık bir sapma dahi
gösterse, yaşam olmazdı. Diğer yanda, senin gibi bu görüşe katılmayan bi­
limciler de var. “Hayır, hayır, öyle değil,” dedin sen, “doğru yerde olmamızı
yaşamın varlığına borçluyuz; yaşam için böylesine elverişli olan bu harika
gezegeni biçimlendiren şey yaşamın kendisidir”.
J.E.L. Evet Eduardo, öyledir. Bilimcilerin klasik söylemiyse şöyle: “Neyse ki Dün­
ya Güneş’ten doğru uzaklıkta ve sıcaklık da tam yaşam için uygun bir dere­
cede.” Ama bu saçma. Yeryüzünde yaşam daha yeni görünmeye başladığı
zamanlar Dünya’nın aşağı yukarı doğru yerde olduğu bir an vardı belki, ama
yaşam gezegenimizde kök saldıktan sonra artık gezegen komşuları gibi ev­
rim geçirmedi. Biz hiç Mars ve Venüs gibi susuz kalıp çölleşmedik. Herşey
bir şekilde yaşamın kontrolü altında ve evrimi de o kontrol ediyor. İki evrim­
sel sistem, inorganik ve canlı olan, birarada yürüyor. Bu nedenle gezegen ya­
şam için her zaman iyi bir yer oldu.
E.P. Belki onunla yarışan başka yaşam formları olmuştur.
J.E.L. Evet, geçmişte bu durum vardı. Bakteriler Dünya’nın tek sakinleriyken.
Yaklaşık bir milyar yıl atmosferde bir tek reaktif gaz, metan baskındı ve ok­
sijen çok azdı, neredeyse hiç yoktu. Biz insanlar bu dünyayı oldukça nahoş
ve muhtemelen iğrenç bulurduk. Ama yaşam evrim geçirdi ve bize şu anki gi­
bi oksijenli bir atmosfer sağladı. Bir şeyler değişti.
E.P. Öyleyse -genellikle söylenenin aksine- oksijenin devreye girmesi gezegen
üzerindeki türler için ciddi bir felaket oluşturmadı. Reaktif oksijen kompli­
ke bir yaşam için kurtuluş demekti.
J.E.L. Otuz yıl kadar önce, oksijenin bilinen en büyük atmosfer kirleticisi olduğu­
nu ve sayısız türü yokettiğini ortaya atma kabahati sanırım bana ait. Şimdi
hata ettiğimi anlıyorum, çünkü düşününce, Dünya üzerindeki ilk organizma
türlerinden biri, yani siyanobakteriler, fotosentezciydi. Böyle olmuş olmalı,
çünkü ilk enerji kaynağı Güneş’ti ve birilerinin Güneş’ten nasıl etkin bir bi­
çimde enerji elde edileceğini bulması lazımdı. Siyanobakteriler uyum sağla­
yabildikleri zaman, kendi hücreleri içinde oksijen üretmeye başladılar. Ama
oksijen zehirli, tahripkar bir madde ve kimyasal olarak da çok aktif. İşte bu
nedenle bakteriler kendilerini zehirli oksijenden kurtaracak bir sistem bul­

200
YAŞAM, DÜNYA'NIN EFENDİSİ

maya zorlandı. Oksijen çiftlerini ayrıştıran bir enzim icat ettiler, superoxide
dismutase. Dolayısıyla Arkeyan devrin sonunda, atmosferde oksijen ortaya
çıktığı zaman, siyanobakteriler oksijene alışık durumdaydılar ve onu nasıl
idare edeceklerini biliyorlardı. Oksijen onları öldürmedi. Bazı organizmala­
rın oksijen yanında rahat olmadığı doğru, ama onlar da mesut bir yeraltı ya­
şamına yöneldiler. Şimdi atmosferdeki oksijen seviyesi yüzde 21, ama yine
de, anerobik [oksijensiz yaşayan] organizmaların sayısı muhtemelen Arke­
yan devirdekinden daha fazla. İçimizdeler, barsaklarımızda ve Dünya’nın
tüm yeraltı katmanlarında.
E.P. Ve oksijensiz yaşıyorlar.
J.E.L. Gayet mutlu yaşıyorlar, çünkü yiyeceklerini onlar için başkaları üretiyor.27
E.P. Oksijen olmasa tabii ozon da olmazdı ve ozon olmayınca da uzaydan gelen
radyasyon seviyeleri daha yüksek olurdu.
J.E.L. Bence bu mübalağa. Oksijen ortaya çıkmadan önce ozon yoktu belki, ama
yaşam vardı yine de. Olan şuydu tabii: oksijenden önce, ayrışan metan ürün­
leri vardı ve bugün ozonun yaptığı gibi ultraviyole ışınlarını filtreleyen yuka­
rı atmosfer bölgesinde bir tür sis oluşturuyordu bunlar. Oksijen ortaya çıktı
ve —daha fazla ultraviyole radyasyonu emilimini engelleyecek kadar ozon ve
metan olmadığı halde—yaşam devam etti. Ultraviyole radyasyonunun bağı-
rılıp çağırıldığı kadar zararlı olduğuna inanmıyorum. İngiltere veya İspanya
ile Kenya gibi Afrika’nın yüksek bölgeleri arasındaki ultraviyole radyasyonu
farkı neredeyse sekiz kat. Radyasyon Kenya’da sekiz kat daha yoğun. Ve Gü­
neş yanıkları için hiç tedavi gerektiğini duymadık. Hiç. Hayat devam ediyor.
Çevreye uyum sağlamak kolay.
E.P. Yani bir durumu felakat olarak görebiliriz, mesela ozon tabakasındaki tahri­
batı, ama başka yollardan buna bir çare bulunabilir. Dünya bir yolunu bu­
lur?
J.E.L. Dünya, evet. Mesele şu ki, ozon tabakası yokolsa, bundan en çok açık de­
rili insanlar etkilenirdi. Gezegendeki yaşamın geri kalanı yeni koşullara hız­
la uyum sağlardı; bizim derimiz çok geçirgen, dolayısıyla da güneş yanıkları­
na karşı çok hassasız.

E.P.'nİn yorumu: Evrim tarihinde, bir mikrop türünün —siyanobakterilerin—ge­


lişimiyle tüm atmosferin oksijenlenmesi kadar dramatik ve eşsiz bir hadise gerçek­

Kendi yiyeceklerini üreten anerobik mikroplar -k i muhtemelen Arkeyan devirden kalmalar- hâlâ göl, çamur
ve iyi ışık alan okyanus sularında bulunur. Alesela P hotoautotrophy\ar (yani C hloroflexis ve H eliobacterium
gibi pek çok farklı mor ve yeşil fotosentetik bakteri) ve gıda üretip oksijen üretemeyen ebem odutotroph'lar.
Bunlar göl, okyanus ve kayaların ışık almayan yerlerinde yaşar. M ethanogen’ler bu gruptandır. Diğerleri ener­
ji kaynağı olarak, oksitledikleri demiri ya da hidrojen sülfidi (H2S) kullanır. Vücutlarını karbon dioksitten ya­
parlar. Organik madde (yemek) yemezler. Hepsi bakteridir; insanlarsa onlardan bihaber yaşıyor genelde—LM

201
H AYAT KİTABI

leştiğini sanmıyorum. Sulak ortamlarında süzülürlerken görünce -k i yeşil giysile­


riyle çok da zariftirler- hayatlarımızı, yani soluduğumuz havayı onlara borçlu ol­
duğumuza inanmakta zorlanıyor insan. Onlar atmosferin yüzde 21 ’ini oksijenle-
yene kadar, diğerlerimiz bir atılım yapamadık. Siyanobakteriler -Lovelock’un
otuz yılı aşkın bir süre önce söylediği gibi—yaşamın her şeye kumanda edip evrimi
kontrol ettiğine dair ilk ciddi tanıklardır.
Bir başka örnek de solucanlar. Solucanlar binlerce yıl önce toprakları eşeleme-
seydi, ne tarım ürünlerimiz olurdu, ne de sürdürülebilir bir tarımımız. En etkin bi­
rer sabandılar ve Romalılar bu aleti icat etmeden çok önce buradaydılar. Charles
Darvvin’in 1881’de yayınlanan The Formation o f Vegetable M ould Through the
Action ofW orm s with Observations on Their Habits [“Solucan Faaliyetleri Sonu­
cu Sebze Balçığı Oluşumu ve Bunların Alışkanlıkları Üzerine Gözlemler”] başlıklı
son kitabında belirttiği üzere, toprağın havalandırılmasında hayati bir rol oynu­
yorlardı. Darvvin’in hesaplamalarına göre, yıllık ortalama altı ila sekiz ton kuru
toprak bu küçük hayvanların barsakları aracılığıyla deveran ediyordu. Yüzeye
doğru potasyum, yüzey akmaysa fosfat taşıyorlar ve metabolizmalarındaki nitro-
jenli maddeleri ilave ediyorlardı. Ama ekili tarlaların sürdürülebilirliği açısından
taşıdıkları önem Darvvin’den önce de anlaşılmıştı. Kadim Mısır’da, sağkalım Nil
Vadisi’nin bereketine sıkı sıkıya bağlıyken, firavunlar solucanlara zarar verenleri
cezalandırırdı. Aristotales onlara “toprağın barsakları” diyordu.
Solucan etkinliği yağmurun daha iyi emilmesini sağlar ve böylece yeraltı suyu­
nun hacmi artar. Topraklar nemi daha uzun süre muhafaza eder ve bu da hasat
türlerinde daha fazla çeşitliliğe imkan tanır. Ağaç dikimi toprak sıcaklığında on ila
on beş derece arası bir düşüş sağlar. Tüm bunlar, organik madde ayrışmasını ta­
mamlayan bakteri ve diğer organizmalar için uygun bir zemin oluşturur. Hasat ve­
ren alanlar iyi durumda kalır, topraklar daha az katıdır ve daha fazla besleyici mi­
neral bulundurur. Solucan etkinliği, toprak korumaya ilaveten, kuru ve neredeyse
çorak bir bölgeyi otuz yıllık bir sürede zengin bir otlağa dönüştürebilir.

E.P. Astronotlar Dünya’yı uzaydan kendi gözleriyle gördüler, ben onların fotoğ­
raflarını gördüm. Sen nasıl görebildin?
J.E.L. Çok şanslıydım. O sıra Kaliforniya’da Jet Propulsion Laboratuarı’nda ça­
lışıyordum. Bilimin çok özel gözleriyle -infrared teleskoplarla- Dünya, Mars
ve Venüs’ü gözlemleyebiliyordum. Bu üç gezegenin atmosfer kompozisyonu­
na ilişkin veri topladım ve gezegenimiz, Venüs ve Mars arasındaki sıradışı
farkları görebildim. Mars ve Venüs’ün atmosferleri karbon dioksit dolu, sa­
dece birkaç başka gaz daha var ve kimyacıların denge hali dediklere şeye ya­
kın bir dürümdalar. Buradan hareketle ben de o gezegenlerde yaşam olmadı­
ğını kestirebildim. Dünya’ysa, tam tersine, metan gibi yanıcı gazların oksi­

202
YAŞAM, DÜNYA'NIN EFENDİSİ

jenle karıştığı bir atmosfere sahip. Bizimki neredeyse tutuşabilecek kıvamda


bir atmosfer. Birazcık farklı olsa patlardı. Bizimki ayrıca çok da kırılgan bir
atmosfer. Yine de milyarlarca yıl direndi. Bu nasıl mümkün oluyor? Bu soru
sürekli aklıma gelir. Dünya’da atmosferi düzenleyen ve gaz kompozisyonu­
nu aşağı yukarı sabit tutan bir şey olması lazım.
E.P. Ne kadar çok şeyin şu ince atmosfer tabakasına bağlı olduğunu düşününce
insan hayret ediyor; buraya özgü bir durum.
J .E .L . Aynısı bir insana baktığında da olur. Sana baktığımda sadece yüzünü gö­
rüyorum. Vücudunun tüm iç mekanizmaları görüşüme kapalı. Dünya’yla il­
gili olarak da aynı durum söz konusu: atmosfer görünen şey.
E.P. Mars gerçekten farklıysa, otuz yıl önce su veya yaşam olup olmadığını öğren­
mek için oraya robot göndermek gerekmez demeni anlıyorum. Atmosferini
gözlemleyip denge halinde olduğunu görmen yeterliydi, ki Dünya atmosfe­
rinden çok farklıydı.
J.E .L . Haklısın. Ama insan hep zamanla öğreniyor. Şimdi olsa Dünya canlı bir ge­
zegendir derdim, canlı, yani kendi kendini düzenleyen, senin gibi, benim gi­
bi ya da bir hayvan gibi. Mars ölü bir gezegen, artık varolmayan birinin, ölen
veya hiç canlı olmamış birinin bedeni gibi.
E.P. Yaşam kavramı hepimiz için çok önemli. Ama gezegenin canlı olduğunu söy­
lemenden anlaşıldığı kadarıyla, senin için daha da önemli. Yaşamın ne oldu­
ğuna dair daha kati bir fikre sahipsin heralde!
J.E .L . Ben bir bilimciyim, ama biliyorsun biz de ayrı ayrı kabilelerin üyesiyiz: bi­
yologlar, fizikçiler, kimyacılar vs. Sorduğunda her biri sana farklı yoldan,
kendi yolundan cevap verir. Biyolog der ki, yaşam kendini çoğaltan bir şey­
dir ve kopyalamadaki hatalar doğal seçilimle düzeltilir; çoğu biyologun ya­
şam hakkında bilmek istediği tek şey bu gibi görünüyor. Kimyacının diyece­
ğiyse şöyledir: yaşam metabolize eden bir şeydir, çevreden kimyasal element­
leri alıp onları işlemden geçirir ve belli bir biçimde, kimyasal olarak dönüş­
müş halde onları geri verir. Fizikçi böyle bir şey söylemez. Yaşam bir buzdo­
labı gibi çalışan bir sistemdir: bedava enerjiyi alır ve kayıpçıl bir sistem28 ola­
rak kendi kendini tesis eder.
E.P. Ama tüm bunlar nasıl başladı? İnorganik, elle tutulamayan bir şeyden mi gel­
di? Yoksa kendi kendilerini gözleyip kopyalamaya başlayan kristallerden
mi? Daha önce dedin ki, ilk siyanobakteri bulunduğu çevrede sağkalımım
mümkün kılan doğru talimatlara zaten sahipti. Bu doğru talimatları ona kim
verdi?
J.E .L . Hiç bilmiyorum. Bilen biri olduğunu da sanmıyorum. Bu henüz cevabını

Dissipative Systems!structures: Enerjiyi geri döndürülemez şekilde harcayan sistemler.—çn

203
H AYAT KİTABI

bilmediğimiz şu büyük sorulardan biri. Bilimsel, akademik çevredeki arka­


daşlar, büyük patlamadan önce ne olduğu veya Dünya’da yaşamın ilk nasıl
başladığı üzerine spekülasyon yapmayı sever. Ama henüz bilmiyoruz, tek
bildiğimiz şu ve çok önemli: çok şanslıyız, çünkü kendi kendini organize
eden bir evrenin parçasıyız. Bir yerde enerji akışı varsa —mesela bir yıldızdan
gelen ışık gibi- orada bir süreliğine varolup sonra yokolan sistem ve yapılar
meydana gelir. Yaşam bu sistemlerden biri, ama diğerlerinden farklı, çünkü
adeta ölümsüz. Adeta ölümsüz olmasının nedeni de, sürekliliği için ne yapıl­
ması gerektiği bilgisini kuşaktan kuşağa aktarabilmesi.
E.P. Bir felaket olsa ve genetik bilgiyi başkalarına aktarma yeteneğini kaybetsek.
herşey yeni baştan başlar mı sence?
J.E.L. Sanırım bu gezegen için çok geç.29 Gayâ üç veya dört milyar yıldır varlığı­
nı sürdürüyor, ama hesaplamalara göre Dünya’nın en fazla bir milyar yıllık
bir ömrü kaldı.30 Dünya yaşlı bir hanımefendi, benim gibi. Nerdeyse seksen
yaşındayım ben! Hâlâ baş belası gibi davranmayı sürdürebiliyoruz ve de ar­
tık kötülemeye başlıyoruz. Bu unutulmamalı.
E.P. Öyleyse gezegenin yaşlılığından söz edebiliriz. Gençlikle yaşlılık arasındaki
çizgiyi geçtik mi? Artık geride mi kaldı? Gaya eşiği geçti mi?
J.E.L. Evet. Saygıdeğer yaşlı bir hanımefendiden söz ediyoruz.
E.P. Hiç umursamadan Dünya’yı asit yağmuruna boğuyoruz. Sera etkisiyle geze­
genin ısınmasına yol açıyoruz. Termal değişimler deniz seviyesinin yüksele­
ceğini ve kıyı kasabalarının ortadan kalkacağını haber veriyor. Ozon taba­
kasındaki deliğin nasıl büyüdüğüne kafa yoruyoruz sürekli. Atmosferde kar­
bon dioksit yoğunluğu artıyor. Artık M ars’ın neden öldüğünü veya hiç yaşa­
madığım bilmemek gibi bir özrümüz de yok. Değişmezsek feci şeyler olabi­
leceği konusunda herkes mutabık. Bir anlığına yanıldığını ve çok geç olma­
dığını farzedelim. Bir şeyler yapmak mümkün mü?
J.E.L. Dünya’nın yaşayan, ikamete uygun bir gezegen olduğunu anlarsak bir şey­
ler yapabiliriz. İnsanları doyurmak için bütün toprağı ekmek mümkün değil.
Dünya yüzeyinin büyük bir bölümü, doğanın korunması ve soluyabileceği­
miz kıvamda bir havanın sağlanması için gerekli. Amazon yağmur ormanla­
rındaki tahribatın iklime ve tüm dünya sağlığına etkisi var. Sadece insanlığı
düşünüyoruz. Dünya’nın yaşayan bir gezegen olduğunu kavramaya başlar­
sak, diğer memelileri görmezden gelemeyeceğimizi de anlarız! Dikkatlerin in­
san hakları üzerine yoğunlaştığı bir yüzyılda yaşıyoruz. En önemli şeylerin
insanlığa sağladığı faydalar üzerine bağırıp çağırıyoruz. Ben hayır diyorum.

29 Bıı gezegendeki insanlar için çok geç olduğunu kastediyor muhtemelen.-LM


Bu kadar az değil muhtemelen. Beş milyar yıldan kısa bir sürede Güneş’in yarıçapı buraya, Dünya’nın yörün-
gesine ulaşacak. Hayatın sürmesi pek mümkün görünmüyor. Kim bilir?-LM

204
YAŞAM, DÜNYA'NIN EFENDİSİ

Bu yaklaşım yanlış. Önce Dünya için endişelenmeliyiz, çünkü biz onun bir
parçasıyız, tamamen ona bağlıyız. Bunu yapmazsak acısını tüm insanlık çe­
kecek.
E.P. Söyle lütfen. Dünya’nın sonunu getirmemek için tam olarak ne yapabiliriz?
J.E.L. Doğrudan kimya veya biyokimya endüstrileri aracılığıyla çok daha fazla
gıda elde edebiliriz. Gıda üretmek için toprağa çok sınırlı bir düzeyde ihtiya­
cımız var. Böylelikle gezegenin büyük yağmur ormanları geri kazanılabilir ve
onlar da havayı tazeleme işlerine devam edebilirler. Böylelikle gezegenin ye­
niden yaşam için uygun bir yer olmasını sağlayabiliriz. Çıkış yolları var. Ama
teknolojiye dayalı, teknolojinin terkedilmesine değil. Bazı çevreciler, araba
kullanmayı veya geni dönüşük gıda yemeyi bırakana kadar sorunların çözül­
meyeceğini söylerken yanılıyorlar. Atlantik üzerinden uçan bir jumbo jetteki
bir grup çevreciyi canlandır kafanda; aniden, atmosfere devasa miktarlarda
karbon dioksit saldıklarının farkına varıyorlar. Yolcular pilota bir temsilci­
ler heyeti göndermeye karar veriyor ve motoru kapatıp uçağı süzülmeye bı­
rakmasını söylüyorlar. Bu tabii işe yaramayacaktır!

E.P.'nİn yorumu: James Lovelock -Edward O. Wilson’la birlikte- öncü bilimci­


ler kuşağının en ileri gelen korumacısı ve çevrecisidir. İkisi de 1920 civarlarında
doğdu ve seksenine girdi, ikisi de kuşaklarına hakim olan bilimsel anlayışa mey­
dan okudu. İkisi de bir süre dışlandı, ama hafife alınmadılar. Sıradışı, şaşmaz bir
nilimsel zihne sahipler. İkisinin de çok sayıda takipçisi var, ekseriya akademik ca­
mia dışından. Takipçilerin çoğu, geçmişte olduğu gibi bugün de, onların gayeleri­
ni anlayıp tavizsiz bağımsızlıklarını paylaşan genç insanlar. Geneli görüşlerinin
Yöntem ve mantığına dair pek bir şey bilmez. “Bir jumbo jetteysek, düşmemek için
vakit gereklidir....” Uçakların havadaki sürerliği veya yaşamın sürerliği kadar kar­
maşık bir olgu kolaycı veya hatta kolay çözümlemelerle açıklanamaz. Lovelock
da. Wilson da toplumsal açıdan kabile davranışı ve örgütlenmelerinin egemen ol­
duğuna inanıyor. İkisi de, bu nedenle, muhtemelen sürgün devler olmaya devam
edecekler.

J.E.L. Somut olarak ele alırsak, sanırım en önemlisi, nükleer enerjiyle ilgili kor­
kularımızı gidermemiz lazım [Lovelock, 2006]. Bir nükleer savaştan kork­
mak için haklı gerekçelerimiz var, bunu anlıyorum, ama böyle bir şey mede­
niyet için o kadar yıkıcı olmazdı. Ve nükleer eneji iyidir. Atmosfere zarar ver­
meyen tek enerji kaynağıdır. Tahribata yolaçmaz. Nükleer reaksiyonlar sa­
dece insanlar, evcil hayvanlar ve besin kaynaklarına muhtaç diğer memeliler
için tehdittir. Ama Dünya için değildir. İki yüz yıl geriye gitsek, ancak bir
milyar kişi olduğumuz zamana, yenilenebilir enerjilerle kendimizi kurtarabi-

205
H AYAT KİTABI

Figür 5 . İpliksi siyanobakteri, N ostoc.

lirdik belki: organik tarım, alternatif tıp ve tüm diğerleriyle. İstediğimizi ya­
pabilirdik, ama şimdi altı milyarı aşmış olmanın bedelini ödemek zorunda­
yız. Dünya’ya yüklediğimiz ağırlık o kadar fazla ki, karnımızı doyurup ken­
dimize bakmak için teknoloji kullanmak zorunda kalıyoruz. Ne yapılabile­
ceğine ve neyin yanlış yapıldığına dair bir örnek vereyim sana. Yirmi yedi yıl
önce bu eve taşındığım zaman [Combe Mili -Cornwall, Devon sınırı, Saint
Giles-on-the-Heath kasabasıyla küçük Launceston şehri yakınında], bu ne­
hir som balığı ve alabalıkla öyle doluydu ki, hafta sonu gezginlerinin balık
tutmasını engellemek için bekçi kiralardık. Ama çevreciler gelip çiftçilere
şöyle dedi: “Bahçelerinize nitrat dökmeyin, nitrat insana zararlıdır.” Çiftçi­
ler de nitratı gübreyle değiştirmeye yöneldi ve gübrelerle pürinler tarlaları
kaplayınca da, yağmur bunları nehre çekti ve balıklar öldü. Bugün nehirde
aşağı yukarı hiç balık ya da su yosunu yok. Yeşiller’in yaklaşımındaki sorun
şu: iyi niyetliler ama duygusal önerilerinin ne sonuçlar yaratacağını, bunlan
nasıl ele alacaklarını veya değerlendireceklerini bilmiyorlar.
E.P. Şimdi de demografik büyümeye karşı getirdiğin kimyasal üretim tezini tartı­
şalım. Kirlilik ve atık sorunu muhtemelen insan mevcudiyetinin ayrılmaz bir
unsuru. Ama gezegen için öyle değil. Dünya bunu halledebilir. Öyleyse yakın
zamanda nükleer enerjiye sığınalım. Ya başka?
J.E.L. Kendimize yeni bir ruh aşılamamız gerekecek. Savaş zamanlarında kabile­
ler birleşir ve büyük fedakarlıklar yaparlar. Canlarını bile verirler. İnsanlar
Dünya’yı evleri olarak düşünse, ki öyledir, ve onun tehlikeli durumunu gör­
se, belki aynı sağ duyuyla davranırlardı. İşler kötü bir hal almaya başlayabi­
lir; Londra gibi bir şehrin sel altında kaldığını ve deniz seviyesinin yükselme­
si sonucu yaşanmaz hale geldiğini bir düşün. Hemen şu an fosil yakıtları yak-

2 06
YAŞAM, D Ü N Y A ’ NIN E F E N D İ S İ

mayı bıraksaydık, deniz bir elli yıl daha yükselmeye devam ederdi. Ama bu
gidişle yükseleceği kadar yükselmezdi. Belki o zaman kıyı bölgelerinden geri
gitmeye yetecek vaktimizi olurdu. İnsanlar savaş zamanlarındaki gibi birara-
ya gelirdi. Hepimiz topluluğumuz uğruna fedakarlıklar yapma gereğini ka­
bullenirdik. Şimdi insanlara çevre için zararlı diye araba kullanmamayı öğüt­
lemenin faydası yok; işlerinin daha önemli olduğuna inanıyorlar. Savaş za­
manlarındaysa durumlar farklıdır.

207
-2 4 -

Yaşam Bir Hatadır

Kenneth H. Nealson ile Söyleşi


Şu kayayı al ve söyle şimdi: Eskiden Dünya’da yaşam var mıydı?
Kenneth H. Nealson

Nealson, NASA’nm Kaliforniya, Pasadena’daki Jet Propulsion Laboratuarı’nda


öğretmenlik yaptığı sırada ilk Astrobiyoloji Grubu’nu kuran kişidir. Görevi, ya­
şamın varlığına ve hiç bilinmeyen (Dünya ve Dünya dışı) diğer yaşam formlarına
ilişkin genel tespit yöntemleri geliştirmekti. Aslen mikrobiyolog olan Nealson di­
siplinler arası bir araştırma grubuna liderlik ediyor ve Los Angeles, Güney Kali­
forniya Üniversitesi’nde eğitim veriyor.
Nealson’ın grubuna verilen iş, yani uzayda yaşam tespitine yönelik bir klavuz
oluşturma uğraşı, yaşamın kimyasal izlerini araştırmaya yol açtı. Yaşam fizik ve

Kenneth Nealson, Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde Çevre Araştırmaları Wrigley Kürsüsü Baş­
kanı ve Yerbilimleri ve Biyolojik Bilimler Profesörü’dür.

208
YAŞAM BİR H A T A D IR

kimya kurallarına anında itaati reddediyor, dolayısıyla da faaliyetlerini açığa vu­


ran şey kaçınılmaz olarak ürettiği atıklar (çıkan gazlar, mineral tortuları, asit çık­
tıları yüzünden çevre sularının asitlenmesi vs.). Bu bir yukarıdan aşağıya (kuş ba­
kışından mikroskopik olana) ya da aşağıdan yukarıya (topraktan uyduya) araş­
tırma değil, “Olmaması gerektiği halde varolan şey”in kimyasal tespiti meselesi.
Kesin olan tek şey, yaşamın enerji kullanımı ve madde katılımıyla sürdüğü. De­
vamlı bir güneş enerjisi veya kimyasal enerji akışı gerekli, çünkü böylelikle oluşan
hücreler sayesinde muhafaza edilebilir ve etkileşime giren kimyasallardan komp­
leks karışımlar yapılabilir, ki bu da akış, gelişim demektir. Evrenin düzensizlik ve
soğuma doğrultusundaki gidişatı canlı sistemlerde lokal olarak engelleniyor. Ne-
alson’ın dediği gibi, “Bu gezegende yaşıyor olmamalıydık, tesadüfen böyle bir şey
olması tüm kimya kurallarına aykırı.” Yaşam olmaması gerektiği halde varsa,
Nealson’ın da onu faaliyetleri sayesinde tespit etme azmi var ve hayvanlar, bitki­
ler veya hatta bakteriler gibi Dünya gezegeni üzerindeki bildik yaşam biçimlerine
ilişkin önyargıların yıldırımadığı, engelleyemediği bir azim bu.

Kenneth Nealson: Bu gezegende yaşıyor olmamalıydık, tesadüfen böyle bir şey


olması tüm kimya kurallarına aykırı. Şu kayayı al ve söyle şimdi: Eskiden
Dünya’da yaşam var mıydı?
Eduardo Punset: Heralde bu gezegene ait—
K.N. Evet, bir Dünya kayası. Şimdi yapman gereken, sadece bu taşı inceleyerek,
bugün veya eskiden Dünya’da yaşam olup olmadığını bana söylemek. Ayrın­
tılı bir kimyasal incelemeye gerek yok. Kayada yaşamın kimyası önceden
vardıysa bile, artık kaybolmuş durumda. DNA, RNA, proteinler veya canlı
varlıklarda olan bir başka molekül artık mevcut değildir. Farklı bir yöntem
izlemelisin. Ki ben buna yaşam tespitinde Dünya merkezci olmayan yöntem
diyorum.
E.P. Peki o zaman yaşam tespiti için hangi ölçütü kullanacaksın -madem organik
kimyayı kullanmıyorsun? Devinim? Hareket?
K.N. Hayır, bu kaya iki buçuk milyar yıl yaşında. Hareket eden hiçbir şey yok. Şu
anda canlı hiçbir şey barındırmıyor.
E.P. Su olup olmadığına mı bakacaksın?
K.N. Hayır. Hiç su yok ya da fazla yok. Kayada barınan su bir şey ifade etmez.
Ama yine de yaşamın tüm belirtileri var burada. Yaşamın böyle kayalardan
çıkarsanabileceğini istatistikî olarak tanıtlamış durumdayız! Araştırmaları
doğru aygıtlarla yürütmemiz lazım. Anafikir şu: yaşam enerji dönüşümüne
izin veren bir yapıda olmalı. Enerjiyi dönüştürüyor, ama bunu bir çeşit pil,
transistor veya başka bir enerji dönüştürücü olmadan yapamaz -iz bırakan
bir tür enerji kaynağı.

209
HAYAT KİTABI

E.P. Transistor? Pil?


K.N. Bir enerji dönüştürücü demek istiyorum. Yaşam bir sistem. Önce bazı yapı­
lanmalara bakıyoruz, ama yapılanmalar tek başına iz sayılmaz. Yapının
kimyasal bir kompozisyonu olmalı. Varlığı sırf kimyayla açıklanamayan
kimyasal bileşimler olmalı. Çünkü yaşam çoğu kimsenin negatif entropi di­
ye tabir ettiği şeydir. B u -
E.P. Pek sıradan bir hadise değil.
K.N. Gezegenin içinde bulunduğu ortam göz önüne alınınca, bu yerde bu koşul­
larda varolmaması gereken bir kimyasal hadise. Olmaması gereken kimya­
sallar var. Yaşam enerjiyi alıp kimyasal maddelerle bir yapı yaratma işidir
daima ve bu onu kayadaki şeyden farklı kılıyor. Ve aslında, Dünya üzerinde­
ki yaşama bakarsan, yaşam olan her yerde karbon, fosfor, sülfür, nitrojen ve
birkaç diğer metalin de belli oranlarda bulunduğunu görürsün. Yaşam yok­
sa, bu elementler de yoktur. Kesinlikle söz konusu oranlarda değillerdir. Bu
mükemmel bir teşhis yöntemi. Dolayısıyla sana gösterdiğim gibi bir kayayı
analiz etmek için kimyasal maddeleri mikro ölçekte belirleyebilmemiz ve va­
rolmaması gerektiği halde yaşamın moleküllerinden gelen bu temel element
bileşimlerini her gördüğümüzde de bayrak kaldırmamız lazım. Kayalarda
aradığımız şey bir yapılanma, ama yanlış bilenşenlerden oluşmuş bir yapılan­
ma!
E.P. Yaşamın varolmaması gereken şeylerden yapıldığını mı söylüyorsun?
K.N. Yaşam bir hata! Varolmaması gerekirdi. Standart kimyasal denklemlere gö­
re asla varolmaması gerekirdi, çünkü çok karmaşık. Çok fazla enerji gerek­
tiriyor -sürekli bir enerji girdisi, akışı. Yapılandırılmış enerji akışı, belli mik­
tarda enerji akışı sağlayacak kaynaklar, yaşamın idamesi için mutlak bir ge­
rekliliktir. Bir başka deyişle, yaşam gibi bir şeyi veya ondan arda kalan bu
kayayı meydana getirmek için, burada düşük entropi enerjisi olmuş olmalı.
Yaşamı hiçbir kimyasal işlemle rastgele oluşturanlayız. Şunu anlamamız la­
zım: termodinamik ve yapılanma arası bir şey arıyoruz [bölüm 21].
E.P. Dominik Cumhuriyeti’nde on milyon yıl öncesine ait bir kehribar parçası bu­
lunmuş ve bu kehribat parçasına gömülü kalan böceğin içindeki bir bakten
aktive olmuş, bu doğru mu? Bu bakteri kehribarda on milyon yıllık bir kış
uykusuna yatmış olabilir mi?
K.N. Doğru. Sporlu basiller grubundan bir bakteri-
E.P. Bacillus subtilis gibi—
K.N. Evet, Bacillus subtilis'a çok benziyor; kehribar bakterileri aynı gruptandır.
Bacillus sporlarını bir böceğin midesinde bulabilirsin; çıkarıp lam üzerine
koy. Göreceğin şey, on milyon yıllık o böceğin midesindeki bakterilerle ay­
nıdır. Mide asidiyle parçalanmaya direnirler; susuzluğa da çok dirençlidirler.

210
TAŞAM BİR H AT AD IR

Bu tip bakteri sporları bir gezegenin yüzeyinde yüzbinlerce yıl sağ kalabilir.
E.P. Bakterilerin uzayda seyahat edip sağ kalmış olabileceğine de kanıt sayılabilir
mi bu?
K.N. Aslında böyle bir sağkalım pek çoğumuzun panspermia teorisine bakışını de­
ğiştirdi, ki buna göre canlı varlıklardaki tohumlar her yere [tüm evrene] ya­
yılmış haldedir, ama elverişli koşullar bulununcaya kadar gelişim göstermez­
ler. Pek olacak bir şey değil diye, bu ihtimali peşinen reddederdik. Spor oluş­
turan organizmaların çok soğuk veya çok kuru ortamlarda, hatta burada
yeryüzünde milyonlarca yıl gerçekten de sağ kaldığını görünce fikrimizi de­
ğiştirdik.
E.P. Ken, bilim kurgu diyeceksin ama, Dünya üzerindeki insanlar için tehdit oluş­
turabilecek bir yaşam formu getirme tehlikesi var mı? Veya diğer hayvanlar
için böyle bir tehlike var mı? Bu ihtimali hiç düşündün mü?
K.N. Evet. Bunu hep akılda tutuyoruz. Sürekli bunun üzerine düşünüp konuşuyo­
ruz. Bilim camiası uzaydan gelen hiçbir organizmanın Dünya’da tutunama-
yacağına kani. Ama bunun imkansız olduğunu kanıtlayanlayız. Dolayısıyla
insan virüsleri gibi çok tehlikeli parçacıkları araştırma laboratuarlarına nasıl
paketleyip gönderdiklerini öğrenmek için, Hastalık Kontrol Merkezleri’yle
çok yakın bir temas halinde çalışıyoruz. Uzaydan getirdiğimiz örneklerde de
aynı yöntemleri kullanıyoruz; korktuğumuz için değil, hiçbir tehdit olmadı­
ğını kanıtlayamadığımız için.
E.P. Ya tersi? Evreni virüs, radyasyon ve Ay ve M ars’taki atıklarla kirletiyoruz.
K.N. İşin aslı, ne kadar uğraşırsak uğraşalım, evreni asla lekesiz bir hale getirenle­
yiz. Ay’a veya Mars’a her uzay aracı gönderişimizde çok sıkı bir kontrol uy­
guluyoruz. Yüzeyleri temizleyip sterilize ediyoruz, ama riski asla tamamen
yokedemeyeceğimiz tecrübeyle sabit, hastaneye gidip bulaşıcı hastalık kap­
mamızda olduğu gibi. Dolayısıyla, Mars yüzeyi Dünya’dan gelen bakterile­
rin yaşaması için hiç uygun değil diye umuyoruz. Giden olursa sağ kalabilir,
ama gelişememesi lazım. Su yok, çok soğuk ve hiç gıda da yok. Sporların bir­
kaç yıl sağ kalabileceğini düşünebiliriz, ama gelişemeyeceklerdir, derin don­
durucumuzdaki pek çok spor gibi. Daha ılıman bir gezegene gitselerdi...
E.P. Hangisi mesela?
K.N. Mesela Jüpiter’in ayları -Europa, Caîlisto ve Ganymede. Birbirlerinden çok
farklılar, ama hepsinde eriyik su var.
E.P. Emin misin?
K.N. Europa’daki buzun yirmi veya otuz kilometre altında bir okyanus olduğun­
dan aşağı yukarı eminim. Böyle bir durumda bizim Dünya bakterilerinin bu
okyanusa gidişini önleme meselesi ortaya çıkardı. Bir gezegende su varsa cid­
di değişimler meydana gelir.

211
HAYAT KİTABI

E.P.'nİn yorumu: Karşılaşmamızdan üç yıl sonra Mars robotlarla (Avrupa Uzay


Ajansı’nın hiç indirilmeyen Beagle //’siyle ve NASA’nın Spirit ve Opportunity’siy­
le) tamamen fethedilirken, özellikle de yaşam bulma bağlamında M ars’tan fazla
bir şey beklenemeyeceğini sürekli vurgulayan birkaç uzmandan biriydi Ken Neal-
son. “Su yetmez” diye tekrarlıyordu. “Nitrojene rastlanmadı ve yaşamın izlerini
bulmakla uğraşsam su yerine nitrojen arardım ben.” Nitrojen tüm yaşam formla­
rı için daima gereklidir, enerji dönüşümünde kimyasal bileşimlerin enerji gerekti­
ren nakil ve devir işlerine bakar -eylemsiz gazdan (N2) proteinlerdeki kullanılabi­
lir amino asitlere, amonyağa ve NH3 gibi diğer reaktif nitrojen formlarına geçişi
sağlar. Pek çok büyük molekülün yapımı reaktif haldeki nitrojen sayesinde gerçek­
leşir. Yaşam için gerekli olan ve hep görülen bazı bileşenler var. Bu bileşenlerin
form değişimini mümkün kılan yapılandırılmış bir tür enerji olması lazım. En
önemlisi, bunlar karmaşık olmalı, çünkü ancak o zaman tüm parçalar ihtiva edi­
lebilir ve enerji maddeyi dönüştürüp yeni ve karmaşık bir yapı olarak idame etti­
rebilir. Ama bu karmaşıklık bildiğimiz canlı varlıklara uymak zorunda değil.
Uzaydaki yaşamın sadece karmaşık olması, bir yapıya sahip olması gerekiyor,
ama büyük ihtimalle Dünya’dakinden farklı jeolojik, biyolojik, kimyasal ve fizik­
sel özellikler sergileyecektir. Bu yüzden protein, DNA veya halihazırda bilinen di­
ğer bileşenlere takılmak yerine, karmaşıklık, yapı, çıktılar ve enerji akışı gibi kate­
gorilerde arama yapıyoruz.

E.P. Grubunun uzayda “yaşam-izi” aradığını söylerken bunu mu kastediyorsun?


K.N. Ölçülebilen, yaşamsal süreçleri belirlemede kullanılabilecek nitelikleri kaste­
diyorum. Yaşamın ne olduğunu öğreneyim diye eline bir biyoloji kitabı alır­
san, üç sayfalık bir tanımlama görürsün, ama ölçülebilen hiçbir şey bulamaz­
sın. Yani nafile, çünkü zaten uzaya makineler göndermeyi planlıyoruz. Ya­
şamı ölçülebilir kavramlarla tanımlamak ve sonra da ölçümler yapabilen
makineler geliştirmek istiyoruz. Varolmaması gereken şeylerin ölçümünden
bahsediyoruz! Kalıba uymayan kimyasal bileşimlerin ölçümü. Kimyasal Bi­
leşimler hakkında çok doğru bilgi verecek bir makine lazım; bu bilgiyi bilgi­
sayara yükleyecek ve bilgisayar, varlığı sırf fizik ve kimya kurallarıyla açık­
lanamayan bir şeyi her tespit ettiğinde, “Daha yakından bakalım; aradığımız
şey olabilir” diyecek.
E.P. Peki Mars’ta ya da Jüpiter’in aylarında “varolmaması gereken” hiçbir şey bu­
lunmazsa?
K.N. Üzerinde hiç hayat yaşanmamış bir gezegen harika bir şey olmaz mıydı? Böy­
lelikle yaşamdan bağımsız olarak güneş sisteminin tarihi ve ortaya çıkışı üze­
rine bilgi edinebilirdik. Bir tür hayalet organ olurdu, bizimkiyle kıyaslayıp
farklılıklarını gözden geçirebileceğimiz, üzerinde hiç hayat yaşanmamış bir

212
YAŞAM BİR HA T A D IR

gezegen. Bir canlı, bir cansız iki gezegenle, tarifi şimdikinden daha iyi yapı­
lan “yaşam-izleri” arayacak durumda olurduk, özellikle de güneş sistemi öte­
sinde.

E.P.'nİn yorumu: Ken Nealson’la ikinci karşılaşmamda da yine o yaşam takıntı­


sından yayılan aynı coşkuyu gördüm, ama bu kez yaklaşımında hafif bir farklılık
vardı. Yaşam belirtisidir diye su veya kopyalamaya o kadar takılmıyor gibiydi, ya­
şamın kompleks bir fenomen olduğuna dair inancıysa pekişmişti. Ve yaşam eğer
su ve kopyalamanın ötesinde bir şeyse —ki öncül molekülün selefi olan basit mini-
malist molekülden kısmen bu ikisi sorumlu sayılıyor—o zaman, gezegenin ve evre­
nin kompleks bir olgu nedeniyle dönüşüm geçirdiğini anlamak kolaylaşır. James
Lovelock ve bir ölçüde sosyo-biyolojiyi kuran Edward O. Wilson’m derin sezileri
bu yöndeydi. (Ve 28. bölümde William Day’ın dile getirdiği eleştiriler de bu ko­
nuyla ilgilidir.)
Aklımızı bu Dünya gezegenini, Buckminster Fuller’ın tabiriyle, bu “Dünya
uzaygemisi”ni nasıl idare edeceğimize takmış durumdayız ve belki de bunun tek
nedeni bir yandan harıl harıl onu mahvetmeye koyulmuş olmamız. Belki de tek ne­
den yaşam için ideal koşulların burada, Dünya üzerinde bulunması. Ya da gezege­
nimizin bizzat yaşam tarafından şekillendirilmiş olması.

213
G ii Rn Ie

Mükemmeliyete Doğru
Tarihin hiçbir anında bügünkü kadar canlı türü yaşamamış olabilir, ama Pale­
ozoik çağın denizleri şüphesiz daha çeşitli anatomilerle doluydu, bugüne kalan­
lardan çok daha farklı hayvan vücudu tasarımlarıyla. Mükemmeliyet, necat gibi,
dinî bir kavram; ateşli bir inanç gerektiriyor. Canlılar değişir, hiçbiri mükemmel
değildir. “İşlerini görmek” için kesintisiz enerji kaynaklarına ve büyümek için
karbonlu gıda kaynağına muhtaçtır hepsi. Öz ve biçimlerini koruyabilmek için
vücutlarını autopoiesis yoluyla, yani kesintisiz metabolizma çalışması şeklinde
gerçekleşen kimyasal reaksiyonlarla idame ettirirler.
Memeliler, böcek ya da bakterilerden daha mükemmel, daha evrilmiş, daha
iyi ve “daha iyi uyum sağlamış” değiller. Altı binden az türüyle memeliler, otuz
milyon civarında türü bulunan böceklerden çok daha düşük bir çeşitlilik gösterir.
Metabolizma davranışları bizimkinden fevkalade farklı olan bakterilere nazaran
da çok daha düşük bir çeşitlilik gösterirler. Omurgalılar içinde “en önemli” olanı
veya en fazla çeşitlilik arzedeni de değildir memeliler. Bilinen kırk bin türü, sıra-
dışı algılama sistemleri ve üreme davranışlarıyla balıklar bizden çok daha fazla
çeşitlilik gösterir. Daha büyük, daha iyi, daha parlak, daha Tanrısal bir şey olma
yolunda ilerliyor değiliz. Diğer yaşam formları gibi biz de değişiyoruz sadece.
Ölülerin kodu, genler dediğimiz DNA talimatları tüm yaşam formlarında
var. Yeryüzünde bir yaşamın devamı için genlerin korunup aktarılması gereki­
yor. Dawkins canlı varlıkların, kendi DNA’larım çekip çeviren “makineler” ol­
duğunda ısrarcı; tasarlanmış gibi görünüyorlar, ama hayır, bir tasarımcı yok. Bir
amaç yok. Bir tasarımcı ya da bir amaç hiç olmadı. Yaşayan gelmiş geçmiş tüm
hayvanlar Darvvin’in doğal seçilimiyle, sürekliliği her gün gözlenen bir işlemle
üretildiler.
Dorion Sağan, meslektaşı Eric D. Scheneider’la birlikte, bir canlı varlık için
enerji ve madde akışının mutlak bir gereklilik olduğuna vurgu yapıyor. Ve atığın
gaz olarak, sıvı olarak ve katı biçiminde boşaltılması, süpürülmesi, çekilmesi,
dışlanması ya da sızıp gitmesi lazım. Enerji çevriminde verimlilik asla tam, yüzde
H AYAT KİTABI

100, mükemmel değildir. Atıklar, bir canlının harcadığı gazlar, bir başka canlı tü­
rü için hâlâ enerji veya besin barındırır. Bir türün osuruk ve geğirtileri çok farklı
bir başka yaşam formuna temiz hava sağlayabilir. Sağan termodinamik açıdan
canlı varlıkların “açık sistemler” olduğuna dikkat çekiyor; enerji ve madde bun­
lardan akıp geçer. Enerji ve madde akışı şarttır. İnsan havsalasına çok uygun gö­
rünmeyen bu süreçler istikrar için gereklidir. Her sistemin enerji ve madde akışı­
na ihtiyacı vardır. Ve her canlının varoluş sebebi de, Sagan’a ve Schneider’a göre,
“gradyanları azaltmaktır”. Dünya gradyanlarla doludur, enerjideki, maddedeki,
gaz yoğunlaşmasındaki, basınçtaki farklarla -b ir aralığa yayılan farklarla. Ter­
modinamik ve kalıtsal bir sistem olan yaşamın amacıysa Güneş patlamalarıyla
gerçekleşen devasa solar gradyanı azaltmaya devam etmektir, ki açığa çıkan ısı
salınıp “soğuğa” geçmektedir, (bölüm 27)
-2 5 -

Evrim ve Amaç

Stepken Jay Gould ile Söyleşi


Bakterilere ait, 3,500 milyon yıl öncesinden kalma fosiller var. Ve
onlar hâlâ Dünya üzerindeki baskın yaşam formu.
Stepken Jay Gould

Üniversitede ders verdiğim son on yıl boyunca, derste bile, dünyanın dört bir ya­
nına yayılmış yaklaşık üç yüz bilimcinin zihin, yaşam ve evrene dair açıkladığı
veya açıklayacağı fikirler üzerine düşünmekten kendimi alıkoyamadım. Tam an­
lamıyla bulutların üzerinde yaşadım; bu kitap yayınlanınca buharlaşır belki.
Bu on yıl boyunca söyleştiğim hiçbir bilimciyi unutmam heralde. Bu kitap

Stephen Jay Gould (1943-2002) Harvard Üniversitesi’nde paleontolojistti; muhtemelen en çok


Niles Eldredge ile birlikte geliştirdiği kesintili denge teorisiyle31 tanınmaktadır.

31 Punctuated Equilibrium: Evrimi, tedrici değişimler yerine, uzun istikrar (denge) dönemlerini kesintiye uğratan
ani değişimler şeklinde görür.-çn

217
H AYAT KİTABI

için seçtiklerimi hep hatırlarım sanıyorum. Seçimlerim tamamıyla özneldi, bilim­


cinin itibarı, ödülleri ve düşünce derinliğine bakmaksızın, sırf okurun ilgisini çek­
me düşüncesiyle belirlenmişti.
Ama bir bilimciyi hiç unutmayacağım kesin, Stephen Jay Gould’u ve bunun
tek nedeni de Harvard Üniversitesi’ndeki ilk ve epey olaylı buluşmamız değil. Bir
ders günü akşam saat yedide, ofisinde, köhne bir koltuk, sandalyesiz bir masa ve
kataloglanmayı bekleyen fosillerle dolu düzinelerce karton kutunun bulunduğu
devasa, epey darmadağın bir odada buluşmak üzere anlaşmıştık. Kış ortasıydı ve
Stephen Jay Gould akademik bir New York yolculuğundaydı. Buluşma anma ya­
rım saat kala bir çalışma arkadaşı ofise gelip, dünyanın en ünlü paleontoloğunun
fırtına nedeniyle New Y ork’tan dönüş uçağını kaçırdığı yolundaki üzücü haberi
verdi. Şahıs leyhinde çok şey anlatıyor bu; Gould jestleri ve müthiş sesiyle hiçbir
mekana sığmazdı, çalışma arkadaşıysa son derece nazik ve anlayışlı davranıyor­
du. Bu hanım Barselona-Boston yolculuğumun boşa gitmemesini sağlamak arzu­
suyla görüşmeyi ertesi günün sabahına, iki ders arasına aldı, tabii bir New York
havaalanında eğleşmekte olan, bedbin patronuna danışmadan.
Ertesi gün sabah onda ben koridondan odasına doğru ilerliyordum ve doktor­
larla profesörlerse odadan gelen bağırtı çağırtının nedenini anlamak için dikkat
kesilmişti. Değerli zamanının kendi onayına başvurulmadan düzenlenmesine öf­
keliydi. Söyleşinin ilk beş dakikasında, kızgınlığını göstermek için, sorularımı sa­
dece kısa evet hayırlarla cevapladı.
Söyleşiyi elden geçirip kısa cevaplı başlangıç sorularını çıkarınca iki şey far-
kettim: birincisi, bu kitapta yazıya dökülen söyleşilerin en kısası olacaktı; ve İkin­
cisi, bilimsel teorinin yaptığı katkıyı en iyi ortaya çıkaranıydı, zira paleontologla-
rın modern düşünceye yaptığı büyük katkıyı vurgulama konusunda -uzun ya da
kısa, kapsamlı ya da özlü- her yolu biliyordu Stephen Jay Gould. “Büyük kozmik
okyanusun son dalgasındaki son damla” olduğumuzu farkettirmeye yönelik pek
çok deyişi vardı. Gould’un karmaşıklık ve zaman başlıklı çizelgesine yerleştirdiği
fosil insanımsıları keşfetmek için taş ocakları ve mağaralarda çalışanlarsa -Lea-
key’ler, Charles Walcott, Donald Johanson veya Miguel Crusafont— bir başka
büyük paleontologlar kategorisine yer alırlar.

Eduardo Punset: Çok defa, evrim tarihinde daha yüce bir şeylere doğru ilerledi­
ğimizi işaret eden bir ibare görmediğini söyledin, evrimde yükselen bir grafi­
ğe rastlamadın.
Stephen Jay Gould: Tabii. Olması mümkün müydü, bilmiyorum, çünkü yeryü-
zündeki yaşama hep bakteriler hükmetti. Daha yüce ve daha iyi bir şeye doğ­
ru gitmiyoruz. Ve daha karmaşık yaratıklar olduğumuz için başarı şansımı­
zın da daha yüksek olacağını düşünmek inandırıcı değil. Karmaşıklık uzun

218
E V R İM V E AMAÇ

vadede başarımızı garand etmiyor. Bakterilere ait, 3.5 milyar yıl öncesinden
kalma fosiller var ve onlar hâlâ Dünya üzerindeki baskın yaşam formu. Biz
insanlar yaşam tarihini temsilen bazı sistemler geliştirdik ve bunlara göre ev­
rimin yönelip doruğa ulaştığı nokta biziz, ama Dünya tarihini bir bütün ha­
linde alırsak, tür sayısı pek fazla olmayan, beş binin altında kalan kompleks
memeliler o kadar da önemli gibi görünmüyor. Fizik ve kimya gereği yaşam
çok basit yapılarla başlamış olmalı. Karmaşık yaşam formlarına da yer var,
ama canlıların büyük bir kısmı hep çok basit kaldı, bakteriler düzeyinde. Ve
doğruyu söylemek gerekirse, gayet başarılılar.
E.P. Profesör Gould, ilk eklem bacaklıların ortaya çıkışı, sizce dört milyon yıl ön­
ce ilk insanımsıların ortaya çıkışı kadar önemli miydi?
S.J.G. Tabii, eklem bacaklılar daha önemli, çünkü açık farkla en yaygın hayvan­
sal yaşam formudurlar. Bugün, çoğu balık olmak üzere, sayıları muhtemelen
kırk bini geçmeyen omurgalı türü ve dört binin üzerinde bir memeli türü ya­
şıyor, diğer yandaysa milyonlarca böcek türü var. Pek çok hayvan türü he­
nüz belirlenmemiş durumda. Hiç şüphesiz, sayısal anlamda bugün baskın
hayvansal yaşam formu eklem bacaklılardır ve biz yitip gittikten sonra da
onlar hâlâ burada olacaklar. Biz bir nükleer felaketle kendimizi yokedebili-
riz, ama böcek çeşitliliği bundan ciddi biçimde etkilenmez. Literatürde tarif
edilen, beş binin üzerinde değişik km kanatlı türü var mesela. Dolayısıyla,
eklem bacaklıların çoğunlukta olduğunu ve pek çok eklem bacaklının da ha­
tırı sayılır ölçüde evrildiğini hesaba katınca, gezegendeki baskın hayvan gru­
bunun öncülleri sayılabilirler. Eklem bacaklılar çağındayız hâlâ.
E.P. Bakterilerin bizden önce burada olduğuna ve bizi gömeceklerine dikkat çeki­
yorsunuz. Biraz değişimler üzerinde duralım. Paris Universitesi’nden bir ar­
kadaşım, genetik uzmanı Miroslav Radman on beş yıl bakterileri inceledi ve
dediğine göre, insanalara kıyasla avantajları, belirsiz bir gelecekle karşı kar­
şıya kaldıklarında daha hızlı mutasyon geçirebilmeleriymiş. Bugün değişim
taraftarı pek yok, belki sadece bazı akademik çevrelerde var.
S.J.G. Ama bizim değişimimiz kültürel değişimin bir sonucu, her tür biyolojik ev­
rimden çok daha hızlı. Biyolojik evrim öyle yavaş ve öngörülemez ki bizi dar­
madağın ediyor, insanoğlunun teknolojik ilerlemesiyse çok etkileyici ve de
katiyen öngörülemez bir şey. Son iki yüz yılda tüm gezegeni yoketmenin,
anında iletişimin, gezegenden havalanmanın vs. yöntemlerini geliştirdik. Ar­
tık çok daha fazla şey yapabiliyoruz.
E.P. Ama karmaşıklık daha fazla belirsizlik demek. Çok fazla şık var ve sağ kal­
mak için en iyisi tümü üzerine, çeşitlilik üzerine oynamak, her halükarda
sağkalımı garantilemek için.
S.J.G. Evet, bu çok zekice bir seçim, ama bu seçimi yapacak kadar zeki olup ol­

219
H AYAT KİTABI

madığımızdan emin değilim.


E.P. Ve çeşidilik geçmişte olduğu gibi hâlâ yaygın, öyle değil mi? Yoksa geçmişte
çeşitlilik daha mı fazlaydı?
S.J.G. Muhtemelen önceki zamanlara göre daha çok tür var, ama başka zaman­
larda temel anatomileri farklı olan daha çok organizma vardı. Hemen tüm
modern hayvan gruplarının oluşumunu haber veren hadise 541 milyon yıl
önceki Kambriya patlaması denen şeydir. Burgess Shale taşocağı faunasının
—sert kısımlara ilaveten—yumuşak iç kısımları da barındıran nadir fosillen
bu dünyaya açılan penceremizdir. Uzak geçmişteki hayvan yaşamının gerçek
doğasını ve çeşitliliğini gözlemlememizi sağlıyor. Ama çeşitlilik kolay elde
edilen bir şey değildir ve kaybolunca geri gelmez. Temel organizma grupla­
rını yokedersek, aslında evrimsel kolları ve arkalarındaki birkaç milyar yıllık
tarihi yoketmiş oluruz. Bir şeyi oluşturmak milyarlarca yıl sürüyor, ama or­
tadan kaldırmak için bu sürenin minik bir kırıntısı yeterli.
E.P. Biz insanların yaptığı yanlış değerlendirmelere veya varsayımlara sık sık atıf­
ta bulundunuz. İnsanlar veya gezegenle ilgili en büyük yanlış anlama ne siz­
ce?
S.J.G. Kabaca söylersek, sanırım iki büyük yanlış anlama var. En kötüsü —ki ta­
rih boyunca bunu yaptık- aslında tüm insanların birbirine çok benzediğim
görmemek. Modern insan sadece iki yüz bin yıl yaşında. Ve şimdi insanlar
arasındaki genetik farklılıkları tahlil edebildiğimiz için bunu tanıtlayabiliyo­
ruz; farklı ırklar arasında deri ve saç gibi dış karakteristikler bakımından
farklılıklar bulunsa da, çok benzer olduğumuz aşikar. İnsan ırkları denen
şeyler arasında küçük genetik farklılıklar var, ama önyargılarımızın esiri ol­
ma hatasına düşüp, bu farklılıklara dayanarak kendi grubumuzu ötekilerden
üstün ilan etmemeliyiz. Irkçılığın, yabancı düşmanlığının ve soykırımın ha­
zin hikayesidir bu, ahlak ve biyolojinin çarpıtılması üzerinden yürür. Diğer
büyük hatamız, kendimizi Dünya’nın efendisi sayıp geleceğine karar verme
hakkına sahip olduğumuza inanmak. Ve bunu yapma gücümüz var diye de.
diğer organizmalar, diğer türler veya çevre için yarattığımız sorunları umur­
samıyoruz. Çok tehlikeli sonuçlar doğurabilecek trajik bir hata bu. Daha al­
çak gönüllü olmamız lazım, tüm insanların tek bir tür olduğunu ve sandığı­
mız kadar güçlü olmadığımızı anlamamız lazım; o zaman herşey mutlaka da­
ha iyi olacatır.
E.P. Zamana jeolojik bir perspektifle mi bakmalıyız?
S.J.G. Mutlaka. Benim bilimimin insanlığa kattığı en önemli kavramdır. Dünya
en az dört milyar yıl yaşında, binlerce yıl yaşında falan değil. İki veya üç yüz­
yıl öncesine kadar, Batı’da, şuna inanılıyordu: Dünya en fazla dört veya beş
bin yıl yaşındaydı ve ilk günler hariç, tüm Dünya tarihinin odak noktası in­

220
EVRİM VE AMAÇ

sandı. Bu fikirler bizi daha da kibirli yaptı, sanki Dünya sırf bizim için yapıl­
mış ve tarih de insanlığın tarihiymiş gibi. Şimdi Dünya’nın binlerce değil,
milyonlarca yıl yaşında olduğunu ve insanlık tarihinin de bu devasa kozmik
zaman periyodu sonundaki bir saniyenin ancak son parçası olduğunu anlı­
yoruz. Dünya’nın bizim için yapılmadığını ve sadece şanslı bir kaza eseri bu­
rada bulunan misafirler olduğumuzu anlamamız lazım. Belki bu yaklaşım bi­
zi daha saygılı ve daha fazla insan yapar.
E.P. Jeolojik zaman perspektefinden bakınca, yeni büyük yokoluşlara dair bir işa­
ret görünüyor mu?
S.J.G. Dünya üzerindeki 550 milyon yıllık hayvan yaşamında beş büyük yokoluş
gerçekleştiğini biliyoruz. Bir başka deyişle, yaklaşık her yüz milyon yılda bir
yokoluş gerçekleşiyor -ço k sık değil. Tabii Dünya üzerinde insanlar gibi, iyi
ya da kötü, kendine özgü bir bilinç ve bunca güç sahibi olan bir başka tür hiç
yaşamadı. Yaşam alanlarını değiştirdiğimiz için pek çok tür yokoldu ve öyle
çok tür de yokolmakta ki, insanoğlu yüzünden büyük bir yokoluş gerçekle­
şiyor olabilir. Bunun gerçekleşmesini engellemek için daha zeki olmamız ge­
rekiyor. Zamanın söyleyeceği bir şey, ama büyük bir yokoluş asla yaşamın
tümden yokoluşu anlamına gelmemiştir. Hayat sürüyor ve biz buradayız.
Dinozorlar altmış beş milyon yıl önce ölüp tükenmeseydi, şimdi biz burada
olmazdık, çünkü bir başka önemli, haricî olgu ortaya çıkana kadar yüzbin-
lerce yıl tüm küçük memelilere dinozorlar hükmedecekti. Gerçek şu ki, dino­
zorların yokoluşu küçük memelilerin evrilmesine imkan tanıdı. Ve biz bu
yüzden buradayız.

221
-2 6 -

Ölülerin Kodu

Richard Daıvkins ile Söyleşi


Bazı hayvanlar ağaçlarda, bazıları denizde, bazıları da yeraltında
yaşar, bazıları uçar, bazıları da kazar, ama aslında hepsi aynı şeyi
yapıyor: sağ kalmaya, yani genlerini geleceğe aktarmaya çalışıyorlar.
Hayvanların varolmasını sağlayan talimatlar genler tarafından
kodlanıyor.
Richard Daıvkıns

Richard Davvkins ve Stephen Jay Gould bilimi popüler hale getirmede yirminci
yüzyılın ve hatta yirmi birincinin önde gelen isimleridir. Bilimsel ilerlemeye bü­
yük katkı yaptıkları ve ayrıca bilimi halka yakınlaştırdıkları halde, Davvkins bü­
yük ihtimal asla Nobel Ödülü almayacak. Nobel Ödülleri, karşı konulmaz bir
entelektüel merakla esinlenmiş vizyon sahibi bilimcilerden ziyade, kendilerine

Richard Dawkins, Oxford Üniversitesi’nde, Charles Simonyi Halkın Bilimi Anlayışı Kürsüsü’nün
ilk başkamdir.

222
ÖLÜLERİN KODU

“matkapçı” diyen bilimcilerin keşiflerine veriliyor sadece. Richard Davvkins de,


Stephen Jay Gould da ilk kategoride yer alıyor.
Richard Dawkins’le ilk kez Munich’te, John Brockman’ın düzenlediği bir se­
minerde görüştük. Neredeyse iki bin genç odayı tıka basa doldurmuştu.
Biçim ve özümüz itibariyle, genlerin ebedi sağkalım yarışlarında onları taşıyan
kısa erimli makineler veya taksiler olduğumuz görüşünü Davvkins’e borçluyuz;
Kör Saatçi [The Blind Watchmaker] ve Bencil Gen [The Selfish Gene 1 gibi kitap­
larda formüle edilmiştir bu. Ama onun evrim ve özellikle de kültür anlayışı çok
daha ilerilere gidiyor. Dawkins’e göre, yirmi birinci yüzyıl dijital ve dijital devam­
sızlık modern elektronik teknolojisini uygulanabilir kıldı. Ve bu fizik ve biyolo­
jiyle alakalı.
Davvkins, yani Darvvinci fikirlerin popülerleştiricisi şöyle diyor: “Yaşamak
için ölülerin kodunu kullanıyoruz, yani atalarımızın genlerini”.

Richard Davvkins: Sinir lifleri sırf analog kodlarla çalışmıyor; bilakis teorik he­
saplamalar dijital kodlar olmadan çalışmayacaklarını gösteriyor. Sinir sin­
yalleri bir makineli tüfekten gelen atışlar gibidir. Güçlü bir mesajla zayıf bir
mesaj arasındaki fark sinyallerin yoğunluğuyla değil, frekansıyla ilgilidir. Sa­
rı rengi görmek, denizin sesini duymak, terebentinin kokusunu almak -b u al­
gılar arasındaki farklar, atışların veya sinyallerin sinir sistemimizde değerlen­
dirilmesiyle belirleniyor. Beyinlerimizin içini dinleyebilsek, savaş meydanın­
dan yükselen sesler gibi bir şey duyardık.
Eduardo Punset: Nanoteknolojinin devreye girmesiyle ortaya çıkacak ekono­
mik, sosyal ve kişisel çalkantılar ne gibi sonuçlar doğuracak?
R.D. Nanoteknoloji minik, moleküler ölçekte makineler yaratma işidir ve epey ge­
lecek vadediyor. Moleküler biyolojinin saf, doğal nanoteknoloji olması ha­
sebiyle, neler yapılabileceğini de biliyoruz bir bakıma. Enzimler ve proteinler
gibi moleküller belirli kimyasal reaksiyonları katalize ederek çalışır. Bu mo­
leküller minik mekanik cihazlar gibidir, moleküler ölçekte aletlerdir ve bun­
lardan milyonlarcası var. Öyle görünüyor ki, prensipte, moleküler boyutlu
makineler tasarlayabiliriz, ama ancak milyonlarca makine aynı anda kulla­
nılırsa etkin olabilir bunlar. Dolayısıyla çoğaltılmaları gerekiyor, ki molekü­
ler yapılarda bu mümkün. Bir tane tasarlayıp, imalat yoluyla onu çoğaltabi­
liriz. Sonra milyonlarca makineyi organizmanın içine salıveririz ve onlar da
bozuklukları tamir eder, kanser gibi hastalıkları iyileştirir ve ameliyat bıça­
ğının fazla haşin kaçtığı tedavilerde devreye girer.
E.P. Makine gibi çalışıyoruz.
R.D. Tüm yaşam harika makinelerden oluşan bir silsiledir. Her canlı varlık kendi
DNA’sını işletebilen bir makinedir ve her hayvan bunu farklı şekilde yapar.

223
H AYAT KİTABI

Bazı hayvanlar ağaçlarda, bazıları denizde, bazıları da yeraltında yaşar, ba­


zıları uçar, bazıları da kazar, ama aslında hepsi aynı şeyi yapıyor: sağ kalma­
ya, yani genlerini geleceğe aktarmaya çalışıyorlar. Hayvanların varolmasını
sağlayan talimatlar genler tarafından kodlanıyor. Bu, evrensel tasavvurun
harika bir unsuru; talimatların ayrıntıları her durumda farklı. Köstebek yeri
kazıp solucanları yemeye hazırdır, kartalın genleriyse nasıl uçulacağı ve av
yakalanacağı talimatını verir. Ama her durumda aslolan bizzat talimatların
sağkalımıdır. Bu kavramın altını tekrar çiziyorum.
E.P. Evrimsel işleyişte genlerin insanlardan daha önemli olduğunu savunduğun
için çok eleştirildin.
R.D. Bireyler çok önemlidir, çünkü yaşayan onlardır. Yürürler, gözlem yaparlar,
avlanırlar, kaçarlar, gruplaşırlar. Ama bakışımız bireyin ötesine geçmeli ki
içeride ne olup bittiğini anlayalım. Aslında, her iki düzey de önemli. Bireyi
ihmal edemeyiz, ama onu adamakıllı anlamak istiyorsak, genlere bakmalı­
yız, DNA’nın temel talimatlarına, bireyin gelişim ve davranışını mümkün kı­
lan şeylere.
E.P. Richard, sence genler yoruluyor ya da yaşlanıyor mu? Veya yok mu ediliyor­
lar? Yoksa hep zinde mi kalıyorlar?
R.D. Bu yaklaşımı gözönüne almamız lazım. Yaşamın evrimi milyarlarca yıllık bir
süreçte gelişti ve aşağı yukarı yüz milyonlarca yıldır da aynı yaşam formları
var, hayvanlar. Genler yoruluyormuş ve yüzbinlerce yıllık bir zaman dilimin­
de bazı şeylerin değişmesi lazımmış gibi görünebilir, ama hayır, her zamanki
kadar zindeler.
E.P. Peki genetik bilgi bu süreçte kaybolmuyor mu? Bazı kromozomların, bölün­
me süreçlerinde bilgi içeren bazı parçaları kaybettiği söyleniyor.
R.D. Evet, bu her zaman olur, ama genel mutasyon sürecinin bir parçasıdır: kro­
mozomların bazı parçaları kaybolur ve diğer parçalar kademeli olarak çoğa­
lır. Genom -nesiller gelip geçerken—sabit kalmaz. Sürekli de gelişmez. Daha
ziyade bir bilgi akışıdır. Daima mutasyon geçirmektedir ve daima da geçire­
cek. Genel organizasyon üç yüz milyon yıldır aynı.
E.P. Yeryüzündeki güzelliklere -harika bir kuşa, eğer kaldıysa, billur gibi bir neh­
re—bakınca, “Biri tarafından mı tasarlandı, yoksa bir doğal seçilim sürecinin
sonucu mu?” sorusu akla geliyor. Bir başka deyişle, dünya yaratıldı mı, yok­
sa doğal seçilimin sonucu mu?
R.D. Tasarım diye bir şey yok, ne Dünya’da ne de evrende. “Tasarım”a dair en iy:
aday hep yaşam olmuştur. Yaşam hep sağ kaldı, ta ki, insanla birlikte, tasar­
lanabilecek en mükemmel olgu haline gelene kadar. Canlı varlıklar öylesine
güzel, öylesine narin, öylesine karmaşık ki, canlı bir varlığın her parçası san­
ki tasarlanmış gibi görünüyor. Göz bir görüntüye odaklanıp onu incelemek

224
ö lü le r in kodu

için tasarlanmış gibi görünüyor, işitme işitmek için, eller nesneleri tutmak
için, bacaklar da yürümek için tasarlanmış gibi görünüyor. Ama bu doğru
değil. Hiçbir şey tasarlanmadı. Darwin herşeyin nasıl meydana geldiğine iliş­
kin yıkıcı, basit ve doğru açıklamasını 1859’da ortaya koydu. Tasarlanmış
gibi görünen, inanılmaz derecede karmaşık makinelerin gelişimi, Darwin’in
mekanizmalarıyla, karakteristiklerin sağkalımı ve doğal seçilimle varılan bir
sonuçtur. Tasarım hissi mükemmele yakın, ama yine de yaşam formlarının
tasarımında bazı kusurlar ortaya çıkıyor. Bazı hatalar dikkate değer, çünkü
yaşam tasarlanmış olsa bunlar olmazdı. Tarihin ve doğal seçilimin etkisiyle
meydana geldiler.
E.P. Genler hakkındaki bir iki ifadeni alıntılamak istiyorum. Yazdıklarına göre,
genler “uzak bir geçmişin kodlu bir tasviri”, “bir sağkalım klavuzu” ve “ölü­
lerin genetik kitabı” . Bence bu müthiş.
R.D. Bu Darwinci bir çıkarsama. Genler geçmiş bir zamanın sağkalım klavuzu gi­
bidirler, çünkü bu genlerin doğal seçilimle başa çıkması geçmişte gerçekleş­
ti. Bugün nasıl sağ kalınacağını biliyoruz ve genlerine kodlanan geçmiş bu­
günden çok farklı değilse her hayvan sağ kalabilir. Hayvanlar sağ kalmayı
başarıyor, çünkü ataları sağ kaldı. Bugünle geçmiş arasında fazla bir sapma
olursa, soylarından ayrılılar, çünkü geçmişe uyum sağlamış, geçmiş için “ta­
sarlanmışlardır” ve sağ kalamazlar. Dolayısıyla bugünkü genler geçmişin bir
tasviridir, atalarımızın sağ kalmayı başardığı bir dünyaya ilişkin bir tasvir.
“Ölülerin genetik kitabı” sözüm buradan geliyor.
E.P. Ve bugünün aşırı derecede hızlı değişimleri, mesela teknoloji, geçmişin kla-
vuzlarına yönelik genetik bir tehdit oluşturabilir mi?
R.D. Evet, çevredeki her radikal değişim bir tehdittir. Buzul çağları, kuraklıklar,
büyük depremler dönemleri, uzaydan gelen gök taşları ve kuyruklu yıldızlar
birer tehdittir. Mesela gök taşları dinozorları tüketti. İnsan teknolojisi ve uy­
garlığı da tehdittir, çünkü dünyayı radikal biçimde değiştirdi. İnsan yüzün­
den geçmişe göre köklü biçimde değişti dünya. Sivrisinek, sinek ve bakteriler
gibi çok hızlı evrilebilenleri saymazsak, hemen tüm hayvanlar, insan öncesi
bir dünyada yaşamaya uyarlılar. İnsan dünyası onlara düşman. Bazı türler,
mesela sıçanlarla martılar, çok iyi uyum sağlıyor, yaşam biçimlerini değişti­
riyorlar.
E.P. Yıkıcı değişimlere de uyum sağlıyorlar mı?
R.D. Evet, insanların sebep olduğu değişimlerden faydalanıyorlar, ama diğer tür­
ler uyum sağlayamıyor; bu yüzden pek çoğu tükeniyor. Ama bu, insanlar bi­
lerek onların tükenmesine sebep oluyor demek değil.
E.P. Peki insanlara ne olacak? Sağ kalabilecek miyiz?
R.D. İnsanlar açısından işler -genel olarak- şaşırtıcı biçimde iyi gidiyor. Bazı in­

225
H AYAT KİTABI

sanların kendilerini yabancı bir çevrede hissetmeleri yüzünden birçok zihin­


sel hastalık ve yabancılaşma yaşandığı doğru, ama türümüzün bu gayri-tabii
çevredeki yaşamı genellikle tolere edebilmesi bir biyolog olarak bana etkile­
yici geliyor.
E.P. Genlere kodlanan bilginin yanısıra bugün bir de öğrenilip beyne depolanan
ve teknolojik ilerlemeyi sağlayan bir bilgi olduğu söylenebilir. Ve tarihte ilk
kez iki bilgi kanalı çarpışıyor, değil mi?
R.D. Evet, bu konu çok enteresan bence. “Ölülerin genetik kitabı” sözüm, şüphe­
siz, beyinsel bilgiden geliyor. Aynı benzetmeyi bu yana çevirmiş oluyoruz.
Haklısın, geçmişten gelen iki ayrı bilgi hattımız var, her ikisi de nasıl sağ ka­
lınacağıyla ilgili, yani yakın geçmişte türlerin nasıl sağ kaldığıyla ilgili. Ve bu
hatlardan biri diğerine göre çok daha hızlı ilerliyor, çünkü kültürel değişim­
ler genetik değişimlerden çok daha hızlı. Genetik değişimler durmadı, ama
öyle yavaş ki—
E.P. Pek farketmiyoruz.
R.D. Ya da hiç farketmiyoruz. İnsanın tarihini anlamak için tüm evrim teorisini
unutup sıfırdan başlamak gerekir. Taş Devri’nde Afrika’da yaşayan hayvan
fazla değişmedi, ama kültürel bilginin etkisiye gelişiyor. Yani ölülerin en ye­
ni kitabı -kültür kitabı—gelişiyor, ama genetik ve kültürel bilginin çatışma­
ya girip girmeyeceğini bilmiyorum. Belki de tek felaket, kültürel ilerlemenin
felaketle başedememesi olur veya çok gelişmiş bir teknoloji üreterek tehlike
saçması. Bugün, tıpkı altmış beş milyon yıl önceki göktaşının dinozorları or­
tadan kaldırması misali, dünyayı yokedebilecek silahlara sahibiz! Bu bomba­
larla yaşam geleceğimizin ayrılmaz bir parçası.

226
-2 7 -

Evrimin Amacı

Dorion Sağan ile Söyleşi


Yaşamın amacının gradyanları kırmak olduğu yolundaki düşünce,
Copernicus'un evrenin merkezinde olmadığımız yolundaki büyük
kavrayışına eş, çığır açıcı bir gelişmedir.
Dorion Sağan

Isı soğuğa doğru yayılıyor. Asla odadan geriye doğru gidip kahve kupasını ısıtmı­
yor. Dorion’ın dediğine göre, bu bize yaşamın hareket tarzı ve de borsa hareket­
leri konusunda bir şeyler söylüyor. “Yaşam gradyanları kırıyor” derken Dori-
on’ın kastettiği şey ne —gradyanlardan nefret edip onları kırmanın termodinamik
yasalara uymak olduğu mu?

Eduardo Punset: Dorion, Eric D. Schneider’la birlikte yazdığın kitabında “ya­


şamın amacı”nın gradyanları kırmak olduğunu ileri sürüyorsun ve gradyan-

Dorion Sağan üretken bir bilim yazarıdır.

227
H AYAT KİTABI

ları da “bir aralığa yayılan farklar” diye tanımlıyorsun.


Dorion Sağan: Teşekkür ederim, Eduardo. Yaşamın amacının bir gradyanı kır­
mak olduğu yolundaki düşünce, Copernic’in evrenin merkezinde olmadığı­
mız yolundaki büyük kavrayışına eş, çığır açıcı bir gelişmedir bence. Grad-
yan, evet, bir aralığa yayılan farklılaşmadır. İkinci termodinamik yasasının
özü uzun zaman sadece “düzensizlikte artış” olarak düşünülse de, öyle değil­
dir. Bunu kısmen, ikinci yasa tüm evrende geçerli olduğu için biliyoruz; ya­
şam gibi son derece örgütlü sistemlerle doludur evren. Enerjinin güçlü bir ya­
yılma eğilimi gösterdiğini söylersek, ikinci yasayı daha doğru —ve basit—bir
biçimde karakterize etmiş oluruz. Enerji delokalize olur; bir yerdeki yoğun­
laşmadan dağılmaya doğru hareket eder. İkinci yasanın özü budür, basitçe
düzensizlik diye yorumlanan entropinin artışı değil. Frank Lambert’in he­
men tüm yeni kimya ders kitaplarına eklenen çalışması, ikinci yasanın dü­
zensizlik artışı değil, aslında bir enerji yayılımı meselesi olduğunu açıkça or­
taya koyuyor. Yaşamın işlevinin, doğal yoldan meydana gelen diğer komp­
leks sistemlerdeki gibi, entropi veya atomik kaos üretmek olduğuna ilişkin
yeni ve sağlam deliller var. Bu sistemler enerji yayarken tasarımsı şekillerini
koruyor ve maddeyi devindiriyorlar. Doğal işlevleri veya amaçları bu.
E.P. Sanırım diyorsun ki, solar gradyan —güneş radyasyonu ve ısısı- senin tabi­
rinle, “soğuğa doğru” hareket ediyor ve yaşam bu gradyanı kırıyor. Ama bel­
ki de jeotermal gradyanı kastediyorsun? Bazı yaşamların, mesela derin deniz
bacalarındaki yaşamın ışıksız yaşandığını biliyoruz ve orada gradyan yüzey­
deki soğuk okyanusa kıyasla Dünya’ın sıcak iç kısmına daha yakın olabilir.
D. S. Yaşam enerji akış alanlarında maddeyi devindiren bu sistemlerden biridir ve
güneşi kullanır. Ama başka sistemler de enerji elde edilebilen başka gradyan-
ları kullanıyor, kimya, basınç ve ısı değişimlerini. Başka sistemler arasında
mesela şunlar sayılabilir: Bernard hücreleri, Taylor girdapları, Liesegang hal­
kaları, Belousov-Zhabotinski reaksiyonları, okyanustaki tuz parmakları, at­
mosferdeki Hadley hücreleri ve hortum ve kasırga türü fırtına sistemleri. Bu
sistemlerin hepsi ısı halinde entropi üretir. Örgütlüdürler ve doğal bir işlev­
leri vardır: gradyan azaltmak. Altıgen Benard hücreleri ve diğer konveksiyon
hücreleri basit bir ısı gradyanını azaltırlar. Hortumlar yüksek ve alçak hava
basınç kütleleri arasındaki farkı ortadan kaldırmak için meydana gelir. Hor­
tum ortaya çıkar, oldukça nadir bir devinen atomlar konfigürasyonunda dö­
nerek oluşur ve gradyanın enerji potansiyelini kullanarak doğal vazifesini ta­
mamlayana kadar devam eder. Sonra kaybolur. Amacı, varoluş nedeni, ba-
rometrik basınç gradyanını azaltmaktır.
E. P. Yaşama benzer bir yanı var.
D.S. Evet, ama mistik bir yanı yok, tasarım yok —sistematik bir yapıyı, güçlü ve

228
EVRİMİN AMACI

amaca yönelik bir hortumu kontrol etme anlamında, insan misali bir yaratı­
cı yok. Hortum form ve işlev bakımından bir bütün: enerjiyi yayıp gradyan-
ları yoketmeye yönelik.
E.P. Ya yaşam?
D. S. Yaşam da benzer bir gradyan-azaltan sistem, yalnız belirgin biçimde azalttı­
ğı şey, atmosfer basıncı değil de, sıcak güneşle soğuk uzay arasındaki elektro­
manyetik radyasyon farkı. Dünya biyosferine ilişkin uydu ölçümleri şunu
gösteriyor: ekvatorun zengin ekosistemleri yazın yüksek albedo32 yüzünden,
tropiklerdeki yağmur ormanlarını kaplayan yansıtıcı bulutlar yüzünden, Si­
birya’nın kışın kaybettiği kadar ısı kaybediyor. Atmosfer kimyacısı James
Lovelock’un işaret ettiği üzere —ki kendisi NASA tarafından M ars’ta yaşam
aramak için istihdam edilmişken gezegen atmosferimizin sürekli bir termo­
dinamik anomali sergilediğini bulmuştu- yaşam serini seviyor. Çevre ısısı
şeklinde entropi yaratan diğer kompleks termodinamik sistemler de öyle.
Açık-devre termodinamik sistemler, mesela hortumlar ve ekosistemler, ikin­
ci yasanın enerjiyi delokalize etme yolundaki ruhsuz amacını gayet güzel ger­
çekleştiriyorlar. Bu sistemler sayesinde daha fazla atomik kaos —entropi ve­
ya “düzensizlik”- üretiliyor. Bu sistemler enerji yayıyor, ama düzensiz değil­
ler. Alakası yok. Oldukça örgütlüler, entropi üretimini desteklemek üzere et­
kin biçimde enerji çekiyorlar. Yaşam, ikinci yasayı ihlal etmek bir yana,
onun daha etkin bir biçimde işlemesini sağlıyor -y a daha hızlı işlemesini ya
da daha uzun süre işlemesini veya her ikisini birden sağlıyor.
E. P. Öyleyse, derin deniz canlıları solar gradyanı nasıl kırıyor peki? Jeotermal
enerjiyi kullanmıyorlar mı?
D.S. Hayır. Okyanus dibinde, jeotermal enerji sızdıran “kara dumancılar” ve ısı
menfezlerinin bulunduğu bölgelerde zengin bir yaşam var. Hatta sayıları gi­
derek artan bazı bilimcilere göre, böyle koşullarda yaşam olmaksızın meyda­
na gelen demir-sülfür kimyası, doğrudan yaşamın kökenini önceleyen kim­
yasal ata. Yani yaşamın gradyan azaltan sistemi, yaşam-dışının gradyan
azaltan sisteminden gelmiş olabilir. Ama muhtemelen ilkel olan bu sualtı
ekosistemlerinin temeli jeotermal eneji değil. Isı termodinamik bir nihai
ürün, yaşamın enerji kaynağı değil. Menfez ekosistemleri, oksijen sülfidin
doğal oksitlenmesiyle enerji sağlayan bakterilerce destekleniyor. Bu durum­
da enerji için kimyasal bir gradyana, redox33 gradyanı denen şeye başvurulu­
yor. Bu belki yaşamın orijinal gradyamydı ve ardından, fotosentez ortaya çı­
kınca, solar gradyana taşındı. Bugün, jeopolitik hadiselerin işaret ettiği üze­

32 Yansıtma katsayısı.—çn
İndirgeme.ok si ileme, en

229
H AYAT KİTABI

re, küresel teknoloji toplumu bir başka gradyana bağımlı —fosil yakıt grad-
yamna. Sözünü ettiğin hayvanlar, James Cameron’m harika Im ax î4 filmi Su­
altı Yaratıkları ’nda [Aliens o fth e Deep] görebileceğin dev sakallı solucan ti­
pi tüp solucanları sıcağı sevebilirler, ama jeotermal gradyana bağımlı yaşa­
mıyorlar. Sülfit gradyanından enerji sağlayan iç bakterileri sayesinde besle­
niyorlar.
E.P. “Yaşamın amacı” derken neyi kastettiğini ve bunun termodinamikle alakası­
nı açıkla lütfen. Termodinamiğin bir fizik bilimi olduğunu sanıyordum, ama
sen biyolojiyle ilişkisini ima ediyorsun. Ne demek istediğini açıklar mısın lüt­
fen?
D.S. Haklısın. Termodinamik bir fizik bilimidir. Ama artık yaşamın fiziksel bir
hadise olduğunu görüyoruz, sırf genler ve proteinler şeklindeki kimyasal ter­
kibi bakımından değil, enerji akışı bölgelerinde maddenin devinimi gibi ener-
jitik işlemler bakımından da. “Yaşamın amacı” tabii hassas bir ifade. Bilimin
teleolojiye, yani amaç araştırmasına tatbikinde büyük bir sorun var: amaç
sorgulamaları çıkış noktaları itibariyle bilim dışıdır. Böyle olması da çok an­
laşılır bir şey. Rönesans öncesi dünya görüşü tüm evreni insanların katıldığı,
amaç menşeyli bir yer olarak görüyordu. Bilimsel devrimse amaçlı insanlar­
la cansız, mekanik olarak işleyen doğa arasında keskin bir ayrım yarattı. Bi­
lim insan zihnindeki amaç eğilimini tanrılara, ruhlara veya öznel-bilinç dışı
doğa güçlerine atfetme konusunda ihtiyatlı davranarak büyük kazanımlar
sağladı. Yalnız şunu da belirtmek gerekir ki, modern bilim özel olmadığımı­
zı, bir kapris eseri değilsek de, şaşırtıcı güzellikte, kurallı bir maddi evrenin
bir parçası olduğumuzu anlamak bakımından sayısız zaferlerle doludur. Co-
pernicus bizi evrenin merkezinden attı, ama fikirleri önce bilim dışı buluna­
rak hakir görülmüştü. Bruno kazığa bağlanıp yakıldı ve Galileo da bizi yara­
dılışın coğrafi merkezinden dışlayan kibirsiz bir pozisyonu savunacak kadar
kibirli olduğu için ev hapsine mahkum edildi. Peşinden kimyacılar yaşamsal
özün özel bir şey olmadığını buldular. Organik bir kimyasal olan üre inorga­
nik bileşenlerden sentezlenebiliyordu. Astrofizikçiler uzayın derinliklerinde
karbon, oksijen, hidrojen, formik asit ve alkol buldular. Alabama sosyetesin­
den, bir senatör kızı ve hazırcevap bir parti müdavimi olan Tallulah Bankhe-
ad’in nüktesiyle söylersek, “Çiğnenmiş balçık kadar safım”. Biz de saf ya da
özel değiliz, içinde bulunduğumuz kozmik koşulların yaratılarıyız. Özel bir
yerde yaşamadığımız ve sıradışı elementlerden yapılmadığımıza göre, içinde
yer aldığımız işleyiş de müthiş derecede eşsiz değil demektir. Termodinamik
bize şunu gösteriyor: enerjinin bulunduğu bölgelerde doğal olarak gelişen di-

^ Geniş ekran.—çn

230
EVRİMİN AMACI

ğer madde devindirici sistemler gibi, biz de aynı entropi-üretim işlevine sahi­
biz. Yaşam, genetik mimarisiyle, yani kimyasal olarak kendini kopyalama
kapasitesiyle eş tutuldu, buna indirgendi, ama bu yeteneği esasen enerjitik iş­
levi yanında ikincildir. Yaşamın işlevi, bir hortumun işlevi gibi, bir gradyanı
azaltmaktır. Bu daha yüksek bir metafizik amacı geçersiz kılmıyor, ama şu
çarpıcı gerçeği gözlerimizin önüne seriyor: yaşamın fizikî varlık sebebine da­
ir tutarlı bir maddeci izah nihayet bulunmuş durumda.
E.P. Ya evrim? Onun bir amacı var mı?
D.S. Devindiren, enerji kullanan yaşamın bir işlevi olduğu termodinamikle açığa
çıkttığına göre, artık evrimin bir istikameti olduğunu da görebiliriz. Evet,
adaptasyon ve genetik determinizm konularında anlaşamayan Stephen Jay
Gould [bölüm 25] ve Richard Dawkins [bölüm 26] gibi evrimciler, evrimin
esasen rastgele olduğunda mutabıklar. Ama bu ortodoks duruşun yanlışlığı­
nı gösteren deliller var ve sayıları giderek artıyor. Yaşam zamanla okyanus­
lardan karaya ve havaya yayıldı ve artık giderek uzaya yayılıyor. Kimyasal
elementlerin sayısı ve Dünya yüzeyindeki biyolojik deverana katkıları arttı.
Bu şaşırtıcı değil, çünkü tüm termodinamik sistemler, bir enerji kaynağı ol­
duğu sürece gelişebildikleri kadar gelişirler ve bunu yaparken maddeyi de­
vindirirler. Başka evrimsel eğilimler var. Tür sayısı, beş temel kitlesel yoko-
luşa rağmen, her seferinde sıçrama yapıp daha yüksek bir rakama ulaştı. Bi­
yosferde depolanan ve yaşamın düzenli olarak kullandığı enerji birikimi art­
tı. Solunum verimliliği, oksijenden elde edilen enerji miktarı arttı. Jeolojik
zaman süresince yaşamın zekası, algı kapasitesi ve duyarlığı da arttı, ki bun­
ların hepsi yeni enerji kaynakları bulup devreye sokmak ve onlara ulaşımı
sağlayan araçları korumak için kullanılabilir. Evvelden belki mistik bir ente-
leçiyi35 ima ediyor diye yaşamın bu yönelimine ilişkin delilleri inkar etme eği-
limindeydik, ama şimdi evrimin bu yönelimlerini doğal sayabiliyoruz. Can­
sız termodinamik sistemlerin faaliyetleriyle paralellik gösteriyorlar. Akşam
yemeğimizi ararken, kendimizi gradyan azaltan sistemler şeklinde idame et­
tiriyoruz. Flört ve eş ararken, kendi türümüzden gradyan azaltan organizas­
yonların gelecek nesilde kalıcı olma şansını arttırıyoruz -bedenin nihai bozu­
num ve ölümüne rağmen, ki bu da bir entropik çözülme halidir. Artık yaşa­
mın amacı üzerine konuşurken çekimserliğe gerek yok. Cansız sistemlerin bi­
le bir işlevi var, bir amacı veya işlevi ve yaşamın amaçlılığı buradan geliyor.
Yalnız, yaşamın amaçlılığı, bilim öncesi zamanların büyük insan merkezli
evrenine karşılık gelmiyor. Bu doğal, Copernic’çi bir amaçlılık ve diğer, can­
sız sistemlerde de mevcut.

Potansiyelin gerçeklenmesi; bir organizmanın kendini gerçeklemesini sağlayan yaşamsal güç.

231
GİRİŞ

Ölü ya da Dirif
Yaşam, her türlüsü, hücrelerden oluşur. Sulu bir hücreden, yani yüzlerce protei­
nin oluşturduğu ve maddeleri içeri alıp dışarı bırakan aktif bir zarın çevrelediği
bir birimden daha az karmaşık bir canlı yok. Minimal bir canlı sistem olarak
hücre, bakteriyal veya çekirdekli bir hücre (ki üçüncü bir şık yok), yaşamın tüm
özelliklerini birarada sergiliyor aslında. Kullanılabilir enerji ve kimyasalların, her
ikisinin de kesintisiz bir akışı gerekli yaşam için. Yaşam için gereken kimyasallar
-karbon, nitrojen, hidrojen vs.—bizim gıda olarak bildiğimiz şeylerdir. Doğru ve
kullanıma uygun bir formda bulunan enerji sistemi işler halde tutmaya yarar;
tüm enerji kullanıldığında hücre ölür. Birkaç hücre (veya organizma) türü -spor­
lar, kistler, bazı tohumlar, aktif kuru maya ve diğer propagüller [tomurcuk, fi­
dan, spor]- kuruyup kapanarak bekleyebilirler. Ayrıca, gıda olarak bilinen kim­
yasalların sürekli bulunması da lazım; bunlar hücreye katılırlar. Her hücre ya da
hücrelerden oluşan her organizma bir sistem meydana getirir ve bu sistemler za­
manla çözülme eğilimi gösterirler. Canlı sistemlerin hepsi pek çok parçadan olu­
şur. Sürekli bir enerji ve gıda maddesi akışıyla idame olurlar. Alice Harikalar Di-
yarında’nın Beyaz Kraliçe’sinden mealen aktarırsak, yaşam “bulunduğun yerde
kalmak için koşmak”tır. Yaşamın canlı hücrelerce birarada sergilenen özellikleri
şunlar: en azından moleküler düzeyde hareket, çeşitli çevre faktörlerine (yani me­
kanik ve kimyasal uyanma) karşı duyarlılık ve büyüyüp çoğalma eğilimi. Mutlak
00K (-273°C) her tür hareketi durdurduğu için, yaşamsal özellikler bazan bu don­
ma altı eşiğinde korunabiliyor. (Donmuş yaşam-formu —soğuğu tolere edebilen
propagül—ısınınca yine tüm normal özelliklerini sergiler.) Bu durumlarda yaşamı
muhafaza eden şey donma-erime işkencesinden geçen hücredir.
Tanıdığım ve “yaşamın kökeni” alanına katkı yapan tüm bilimciler kimyasal
aktivite üzerine eğilmişlerdir. Stanley Miller ve Harold Urey’nin harika öncülü­
ğünde (1953), basit gaz karışımlarından kompleks karbon-hidrojen (diğer adıyla
“organik”) bileşenler yaratmaya ve oluşturmaya çalıştılar. Suda veya (formik
asit, alkol, aseton, siyanid vb.) “organik çözücüler”de önemli genetik bileşenler
H AYAT KİTABI

(DNA veya RNA’nın nükleotit veya nükleosis bileşenlerini) yapmak için her yolu
denediler. Literatürde William Day ve benim “kek terkibi yaklaşımı” diye tabir
ettiğimiz anlayış yaygın. Uygun katkı maddelerini, uygun oran ve şartlarda bira-
raya getir, bunlara ultraviyole radyasyonu, kozmik ışınlar veya ısı gibi uygun bir
enerji akışı uygula ve yaşam pırtlayıversin. “Yaşamın-kökeni bilimcileri” hemen
hemen tümüyle kimyacılardan çıktı. Bili Day de tecrübeli bir kimyacı, ama “kek
terkibi yaklaşımını” terketti. Yaşamın en az 3,500 milyon yıl önceki başlangıcın­
dan beri ve bugün halen bir “bir gelişim işlemi” olduğunu ileri sürüyor ve bence
haklı.
Bili Day’in mesajı daha yaygın hale gelmeli diye düşünüyorum ve benim gö­
zümde bir kahraman olan uzman biyolog-kimyacı Profesör H. J. Morovvitz de
(George Mason Üniversitesi) aynı fikirde. Bu yüzden ortak-editörlük yetkimi kul­
lanıp Day söyleşisini kitaba dahil ettim. Eduardo da onayladı. Bu bölümdeki di­
ğer gerçek yaşam söyleşileriyse özgün Punset ürünleridir. Bunlardan biri, en ya­
kın meslektaşım Profesör Guerrero ile yapılan söyleşi, sıradan insana biyosferde­
ki canlı temel parçacıkların neler olduğunu başarılı bir şekilde gösteriyor. Yaşam
genel anlamda bakteri icadıdır ve en erken Arkeyan devirden bu yana Dünya’yı
yöneten onlardır. “Mikrobiyoloji” alanında çalışmayanlar bakterilerin akıl almaz
yeteneklerinden, daha doğrusu bilgeliklerinden bihaberdir. Akademik biyoloji
müfredatlarında mikrobiyolojiyi “işlemek” gibi bir gelenek yok. Guerrero’nun
konuşması bize engin bir dünyanın kapısını açıyor, bir kültür olarak ancak an-
traks basili ve gıda zehirlenmesine yolaçan salmenolla gibi pek az sayıdaki garibe­
yi hayal meyal bilmidiğimiz devasa çeşitlilikte bir dünya bu.
Guerrero bize prokaryotları gösterirken (bölüm 29), saygın ve bilge bir biyo­
log olan J. T. Bonner da (bölüm 30) benim favori ökaryot gruplarımdan birini
takdim ediyor: amip ve onun çok hücreli torunu olan, epey uzun bir zamandır in­
celediği balçık küfü. Fare karaciğeri-E. Coli eksenindeki zoologların sürüsüne be­
reket. Bitkilerle yatıp kalkan botanikçiler pek çok harika kitap yazdı. Bryce Ken-
drick (2003) gibi mantar bilimciler tüm bir mantar alemini gözler önüne seriyor.
Ve biz de okurlarımızın “gerçek yaşam”la buluşmasını prokaryotik bakteriler ve
ökaryotik amipleri takdim ederek tamamlıyoruz, Dünya üzerinde hiçbir hayvan
türemeden önce 3,000 milyon yıl yaşamış olan kendi mikropsu atalarımızı takdim
ederek.

234
-2 8 -

Gelişim Olarak Yaşam

Lynn Margulis’in
William D ay ile Söyleşisi
Bu alandaki ön kabullerimizi tümüyle terketmeliyiz.
William D ay

Bili Day, yaşamın Stanley Miller-Harodl C. Urey-Leslie Orgel tarzı bir “kek ter­
kibi” olmadığı yolundaki temel düşüncesini test etmek için, tek başına ve de Mis-
sissippi Universitesi’nden birkaç öğrenici ve meslektaşıyla birlikte, belli bazı gaz­
lar, mineral çözeltiler ve küçük organik bileşenler üzerine laboratuar deneyleri
yaptı. Yaşam uzun tarihi boyunca asla böyle “bir şey” olmamıştı. Yaşam ona gö­
re bir gelişim süreci. Yeryüzünde yaşamın kökeninde nasıl bir gelişim sistemi ol­
duğuna dair ve bunun bir benzerini başlatabilecek enerji akışı ve kimyasal etkile­
şimleri nasıl üreteceğine dair fikirleri var. Laboratuar deneylerinde belli bir başa­
rı sağlamıştı. Ama 2004’de çalışmasını anlatması için Ispanya’ya davet edildiğin­
de daveti geri çevirdi. Bilimsel bulgularını bilim dışındaki insanlara sunmak için

William Day yaşamın kökenleri ve yapısal organizasyonuyla ilgili bağımsız araştırmalar yürütü­
yor.

235
HAYAT KİTABI

henüz hazır değildi. Bulgularından henüz yeteri kadar emin değil. Bu yüzden Edu-
ardo Punset’le söyleşme fırsatını kaçırdı ve Madrid’de Conde Duque Media
Lab’daki “kültür olarak bilim” programımıza da katılamadı. Media Lab yöneti­
cisi Luis Rico benden (LM’den) Day’i, kendi Banquete (“Banket”) programı çer­
çevesindeki bilim-kültür faaliyetlerine katılıma davet etmemi istemişti. Rico’nun
programı 250 katlanır sandalyeyle oluşturulmuş dev bir kitap şeklindeki devasa
bir çadır içinde yapılıyordu. Daha başka ne vardı? Evet kitap da İspanyol dilinde
Shakespeare’e karşılık gelen edebi figürün, Miguel de Cervantes’in Don Quixo-
fe’sinin ikinci cildiydi, yani kitabın tam bir kopyası yapılmıştı. Don Q uixote ’nin
yayınlanışınm dört yüzüncü yıldönümü kutlamalarına bilimin, özellikle de “yaşa­
mın kökeni” biliminin dahil edilmesi gayet yerindeydi ki, yeri gelmişken belirte­
yim, hapishanede yazılmış bir kitaptır bu. Neyse, Bili Day Ispanya’ya gelip “süre-
giden” bilimsel çalışmasını tartışmak bakımından bu kadar ketum olmasaydı ve
Eduardo onunla söyleşi yapabilseydi, eminim benim buradaki söyleşim gibi olur­
du. Day’in görüşlerini -yani geleneksel “yaşam öncesi kim yacılarınca çoğu kez
henüz yayınlanmadan reddedilen “gelişim-kavramı”nı—tanıtma fırsatının mutlu­
luğu içinde ve yazılı ifadelerinden hareketle, telefon ve e-posta söyleşileri yaptım.
Buradaki söyleşiyi yazarken makalelerinden sadakatle yararlandım ve o da bölü­
mü kitaba dahil etmemi şükranla onayladı. Umarım gelecek yıl Eduardo ile sanal
değil, gerçek bir Redes söyleşisi yapmak, bu keyfi yaşamak için Barselona’ya veya
Madrid’e gider.

Lynn Margulis: Sanırım “yaşam öncesi kimya” bakış açısını benimseyen birçok
bilimciyle görüş ayrılığı içindesin, yani şu iddiada bulunanlarla: genleri (ya­
ni nükleik asitleri) üç veya dört milyar yıl önce yaygın olduğu düşünülen ko­
şullara yakın koşullar altında yapabilirsek, üreyen bir yaşam sistemi elde
ederiz ve “yaşamı laboratuarda” üretmenin yolunu açarız. Veya en azından
yaşamın bunca zaman önce nasıl ortaya çıktığına ilişkin daha iyi bir fikir sa­
hibi oluruz. Yaşamın kökeni meselesi bağlamında senin çalışmaların ne ifa­
de ediyor?
VVİllİam Day: Birçok “yaşamın-kökeni deneyi”, Arkeyan devir atmosferinin mu­
adili sayılan gaz karışımlarından oldukça kompleks organik bileşenler üret­
ti. Asıl enteresanı, laboratuarda tutuşturulan metan, amonyak ve su buharın­
dan amino asitler elde edildi. 1953’ün ünlü Miller-Urey deneyleri ve ardılları
formaldehit ve basit şeker, hidrojen siyanit ve polimerlerini üretti, hatta ade-
nosin trifosfatı (ATP) bile. Orotik asit ve diğer primidin öncülleriyle lipidle-
ri kolayca yaptılar. Ama elli yıl önceki bu başarılardan beri, doğrusu, bu tür
“yaşam öncesi kimyası” deneylerinde çok az ilerleme gördük. Bu “yaşamın-
kökenleri meselesi”nin çözümü başka herhangi bir temel bilimsel soruştur­

236
GELİŞİM OLARAK YAŞAM

madan daha zor olmamalı. Ama bence yaşamın ne olduğunu bilmiyoruz. Ne


olduğunu bilmediğimiz için de, kökenini doğru düzgün araştırıp açıklayamı-
yoruz! “Yaşamın-kökeni meselesi”ni laboratuarda veya sahada çözmenin ne
demek olduğuna dair net bir fikrimiz yok. Yaşamı tanımlamaya yönelik bu
bilimsel temel eksikliği literatürdeki birçok başarının ne anlama geldiğini
açıklamak bakımından bir engel oluşturdu. Anlamlı yeni deneyleri tetikleye-
medi.
Tüm canlılarla kimya arasında ne gibi farklar olduğu anlaşılmalı. Bilim­
sel araştırmacıların bugüne kadar egemen olan ön kabülüne göre, yaşamın
özellikleri, bileşenlerinin hassas bir kompozisyonu ve organizasyonundan
kaynaklanıyor. Onların çıkarsamasına göre, yaşam öncesi maddeler yeterli
karmaşıklık düzeyinde yapılar oluşturacak şekilde biraraya geliverdi ve son­
ra da işlemeye başladı, yaşam böyle meydana geldi.
Bu varsayıma tümüyle karşıyım. Buna eski “kek terkibi” yaklaşımı diyo­
rum. Yaşamın temel katkı maddelerini —amino asitleri, lipidleri, nükleotitle-
ri vs — biraraya getirip, uygun enerji kaynağıyla karıştırıverirsen, buradan
yaşam çıkacağını hiç sanmıyorum.
L.M. Bu neden işe yaramaz?
W.D. Hiçbir hücre, hiçbir canlı beden hiçbir zaman durağan değildir; canlı varlık­
lar yenilenerek dinamik biçimde kendilerini üretirler. Canlı sistemler, kendi
kendileri, çözücü enzimler sayesinde bileşenlerini ayırır ve parçalarını yeni­
den sentezler, aynen Schoenheimer ve çalışma arkadaşlarının daha 1930’lar-
da gösterdiği gibi.
L.M. Neyi gösterdiler?
W.D. E, evrensel bilançonun asla kimyasal dengeyi işaret etmediğini. Tersine, hay­
van bedeninin devamlı enerji harcayan bir metabolik reaksiyonlar süreklili­
ği olduğunu. Uygun enerji akışından yoksun kalan her hayvan, yani sürekli
metabolik parçalama ve parçalarının yeniden sentezlemesinden alıkoyulan
her hayvan ölür. Her yaşam formu böyle davranır aslında. Yapılanma ve
parçalanmayı destekleyen enerji ve madde akışı bir nedenle kesintiye uğra­
yınca, sentez süreçleri durur. Gelişim durur. Sistem iflas eder. Dengesiz çö­
zülme reaksiyonları, termodinamik anlamda istikrarsız yapılar oluşana ka­
dar sürer. Yaşamın sistemi çöker. Yaşam telafisi olmaksızın yitirilir. Geri dö­
nüş yoktur.
L.M. Peki, bu ne anlama geliyor? Yaşamın pek çok kimyasal süreci geri döndürü-
lebilir sanırım.
W.D. Evet döndürülebilirler, ama sadece tekil süreçler olarak. Sistem simetrik de­
ğil. Yaşamı daima zamanla ilerleyen bir sistem olarak anlamalıyız. Hiçbir
sistem, organizma geri dönmez. Harcanan enerjisi veya gıda bileşenleri tek­

237
H AYAT KİTABI

rar kullanılamaz. Yaşam bir aralıksız süreçler dizisidir; bunu bilmek kökeni­
ni deşifre etme yaklaşımlarına netlik sağlar. Yaşamın kimyasal süreçleri ken­
dine özgüdür, sistemi herşeyi içinde barındırır. Doğası gereği, her yaşam for­
munun içiçe kenetlenmiş dinamik bir kimyası vardır. Yapısal işleyişini belir­
leyen madde ve enerji akışında, kompozisyon ve dinamikler katiyen ayrı dü­
şünülemez! Yaşam, bileşenlerinden oluşturulup başlatılabilen veya “çalıştırı-
labilen” bir saat veya bir kek değil de, şelale gibi, yol aldıkça oluşan, sürekli
değişen, dinamik bir sistem gibidir. Sentez, otokataliz ve üreme aynı ve yega­
ne biyolojik sürecin unsurlarıdır sadece. Demem o ki, bugüne değin bu alan­
da oluşan kapsamlı literatürün yazarları yaşamın kökenini inceledikleri
inancındalar. Ama bu beyler, mesela Stanley Miller ve Gerald Joyce, Leslie
O gel ve David Deamer “özne”yi incelemiyor. Yaşamın kökeni incelemesin­
den ziyade, “gıdanın kökeni” incelemesinde iyi ilerleme kaydettiler.
Araştırmacılar canlıları özelliklerine ayrıştırmaktan yanalar: kuşatıcı bir
zar, sentetik genetik-protein bağlantılar, otokataliz ve metabolizma -sanki
bunlar hücrelerin kökeniyle alakalı basamaklarmış gibi. Mekanistik yakla­
şımları tamamen yanlış. Hücrenin (bizzat sistem tarafından sentezlenen) bi­
leşenleri dönüşüm geçirerek, çözülerek veya bir başka şekilde sürekli berta­
raf ediliyor olmalı. Yaşam minimal dinamik işleyişle başladı ve hücre evril­
dikçe hücrenin tüm özellikleri bir önceki özelliklere eklemlendi. Kimyasal
tepkenleri başından beri yaşamın kontrolündeydi. Otokatalitik döngüler,
zar, metabolik dizilimler ve genetik sistem ardışık ve hiyerarşik bir düzende
gelişti. Bu dizilimi, bu hiyerarşik düzeni anlamamız lazım, yoksa bir elli yıl
daha aynı yerde dönüp duracağız!
L.M. Yaşamın-kökeni meselesinde hiç ilerleme kaydetmediğimizi düşünüyorsun
galiba?
W.D. Doğru. Altmışların sonlan veya yetmişlerin başlarından beri gerçek bir iler­
leme yok.
L.M. Durum umutsuz mu?
W.D. Katiyen! Yaşamın bir işleyiş olarak başlangıçtan bugüne hiç kaybolmadığı­
nı anladığımız an, her yaşam formunda bulunan bu temel işleyişin fevkalade
önemli ve evrensel öğelerini de anlayacağız. Elimizde bazı ipuçları var: elek­
tronları taşıyan demir-sülfür kümeleri; yüksek enerjili fosfat dönüşümlerini,
organik maddeye karbon dioksit katılımıyla ilişkilendiren pirofosfat kinaz-
ları; ortamdaki amonyağın hücrelerde glütamik asite çevrilmesinden kay­
naklanan glütamat. Bunlar atadan kalma, sürekli enerji akışının temelleridir
ve yaşamın başlangıcından beri varlar.
L.M. Perspektifimizi değiştirmemiz lazım, öyle mi?
W.D. Evet, bu alandaki ön kabullerimizi tümüyle terketmeliyiz!

238
-2 9 -

Atalarımız, Bakteriler

Ricardo Guerrero ile Söyleşi


Biz insanlar Dünya gezegenindeki kalıcı, çetin, güçlü, tek bir devasa
yaşam formunun evriminde bir kıvılcımız sadece.
Ricardo Guerrero

Ricardo’yla Redes ’de (TV programım, “Ağlar”da) yıllarca beraber çalıştık. Tüm
bir mikrop dünyasına ilişkin herhangi bir konuda ne zaman otantik, güvenilir
bilgiye ihtiyaç duysam, onu ararım. Kendi bilmiyorsa, bilen birini bulur. Bu
“söyleşi”, çoğunu Barselona’da yaptığım bir düzine kadar söyleşiden derdest
edildi.

Eduardo Punset: Neden bakterilerin bu kadar önemli olduğunu düşünüyorsun?

Ricardo Guerrero, Barselona Üniversitesi’nde Mikrobiyoloji Profesörü ve profesyonel bilim dergi­


si Uluslararası Mikrobiyoloji’nin baş editörüdür.

2 39
HAYAT KİTABI

RİcardO Guerrero: Bütün mikroplar önemlidir, sırf benim için değil, hepimiz
için. Özellikle de bakteriler. Sana onların gizli güçlerinden söz etmek istiyo­
rum. Doğada kimyasal bir dönüşüm gerçekleştirerek ilk ekosistemleri oluş­
turanlar onlardır.
E.P. Dur bir dakika. “Bakteriler” ve “mikroplar” arasındaki fark ne? Mikroplar
bakteri değil mi?
R.Gu. Değil. Bakteriler mikrop. Bunlar küçük organizmalar, çekirdeksiz hücreler­
den oluşuyorlar -ço k hücreli olsalar bile. “Mikroplar” birer organizmadan,
yaşam formundan başka bir şey değil, mikroskopla rahatça görülebilirler.
Yani -bakterilerin hepsi mikrop olsa d a - başka tip mikroplar da var, mese­
la maya. Maya -tek hücreli mantarların hepsi- ökaryottur; hücreleri çekir­
deklidir. Eski mantar atalarından farklı biçimde evrilen birçok farklı tür var.
Mikropturlar, ama bakteri değiller. En ufak su yosunları da öyle (mesela di-
yatomlar ve Chlam ydom onas’lar). Amipler, terliksi hayvanlar ve çift kirpik­
li plankton mikropları da öyle. Ama maya, diyatomlar ve diğer mikroskopik
su yosunları, amipler, terliksi hayvan (adi gölet-suyu siliatları) ve sıtmaya yol
açan Plasmodium, hepsi mikroptur. Ama çekirdekli mikroptur: ökaryottur.
Yani iki büyük mikrop grubumuz var: çekirdeksiz bakteriler ve mikros­
kop altında gördüğümüz tüm diğerleri, çekirdekli veya “ökaryotik mikrop­
lar”.
Bakteriyel gruba “prokaryot” denir. Ve tüm çekirdekliler de “ökar-
yot”tur. Bunlar (su yosunları, siliatlar, tripanosomlar, barsak parazitleri,
amipler vs.) çekirdeklidir. Her hücrede en az bir çekirdek bulunur. Çekirdek­
liler ya mayadır (veya diğer ufak mantarlar) ya da protist; bakteri ya da ar-
keoz olanı yoktur. Bakteriler —prokaryotik mikroplar- 4.55 milyar yıllık
Dünya’nın ilk sakinleridir. Gezegenimizde yaşamın başlangıcı 3.85 milyar yıl
kadar önce veya hatta daha de erken bir dönemde gerçekleşmiş olabilir. Gü­
neş sistemindeki iki komşumuz Venüs ve M ars’ın başlangıçtaki özellikleri
yaşam için elverişli olmuş olabilir, ama büyük ihtimalle oralarda sürdürüle­
mezdi yaşam. Yaşam bakteriyel olarak başladı. Ama Dünya’da yaşamı kalı­
cı kılan bir şey oldu: prokaryotlar arasında ekosistemler oluşması. Prokar-
yotlar -bakteriler- ilktiler. Diğer tüm yaşam formları onlardan evrildi. He­
men tüm metabolik stratejiler bakteriyel evrimin ilk 2 milyar yılında oluştu.
Prokaryotlar arası simbiyotik beraberlikler, bugün Dünya üzerinde büyük
bir karmaşıklık ve çeşitlilik sergileyen tüm canlıların varoluş sebebidir.
Ökaryotik hücrenin kökeni olmak gibi bir işlevleri de var, ökaryotik hücreli
ilk organizmaları, protistleri meydana getirdiler. Gerçekten de tüm bu çekir­
dekli organizmalar —yani, protistler, mantarlar, bitkiler ve hayvanlar- pro­
karyotik bir dünyanın içinden çıktılar. Ökaryotların prokaryotlarla olan ya­

240
ATALARIMIZ, BAKTERİLER

kın bağları ve onlara bağımlılıkları bugüne dek süregelmiştir. Mesela mito-


kondriya —oksijen solumayı sağlayan kendi ökaryotik hücrelerimizin içinde­
ki örgencikler- bir proteo-bakteriden gelmedir. Aynı şekilde kloroplastlar,
bitkiler ve su yosunlarındaki fotosentezci bünyeler de, siyanobakteriler de­
nen, aerobik fotosentezci bir bakteriler grubundan geliyor, önceleri “mavi-
yeşil su yosunları” denen mavi-yeşil bakterilerden.
E.P. Senin inancına göre -en azından ben inandığını sanıyorum—ilk ekosistemler
de bakteriyeldi, değil mi?
R.Gu. Evet. Gelişim için (tabii bizlerin, “makroorganizmalar”ın bakış açısıyla)
“ideal” koşullar sunan yerlerden tut da, bizlere, hayvanlar ve bitkilere göre
çok sıcak, çok tuzlu, çok yüksek basınçlı, çok asitli vs. olan en çetin ortam­
lara kadar, yaşamın bulunduğu her yere yayılır bakteriler.
Yaşam için elementleri devindiren, karbonu, nitrojeni, sülfürü, hidrojeni,
fosfatı ve oksijeni devindiren şey mikroplar, özellikle de bakterilerdir. M ik­
roplar bu elementleri toprakta devindirmekle bitkilere besin sağlayıp toprak
verimliliğini düzenleyerek, insan ve diğer hayvan yaşamını idame ettiren et­
kin bitki gelişimini mümkün kılarlar. Bakteriler atmosfer gazlarını idame et­
tirmek bakımından da temel bir rol oynar. Ve ayrıca geri dönüşüm konusun­
da uzmandırlar: biyolojik atıkları çürütebilirler ve diğer organizmaların kul­
lanacağı bazı maddeleri açığa çıkarırlar. Daha yeni farkına vardık: biyosfer
işleyişinin temelinde mikroplar var. Yani ilginç bir zamanda yaşıyoruz; tek­
nolojik gelişme ve mevcut mikrop çeşitliliğine dair hızla artan bilgi arasında­
ki etkileşim sadece mikrobiyolojide değil, biyolojinin geri kalanıyla diğer bi­
limlerde de ciddi ilerlemelerin yolunu açıyor.
E.P. Yani senin iddiana göre —sanıyorum 3 milyar yılı aşkın bir süre önce Arke-
yan devirde oluşan—ilk ekosistemler bakteriyel ekosistemlerdi. Lütfen açık­
la —çoğumuz biyolog veya ekolojist değiliz—bir ekosistem tam olarak nedir?
Önce bir bakteriyel ekosistem örneği ver, sonra da bakteriyel olmayana ör­
nek göster.
R.Gu. Bir ekosistem, yeryüzünün herhangi bir bölgesindeki minimal bir yaşam
hacmidir, yaşam için gerekli tüm kimyasal elementlerin tamamen ve sürekli
geri dönüştürüldüğü bir hacim. Mesela mikrobiyal tabakalar genellikle foto­
sentezci siyanobakterilerin baskın olduğu bakteriyel ekosistemlerdir. Orman
veya bir mercan kayalığı ya da bir otlaksa bakteriyel olmayan ekosistem ör­
nekleridir. Bakteriler yine vardır, ama üretici olan ağaçlar, mercan hayvan­
larıyla simbiyotik su yosunları veya “makroorganizma” ekosistemlerindeki
otlak bitkileridir.
E.P. İlk mikrobiyal ekosistemler ne zaman ortaya çıktı?
R.Gu. Dünya üzerinde yaşamın sürmesini sağlayan şey bu mikrobiyal ekosistem-

24i
H AYAT KİTABI

lerin gelişimiydi. Gezegen yüzeyinde yaşam için gereken tüm elementlerin tü­
ketilmesini onlar, ilk ekosistemler engelledi. Aksi halde yaşamın başlangıcın­
dan en çok 200 veya 300 milyon yıl sonra elementler bitip tükenmiş olurdu.
İlk ekosistemler olmasa ilk yaşam yitip giderdi. Bazı mikrop metabolizmala­
rınca üretilen maddelerin başkalarını beslediği ekosistemler o zaman ortaya
çıktı ve bu da gıda maddelerinin geri dönüşümüne imkan sağladı. Bu ekosis-
temlerin faaliyetleri gezegenin ilerki evriminde belirleyici oldu. Aslında yak­
laşık 1.8 milyar yıl öncesine kadar tüm gezegen bakterilerle doluydu, sadece
prokaryotlar yaşıyordu. Bakteriler buranın tek sakinleriydi. Yaşam jeolojik
bir kuvvettir; gezegen üzerindeki davranışı kendisi için gerekli olan çevresel
koşulları sağlama yolundadır. Isıya, toprağın kimyasal bileşimine ve atmos­
ferdeki gazların dağılımına adaptasyon yaşamın devamı için gerekliydi ve de
gereklidir. Birleşik Devletler Georgia Üniversitesi’nin çevrebilimcisi Eugene
Odum (1913-2002) “biyosfer canlı varlıklardan oluşan homeostatik bir sis­
temdir” görüşünü desteklemişti. Yaşam gezegen evriminin kaçınılmaz bir so­
nucu olabilir, evrenin fiziksel ve kimyasal gelişiminin doğal bir devamı. Yer­
yüzünde yaşam olduğunu -hatta bazıları akıllı olduğunu da söylüyor— ve
Ay’da ise olmadığını biliyoruz. Yirmi birinci yüzyıl Mars veya Venüs’te eski­
den veya bugün yaşam olup olmadığını söyleyecek -y a da güneş sistemimi­
zin diğer bölgelerinde, mesela (Jüpiter’in ayı) Europa’da ya da (Satürn’ün
ayı) Titan’da.
E.P. Biliyorum, sen ve meslektaşların her yerde yaşam, mikroskopik yaşam oldu­
ğunu düşünüyorsunuz. İnsanlar mikroplardan korkuyor. Onlar için mikrop­
lar “sadece hastalık kaynağı”. “Görünmeyen”i sıradan insanlar için nasıl gö­
rünür kılabiliriz?
R.Gu. Her yerde mikrop var! Mikropların bu yaygınlıkları üç şeye dayanıyor: ko­
lay dağılıma uygun küçük boyutları, metabolik, yani kimyasal değişkenlikle­
ri, müthiş kapasiteleri ve genetik esneklikleri. Birbirlerine gen aktarıp, birbir­
lerinden gen alabiliyorlar. Böylece uygun olmayan veya değişen çevre koşul­
larını tolere edip, bu koşullara hızla uyum sağlayabiliyor bakteriler. Pek çok
bakteriyel ekosistemin işlevsel anlamda aktif birimi, tek bir bakteri türü ve­
ya topluluğu değil, yakın bir simbiyotik işbirliği içinde yaşayan iki veya da­
ha çok bakteriyel hücre tipinin ortaklığıdır; birlikte yaşarlar.
Her yerde mikrop olmasına rağmen, mikroplar insanlık tarihinde daha
yeni keşfedildiler. Hollanda’nın Delft şehrinde orta sınıftan bir manifaturacı
olan, hiçbir bilimsel eğitimi bulunmayan Antony van Leeuvvenhoek (1632-
1726) yaklaşık 1674’te suda ilk mikropları (protistleri) gözlemledi. Onlara es­
ki Felemenkçede beesjes (hayvancıklar) veya kleijne Schepsels (minik yara­
tıklar) dedi. Londra’daki Kraliyet Topluluğu’na yazdığı mektupların çeviri­

242
ATALARIMIZ, BAKTERİLER

lerinde de Ladnce animalculi dediği görülüyor. Daha sonra, 1683’teyse ken­


di dişlerinde protist “hayvancıkları”ndan daha küçük olan bakterileri göz­
lemledi.
E.P. Leeuwenhoek’dan sonra “görünmez” nasıl “görünür” oldu?
R.Gu. Bana göre mikropların keşfi en azından üç evrelik bir iş: mikroskopik evre,
patojenik evre ve ekolojik evre. Leeuvvenhoek’dan beri mikropların varlığı ve
zama ve mekanda belli bir forma sahip oldukları biliniyor. Mikroplar önce­
leri insan zihninde “merak uyandıran şeyler” olarak görüldü sadece. Kimse
bu ufacık yaratıkların bir işlevi olduğunu düşünmedi. Sonra “mikrobiyoloji­
nin babaları” Louis Pasteur (1822-95) ve Robert Koch (1843-1910) sayesinde,
mikropların bulaşıcı hastalıklara yolaçtığını ve yiyecek ve suyu kirlettiğini
kesin olarak anladı insanlar. Ve şimdi üçüncü evrede, HollandalI Martinus
Beijerinck (1851-1931) ve Rus Sergei Winogradsky’nin (1856-1952) öncü
araştırmaları sayesinde mikrobiyal ekoloji ortaya çıktı. Artık anladık ki, tüm
ekosistemlerde geri dönüşen maddelerin dönüşümünü tamamıyla mikropla­
rın faaliyetleri düzenliyor ve başından beri biyosferin evrimi de onların kon­
trolü altında.
E.P. Kafamı karıştırıyorsun. Önce mikropların çevresel koşulları belirlediğini söy­
ledin, şimdiyse hastalıklara neden olduklarını, yiyecek ve suyu kirlettiklerini
söylüyorsun. Aynı anda nasıl hem bu kadar iyi, bu kadar önemli, hem de bu
kadar kötü olabiliyorlar?
R.Gu. Matematikte birinci olan, daima annesine yardım eden ve ödevini zamanın­
da yapan harika bir öğrenci, nasıl Iraklı teyzelerin, annelerin ve bebeklerin
katili olabiliyor? Bir tüfek ve kaçamayacağı bir görev verilip orduyla birlikte
gönderilince “kötü olup” çıkmadı mı? İşte o zaman diğerleri gibi oldu, değil
mi? Koşulları değişti. Kendi hayatı söz konusuydu. Mikroplarda da aynı. Biz
insanların yaşamı, sayısız mikrobiyal yaşam formuyla dinamik bir birlikte
varoluş halidir. Bazıları mütekabiliyet esasınca genellikle yararlı ve sağlığı­
mızı koruyor, diğerleriyse farklı koşullarda zararlı olabiliyor. Biz insanlar
hâlâ hayatta oluşumuzu, bize saldıran mikropların bundan çıkar sağlaması­
na borçluyuz. Ölümlerimiz munzam zarar. Bizi yoketmek hiçbir mikrobun
çıkarına olmadığı için hayattayız. Aslında bizi öğüten mikropların amacı, ev­
rimlerini, doğal seçilimlerini sürdürecek olan şey, bizi yiyip bitirerek yoket­
mek değil, bizi evcilleştirmek. İnsanlarla bulaşıcı mikroplarımız arasında
-pek çok nesil boyunca ve her iki taraftan da pek çok topluluk içinde- süre­
gelen ve uzun zamana yayılmış bu alışveriş, hem insanın hem de mikrobun
sağkalımına imkan veren bir birlikte yaşama modeli yaratıyor. Kurbanı sü­
ratle öldüren bir hastalık bakterisi kendisi için bir kriz yaratır. Bir şekilde
kendi neslini sürdürmeye yetecek süratte yeni kurbanlar bulmak zorundadır.

243
H AYAT KİTABI

Bizi yiyecek bir mikrop adayına beslenme veya barınak imkanı hiç tanıma­
yacak ölçüde bakteriyel enfeksiyona tamamen direnen bir insan bedeniyse,
bakteri için bir başka yaşamsal kriz yaratır. En başarılı simbiyotik mikrop­
lar, sağlıklı veya nispeten sağlıklı kurbanları bırakmayıp, onların davranışı­
nı şu iki temel hedef doğrultusunda yönlendiren ve manipüle edenlerdir: hem
mikrop hem de kişi açısından, sağlıklı bir formun devamını temin etmek ve
bir insandan diğerine etkin yayılıma önayak olmak.
E.P. Yani mikroplar hem çok çeşitli, hem de aynı mikrop farklı koşullar altında
farklı davranıyor? Söylediğin bu mu?
R.Gu. Evet. Mikrop topluluğu değişiyor. Daima topluluklarla karşı karşıyayız, ge­
lişen topluluklarla, bireysel bakterilerle değil.
E.P. Mikroplar, bakteriler, nasıl bir farklılık gösteriyorlar? Özellikle de insanlar­
la etkileşim halinde olanlar?
R.Gu. Mikroplar arasındaki büyük çeşitlilik —yapı ve üreme biçimi bakımından,
biz ve diğer türlerle ekolojik ilişkileri bakımından çeşitlilik—ve evrimsel geç­
miş, insanla etkileşimleri sorusunu epey zorlaştırıyor. Çoğu bulaşıcı hastalık
farklı bakteri, mantar ve protist topluluklarından, gruplarından kaynakla­
nır. Bu mikroplar arasındaki inanılmaz çeşitlilik farklı biçimlerde karşımıza
çıkmalarına yol açıyor. Deri enfeksiyonlarında ve diğer enfeksiyonlarda gö­
rülen Stapbylococcus aureus, vereme yol açan M ycobacterium tuberculosis
ve H elicobacter pylori içimizde çok farklı ve aktif enfeksiyon stratejisi yürü­
ten hastalık bakterilerine üç örnektir.
E.P. Hangi hastalık mesela?
R.Gu. Süremiz ancak bir örneğe yeter, en son bulunanı ele alalım. 2005 Fizyoloji
veya Tıp Nobel Ödülü bakteriyoloji alanında H elicobacter pylori’nin, ülser­
lerdeki rolünün keşfine verildi. Aslında keşif 1982’de yapılmıştı; J . Robin
Warren ve Barry J. Marshall Avustralya’da H elicobacter pylori’nin insan
midesindeki varlığını ve yol açtığı gastrit ve peptik ülserlerle ilişkisini ilk kez
o zaman tespit etmişti. Marshall geçenlerde tam da burada, Barselona’da.
Nobel konuşmasını “H elicobacter : İyi, Kötü ve Çirkin” başlığıyla sundu, en
meşhur Sergio Leone filmlerinden birine direkt bir göndermeyle.
Warren ve Marshall midedeki H. Pylori’nin daima mide mukozasındaki
iltihaplanmayla ilişkili olduğunu gösterdiler. H. pylori’nin ülsere neden ol­
duğu yolundaki tespitleri, doktorları bir paradigma değişimine zorladı. Ar­
tık ülserler için “psikosomatik” denemezdi; bir “enfeksiyon hastalığı” haline
geldi ülserler. Hekimler daha 1906’da insan midesindeki bu spiral bakterile­
rin varlığına işaret etmişlerdi. Daha sonra da çok defa benzer gözlemler ra­
por edildi, ama dikkate alınmadılar, çünkü bakteriler mide dışında, labora­
tuarda geliştirilemiyordu. “Çok asidik” denerek normal insan midesinin ste-
H AYAT KİTABI

ülkelerdekiler bakteriyeldir. Bir de insanlığın bir başka belasını, bir prodsr


belasını ele alalım: sıtmayı. Bazı tarihçiler sıtmanın başlangıcının on bin yıl
kadar gerilere, hatta daha da öncesine gittiğini söylüyor. Tarım ve çiftçiliğin
yerleşmesi hastalığın yayılması için uygun koşullar yarattı. Göçebelikten sı­
ğırların bulunduğu tarıma dayalı yerleşik bir hayat tarzına geçiş sonrasında
insan nüfus yoğunluğundaki artış anofel sivri sineklerine üreme alanları sağ­
lamış olabilir. Doğu Akdeniz’deki arkeolojik kalıntılar sıtmanın en az altı
bin yıl önce orada olduğunu gösteriyor. Tedavisinde kullanılan eski ürünler
fevkalade etkiliydi. Bunlar hastalığın ne kadar eski olduğunu gösteriyor.
Çin’de en az iki bin yıldır qingha denen ve Artemis'ıa annua bitkisinden ya­
pılan bir içecek kullanılıyor. Aktif kimyasal bileşeni, artemisin, daha geçen­
lerde tespit edildi.
Eski Çin, Kaide ve Hint yazılarında sıtmaya atıf vardır. İ.Ö. dördüncü
yüzyıldan beri sıtma Akdeniz’de yöresel bir hastalıktır. Hem Yunanlılar hem
de Romalılar, insanların bataklıklara ve durgun suya yakınlığından kaynak­
lanan yüksek ateşlere işaret etmişlerdir, periyodik yüksek ateş vakalarım
kontrol altına almak için bataklıkları kurutmuşlardır. Eskiliğine ve ölüm
oranına rağmen, hastalığın modern zamanlardaki kadar ciddi olup olmadığı
belli değil. I. Dünya Savaşı sırasında Makedonya cephesindeki binlerce asker
sıtma ataklarının kurbanı oldular. Ama enteresandır, Actium savaşında, İ.Ö.
31 yılının Eylül’ünde (sonradan İmparator Augustus olan Octavian’ın önder­
liğindeki) Romalılar, Mark Anthony ve Kleopatra önderliğindeki İskenderi­
ye ordusuyla karşılaştığında aynı durum yaşanmadı. Savaşa dört yüz bin ka­
dar asker katılmıştı, ama görünüşe göre kayıpların hiçbiri sıtma yüzünden
değildi. Neden? Hastalık o zamanlar vardı. Sebep neydi? İ.S. beşinci yüzyıl­
da sıtma sivri sineğinin, ılımlı bir türden bir başka, çok daha saldırgan bir pa­
tojene dönüşen protist Plasmodium ’u taşıdığı anlaşılıyor. Şunu söyleyebilir
miyiz: sonraki, çok etkin sıtma protisti antik dönem Avrupa’sında yaşasay­
dı, dünya çapında modern uygarlığı etkileyen antik kültür hiç gelişemeyecek-
ti? Bilmiyoruz.
E.P. Tamam Ricardo, beni mikropların önemi konusunda ikna ettin. Son bir so­
ru daha: hepimizin bakterilerden evrildiğini söylüyorsun. Ama hangi anlam­
da atamız bu bakteriler? Atalarımız primat memeliler sanıyordum.
R.Gu. Haklısın Eduardo! Bakteriler en eski atalarımız, primat memelilerse, en ya­
kın atalarımız olmak bir yana, biziz! Bonobolar ve sıradan şempanzelerle
aramızdaki farklar teferruat. Ve pek çok atamız daha var: hücreleri DNA,
RNA, proteinler ve zarlarla çevrili küçük moleküllerden oluşan en eski bak­
teriler. Yüzen, mayalanan, gayet iyi örgütlenmiş bakteriyel birlikler oluştur­
dular ve çekirdekli hücre atalarımıza evrildiler. Bunlar da yumuşak vücutlu

246
ATALARIMIZ, BAKTERİLER

omurgasız hayvan atalarımız haline gelen çok hücreli birimleri oluşturdular;


kimileri balığa evrildi ve daha sonra bazı sürüngenlere ve onlar da memelile­
re evrildi ve onlar da sonunda primatları da içeren memeli atalarımızın do­
ğuşuna yol açtı. Pek çok parçaya ayrılan tek, devasa bir “yaşam-formu”nun
evrimine ilişkin ana hatlar gayet nettir. Biz insanlar, Dünya gezegeni üzerin­
deki kalıcı, çetin, güçlü, tek bir devasa yaşam formunun bir göz kırpışıyız,
onun gözündeki yeni bir parlamayız sadece. Ve benim mesajım şu: tüm ya­
şam nihayetinde bakteriyeldir, tümü bakterilerden evrilmiştir. Dahası, Dün­
ya üzerindeki diğer tüm ökaryotik canlı varlıklar bugün hâlâ prokaryotik,
bakteriyel yaşama bağımlıdırlar. Yaşamın varolabileceği her yerde prokar-
yotlar vardır. “İdeal” (tabii bizim “makroorganizma” bakış açımıza göre ide­
al) gelişim koşullarından, (hayvanlar, bitkiler ve diğer yakın zaman formları
için düşünülemeyecek) aşırı çevre koşullarına kadar, her tür çevrede barın­
maktadırlar. Mikroplara ilişkin bilgiler olmasa, biyoloji çok daha sınırlı
olurdu. Yaşamın aşırı ısı, tuz veya pH koşullarında serpildiğini bilemezdik.
Fotosentez sadece havayla yaşayan, oksijen kullanan bitkilerle su yosunları­
nın bir metabolizması olacaktı. Ama hayır, hava ve oksijen kullanmayan
bakteriler, prokaryotlar tarafından “icat” edildi!
E.P. Şimdi neden haklı olduğunu görüyorum: Dünya bakteriyel bir gezegen. Y a­
şam bakteriler biçiminde ortaya çıktı ve her yerde ve her türde bakteri toplu­
lukları olarak gelişti. Gözle görülemeyen mikrobiyal dünyaya ilişkin negatif
yaklaşımımı değiştirmem lazım. Dünya üzerindeki en yüksek yaşam gücü,
atalarım, teknolojik müttefiklerim olduklarına ve hatta muhtemelen torun­
larımın en kalabalık ve başarılı formu olacaklarına göre, mikrobiyal dünya­
nın çetin sakinlerine saygı duymayı, hatta onları sevmeyi öğrenmemin zama­
nıdır! Yaşam formlarını genişletme yolundaki yardımların için teşekkür ede­
rim Ricardo, daha önce hiç duymadığım kadar büyük bir empati duyuyorum
şimdi onlara karşı.

247
-3 0 -

Amiplerden Farklı

John Bonner ile Söyleşi


Önemli olan iletişim yetenediğir, iletişimin nasıl yapıldığı değil. Bu
tüm organizmalar için geçerlidir.
John Bonner

Hayatım boyunca önemli konularda ne kadar yanlış kararlar verdiğimi görünce


kendim de şaşırıyorum, hiç tereddütsüz. Ellilerde sistemin nasıl işlediğini keşfe­
dip Birleşik Devletler’den dönünce ve Ispanya’da onlarca yıldır yasak olan Ko­
münist Manifesto’yu ilk kez yine orada okuduktan sonra, Komünist Parti’ye ka­
tılmaya karar verdim. Sovyetler’inki gibi birey haklarının bastırılmasına dayalı,
bağnaz bir sistemin çökeceğini öngörmemek aptallıktı.
23 Şubat 1981 gecesi Yarbay Tejero ve birlikleri, Başkan Vekilleri Kongre-

John Bonner, Princeton Üniversitesi’nde George Moffett Onursal Biyoloji Profesörü’dür.

248
AMİPLERDEN FARKLI

si’nin bir oturumunda askerî darbeyle hükümeti devirmeye çalıştıkları zaman, Is­
panya’nın Avrupa Topluluklarıyla ilişkiler Bakam’ydım. Yirmi beş yıllık bir ara­
dan sonra yurt dışından henüz dönmüştüm. Sivil Muhafızlar’m birkaç saat süren
sessizlik dayatması sona erince bir meslektaşım, havaya ateş etmeye başlayıp
“Herkes yere yatsın!” diye bağırmaya başladıklarında aklımdan ne geçtiğini sor­
du. “Ne diye böyle bir zamanda geri döndüm ki?” diye cevapladım. Bu —en azın­
dan benim durumumda— beynin bilgiyi kullanmadaki yetersizliğinin sadece bir
örneği.
Eskiden, dünyanın ilk uydu fotoğrafları ülkeleri ayıran sınırların gerçek olma­
dığına herkesi ikna edecek sanırdım; bilimci John (Joan) Orö ile paylaştığım bir
inançtı bu. Ulusal sınırlara ilişkin hiçbir iz bulunmadığı ve Dünya’nın bir bütün
olduğu uzaydan açıkça görününce, artık keyfî yasal veya siyasi sınırların varlığını
sorgulamamak gülünç hale gelecekti. Gerçek ulusal sınırlar, aslında, namevcut.
Ama maalesef sınırların olmadığına ilişkin ezici delil ağırlığı insanları ikna etmi­
yor. Bugün —etnik, kültürel ve siyasi—milliyetçilik her zamankinden daha canlı.
Kendini aldatma kapasitemin, demin anlattıklarım kadar net olan, ama hay­
van kültürü üzerine burada Bonner’la yaptığım söyleşiyi daha fazla ilgilendiren
bir başka örneği de genom dizilimine ilişkin [bölüm 19)]. DNA’mızın, Rdosophi-
la melanogaster sineğinden şempanzeye kadar, diğer hayvanlarınkiyle aynı oldu­
ğunu anlayınca, onları aşağılayıcı davranışımız yüzünden toplumun nedamet ge­
tireceğini söylerdim hep. Kimse akşamları kedileri öldürmeyecek, köpeklere taş
atmayacak ya da keçileri kulelerden aşağı yuvarlamayacak, boğaları kanlar için­
de öldürmeyecek ya da şempanze beyinleri üzerinde invazif laboratuvar deneyleri
yapmayacaktı, kimse kendi yakın akrabalarına karşı böyle iğrenç suçlar işleye­
mezdi. İnsanlar dört ayaklılardandı, saçak yüzgeçli balık ve akciğerli balık atala­
rına akrabaydı, bunlar en yakın deniz akrabalarımızdı, ama yanılan yine bendim.
İdrak bilimcilerinin yeni bulgularına göre, öngörü yetersizliğim bana özgü, iç­
kin bir durum değil pek, geleceği öngörmek söz konusu olunca aslında hepimiz
sandığımızdan çok daha az bilgi sahibiyiz. Birçok araştırma geleceğimizi görme
yolundaki modern insanımsı çabamızın zavallığım ortaya koyuyor.
İnsan genomunun deşifrelenmesi evet bir şey, ama insanlarda içkin olan “vic­
dan” veya “yüksek akıl” davranışı da, anlaşılan, tamamen ayrı bir mesele. Bu ki­
tapta hayvan kültürünü inceleyen dört seçkin bilimci yer alıyor: Gombe’den Jane
Goodall [bölüm 3], Barselona Hayvanat Bahçesi’nden Jordi Sabater Pi [bölüm 4],
Cambridge Üniversitesi’nden Nicholas Mackintosh [bölüm 1] ve Princeton Üni-
versitesi’nden John Bonner [bölüm 30]. Hepsi de insanlarla diğer hayvanlar ara­
sında varolduğuna inanılan ve çoğunlukla zikredilmeyen devasa ayrılığa, devasa
ve apaçık farklılıklara ilişkin varsayımları reddediyor. Hepsinin gördüğü şey şu:
“yüksek aklın” karakteristikleri insanlarda da, diğer yaşam formlarında ve dola­

249
H AYAT KİTABI

yısıyla diğer hayvanlar da bulunuyor.


Fransız paleontolog Yves Coppens, Paris Bilimler Akademisi’nin güzel duvar­
ları arasında epeydir süren saçmalığın ardındaki sebepleri açıkladı. Paleontolog-
lar iki gruba ayrılıyor ve bunlar birbirlerinden gayet belirgin biçimde ayrılıyorlar.
İlkinde büyük akademisyenler var, temel olarak, fosillerden çok fikirler aracılı­
ğıyla halkın bilimi kavrayışı konusunda ustalaşmış kişiler. Fosil-bilir paleontolog-
larsa insanlığın jeolojik zamanı kavramasını sağladılar. On beşinci yüzyıl ressam­
ları nasıl perspektifin sırlarını keşfettilerse, onlar da modern çalışmalara yeni bir
boyut getirdiler. Engin zamanın jeolojik manzarası sayesinde, evrendeki yerimize
ilişkin anlayışımız dramatik biçimde değişti. Stephen Jay Gould gibi paleontolog-
lar ve onun Burgess Shale taşocağında bozulmadan kalmış orta-Paleozoik çağ
hayvan toplulukları üzerine çalışmaları, yaklaşık 500 milyon yıl önceki direkt
atalarımızca atılan ilk adımları yeniden canlandırdı [bölüm 25].
Yves Coppens ise ikinci gruptan, fosil kazıları yapanlardan. Coppens gibi ha­
yatlarının çoğu elleri toprakta geçen paleontologlar (Maurice Taieb ve Kuzey
Amerikalı meslektaşı Donald Johanson ile birlikte) Lucy adı verilen eksiksiz ilk
iskeletin keşfiyle anılıyorlar. Bu ilk insanımsı (Australopithecus afarensis) iki mil­
yon yıl öncesinden kalma. Kafatası torunlarının ancak üçte biri hacminde olan
kırılgan ve ufak Lucy tam anlamıyla bir bireydi.
“Şaşmaz biçimde”, diyor Coppens acelesiz üslubuyla, “aynı silsile tekrarlanı­
yor hep.” Kazılarda önce bilinmeyen mutasyonların yarattığı bir biyolojik deği­
şim buluyoruz ve kısa bir süre sonra da bu biyolojik değişime yol açan teknik de­
ğişimi: ilerleme denebilecek bir şeyi, mesela aletlerin şeklindeki bir değişimi. Ama
sonra, biyolojik değişimi getiren kültürel değişim gerçekten ortaya çıkana kadar
yüzler veya binlerce yıl geçiyor. İlk kültürel değişimler aşağı yukarı genetik deği­
şim kadar yavaş. Bu gecikmenin yarattığı hüsran insana şu soruyu sorduruyor:
Kültürel değişim yeni genetik çeşitlenmenin sonucu mu, yoksa teknik ilerleme ka­
çınılmaz mı? Aslında olan şu: jeolojik zaman perspektifi kültürel değişimde içkin.
Sosyal ve siyasi organizasyon kalıpları ya da yeni bir bilimsel bilgi paradigması­
nın yaratılışı, teknik veya kurumsal değişimden çok daha yavaş bir süreç izliyor.
DNA molekülü yapısının keşfi, şimdilik ne zaman ve nasıl olacağnı bilmesek de,
hayvanlar aleminin geri kalanıyla ilişkimizi değiştirecek sonunda.
Princeton Üniversitesi’nde evrim biyolojisi onursal profesörü olan John Bon-
ner, insanlarla diğer hayvanlar ve hatta diğer daha yabancı yaşam formları ara­
sındaki benzerlikler üzerine enğn bilgi sahibi. Çalışmaları (burada balçık küfü
protoktistleri olarak geçen) sosyal amipler üzerine yoğunlaşıyor. Bunlar ilk çok
hücreli çekirdekli organizma türlerinden biri ve kendilerinden öğreneceğimiz çok
şey var.

250
AMİPLERDEN FARKLI

Eduardo Funset: Son kırk yıldır bu odada dersler veriyorsun. Öğrencilerine hiç
insanla sosyal-amip zekası arasındaki farkları açıkladın mı -bizimle bütün
bu yıllar boyunca incelediğin minik, sosyal, küf benzeri yaratıklar arasında­
ki farkı?
John Bonner: Doğrusunu istersen, bu farkı sınıfta hiç açıklamadım. Ama şimdi
öğrencilerimin burada olup beni dinlemelerini isterdim, ki aynı soruyu ben
de kendi kendime hep sormuşumdur. Amiplerden insanlara kadar bütün
hayvanların [balçık küfleri hayvan değil] zekasıyla ilgiliyim ve biyolojiye
başladığımdan beri sosyal amiplerle çalışıyorum. İnsanlar sırf amip oldukla­
rı için onları aptal sanıyor. Aslında çok zeki olabiliyorlar. Birincisi, amipler
bağımsız olmaktan ziyade gruplar halinde yaşar. Ön ve arka uçları olan
amip torbaları oluştururlar. Bulundukları yerden birkaç santimetre öteye
göç edebilirler. Müthiş bir şey. İnanılmaz bir katilikle ışık kaynağına yöne­
lirler. Çok zayıf bir ışık kaynağına yönelebilirler. Minnacık bir ışık yoğunlu­
ğu onları çekmeye yeter. Yıllar önce, inanılmaz derecede küçük farklılıkları
olan ısı gradyanları boyunca hareket ettiklerini keşfettik. Isıya fazlasıyla du-
yarlılar. Dolayısıyla, bana göre, zekayla davranıyorlar, ama ancak bir grup
olarak. Tek amip olarak böyle hareket edemiyorlar, ama yüz bin veya bir
milyon amip biraraya gelip aşağı yukarı bir milimetrelik bir uzunluk oluştur­
duklarında, gerçekten de çok zekiler ve çevre uyarımlarına cevap veriyorlar.
E.P, Müthiş! Birlikte, bireyler halindekinden çok daha zekiler?
J.B. Evet, gerçekten öyle. Bunu yapma yöntemleri çok ilginç. Mesela ışık hadise­
sini düşünürsek: amipler saydamdır, dolayısıyla ışık aslında onlardan geçip
yayılıyor, ama silindir yapıları sayesinde ışığın arka uçta yoğunlaşıp gradyan
yarattığı bir lens oluşturuyorlar. Bu gradyanı gidermek için, ışığı alıp arkaya
doğru aktaran ön uç daha hızlı hareket ediyor. Bir başka deyişle, ışığa doğru
hareket ediyorlar, ama sırf bir torba oluşturduklarında ışık arkada yoğunlaş­
tığı için. Işığı arama davranışının ortaya çıkması bu sosyal kapasiteyi kullan­
malarından kaynaklanıyor. Tek başına hiçbir amip bunu yapamaz, ama bir
grup olarak yapabiliyorlar.
E.P. Sence aynı kural insanlar için de geçerli mi? Kolektif halde, bireyler halinde­
kinden daha zeki olduğumuzu düşünüyor musun?
J.B. Düşünüyorum, böyle basit iddialar öne sürmek çok bilimsel olmasa da. M e­
selenin özü şu ki, büyük beyinler küçüklerden daha iyi çalışıyor, yani bazı
bakımlardan benzerlik var. Pek çok kişi, istediğim gibi manipüle edebildiğim
için balçıkla çalıştığımı söylüyor ve bu onun hiç umurunda değil. Hatta bal­
çık küfleri neredeyse bundan hoşnut gibi.
E.P. Sahiden?
J.B. Bir amipler yumağının eğlenip eğlenmediğini gerçekten bilemeyiz, ama bana

251
H AYAT KİTABI

öyle geliyor.
E.P. Ölmüyorlar mı? Yani çoğalma kabiliyetleri olup olmadığım kastediyorum.
J.B. Hiç şüphe yok. Daha önce sözünü ettiğim bu silindir amiplerden birini ikiye
ayırırsak (yaklaşık bir milimetre uzunluktadırlar), her bir yarı kendini topla­
yacak, hareket edecek ve çabucak normal balçığı üretecektir.
E.P. Bu anlamda sosyal amipler bizden daha zeki. Denir ki, diğer hayvanlara kı­
yasla insanların en büyük avantajlarından biri, evrimin belli bir anında, di­
ğer kişinin ne düşündüğünü tahmin etme yeteneği geliştirmiş olmasıdır. Y a­
ni başka birinin ne düşündüğünü tahmin etmek, onun reaksiyonunu kısmen
öngörmek demektir ve böylece de kendini savunmaya hazırlanmak veya di­
ğerine yardım etmek veya bir şekilde durumu manipüle etmek gündeme ge­
lir. Bu doğru mu sence? Hayvanlarda da böyle mi?
J.B. Doğru bence ve diğer hayvanlarda da böyledir. Sanırım iki köpek -k i benim
de köpeklerim olmuştu—birbirlerinin davranışından, diğerinin ne düşündü­
ğünü gayet iyi anlıyor. Davranışı öngörebiliyorlar. Benim anlayışıma göre,
hem insan hem de hayvan zekası daima bir sosyal çerçevede ele alınmalı. İn­
san zekası yalıtılmış bir şey değildir. Daha ziyade insanlar arası iletişim ve di­
yalogun ürünüdür ve bu durumun diğer hayvanlar için de tamamen aynı ol­
duğuna inanıyorum.
E.P. Zeki davranışı nasıl tanımlıyorsun? Birini aldatabilmek veya onunla iletişim
kurabilmek mi? Bir davranışın bir zeka ürünü olup olmadığını nasıl belirle­
yebiliriz?
J.B. Buna cevap vermeden önce birkaç şey söylemek istiyorum. Birincisi, tanım­
lamalara çok inanan biri değilim, çünkü katı sınırlar dayatır tanımlamalar.
Herşeyi bir tanımın sınırları içine sıkıştıramazsın. Kanımca -k i bu ilk tespi­
timin bir devamı—tüm zeka bir devamlılık, bazı hayvanlar çok sınırlı bir ze­
ka sergiliyor ve tedricen beyinler gitgide daha karmaşık hale geliyor, sonun­
da bizimkiler gibi karmaşık işleri düşünüp yerine getirebilenler ortaya çıkı­
yor. Devamlılık fikrini tercih edip, zekayı tanımlamanın zorluğunu teslim
ediyorum.
E.P. Dolayısıyla, birçoklarının söylediği gibi bizim zeki olduğumuza, diğer hay­
vanlarınsa olmadığına değil, zekanın bir dereceler meselesi olduğuna inanı­
yorsun.
J.B. Aynen. Aynı savlamayı bilince de uyarlıyorum. Eski bir arkadaşım, biyolog
Donald Griffin, “Hayvanlar eylemlerinin bilincinde değil mi; bunu nereden
biliyoruz?” diye sorarak, bilincin sadece insanoğluna özgü olup olmadığı yo­
lundaki büyük soruya yeni bir boyut getirdi. Verdiği birkaç örnek insana şu
soruyu sorduruyordu: yoksa bizimkinden farklı da olsa, hayvanlarda sahi­
den bir çeşit kendini farketme melekesi var mı?

252
AMİPLERDEN FARKLI

E.P. Bizim kendimizi farketme melekemizden ve başkalarının nasıl davranacağını


düşünme yeteneğimizden farklıysa bile?
J.B. Diğer hayvanlar davranışlarına dair bir duyuma sahipler. Davranışları oldu­
ğunun farkındalar. Demin zeka konusunda yaptığın gibi şimdi de bilincin ne
olduğunu sorma bana, çünkü bunu tanımlamak daha da zor, ama ben hay­
vanlar arasında bir bilinç devamlılığı olduğuna kaniyim.
E.P. O zaman, diğer hayvanlarla insanlar arasında kültür bakımından -daha da
belirsiz bir kelime—ne fark olduğunu da soramayacağım demektir. Kültür de
mi bir devamlılık?
J.B. Evet, kültürü bir devamlılık olarak tanımlıyorum, ama birçok antropologun
yaptığı gibi, sırf insanları kapsayacak şekilde değil. Kültürü, davranış veya
diyalog yoluyla bilginin bir bireyden diğerine aktarımı şeklinde tanımlıyor­
sak, ele aldığımız bu tanım öylesine basittir ki, insanoğlunu kapsadığı kadar
daha aşağı hayvanları da mükemmelen kapsar. Ama bu tanım kültür antro­
pologlarım öfkelendiriyor, çünkü kültür teriminin kendilerine ait olduğuna
ve benim gibi biyologların bunu sorgulama hakkı olmadığına inanıyorlar.
Kültürü, uygarlık ve sırf insanlara atıfta bulunan diğer kavramlar bağlamın­
da tanımlıyorlar.
E.P. Doğadaki modellerden söz ediyorsun, belli bir öngörülebilirlikleri veya dü­
zenleri olan formlardan; ve kuvvetle ilgili pek çok hayranlık verici kitap ve
makale yazdın. Hayvan büyüklüğünün, kültürünün veya davranışının fizik­
sel kısıtlamalarca belirlediğini ileri sürüyor gibisin.
J.B. Tam doğru kelimeyi kullandın, kısıtlama. Büyüklük mesela çok önemli, çün­
kü yaşamda vücut yoğunluğu kabaca sudan oluşur —milimetre başına 1
gramdan birazcık fazladır. Dolayısıyla hayvanın ağırlığı kübüyle artar. Bü­
yüklük ağırlıkla alakalıdır. Ama kuvvet ve yüzey (mesela deri) alan fonksi­
yonlarıdır, dolayısıyla karesiyle artar, kübüyle değil. Fil bacağını ceylan ve­
ya geyiğinkiyle kıyasla, çok daha kalındır, Galileo da böyle düşünmüştü. Fil
gibi büyük bir hayvanın böyle kalın bacaklara ihtiyacı vardır, aksi halde vü­
cudunu ayakta tutamazdı. Bunlar sınırlamalar dayatan kuvvetler değil. Em­
briyoloji ve gelişimi düşün: fil embriyosu yetişkinin ne büyüklükte olacağını
öngörür ve kalın bacaklar geliştirmeye başlar. Model tarafından belirlenmi­
yor bu, tam tersi. Hayvan büyük olacak ve orantılı bir yapıyı garantileyen bir
gelişim planına ihtiyaç duyuyor. Yine de başlangıçta söylediğin doğru; fil bü­
yük boyutunun kısıtlamalarını reddemez, ama kısıtlamalar temel belirleyici
faktörler değil.
E.P. Kafamı kurcalayan bir başka soruyu sormak istiyorum sana. Tüm hayvanla­
rın az çok aynı beyin potansiyeline sahip olduğunu ve tek farkın bu potansi­
yeli değişik şekillerde kullanmaları olduğunu söylemek doğru mu? Mesela

253
H AYAT KİTABI

sudaki yunus diğer yunuslarla iletişim kurmak için ses dalgalarını kullanıyor,
çünkü ses dalgaları suda kolayca seyahat edebiliyor. Bir kanguru, bir arslan
veya bir insan ışık dalgalarındaki aynı potansiyeli kullanıyor, çünkü karada
bunlar daha iyi işliyor. Uçan bir yarasa yankıyla belirleme yöntemini, sona­
rı kullanıyor. Biyologlar, mesela Jordi Sabater Pi, diğer hayvanların aslında
insanlardan daha az zeki olmadıklarına, zekalarını bizim anlam veremediği­
miz alanlara odaklarına inanıyor [bölüm 4].
J.B. Kesinlikle. Örneklerin iletişim araçlarıyla ilgili. Yunus bizim yaptığımız gibi
sesler yayıyor, ama yunusun sesi özellikle suda yolalmak bakımından etkili­
dir. Fillerin insanlarca algılanamayacak kadar düşük frekanslı sesler yaydığı­
nı gösteren keşif beni hep büyülemiştir. Bunlar iletişim hadiseleri, aslında ze­
kayı yansıtmıyorlar. İletişim ve ifade gücü olmadan, hiçbir hayvanın zeki
olamayacağı doğru. Zeka iletişim yeteneğinde yatıyor, iletişimin nasıl ger­
çekleştirildiğinde pek değil.
E.P. Amiplerin sosyalleşme yeteneğine işaret ediyorsun, değil mi?
J.B. Aynen. Yunusların çok karmaşık bir sosyal yapısı var-
E.P. Ve zengin bir aile hayatı-
J.B. Evet. Erkek yunuslar, takım çalışmasıyla bir dişiyi daha iyi dize getirmek için,
üçlü gruplar halinde yüzer. Sosyal hayatları hat safhada karmaşıktır.
E.P. Seçkin bir biyolog olarak kariyerin boyunca desteklediğin bir fikre biraz da­
ha derinlemesine dalabilir miyim? Bir organizma ne yetişkindir, ne de çocuk,
daha çok tüm bir yaşam döngüsüdür ve dolayısıyla sabit bir fotoğraftan doğ­
ru olarak yansımaz. Kastettiğin şey tam olarak ne?
J.B. Bu fikre nasıl ulaştığımı açıklayayım. Üniversitede, sevmediğim halde, man­
tık dersi aldım. İlk derslerden birinde profesör, bir insanın ismini veya bir sö­
zünü söylerken o insanı hayatındaki belli bir noktada hatırladığımızı, ama
bunun tamamen kurmaca sayılacağını, çünkü embriyonun halihazırda o ki­
şi olduğunu işaret etti. Dolayısıyla tek bir zaman dilimini tecrit etmek doğru
değil, böyle yapmak pratik olsa da. Her hayvan bir yaşam tarihidir, filmler­
de veya avcı siperlerinden ve gözlem kulelerinden izlediğimiz anlık “fotoğraf­
lar” değil.
E.P. Ya da hayal gücünün bir fantazisi değil.
J.B. Bir köpeğin hayatı veya herhang bir başka tekil hayvanınki, yumurtada bu­
lunduğu andan ölüm anma kadar uzanır.
E.P. Pratik açıdan, hayatı zamanın belli bir anında anlık bir fotoğraf gibi görmek­
le, eksiksiz bir yaşam döngüsü olarak hayal etmek arasında ne fark var?
J.B. Sanırım büyük fark şu ki, bir insanı bir yaşam döngüsü olarak düşündüğü­
müzde gelişimi göz önüne alıyoruz demektir -hücrelerin bölünüp omurgay­
la omuriliği oluşturduğu ilk hücresel evresinden, bebekliğe, yeniyetmeliğe ve

254
AMİPLERDEN FARKLI

yetişkin bir şahıs olarak doruğa ulaşmasına kadarki tüm gelişimi. İnsanları
bütünler olarak görmemiz gerektiğine inanıyorum.
E.P. İnsanların fiziksel gelişimi yaşam döngülerinin belli bir anında duruyor, bu
şaşırtıcı. Çünkü balıklar, tırtıllar ve pek çok başka hayvan türü ölene kadar
büyümeye devam ediyor. Bu bir lanet mi, yoksa avantaj mı? Bu fark niye?
J.B. İyi mi, kötü mü olduğunu söyleyemem, ama kesinlikle memeliler büyük fark­
lılıklar gösteriyor. Filler bile büyümeye devam ediyor. Memeliler demek yet­
mez; fark insanları da içeriyor. İşaret ettiğin fark gelişimin gerçekleşme şek­
liyle ilgili. Yirmilerimizde uzun kemiklerimiz mühürlenir; uzamamız durur,
eğer hipofiz anormalliklerimiz yoksa. Bu Darvvin’in doğal seçilimiyle ilgili.
İnsanlar ve ataları, birçok memeli gibi anladılar ki, büyümenin durması çı-
karlarınaydı. Avcı hayvanlardan kaçmak veya avlanmak için hareket kabili­
yetini geliştirmek üzere, ideal uzunluğu koruma yolunda bir deneme gerçek­
leşti bence. Bu büyüklüğün kısıtlamalarıyla ilgili. Ama neden filler büyüme­
ye devam ediyor? Belki o kadar büyük ve ağırken, biraz daha büyük ya da
küçük olmaları pek fark etmediği için.
E.P. Zeka ve diğer hayvanlarla insanlar arasındaki farklar konusuna dönelim,
eğer böyle farklar varsa tabii. Hayvanlar sanat veya estetik düşünce üretmi­
yor, doğru mu? Sanatsal düşünce nereden geldi?
J.B. Bu beni hep büyülemiştir. Yirminci yüzyılda hayvan yaşamındaki güzellik
duyusunu keşfettik, önceden sırf insana özgü gibiydi. Aslında on dokuzuncu
yüzyılda, Victoria dönemi insanları bir hayvanın tüylerindeki, renklerindeki
güzelliği övüyordu, hayvanın sanatsal duyusuna hayrandılar. Ama zamanla
bu fikirler alay konusu oldu ve itibarını kaybetti. Yirminci yüzyılda, erkek
cennet kuşlarının dişilere kur yapmaya yarayan son derece güzel ve incelikli
tüyleri olduğu söylendi. Dikkat çeken ama çok da çekici olmayan bir başka
kuş, çardak kuşu, çok incelikli bir yapı inşa ediyor, içinde çiftleşeceği bu ya­
pıyı orman meyveleri ve renkli kabuklarla süslüyordu.
E.P. Zifaf odası gibi—
J.B. Aynen. “Çardak” [“Boıver”], aslında Victoria döneminde zifaf odası anlamı­
na kullanılan bir terimdir. Evrim sırasında iki tür ayrışınca bir grup kuşun
parlak renklerini koruduğuna inanıyorlar ve bunun, çardak kuşu için değil­
se de, bazı dezavantajları var; parlak renkli erkek kuşlar daha kolay avdırlar,
çardak kuşu içinse böyle bir risk yok. Renkli, şatafatlı bir şekilde süslü olan
sadece zifaf odalarıdır, kuşun kendisi değil. Tartışmamıza dönersek, devam­
lılığa kuvvetle inanıyorum ve de kuşların sanatsal bir duyumu olduğuna. Bel­
ki bizim duyumumuzdan farklı, ama belki de insanlar kuş beyninin sanata
duyarlı olan o bölümünü muhafaza etmişlerdir. Bir kağıt parçası ve kalem
veya fırça verdiğinde gorillerle şempanzelerin çizim yapması beni büyülüyor.

255
HAYAT KİTABI

Neyse, hayvanların sanatsal bir duyumu olup olmadığı sorusunu cevaplama­


dık. Yine de kuşlarla memelilerin, kendi tarzlarında, bizim sanat kavramımı­
za bir şekilde benzeyen şeyler yaptığını düşünüyorum ben.
E.P. Sanat insanlar için de böyle mi başladı? Kuşlarda seksüel seçilim sanatsal ye­
teneklerini kanalize etti....
J.B. Bu çok önemli bir soru. Birçok kabilede, bedenin süslenmesi, yani dövmeler,
yaralar, ayak sıkma, seksüel seçilime bağlandı. Bu pratiklerin genetik olma­
dığı açıksa da, anlamlı bir amaçları var. Tam da Cro-Magnon döneminde,
göründüğü kadarıyla seksüel seçilimle hiç ilgisi olmayan harika kaya ve ma­
ğara resimleri yapmaları çok şaşırtıcı. Kozmik dindarlığı ifade etmiş olmala­
rı daha muhtemel. Dürüst olmak gerekirse, ilkel insanın büyük bir sanatsal
kapasitesi vardı.

256
'■ s _ Ü M 4

GÖRÜNMEYENE DOĞRU
GİRİŞ

Enginden Minnacığa
Bilim görünen evreni, tümünü inceler ve çok defa görünmeyen, kara-madde evre­
ninin muazzamlığınıysa çıkarsamak zorunda kalır. Bilimsel inceleme konulan bir
kadının sınırlı derisi veya bir futbol güruhunun deliliğinden çok ötelere uzanır.
Bilimciler maddenin en küçük parçacıklarını ve yaşamın kökenini ve de gelecekte
nasıl bir hal alabileceğini anlamaya çalışır. Kayınbiraderim Sheldon Lee Glas-
how'un (bölüm 33) keşfettiği gibi, biz, tüm insanlar orta-boyuz. Atomları onların
düzeylerine inip kavrayabilmek için fazla büyüğüz ve görünen veya görünmeyen
engin evrene dair bir perspektif sahibi olmak için de fazla küçük. Buradaki ko­
nuşmacılar bize uzayın çoğunlukla boş olduğunu söylüyorlar, yani direkt bir tec­
rübe veya duyum olmaksızın bir elektron bulutu üzerinde yürüyoruz biz. Eğer
“bilinç” bir sözlük tanımındaki gibi “insanın etrafındaki çevreyi farkedişi” anla­
mına geliyorsa, o zaman atomlar da bilinçli olmalı.
Gitgide küçülen ve bizim yerimize işlerimizi yapacak olan makinelerin icadı
bugün en fazla konuşulan şey. “Nanoteknoloji” ne anlama geliyor? Latincede
nano (İtalyancada ennao) “minik” veya “çok küçük” demek. Biz bir merdiven
üzerindeyiz. Kendimizi tek bir yere konuşlandırmaya alışkınız -ü ç boyutlu bir
kürenin (ekvatora göre) kuzeyinde, (Greenwich Birleşik Krallık meridyenine gö­
re) batısında ve yerden bir metre yukarısındaki bir noktaya. Ama Einstein bize,
merdivendeki bu keyifli yerin, sadece statik Dünya yüzeyindeki sabit noktaları
baz aldığını söyledi. Tam bir konuşlanma için bir başka boyuta ihtiyacımız oldu­
ğunu gösterdi. Dördüncü boyutu eklememiz lazımdı: zamanı. Yani burada 400
kuzey, 650 batı, yerden bir metre yukarıdaki basamağımdayım ve tarih 1 Ocak
2007.
Dört boyutla -ailemiz x, y, z ve zamanla- tamamen mesuttum. Gerçekten de
ayaklarım yere basmış ve yerim yönüm belirlenmişti, ta ki, Lisa Randall, tutkulu
bir şekilde, Eduardo'ya sırf bildik dört boyuttan söz edip dikkatimizi onlara yö­
nelttiğimizi, oysa son derece yüksek bir ihtimalle çok daha fazlasının varolabile­
ceğim söyleyene kadar. Anlatımıza bu noktada katılan son konuşmacı Paul Da-

259
H AYAT KİTABI

vies de sözünü sakınmaksızm hayal gücümüzün güdük olduğunu ileri sürüyor.


Hem biz bilimciler, hem de siz okurlar ufkumuzu daraltıyoruz. Ama Davies bizi
yeni zaman ve mekan koordinatlarına nasıl adapte edeceğini biliyor. Bilim dün­
yasına dair 1900'de bilip anladığımızı sandığımız şey, yani girift kıyılar ve yıldızlı
göklere ilişkin tartışmalardan çıkan, ölçüye gelir “olgular” dünyası tümüyle yan­
lış. Bilim dünyası bugün 2007'de, hatta 1999'dan beri, yeni bir Hubble Uzay T e­
leskopu ve Mars Gezgini görüntüleriyle güncellenmeyi bekliyor. Norveç'ten baş­
layarak kırkı aşkın ülkenin açıklarında, derin deniz bacalarının organları bulun­
mayan ama küme küme bakteri topluluklarıyla kaplı olan kurtçukları ve pogono-
foranları ve fotosentezden tümüyle yoksun şaşırtıcı sualtı mercan kayalıkları gö­
rüldü. Sadece bilimde kayda değer haber var, ama onun haberleri bile sürekli de­
ğişiyor. Okumaya devam edin. Öğrenmeye devam edin. Ezberci aklı sorgulamaya
devam edin. Her araştırmacıdan, siyasi liderden ve T V kişiliğinden görüşünü de­
lillerle kanıtlamasını isteyin. Canalıcı gözlemlerin peşine düşün. Dürüst soruştur­
manın değişmez bazı özellikleri vardır. Otoriteden şüphelenme, içeriden eleştiri­
nin vazgeçilmezliği, ayrıntılı gözlem ihtiyacı ve bilinebilir olana vurgu yapma -b i­
limin bu unsurları değişmez. Sosyal, yardımlaşmacı ve çok uluslu bir etkinlik
olan bilimin bu öğrenme tarzı hiç değişmez. Ama zihin, yaşam ve evren, yani bi­
limsel soruşturmayla gizemi çözülen anlatı şaşırtmaya devam edecektir. Bu bildi­
rimler, sürekli sağlama gerektiren bu “olgular” ancak meşakketle elde edilebili­
yor. Gerçekten de sadece bilimde kayda değer haber var.

260
- 3 1 -

Elektron Bulutu Üzerinde Yürüyüş

Eugene Chudnovsky ile Söyleşi


Yerdeki elektronlar ayakkabılarımızdaki elektronları itiyor ve böylece
biz bir elektronlar bulutu üzerinde yürüyoruz.
Eugene Chudnovsky

Lamarckizm Stalinist rejime eldiven gibi uyar. Fransız biyolog Jean Baptiste de
Lamarck’a göre, ömür boyunca edinilen bilgi ve karakter özellikleri veya yaşa­
nan karakter dönüşümleri sonraki kuşaklara aktarılıyordu. Dolayısıyla dünyanın
dönüşümü ve yeni Komünist insanın yaratılmasına karşı konulamazdı. Hasis ve
gelişigüzel genetik mutasyonların boyunduruğundan kurtulmak mümkündü. Ya
da şöyle diyebiliriz: genetik talimatlar Komünist rejimin tüm bir nesil için dayat­
tığı kodlara duyarlıydı. Ki bu batı dünyasındaki ortak bilimsel görüşün tam ter-

Eugene M. Chudnovsky, New York, Bronx'ta Herbert H. Lehman Koleji’nde Fizik ve Astronomi
Bölümü Seçkin Profesörü’dür.

261
H AYAT KİTABI

siydi ve hâlâ da öyle.36


Sovyeder Bidiği’nde resmî öğretinin bayraktarlığım yıllarca Trofim Deniso-
vich Lysenko yapmıştı, yani Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kudretli
Bilimler Akademisi başkanı. Lysenko’nun nüfuzu, Eugene Chudnovsky’nin de
katıldığı ünlü bir Akademi Kongresi’nde zayıdamaya başladı. Lysenko resmî tez­
leri savunmak adına dedi ki, “Doğduklarında buzağıların kulaklarını kesersek,
nesiller sonra inekler kulaksız doğar.” Yüzü oda gerisinde bir yerlerde kaybolmuş
genç bir bilimci “Profesör Lysenko,” diye sordu çekingenlikle, “Sistematik olarak
kulaklarını kesmekle, ineklerin nesiller sonra, nihayet kulaksız doğacakları doğ­
ruysa, Sovyet Birliği’ndeki tüm genç kadınların sürekli bakire doğmalarını nasıl
açıklıyorsunuz?” Odada hemen kopan kahkaha tufanını ve hem Lysenko’nun,
hem de resmî dogmanın itibarındaki sonun başlangıcını hatırlamak Eugene
Chudnovsky için bir neşe kaynağı. Eugene iyi bir bilimci olarak yerleşik düşünce­
yi sorguluyor ve ardından spekülasyon yapıyor; soruşturmadan hoşlanıyor. Bu
yüzden ona şunu sordum: “Dünyaya ilişkin algımız doğru mu? Demek istediğim,
dünyanın gerçekte nasıl bir şey olduğunu yansıtıyor mu?”

Eugene Chudnovsky: Sanırım, dünyayı olduğu gibi yansıtıyor ve üstelik de bü­


yük bir hassasiyetle. Beynimiz, yani dünyayı tahlil eden şey, daha iyi uyum
sağlayabilelim diye dünyayı yansıtmak ve bu dünyanın işleyişlerini modelle-
mek için milyonlarca yıl süren biyolojik bir evrimle geliştirildi. Dış dünyayı
doğru biçimde yansıtmasaydı, ne onu modelleyebilir, ne de doğru düzgün iş
görebilirdik.
Eduardo Punset: Hatalar olurdu. Zihinsel dengesizlik yaşayan insanların başı­
na da böyle bir şey gelmiş olmalı.
E.C. Doğru. Mesela hap bağımlıları; sonunda dünyayı farklı algılamaya başlar ve
iş göremez hale gelirler.
E.P. Evreni aynen benim gördüğüm gibi mi görüyorsun? Ofisinin penceresindeki
dik, yapraksız ağaç-
E.C. Öyle sanıyorum, yakın zeka düzeyinde insanlarsak. Aslında gördüğümüz şey,
özünde, beynimizin belli bir miktar bilgiyi işleme yeteneğinden kaynaklanan
bir imaj. Mesela benim kafamın içindeki işlemciyle bir şahininkini, gökte
uçan bir kuşunkini kıyaslarsak, şahinin görme sistemi benimkinden çok da­
ha mükemmel olabilir, ama beyninde imajı benim kadar ayrıntılı bir şekilde
tutamaz.

36 Lysenko'nun Lamarckizm anlayışı çürükse de, tüm genetik yeniliğin gelişigüzel mutasyonlarla oluşturulduğu
yolundaki fikir de çiirük, yanlış yorumlanmış, aşırı bir genellemedir; yüz yılı aşkın bir süre önce Rusların orta­
ya attığı “sym bio-genesis” [ortak varoluş] kavramı kesinlikle evrimsel değişimin temel bir kaynağıdır. (Bölüm
21 ve Margulis & Sağan, 2002.)-LM

262
ELEKTRON BULUTU ÜZERİNDE YÜRÜYÜŞ

E.P. O kadar uzun süre de tutamaz.


E.C. Aynen, o kadar uzun süre de tutamaz. Dolayısıyla şahinin imajı muhtemelen
-gerçi henüz bunu nasıl göstereceğimi bilmiyorum am a- büyük gri bir ekran
ortasında hareket eden bir fare şeklindedir.

E.p.'in yorumu: Eugene’in çizdiği imge hiç aklımdan çıkmadı, gri bir evren ve
onu boydan boya geçen tek bir fare ve bunları gören şahin: Barselona’daki Plaza
de Catalunya gibi bir tür büyük, solgun battaniyeyle onu boydan boya geçen bü­
yük bir sıçan ve o da gri. Çok defa, bilimin bizi tüm diğer hayvanlardan ayırdığı
düşünülen duvarı yıkmasıyla, dünyaya ilişkin algımızın farklılaşabileceğini düşün­
müşümdür, ama bu da yine ben merkezci bir yaklaşım. Beynimizin sağkalıma yö­
nelik ihtiyaçlarımız konusundaki belirlemeleri uyarınca, kendimiz için anlamlı
olan bir evreni görüyoruz biz. Kitabın 15. bölümünde Richard Gregory’nin işaret
ettiği sağduyu stratejisidir bu.
Herşeyi zihin yoluyla bildiğimizi varsaymak mantıklı görünüyor: ya gözlemle­
nen şeyler zihne giriyor, ya da zihin dünyaya ilişkin algımızı etkiliyor. İndirgeme­
cilerle karşı-indirgemeciler arasındaki tartışmalara ilişkin -biyolog Harold J. Mo-
rowitz’den duyduğum- en güzel çözümlerden biri, sağkalım için ne görmemiz ge­
rekiyorsa onu gördüğümüz yolundaki fikirdir.
Döşeme, sandalyeler ve masaya ilişkin varsayımlarımızın çıkış noktası zihin; fi­
kirlerden başlayarak kuruyoruz nesneleri. Ve bir sandalyenin gerçekte ne olduğu­
nu açıklamak için atom ve molekül teorisini geliştirebiliriz; moleküllerin gerçekte
ne olduğunu açıklamak için elektron ve proton teorisini geliştirebiliriz. Nihayet ta
kuarklar ve sicim teorisine kadar gidebiliriz. Bu indirgemecilerin yolu. Ama tersi­
ni de yapabiliriz -yani parçacıklardan başlar ve kendi kendimize sorarız: atomlar
canlı şeyleri nasıl yaratabiliyor? Ve canlı şeyler de daha karmaşık canlı organizma­
ları? Bu şekilde hayvanlara geldiğimizde, onların bir başka özellik geliştirdiklerini
görürüz, biliş. Onunla, tamamen atomların rastgele eşleşmesi sonucu olmaktansa,
bir amacı olan eylemler yerine getirebiliyorlar. Ve tüm bunlar bizi zihne geri geti­
rir. Bir daire gibi. İndirgemeyle temel parçacıklara geliyoruz, asla gerçek temele in­
mesek de; ve diğer taraftan da evrimi ve yaşamın kökenini oluşturan şeylere dair
kavrayışımızla zihne kadar gelip onu yeniden yaratıyoruz.
Morotvitz’in indirgemecilerle karşı-indirgemeciler arasındaki tartışmayı geçici
olarak sonlandıracak, uzlaştırıcı, zarif bir yöntemi var. Aslında sırların sırrı, sade­
ce genişleyen evrenin ne zaman başladığını bilmekle değil (ki biliyoruz), nasıl ve
neden başladığını da kesin olarak bilmekle kati biçimde çözülebilir ancak.

E.P. Evrimsel genişlemede bizden sonra gelecek olanı biliyor veya dönüştürüyor
gibi yapmayı sürdürebilir miyiz sence? Demek istediğim: bizden sonra ola­

263
H AYAT KİTABI

caklar üzerinde bir etkimiz var mı sence?


E.C. Sanırım çok sınırlı bir etkimiz var. Biz insan olarak sadece teknolojik evrimin
geleceğine karar veririz; evrimin zararlı bir yöne gitmesini bile engelleyebili­
riz, ama çabalasak da herşeyden —mesela terörist saldırılardan—kaçınanla­
yız. Bu arada, teknolojik evrim neticesinde yeni türlerin ortaya çıkmasını en­
gelleyebileceğimizi sanmıyorum; bu türler evrimleşmiş biyolojik türler gibi­
dir. Sözünü ettiğim yeni türler, yakın gelecekte, şüphesiz, bilgiyi bizden daha
hızlı işleyecek ve yetenekler kazanacak olan bilgisayarlar.
E.P. Peki sayborglara inanıyor musun, şu yarı-makine, yarı-organizma melezlere?
E.C. Sayborglara tabii inanıyorum.
E.P. Ve çoğalabileceklerine?
E.C. Evrimin geleceğini sayborglarla resmedebilir miyiz, bilmiyorum. Bunu ön­
görmek imkansız. Ama bir şeyden eminim: yaşamın evriminde, uzay yolcu­
luğu ve gezegen keşifleri gibi derki basamakları çıkmak açısından biz iyi ya­
pılmış değiliz, yani fiziksel olarak. Sağ kalmak için muayyen bir ortama, ısı­
ya, basınca ve kimyasal maddelere ihtiyacımız var. Cildimiz son derece na­
rin. Ayrıca kirliliğe karşı da fazlasıyla korunmasızız, çünkü vücutlarımızın
büyük bölümü elementler tablosunun ilk yarısındaki elementlerden yapılma.
Ve üstelik teknolojiyle çevreyi kirletiyoruz, teknolojik mallar, en başta, ele­
mentler tablosunun daha ağır olan ikinci yarısındaki elementlerinden yapılı­
yor.
E.P. Isıdan bahsettin....
E.C. Isı önemli, çünkü biz ancak çok dar bir ısı aralığında yaşabiliriz, geleceğin ro­
botlarıysa, tersine, bu sınırlamalardan neredeyse tamamen azade olacaklar;
koruyucu elbiseler olmadan uzaya gidebilecek, gezegenlerde veya uzay gemi­
lerinde çoğalabilecek ve evreni fethedecekler.
E.P. Uzaydan söz edince, etrafımızdaki, hatta içimizdeki boşluğu düşünüyorum.
Moleküllerimiz atomlardan yapılma ve bu atomların çekirdekleri etrafında
dönen elektronlar boyutlarına kıyasla hatırı sayılır mesafeler alıyor. Havada
asılılar. Bu nasıl bir iş? Demek istediğim, atomlar durağan mı, yoksa atom­
ların etrafında dönen elektronlar mı durağan? Hep orada kalacakları ne ma­
lum?
E.C. Evet, elektronlar orada kalacaklar. Dünya çevresinde dönen uyduların aksi­
ne -uyduların fiziği klasik fiziktir: sürtünme yüzünden (hareket ettikleri yö­
rüngede daima biraz hava kalır) zamanla nihayet düşerler. Ama elektronlar
çekirdeklerine düşmezler, çünkü hareketleri farklıdır ve bu kuantum fiziğiy­
le açıklanır, ki anlaması hiç kolay değildir. Elektronlar, çekirdek ve atomla­
rın boşlukta durdukları doğru. Bir gazdan söz ettiğimizde -mesela bu odada­
ki havadan- moleküller arasındaki mesafe bir atomun büyüklüğünün yakla­

264
ELEKTRON BULUTU ÜZERİNDE YÜRÜYÜŞ

şık on katıdır. Dolayısıyla bir gazda, bir sıvı veya katı maddede olduğundan
çok daha fazla boşluk vardır.
Uzaya gidersen, elektronlar gibi parçacıklar arasındaki mesafe bir metre
olabilir. Dolayısıyla uzayın çoğu boşluktur. Kara madde dediğimiz şeye hiç
değinmiyorum, çünkü onun nerede olduğunu bilmiyoruz. Kara madde belki
her yerde, tüm uzayı işgal ediyor. Belki parçacıklardan oluşmuyor. Bugün fi­
zikçiler maddenin yalnızca parçacıklardan oluşmadığına inanıyor. Geçmişte,
mesela yirmi yıl önce, herşeyin nokta parçacıklarından oluştuğu söylenirdi,
bir tür çok küçük, dairesel diyebileceğimiz parçacıklardan. Ama şimdi atom­
dan yapılmamış nesneler bulunduğunu biliyoruz ve bunlar çok uzun nesne­
ler olabilir, mesela sicimler....
E.P. Sicimler?
E.C. Evet, “sicimler”. Bunlar -malum adıyla- “herşeyin teorisi”nden çıkan mate­
matiksel denklemlere getirilmiş çözümlerdir. Bu sicimler, bir yıldız veya ga­
laksinin büyüklüğüne eş değerde, çok büyük nesneler olabilir. Ama atomlar­
dan yapılmış değiller.
E.P. Titreşim mi bunlar?
E.C. E, titreşebilecekleri doğru, mesela gitar gibi bir müzik aletinin tellerini düşü­
nebiliriz. Kapalı güçlerdir, kapalı bir halka gibi. Bu kapalı halkaların, sicim­
lerin -k i belki de çok ağırlar- uzayda bulunması mümkün. Henüz bulama­
dık, ama matematiksel denklemlere getirilen çözümlerdir bunlar ve orada
olabilirler. Oradakiler, bir müzik aletindeki tellerin tersine, atomlardan ya­
pılma değiller.
E.P. Bir şeyden yapılmış olmalılar.
E.C. Parçacıklar arasında boşluğun bulunmadığı birer sicim, sürekli madde bun­
lar. Tamamen sürekli madde.
E.P. O zaman maddenin farklı halleri üzerine bildiklerimizi gözden geçirmekte
fayda var. Bir bakalım: Yunanlılar dünyanın hava, toprak, su ve ateşten ya­
pıldığına inanıyorlardı, değil mi? Ve senin gibi fizikçiler şimdi diyor ki, gaz­
lar, sıvılar, katilar ve plazma var. Plazmadan daha sonra söz edeceğiz. Mese­
la suya çok alışık olduğumuz için, ısıdaki bir düşüşün maddede sıvıdan kati­
ya bir değişim yaratması bize normal görünüyordu. Ama Steven Strogatz
[bölüm 14] veya Albert-Laszlo Barabasi gibi karmaşıklık ve kaos teorisi sa­
vunucuları, normal, çok basit görünen bir şeyin -yani sıvı su halinden katı
buz haline değişimin- aslında kendini organize eden sistemlerdeki bir faz ge­
çişi olduğunu keşfettiler ve o andan itibaren dünya daha karmaşık bir hale
geldi. Ve su moleküllerini bir anda kendi hayatlarından vazgeçip buz gibi
kompakt ve kımıltısız bir beraberlik oluşturmaya sevkeden mekanizmaları
hâlâ doğru düzgün açıklayamıyoruz. Serbestçe hareket edip birbirine tosla­

265
H AYAT KİTABI

yan su buharı moleküllerini hayal edince insan büyüleniyor tabii; ve de aynı


moleküllerin, sıvı haldeyken, sanki elele tutuşuyormuşcasına rastgele ve çap­
kınca biraraya geldiğini hayal edince. Dahası, aynı moleküller sadece elele
tutuşmaya değil, birbirlerine kenetlenmeye de karar veriyorlar, ayrılmaz bi­
çimde, kutsal, toplu bir ibadet ayini yapıyormuşcasına. Ve bu da yetmiyor­
muş gibi, şimdi sen bana evrenin yüzde 99’dan fazlasının “plazma” olduğu­
nu söylüyorsun. Sokaktaki insan palazmayı pek bilmez. Gazların, sıvıların ve
katiların ne olduğunu anlıyoruz, ama plazma... plazma ne?
E.C. Fizikte biz plazmanın ne olduğunu iyi biliriz: elektronlarla protonlar gibi par­
çacıkların atomlardaki gibi birbirlerine bağlı olmadığı, bireysel nesneler şek­
linde varolduğu bir madde halidir. Plazma denen madde hali çok yüksek ısı­
larda varolur, binler veya belki milyonlarca derecede. Bu derecelerde atom­
lar parçalanır ve temel parçacıklar boşlukta serbest kalır. Plazma budur.
E.P. “Plazma” güneş içindeki maddenin hali mi?
E.C. Doğru, güneş plazmadır.
E.P. Biz neden yapılmayız?
E.C. içimizde hiç plazma olmadığı aşağı yukarı kesin; vücut ısılarımız çok çok dü­
şük. Ama maddenin diğer halleri var: sıvılar, mesela kan; katilar, mesela diş­
ler; ve gazlar, mesela soluduğumuz hava.
E.P. Maddenin bilmediğimiz başka halleri var mı?
E.C. Belki vardır. Mesela fizikçiler on yıldır hararetle astrofiziğin bir sırrı üzerine
çalışıyor, şu kara madde üzerine. Deneylerin gösterdiği çekim güçleri ve ev­
renin evrimini —iki farklı nesne arasındaki çekimi- açıklamanın tek yolu var:
evrenin kütlesi gözlemlediğimizden on kat daha büyük olmalı. Dolayısıyla
bu varsayıma göre, evrenin büyük bir bölümü göremediğimiz tözlerden olu­
şuyor, ünlü kara maddeden. Ve onun ne olduğunu bilmiyoruz, çünkü bildi­
ğimiz diğer madde türleriyle etkileşimi çok zayıf.
E.P. Bir eletronlar bulutu üzerinde yürüdüğümüz doğru mu? Demek istediğim, iki
katı birbiriyle temas haline geldiğinde -e l sıkıştığımızda mesela- senin elini
benimkiyle sıkan şey ne, bir elektronlar bulutu mu? Senin atomlarınla be­
nimkiler ayrı mı kalıyorlar?
E.C. Evet. Bir atomu hayal etmenin en basit yolu, bir çekirdek etrafında dönen
elektronlar şeklindedir, Dünya etrafında dönen uydular gibi. Elektronlar ne­
gatif elektrik yüklüdür; yani diğer elektronları iterler. Dolayısıyla el sıkıştığı­
mızda veya bir şeye dokunduğumuzda, elimizdeki elektronlar diğer vücudun
elektronlarınca itilir. Bu sayede, diğer elektronlarca reddedildiği için, elim se­
nin vücudunun içinden geçemez.
E.P. Böyle olmasa yeryüzü hepimizi yutardı.
E.C. Tabii.

2 66
ELEKTRON BULUTU ÜZERİNDE YÜRÜYÜŞ

E.P. Elektronlar bulutu üzerinde yürüyor olmamız inanılmaz görünüyor. Yere ya­
pışık değiliz, çünkü, dediğin gibi, onunla aramızda elektronlar var, olmasay­
dı onun içine geçerdik.
E.C. Tamamıyla doğru. Yerdeki elektronlar ayakkabılarımızdaki elektronları iti­
yor ve böylece biz, dediğin gibi, bir elektronlar bulutu üzerinde yürüyoruz.
E.P. Demin sicimlerden söz ettin, uzayın bir köşesindeki belki de çok ağır olan si­
cimlerden. Peki Dünya üzerindeki katilar alemiyle sicimlerinki arasında hiç
benzerlik var mı?
E.C. İyi bir soru. Evrenin aşağı yukarı tüm fiziğini, sicimlerin ya da orada ne var­
sa onun fiziğini —mesela çok tuhaf nesneler olan monopollarınkini—tanımla­
yan matematiksel yasalar katılarınkiyle aynıdır. Mesela süper iletkenlerde
girdaplar vardır ve bu girdaplar demin konuştuğumuz kozmik sicimleri an­
dırır. Aynı matematiksel modelleri kullanıyoruz, dolayısıyla süper iletkenle­
ri incelerken, teorik ve deneysel bakımdan kozmik sicimlerin fiziği hakkında
da bir şeyler öğreniyoruz. Bu pek çok örnekten sadece biri. Katilarda gözlem­
lediğimiz olguların kozmolojik süreçlerdeki kimi olgulara son derece benze­
diği yüzlerce başka örnek var. Yani devasa parçacık hızlandırıcılar inşa et­
mek veya uzaya gemiler göndermekle kıyaslanınca, katılan incelemek evre­
ni daha uzuca keşfetme imkanı sunuyor.
E.P. Katı derken aslında neyi kastediyoruz? Metaller, odunlar ya da yeni mater­
yaller mi? Yeni materyaller yaratabilir miyiz?
E.C. Eler türden katiyı kastediyoruz. Ve farklı elementleri farklı dereceler ve ba­
sınçlarda bileştirerek sürekli yeni materyaller yaratıyoruz. Onları yaratma­
dan önce, elementlerin bileşimiyle ne elde edeceğimize dair bir fikir edinmek
için simülasyonlar oluşturuyoruz. Fikirden yola çıkıyor ve deneyler sayesin­
de pek çok yeni materyal yaratıyoruz.
E.P. Böyle bir entelektüel kapasiteye, simülasyon kapasitesine sahip olduğumuz
için ne kadar şanslıyız -b ir pilotun fırtınalı havada ne olacağına ilişkin simü­
lasyon yapması gibi! Ama “Yeni materyaller yaratabiliyoruz” derken, neyi
kastediyoruz? Önceden varolmayan moleküller yaratabilir miyiz? Yaşamı
yaratabilir miyiz?
E.C. Çok iyi bir soru. Biyofizikçilerle biyokimyacıların yeni moleküller -ço k kar­
maşık olanları dahi- yarattığına hiç şüphe yok, ama yeni bir yaşam yarat­
mak... bunu kimse yapamıyor. Dışımızda gördüğümüz şeyin gerçekten varo­
lup olmadığı yolundaki ilk soruna dönelim. Evet, dışarıda ne olduğunu ger­
çekten görüyoruz, ama bu enteresan, çünkü mesela penceremin dışında gör­
düğümüz ağaçlar, o ağaçlar ölüyor ve yeniden çıkıyor. Bilimde en ilginç me­
sele, bence, tüm bunların neden olduğunu bilmek ve de fizik, biyoloji ve kim­
ya larobatuarlannda yaşam sürecini neden yeniden yaratamadığımızı anla­

267
H AYAT KİTABI

mak. Atomlarla moleküllerin biraraya gelip belli bir büyüklükten sonra üre­
meye başladığı biyolojik evrim sürecini nasıl tekrarlayacağımızı bilmiyoruz.
Fizikçi olarak bakınca, dışarıda gördüğümüz şey, yani penceremin dışında
ölüp yeniden çıkan ağaçlar müthiş şaşırtıcılığını koruyor.
E.P. Stanley Miller’la birkaç yıl önceki bir sohbetimi hatırlatıyor bana bu.
1950’lerde en prestijli dergilerin kapaklarına çıkmıştı, çünkü laboratuarda
sentetik amino asitleri elde etmişti, yaşamın yapı taşlarını. Ona sordum:
“Neden devam edip proteinleri yaratmadın ve sonra da yaşamı?” “Bir hafta­
da bunu yapabileceğimi düşünüyordum, ama kırk yıldır deniyorum ve hâlâ
başaramadım” diye cevap verdi. Belki Stanley Miller tam da şimdi senin söy­
lediğini, kendini organize eden bu işleyişte çok şaşırtıcı bir şey olduğunu dü­
şünmüştür -sanki önceden belirlenmiş bir gaye varmış gibi. Neden şu ağaç
büyüyor dururken, biz bunu laboratuarda tekrarlayamıyoruz. Tek yapabil­
diğimiz, onun tohumunda yazılı olan sırrı yeşertmek -onu ekmek.
E.C. Yeryüzünde son üç milyar yıldır evrimin tek bir yönde ilerlediğine dair delil­
ler çıktı ortaya. Yaşam daha karmaşık hale geliyor. Yeryüzünde düzen artı­
yor. Ağaçlar, insanlar ve diğer hayvanlardaki, binalar, masalar ve kitaplar­
daki materyaller çok düzenli. Üç milyar yıl önceyse sadece gazlar ve katilar
vardı; herşey düzensiz ve kaotikti. Ve bu süreç bir yönde hareket ediyor. Bu­
nu ne izah edebiliyoruz, ne de laboratuarda canlandırabiliyoruz, ama görün­
düğü kadarıyla, bugüne doğru geldikçe karmaşıklık artıyor gibi.
E.P. Eugene, şimdilik dış dünyanın muhtemelen varolduğunu kabulleneceğiz.
E.C. Bu iyi bir varsayım, özellikle de bir fizikçi olarak benim için, aksi halde işsiz
kalırdım.

E.p.'in yorumu: Chudnovsky’yle Bronx’ta, Lehman Koleji’ndeki ofisinde yaptı­


ğımız bu görüşmede, “dışarıda” ne olup bittiğini ortaya çıkarmayı, bilimin en bü­
yük paradokslarından birini deşifre etmeyi deneyecek zamanımız yoktu. Okur,
çevremizdeki düzen artışına ilişkin yadsınamaz inancın, yadsınamayan diğer bir
delile ters düştüğünü farketmiştir, yani termodinamiğin ikinci yasası diye bilinen
şu önermeye: izole bir sistemin kendiliğinden evrimi düzensizlik eğilimi gösterir ve
daima entropisinde bir artışa karşılık gelir.
Büyük paleontolog Stephen Jay Gould —Harvard Üniversitesi’nde, köhne kol­
tuğuyla yarı hurdalık, yarı laboratuar olan ofisinde—daha büyük ve daha mükem­
mel bir şeye doğru ilerlemediğimizi söylemişti.
Ve gezegendeki en bilge ve titiz astrobiyologlardan biri olan Ken Nealson “ya­
şam bir hatadır” derken [bölüm 24], sanırım her ikisi de demin işaret ettiğim pa­
radoksun meşru etkisi altındalar. İzole bir sistemin kendiliğinden evrimi daima en-
tropisindeki bir artışa karşılık gelir.

268
ELEKTRON BULUTU ÜZERİNDE YÜRÜYÜŞ

Entropi kelimesini 1850’de Clausius bir sistemin düzensizlik derecesini tarif et­
mek için kullanmıştı. Yani termodinamiğin ikinci yasası izole sistemlerin düzen­
sizlik eğilimi gösterdiğini söylüyor.37
Canlı organizmalar ve dolayısıyla insanlar, evrendeki diğer herşey gibi, karar­
sız dinamik denge sistemleri olduklarından, yani entropileri arttığından, çözülme,
bozulma, daha düzensiz hale gelme ve kaybolma eğilimi gösterirler.
Yaşam, yaşamın idamesi, sürekli bir enerji akışına dayanan homeostasis [iç-
denge] olgusunda görüldüğü gibi, bir entropi azalmasına karşılık geliyor. Açık ve­
ya kesintisiz sistemlerden oluşan bir olgudur yaşam ve bu sistemler ya gıda mad­
delerini ve ham maddeleri ya da çevreden aldıkları serbest enerjiyi harcayıp bozun­
muş biçimde iade ederek iç entropilerini azaltabilirler.
Termodinamiğin ikinci yasası tüm sistemleri bozulmaya, çözülmeye, eskimeye
ve ölüme mahkum ediyor. Kaldırımlar çatlar, evler eskir, çeviriden yapılan çeviri­
ler orijinal anlamları farklılaştırır ve yıldızlar göz kırparak yitip gider.
Brian Svvimme ve Thomas Berry, evrenin evrimini daha gerçekçi bir şekilde
görmemize imkan tanıyan bir kozmo-genetik ilke ortaya koydular, onu ikinci ter­
modinamik yasasının bir tamamlayıcısı olarak nitelendiriyorlar. İlke düzenin olu­
şumuna, karmaşıklıkta ve dolayısıyla da bilgide artışa değiniyor. Buna göre, ter­
modinamiğin ikinci yasası istatistikî bir olgu, dolayısıyla belli bazı koşullarda dü­
zensizlikteki artış geri döndürülebilir.
İletişim veya enformasyon teorisinde entropi, bir mesajın belirsizliğini ölçen bir
sayıdır. Mutlak kesinlik olduğunda entropi sıfırdır. Fiziksel bir nesneye enformas­
yon yüklediğimizde, yaptığımız şey, o nesnenin sistemini oluşturan elementleri
özel bir şekilde düzenlemektir.
Biyolojik ve ekonomik sistemler izole sistemler değildir, her ikisi de güneş ısı­
sını alır. Öyleyse, yaydıklarından daha çok enerji aldıkları sürece, ekonomik ve bi­
yolojik sistemler entropilerini azaltabilirler. Sade dille söylersek, güneşten kullanı­
labilir ışık enerjisi alındığı sürece, biyokütle ve de dünyanın brüt milli hasılası ar­
tabilir.
Sağlıklı bir canlı varlık, bir şirket veya çufçuflayan bir lokomotifin düşük bir
entropiye sahip oldukları söylenebilir; enformasyon barındırırlar. Bireyin, işin ve­
ya makinenin bileşenlerinde düzensizlik artarsa, bunların entropileri de artar. Bel­
li bir eşik, belli bir entropi seviyesi var ve bunun ötesinde canlı varlık ölüyor, şir­
ket iflas ediyor ve makinenin çalışması duruyor.
Canlı varlıklar, şirketler veya makineler izole sistemler değil. Düzensizliği gi­
dermek, yani entropiyi azaltmak için diğer sistemlerce sağlanan enerjiyi kullana­
bilirler. Fakat böyle bir çabanın maliyeti öyle devasa ki, Ken Nealson gibi, “yaşam

37 Ama canlı sistemler ne izoledir, ne de kapalı. Maddeye açıktırlar ve enerjinin daima onlardan akıp geçmesi ge-
rekir. Evrimin amacı için bak: bölüm 27 ve Schneider ve Sağan, 2004,—LM

2 69
H AYAT KİTABI

bir hatadır” demek yanlış olmaz. Tecrübeyle biliyoruz ki, bu müdahale imkanının
bir sınırı var. Henüz ilelebet yaşayan veya işleyen bir canlı varlık, şirket veya ma­
kine görmedik. Tüm bir sistem olarak başlangıcından bugüne kadar gelen yaşa­
mın kendisi dışında.
-32-

Atomik Bilinç

Heinrich Rohrer ile Söyleşi


Bir molekül diğerini tanıyor veya farklı olan bir başkasını tanıyamıyor,
ama bu fantastik bir cihaz sayesinde gerçekleşmiyor.
Heinrich Rohrer

Biz küçük şeyler dünyasına aitiz. Belki de bu yüzden önce mikroskobun icat edil­
mesi tesadüf değildi, sonra teleskop icat edildi ve Galileo da onu hemen kullana­
rak daha büyük gök cisimlerine bakabildi. Küçük şeylerin dünyasına nüfuz etme
konusunda kaydedilen büyük aşamalar, bakterilerin keşfi de dahil, mikroskop
sayesinde gerçekleşti. Gerçek anlamda tıbbi uzmanlık ve biyoloji bundan sonra
yaratıldı. Peşinden elektron ve atom mikroskopları geldi. Evreni oluşturan temel
parçacıkları görmenin önündeki son engel tarayıcı tünel mikroskobuyla (STM)

Heinrich Rohrer, atomaltı ölçekte detaylı görüntelemeye imkan tanıyan tarayıcı tünel mikrosko­
bunun tasarımına katkısı nedeniyle Nobel Fizik Ödülü’nü kazandı (1986).

271
HAYAT KİTABI

aşıldı ve bu Zürih’te IBM laboratuarlarındaki çalışmasından dolayı 1986’da No-


bel Fizik Ödülü alan Heinrich Rohrer’le yakından ilgili bir konudur. Tünel mik­
roskobu sadece moleküllerle atomların dünyasını gözlemlemeyi değil, bilgiyi o
düzeyde işlemeyi de mümkün kılıyor.

Eduardo Punset: Modellerden sözedelim. Amerikalı fizikçi Richard Feynman


“Atomlara ulaşmak ve onları görmek istiyorum” diyor. Bir atomun diğeriy­
le ilişkisini keşfedersek -k i biz atomlardan ve moleküllerden yapılmayız—do­
ğanın nasıl bir şey olduğunu öğreniriz. Bu doğru mu, yoksa yine de öğrene­
mez miyiz?
Heinrich Rohrer: Çok karmaşık; doğa karmaşık. Atomların temel olduğunu dü­
şünüyorum ama, atomları bilmek atomlardan oluşan kompleks sistemlerin
işleyişlerini anlamamızı sağlamaz. Atomların belli koşullarda nasıl davrandı­
ğını anlamamız lazım. Nanoteknolojinin şimdi başarması gereken şey, çok
spesifik amaçlar için kullanılabilecek atomlardan oluşan sistemler hakkında
daha fazla şey öğrenmek. Ama atomlardan tüm doğaya geçiş çok büyük sıç­
rama.
E.P. Atomların bir şekilde kendi kendilerine biraraya toplanmasına ve organize
olmasına ihtayacımız yok mu? Onları nasıl kendi kendilerine toplanır ve or­
ganize olur hale getiririz?
H.R. Bu biraz fazla iddialı bir ülkü. Kendi kendine biraraya gelen şeyleri analiz et­
miyoruz, çünkü o zaman kendi kendilerine biraraya gelmeyi bırakırlar. Bel­
li yapıları ve neden öyle davrandıklarını inceliyoruz. Bir sistem yaratmak is­
tediğimizde doğayı taklit edemeyiz. Doğanın kendi kendine biraraya gelme
üzerine düşünecek milyonlarca yılı oldu. Biz birşeyleri biraraya toplamak is­
teyince doğayı bekleyemeyiz. Toplanma konusunda işbirliği yapmalıyız. Şu
anki büyük zorluklardan biri bu, çünkü kendi kendine biraraya gelme ve bu­
nun mekanizmaları üzerine epey bilgimiz var, ama bir sistem oluşturmak is­
tediğimizde kendi kendine toplanma işlemini üretebilmemiz gerekir. Ve bu­
nu nasıl yapacağımızı hâlâ bilmiyoruz. Belki çok kaba koşullarda mümkün
olabilir. Bazı uzmanlar, bir transistörle diğeri arasındaki temel bağlantı için
bakır tel yerine karbon nanotüplerin kullanılabileceğini söylüyor. Bu bir
noktaya kadar doğru olabilir, ama karbon tüpü yerinde yaratamazsak hiçbir
şeyi çözmez —doğru yere milyonlarca karbon tüp koyamazsak. Büyüme veya
toplanma işleyişini söz konusu spesifik yerde başlatmalıyız ki, bu süreç iste­
diğimiz şekile gelişsin. Nanoteknoloji, materyal bilimi ve nano-materyal bi­
liminin önündeki büyük zorluklardan biri bundan hâlâ çok uzak olmamız.
Bilimin büyük zorluklara ihtiyaç vardır.
E.P. Bir bilimci için sinir bozucu olmalı: moleküllerin kompleks bir sistem oluştu­

2 72
ATOMİK BİLİNÇ

runcaya kadar birinden ötekine, ötekinden berikine birbirlerine bağlanıp


toplandığını görmek ve artık atomlardan oluşan moleküllerin temel doğası­
nı bildiğimiz ve STM mikroskobu ve diğerleri sayesinde görüntüler elde ede­
bildiğimiz halde, kendi kendine biraraya gelen bu mekanizmaları hâlâ hare­
kete geçirememek. İleride yapabiliriz, yapamaz mıyız?
H.R. Muhtemelen asla sırf kendi kendine toplanmayı temel almayacağız. Belki de
minyatürleştirme yoluyla modeller yaratırız, ki şu an mikro-elektronikte
böyle çalışıyoruz. Pek çok nanoelektronik işlem tasarımı geliştiriyoruz.
Muhtemelen bazı hibrid işlemler kullanıp litografiyle minyatür bir çerçeve
oluşturacağız. Bu modeller üzerinden, kendi kendine toplanma yoluyla, da­
ha küçük detayları geliştirmeye başlarız.
E.P. Çünkü atomların kendi kendine biraraya gelmesi ve kendi kendine organize
olması üzerine kafa yorarken, gayemiz bazı ürünler yaratmak, öyle mi? Yok­
sa gayemiz bilimsel araştırma yapmak mı? Ne tür ürünleri kastediyorsun?
H.R. Nanoelektronikte pek çok kişi eletronik devrelere yaklaşmış durumda, tran­
sistor ötesi yeni birimlere veya farklı tip transistörlere. Nanoteknoloji muh­
temelen veri işlemenin sanal dünyasıyla gerçek eylem dünyası arasında bağ­
lantıların kurulacağı bir alan olacak. Bazı müthiş sensörler yaratacak. Tüm
işlemlemelerin girdiye ihtiyacı vardır ve haraketi yaratmak için bu girdiyle
bir şeyler yapılması gerekiyor. Şu an epey işlemleme var, yani aynı şeyin ile­
timi. Gelecekte hem algı, hem de eylem bakımından gerçek dünyayla bir te­
mas kurulacak. Teknoloji burada yer alacak. On ya da on beş yılda hâlâ şu
an yaptıklarımızı yapabiliyor olacağız, ama daha küçük bir ölçekte. Şimdi
küçük bir devreden bahsederken, hâlâ bilgisayarları düşünüyoruz. Nanotek-
nolojinin uygulanması bu alanla sınırlı kalmak zorunda değil. İşlemcinin
dünyası gerçek dünyaya bağlanmalı. Nanoteknolojinin en ilginç özelliklerin­
den biri moleküllerin büyüklüğüdür. Vücudumuzdaki moleküller öyle çalışı­
yor ki, biri ötekini tanıyabliyor. Bu müthiş bir cihaz sayesinde olmuyor: bir
molekül diğerini tanımaya alışık. Ve nanoteknolojinin temel bir ilkesi küçük
şeyleri küçük şeylerle tanımaktır. Tarayıcı tünel mikroskobuyla (STM ), bir
atom, yeteri kadar yakma gelirse iğnedeki diğer atomu tanıyor. ST M ’nin il­
kesi bu: bir atom diğerince tanınıyor. Bu birkaç şekilde gerçekleşiyor. Tünel
mikroskobundaki gibi endüklenen akımla veya farklı türden molekülleri
farklı şekillerde biraraya getirmekle. Bireysel bir moleküler duyarlık yaratı­
yoruz: nanoteknolojinin önemli bir gelişimi.
E.P. Bu ne getirir; biyo-tıpta uygulanabilir mi?
H.R. Her alana uygulanabilir. Yakınımdaki birinin gribini hemen algılayan çok
küçük bir sensör taşıdığımı hayal edebiliyorum. Grip sonunda sorun olmak­
tan çıkardı. Sanırım bu tip teşhisler yapabileceğiz, ama bunun sonuçlarını da

273
HAYAT KİTABI

düşünmeliyiz. Şahsi bilgileri toplayabilmek söz konusu. Artık özel hayat


yok; insanlar hakkmdaki her şeyi biliyoruz. Bilgisayarlarla gündeme gelen
bir olasılık. Karşılaşır karşılaşmaz bir kişinin sağlık durumunu hemen bildi­
ğimizi düşün. Karar vermemiz gerekecek: Bir kişide AIDS olduğunu anlar­
sam nasıl davranmalıyım? Onu tecrit edecek zaman var mı? Bu mesela veri
gizliliğinden çok daha önemli, daha zor bir sorun.
E.P. Nanoteknolojinin hem büyük beklentiler, hem de büyük korkular yarattığı­
nı yazıyorsun.
H.R. Korkulara rağmen, bu konuyu gerçekten düşünmeliyiz, çünkü sonuçları ada­
makıllı ele almamız gerekiyor. Bilim ve teknolojinin son iki yüz yıldaki geli­
şimine bakınca, dünyanın henüz yokedilmediğini görüyoruz. Dünyanın yo-
kedildiğini ilan eden, insanlık için sonun geldiğinden korkan insanlar abartı­
yor. Şu bakımdan müsterih olmamız lazım ki, insanların sadece zekaları de­
ğil, sağduyuları da gelişiyor. Yine de bazan şüphe içimizi kemiriyor.
E.P. Çalışmalarının ilginç bir yönü de çok-disiplinli yaklaşıma bağlılığın. Mesele
artık mikroelektronik veya nanoelektronik meselesi değil, daha ziyade genel
moleküler işlemleme. Mekanikte veya kuantum fiziğinde veya elektronikte
ya da biyolojide olsun, hayvan zekasını inceleyince çağrışıma dayalı bir zeka
görüyoruz. Az evvel bilgiye dayalı çağrışım yeteneğine gönderme yaptın -b ir
şeyi diğeriyle aynı anda ilişkilendirme yeteneğine. Nicolâs Garda gibi mes­
lektaşlar zekanın devasa bir bilgi hacminden doğacağını söylüyorlar. Katılı­
yor musun?
H.R. Evet. Zeka için çok bilgiye ihtiyacımız var. Küçük bir çocuğun zekası henüz
yoktur, ama bilgi toplayıp depolar. Belli bir yönde gelişir, teknoloji de öyle.
Nasıl ilerleyebileceğimiz konusunu halletmemiz gerekiyor. Makinelerin ya­
ratıcı çalışma yapıp yapamayacağını bilmiyorum, ama şu ankinden daha ak­
tif makineler yapacağız.
E.P. O ölçek, o sınır içine indiğinde, kuantum dünyasına girdiğinde, made çok
farklı davranıyor. Aynı parçacık iki farklı kutba doğru gidiyor! Bu ciddi bir
sorun oluşturuyor mu?
H.R. Muhtemelen nanoteknolojinin önündeki büyük zorluklardan biri, kuantum
mekaniği davranışını mikro veya makro ölçekte daha iyi manipüle edebil­
mek. Halihazırda kuantum mekaniğini, makro ölçeğe kıyasla daha belirgin
bir şekilde manipüle ediyoruz. Her atom kuantum davranışı sergiler, yani
kuantum mekaniği maddede içkindir. Ama bir maddeyi oluşturan elemanla­
rın kuantum davranışı belirgin değil. Büyük bir taş atılıyor ve onun seyaha­
tini normal Newton mekaniğiyle hesaplıyoruz; kuantum mekaniğine ihtiya­
cımız yok. Ama çok küçük ölçekteyse kuantum mekaniği fevkalade önemli
bir rol oynar. Mesela çok ince bir telimiz ve bir baskı noktamız varsa -k i

274
ATOMİK BİLİNÇ

Nicolâs Garcia’nın araştırdığı şey budur—taşınım kuantum prensibiyle ger­


çekleşir.
E.P. Atomların ardı ardına eklenmesiyle yoğunlaşmış maddenin -canlı ve cansız
maddenin- kontrolü, pek çok yeni olasılığı gündeme getirmiyor mu? Canlı
hücrelerde RNA talimatlarına göre proteinleri yapan ribozomları düşünür­
sek: ardı ardına atomları kontrol etmeyi becerdiğimiz zaman, RNA talimat­
larının atomlarını inceleyip değiştireceğimizi söyleyebilir miyiz? Yoksa saç­
malıyor muyum? Sadece doğayı değil, doğanın organizmalar yapmak için
kullandığı talimatları da değiştirebilir miyiz?
H.R. Meslektaşım bizzat fizik kurallarının bir ruh veya zeka işareti olabileceğine
kani. Herşey atomlardan oluşuyor, ama insanın düşünmesi sadece beyinde­
ki kimyasal bir işlemden mi ibaret? Daha fazla bir şey mi? Eğer sadece kim­
yaysa, o zaman işlemin zeki olduğunu teslim etmeliyiz. Şu an zekayı, canlı
maddeyi ve hareketsiz veya cansız maddeyi birbirlerinden ayrı tanımlıyoruz.
Bu ayrım muhtemelen çok mantıklı değil. Nanoteknoloji biyolojiyi, fiziği ve
mühendisliği biraraya getiriyor. Belki bir gün bu üç kategoriye -zeka, canlı
madde ve cansız maddeye- ilişkin perspektifimiz değişecek. Eğer gelecekte
herşey daha flu bir hal alırsa, birinden ötekine daha makul bir geçiş sağlaya­
biliriz. Kim bilir?

2 75
-3 3 -

Atom İçin Çok Büyük, Yıldız İçin Çok Minik

Sbeldon Lee Glasboıv ile Söyleşi


Şunu gözünde canlandır: Miami'de sürekli dolunay var. Ve aniden
yakınlaşıyor, patlayıp milyonlarca yanan parçaya ayrılıyor!
Bunu öngörmek zor değil. Geçmiş bana daha az ilginç geliyor,
çünkü zaten oldu.
Sbeldon Lee Glasboıv

Biz tabiyatiyle ortadayız.


Nobel Fizik Ödülü sahibi Sheldon Lee Glashotv'un Barselona'yı ziyareti sıra­
sında söylediği gibi, evrenin varlığını sorgulamamız saçma değil.
Minik şeyleri görmek için fazla büyüğüz ve galaksileri görmek için de fazla
küçük. Ortada olmayı hep sevmişizdir. Eski zamanlarda Dünya evrenin merke­
ziydi ve Kudüs de Dünya’nm merkezi. Boyutlar dünyasında ortada olduğumuzu

Sheldon Lee Glashow, Nobel Fizik Ödülü sahibidir (1979) ve Boston Üniversitesi’nde Metcalf
Matematik ve Fizik Profesörü’dür.

276
ATOM İÇİN ÇO K BÜYÜK, YILDIZ İÇİN ÇOK MİNİK

düşünmekten de hoşlanıyoruz. Ve ortadayız. Bizden milyonlarca kez küçük olan


şeyler var: ölçeğin aşağılarındaki atomlar, çekirdekler, kuarklar, süpersicimler.
Daha büyük şeylere göre de aynı durum sözkonusu: Dünya, güneş sistemi, Sa­
manyolu ve tabii bin milyonlarca galaksi ve bir bütün olarak evren. Ortadayız.
Büyüğü inceleyen kozmolojiyle, dünyadaki en küçük şeyleri inceleyen parçacık fi­
ziği arasında duruyoruz. Ve bu iki ucun arasında tanıdık bilimlerimiz var: kimya,
biyoloji, jeoloji.
Eugene Chudnovsky evreni incelemek için uzay gemilerine ihtiyaç duymadığı,
tek yapması gerekenin katı-hal fiziğine daha derinlemesine bakmak olduğu yolun­
da böbürlenmişti ve Sheldon Lee Glashovv da onun kaldığı yerden devam ediyor.

Sheldon Lee Glashovv: İki uçtan birarada söz ediyoruz: bir yanda evren ve diğe­
rinde en küçük parçacıklar. Ama parçacıkların incelenmesi, gördük ki, bir
bütün olarak alındığında evrenle çok alakalı. Pratikte, büyükle küçük aynı
kurallar dizisini izliyor. Temel fizik her yerde geçerlidir, büyüklükten bağım­
sızdır.
Eduardo Punset: O zaman sen iki ayrı fizik olduğunu düşünmüyorsun —büyük
uçta kozmoloji ve küçüğünde parçacık fiziği olduğunu.
S.L.G. Hayır, iki isim var: tüm evreni inceleyen kozmoloji ve çok küçüğü incele-
Tablo 2. Uzunluk ve mesafe birimleri

BÎRİM METRE ÖRNEK


ıo 18 Elektron/kurak çapı
Femptometre 10 ls 1 fm, protonun yarıçapı
Pikometre 1 0 12 50-600 pm, atomik çaplar
Nanometre ıo 9 0.1 nm, atomik hidrojen çapları
Mikrometre 10‘6 1 pm, bakteriyel bir hücrenin çapı
Milimetre ıo 3 9 mm, 5 haftalık embriyo
Metre 1.0 1.7 m, ortalama insan boyu
Kilometre ıo3 8,846 km, Everest Dağı'nın yüksekliği
bin km ıo6 6,371 km, Dünya'nın yarıçapı
milyon km ıo9 0.7x106 Güneş’in yarıçapı
Işık-saniye (1-s) 300.000.000 499 ışık-saniye, Dünya’nın yörüngesi
Işık-saat (1-h) 108xl012 10 ışık-saat, güneş sisteminin yarıçapı
Işık-yıh (1-y) 9 4 6xl015 4.3 ışık-yılı, en yakın yıldıza uzaklık
105 ışık-yılı, Samanyolu'nun çapı
Parsek (pc) 3085xl016 görünen evrenin yarıçapı
Çevremizdekilerle ilişkimizi görmemize yarayan ölçüler.

2 77
H AYAT KİTABI

yen parçacık fiziği. Ama birbirleriyle alakalılar, hep alakalı olmuşlardır.


Epey uzak bir geçmişi, Galileo’nun (1564-1642) zamanını düşün. Çok zeki
bir adamdı, ama her zaman haklı değildi. Sarnıçta çok az su kalınca, pompa
kullansa bile suyu dokuz metreden yukarı çıkaramadığım keşfetti. Galileo
meseleyi anlamadı. Dokuz metre yükseklikte bir su kolonunun -kendi ağır­
lığını taşıyamayacak kadar uzun bir zincir gibi—kırılacağı şeklinde yorumla­
dı bu gizemi. Asla anlamadı. Suyu pompanın yükseltmediğini öğrencisi veya
meslektaşı olan Torricelli anladı ve gizemi çözdü. Suyu yükselten aslında at­
mosfer basıncıydı. Bir haznedeki sıvının azami yüksekliğini, vakum pompa­
sının gücünden bağımsız olarak, onu çevreleyen havanın ağırlığı belirler.
Torricelli, “Bir hava okyanusunun dibinde yaşıyoruz” diye yazmıştı. Bu koz­
molojik tespit on yedinci yüzyıldan geliyor; hava burada aşağıda, yukarıda
değil. Yukarı çıktıkça yoğunluk azalır ve sonunda kaybolur. Dünya bir va­
kumla çevrilidir. Havayla çevrilidir, atmosfer dediğimiz hafif havayla. Bu
kozmolojik keşif küçük şeyleri açıklamamızı sağlıyor: nasıl soluduğumuzu,
bir bebeğin nasıl süt emdiğini. Basıncın doğası gibi olgular, büyük şeylerle
alakalı kozmolojik keşiflerdir. Ve sonra Sir Isaac Nevvton (1643-1727) geldi.
Nevvton’ı herkes duymuştur. Kafasına bir elma düştü ve böylece mekanik
yasalarını keşfetti, hem dünyada, hem de gökte geçerli olan yasaları. Ama el­
ma Ay’ın nasıl hareket ettiğini açıkladı mı veya Ay hareketinin gözlemlenme­
si elmanın nasıl düştüğünü açıkladı mı? Görüyor musun? Elma gibi küçük
şeylerin dünyası ve Ay gibi büyüklerin dünyası aynı kurallara uyuyor.
E.P. Mikroskopla bakterilere bakan biyologları düşündüğümüzde, kendilerinden
emin gibi görünüyorlar, ne de olsa kimya bilgisine dayanıyorlar. Ve kimya­
cılar da molekül dünyasındaki çalışmalarının geçerliğine güveniyor, çünkü
fiziğe dayanıyorlar: protonların, elektronların ve kuarkların fiziğine. Peki fi­
zikçi neye dayanıyor? Kuarklar nereden geliyor?
S.L.G. Evet. Biyologlar gördükleri şeyle çalışırlar. Bunlar bazan filler gibi büyük
şeyler, bazan da DNA molekülleri gibi küçük şeylerdir; ya da bu molekülle­
ri oluşturan atomlardır. Ama büyüklük atomlarla sınırlıdır: çok küçüğe yak­
laştıkça kimyacılar artık bize tatminkar açıklamalar sunamaz. Kimyacılar
atomları farklı gerçeklikler yaratan yapılar olarak inceler, fizikçilerse yapıla­
rın içindekini ve nasıl çalıştıklarını tahlil eder. Fizikte birkaç düzey vardır.
Mesela atom fiziği. Atom fizikçileri ne yapar? Atomun bileşimini, çekirdeği­
ni ve etrafında dönen devasa sayıdaki elektronu incelerler. Aradıkları şey ne?
Yıldızların neden parladığını mı bilmek istiyorlar? Radyoaktivite nedir? Ce­
vapları nükleer fizik diye bilinen bir başka düzeydeki fizik verir. Bazı fizikçi­
ler rakyoaktif maddelerin nasıl tıbbi amaçlar için yapıldığına veya insan vü­
cudunun içini görüntüleyip nasıl çalıştığını anlamamızı sağlayan nükleer ta­

278
ATOM İÇİN Ç O K B Ü YÜ K , YI LD IZ İÇİN Ç O K MİNİK

rayıcılara açıklık getirir. Bunlar hastalığın nasıl bir şey olduğunu çıplak gö­
zün göremeyeceği biçimde ortaya çıkarırlar. Fakat bu nükleer fizikçiler ken­
dilerine “Proton ya da atom nedir?” diye sormaz. Bunu sorgulamazlar; kim­
yacılar ve biyologlar gibi atomların varlığını kabullenmekle yetinirler. İşte
burada parçacık fizikçileri devreye girer. Atomun içinde ne olduğunu, onun
protonu ve nötronunu bilmek isterler. Otuz yıl önce protonlarla nötronların
iki tip kuarktan oluştuğunu keşfettiler, ama başka tuhaf parçacıklar da var.
E.P. Farklı mı davranıyorlar?
S.L.G. Tuhaflar!
E.P. Bu parçacıklardan bazıları aynı anda farklı yerlerde olabildiği için mi?
S.L.G. Tüm parçacıklar aynı anda farklı yerlerde olabilirler. Parçacıklarda tuhaf
olan şey bu değil. Aslında çok tuhaf değiller. Üçüncü bir tür kuarktan oluşu­
yorlar. Tuhaf kuark neden var? Bunu henüz bilmiyoruz, ama artık sadece üç
tane olmadıklarını biliyoruz. Dördüncü bir tür kuark 1974’te, bir beşincisi
1976’da, altıncı bir kuark türü de 1994’te keşfedildi. Bunlar temel parçacık­
ların farklı türleri. Gizemli olan durum parçacıklar arasında farklılıklar bu­
lunması. Soruna “tuhaf” diye karşılık verdiğimde, herhalde kuantum fiziğini
düşündün. Evet, kuantum mekaniği çok tuhaf bir disiplin, ama tuhaflığı ku-
arklarınkinden farklıdır.
E.P. Biyoloji kimyayla ve kimya da fizikle destekleniyorsa, fizik neyle destekleni­
yor?
S.L.G. Biyoloji gibi yaygın bilimler çok ihtisaslaşmış durumda. Biyoloji neyi ince­
ler? Yakın tarihli araştırmalara göre, canlı varlıklar sadece Dünya üzerinde
mevcut görünüyor. Ama gezegenimiz evreni dolduran bin milyonlarca geze­
genden sadece biri. Bu yüzden biyolojinin ihtisaslaşmış bir disiplin olduğunu
düşünüyorum. İhtisaslaşma derecesi psikolojide daha da büyük, çünkü insan
zihnini inceliyor. Veya senin çalışma alanın, iktisat, daha da ihtisaslaşmış bir
disiplin, konusu para! Fizikse herşeyi kapsar —evet, parayı değil belki, ama
kesinlikle diğer her materyali! Fizik kimyayı, biyolojiyi, astronomiyi, kozmo­
lojiyi kapsar. Flerşey fiziğe dayalıdır. Tüm bilimler nihayetinde fiziktir.
E.P. ikimizi de çok yakından ilgilendiren bir şeye değinelim. Herşeye hükmeden
dört ilahi yaratığı kastediyorum, malum dört gücü: çekim gücü, elektroman­
yetik güç ve iki tür atomik nükleer etkileşim, kuvvetli ve zayıf. Belli ki, evren
on iki milyar yıl önce başladığında dört güç biraradaydı.
S.L.G. B elk i...
E.P. Belki, ama şimdi birbirlerinden ayrı oldukları kesin. Biri fotonlarla taşınıyor,
diğeri protonlarla. Bu güçlerin ayrılması ne zamana rastlıyor?
S.L.G. Cevabın ancak bir kısmını biliyoruz. Bu tartışmaya geri geleceğim. Dört
güçten sözedince veya sen “dört güç var” deyince, aklıma yedi kıta bulundu­

279
H AYAT KİTABI

ğunu söyleyen beşinci sınıf öğretmenim geldi.


E.P. Haklı değil miydi?
S.L.G. Ben Avustralya’yı biç duymamıştım. Öğretmenim bize yedi kıta olduğunu
söylediğinde, Avusturya ile Avustralya arasındaki farktan kesinlikle hiç ha­
berim yoktu. Bu yanlış bir yöntem. Sanırım kıtalar hakkında herşeyi öğren­
mekle başlamız gerekirdi. Muhtemelen öğretmenin en iyi yolu, bize Avus­
tralya’da yaşayan hayvanların fotoğraflarını, Avustralya yerlilerinin gele­
neklerini göstermekti. “Dört güç” derken fizikçilerin neyi kastettiğini anlaya­
mazsın, insanlar da genelde anlamıyor. İnsanlar sadece ikisini bilir; biyolog­
lar, kimyacılar veya banka çalışanları sadece iki kuvveti bilirler: bir nesneyi
bırakırsan yere düşer, çünkü “çekim kuvveti” vardır. Ve bir de “elektrik”
var.
E.P. Doğru.
S.L.G. Herkesin en iyi bildiği şey çekim kuvvetidir. Ve okula gidince maddeyi,
yaprakları, masaları yapan şeyin elektromanyetizm olduğu öğrenilir. Gördü­
ğümüz, duyduğumuz veya dokunduğumuz şey elektromanyetizmdir. Şu an
aydınlık veren bu ışık hüzmesi de elektromanyetiktir. Başka bir şey yok. Be­
nimle hem konuşuyor hem de vücudumun yüzeyinden yayılan elektroman­
yetik radyasyonu inceliyorsun. Dolayısıyla bilimin çoğu ve genelde insan ha­
yatının da çoğu, atomların ve diğer şeylerin çalışmasını sağlayan çekim ve
elektromanyetizmle alakalıdır. Ama diğer iki etkileşim ne -atıfta bulundu­
ğun diğer iki kuvvet? Sadece çekirdek içindedirler. Normalde görülemezler.
Çekirdeğin protonlarla nötronlardan oluştuğunu söylemiştim ve bunlar güç­
lü nükleer etkileşimin bir bölümünü yaratan veya şekillendiren bir tür tutkal­
la birarada tutulurlar. Bu nükleer güç aslında kuarkları birarada tutarak pro­
tonları yaratır. Birarada oluşları sadece atom çekirdeğiyle alakalı, dolayısıy­
la pek bir önemi yok.
E.P. Gündelik hayat için?
S.L.G. Gündelik hayat için, hiçbir şey için! Nükleer bombaların enerjisi, nükleer
tıp, Güneş’in işleyişi veya yıldızların aktivitesi dışında; bunlar atom çekir­
dekleriyle alakalı.
E.P. Doğru anlıyorsam, zayıf nükleer kuvvet Güneş’in termal yanmasındaki sü­
rekliliğe katkı yapıyor.
S.L.G. Evet.
E.P. Ve zayıf olduğundan, güneşin binlerce yıl idame etmesini sağlıyor. Aksi tak­
dirde Güneş patlardı.
S.L.G. Bu bana ilginç geliyor. Güneşin sadece bir değil, dört gücün hepsini kullan­
ması hayret verici. Çekim onu birarada tutuyor. Güneş içindeki basınç ve do­
layısıyla da ısı çok yüksek. Elektromanyetik kuvvet gerekli. Güneş onsuz

280
ATOM İÇİN Ç O K B Ü YÜ K , YI LD IZ İÇİN Ç O K MİNİK

patlayan bir bomba gibi olurdu. Güçlü bir etkileşim de gerekli, aksi halde
protonlar biraraya gelmez ve daha karmaşık bir çekirdek oluşturmazdı.
Güçlü etkileşim olmasaydı nükleer enerji kaynağı da hiç olmazdı. Dediğin gi­
bi: protonları nötronlara dönüştürebilecek zayıf etkileşime ihtiyacımız var.
Bu güç varolmasaydı, büyük ihtimal güneş de olmazdı.
E.P. Protonları birarada tutan güçlü etkileşim olmasaydı, hiç enerji olmazdı, do­
layısıyla da yaşam, değil mi? Bütün bunların bir gün bozulma tehlikesi var
mı?
S.L.G. “Herşey bir arada kalmaya devam edecek mi?” diye mi soruyorsun? Gerçi
henüz bilmiyoruz, ama evet, öyle olacağından neredeyse eminiz. Yapılan de­
neyler protonların sandığımızdan daha uzun yaşadığını gösteriyor. Japonya
ve Birleşik Devletler’deki deneyler endişelenmemiz gerekmediğine işaret edi­
yor, çünkü protonlarla nötronlar en az 1030 yıl daha kalıcı olacak (bu evren
en fazla 10’4 yıl yaşında). Bu uzun bir zaman, çok, çok uzun bir zaman.
E.P. Yani herşeyin aniden parçalanma riski yok, değil mi?
S.L.G. Hayır. Ama, müthiş olan şu ki —ve bu modern fiziğin mucizelerinden biri-
parçacıkların aynı anda hem ortaya çıkışını, hem de yokoluşunu izleyebiliyo­
ruz. Dikkat edilmesi gereken iki unsur; bizi düşünmeye sevkeden sorulara iki
cevap. Dünyadaki atomlar neden uzaydakilerle aynı? Denizden elde edilen
tuz madenlerden elde edilen tuzla aynı. Diyeceksin ki, her ikisi de sodyum ve
klorinden oluşan sodyum klorid. Ama sodyum atomları neden kaynağı ne
olursa olsun aynı? Diyeceksin ki, sodyum aynı sayıda proton, nötron ve elek­
trondan oluşuyor, dolayısıyla farklı sodyum atomları aslında birbirinin ay­
nıdır. Ama neden bütün protonlar, bütün elektronlar birbirinin aynı?
E.P. Belki herşey aynı anda başladığından, başlangıçlarındaki aynı...
S.L.G. E, pek öyle sayılmaz. Parçacık dediğimiz şeyler mevcut değil. Bir parçacık
bir alanın dışavurumudur ve tüm elektronları tanımlayan bir tek alan var.
Ama yine de bir nesne işte, parçacıkları yaratıp yokeden matematiksel bir
nesne! Tabiat güçleri bosonların, güç parçacıkları diye bilinen şeylerin değiş
tokuşundan kaynaklanıyor. Kuvvetli olan güç, yani en yoğun olanı kısa eri­
mi yüzünden makroskopik dünyayı etkilemiyor. Çekimse, en az yoğunluklu
güç olduğu halde, en iyi bilineni. Bu güç ayağımızı yerde tutuyor ve gezegen­
leri güneş etrafında döndürüyor. Çok daha kuvvetli olan elektromanyetik
güç atomların içindeki elektronlarla çekirdekleri birbirine bağlıyor, ama ay­
rıca atomları da birbirine bağlayarak katiların ya da sıvıların moleküllerini
oluşturuyor. Zayıf güç nötronlarla diğer parçacıkların dağılmasından so­
rumlu, ama ayrıca yıldızların merkezlerindeki bazı etkileşimlerden de. Kuv­
vetli güç kuarkları protonlarla nötronlara hapsediyor ve onları iten elektrik­
sel güce karşı davranıyor. Dolayısıyla kuvvetli güç protonları çekirdekte bi-

281
H AYAT KİTABI

rarada tutuyor.
E.P. Neden parçacıkların hepsi aynı? Seni hayrete düşüren ikinci mesele de yarat­
ma ve yoketme.
S.L.G. Democritus’un görüşünün sonu bu; bildiğin gibi, evrenin ebedi atomlardan
oluştuğunu ilk kez ileri süren kişiydi. Artık atomların ebedi olmadığını bili­
yoruz. Enerji veya işlemlemeyle yaratılabilir, yapılabilir ve yokedilebilirler.
Einstein’m izafiyet teorileriyle Heisenberg ve Schroedinger’in kuantum me­
kaniği fikirleri biraraya getirilince, temel parçacıkları yaratma ve yoketme
imkanı doğdu. Ve bu yapılıyor!
E.P. Atomlara ilişkin bilgimizdeki bu devrim dört güce ilişkin bilgimizi de etkili­
yor mu? Nasıl ve neden ayrıştıklarını biliyor muyuz?
S.L.G. Şunu biliyoruz veya bildiğimizi sanıyoruz: etkileşimler bir zamanlar bira-
radaydı. Elektromanyetik güç ile zayıf nükleer etkileşim kesinlikle biraraday-
dı. Peki onları hangi mekanizma ayırdı? Onları farklılaştıran şey ne? Yirmi
birinci yüzyılın başında bunu cevaplamamız gerekecek -Cenevre’de Avrupa
parçacık fiziği laboratuarında yürütülen deneyler sayesinde. Yeni parçacık
hızlandırıcı özellikle de “beşinci etkileşim” dediğimiz şeyi bulmak için tasar­
landı, elektrik ve manyetizmi ayıran ve kütle üreten şeyin ne olduğunu öğ­
renmek için. Başta kafa yorduğumuz meseleye dönelim: parçacıkların neden
kütlesi var? Başlangıçta belli ki hiçbirşeyin kütlesi yoktu, herşey fotonlar gi­
biydi, kütlesiz parçacıklar. Sonradan kütle edindiler. Protonlarla elektronla­
rın, evrenin başlangıcında edindikleri kütleleri var. Bilmek istiyoruz: bu ele­
mentler neden, nasıl ve nerede kütle edindiler? Bilmiyorum.
E.P. Belki geleceğe göz atmak daha kolaydır.
S.L.G. Evet, geçmişe göre daha kolay cevaplayacağımız bir soru. Bazı hadiselerin
gerçekleşeceğini biliyoruz artık. Artık biliyoruz ki, Dünya üzerinde birkaç
bin milyon yıl daha huzur içinde yaşayabilsek bile, Güneş patlayınca veya Ay
Dünya’yla çarpışınca felaketler olacak. Ay Güneş’ten uzaklaşıyor, ama Ay
bir gün gelecek Miami üzerinde gökte hareketsiz kalacak. Şunu gözünde can­
landır: Miami’de sürekli dolunay var. Ve aniden yakınlaşıyor, patlayıp mil­
yonlarca yanan parçaya ayrılıyor!
E.P. Müthiş ...
S.L.G. Evet, müthiş, ama bizim için iyi haber değil. Gerçi o zaman kendimizi em­
niyette hissettiğimiz bir başka yıldızın etrafında dönüyor olabiliriz. Belki o
günün gelmesi bin milyonlarca yıl sürecek, ama bunu öngörmek zor değil.
Geçmiş benim için daha az ilginç, çünkü zaten oldu. Nasıl olduğunu bilmek
tarihi ilgilendiren bir mesele. Biyolojide yaşamın ve hayvanların kökenini öğ­
reniyoruz. Yaşamın gezegen tarihinde çok uzak bir geçmişte başladığını bili­
yoruz.

282
ATOM İÇİN Ç O K BÜYÜK, YILDIZ İÇİN Ç O K MİNİK

E.P. Madde ortaya çıktığında.


S.L.G. Doğru. Birkaç milyar yıl sürdü, ama sonra hızla serpildi. Dünya oluştuğun­
da evren halihazırda yaklaşık on milyar yaşındaydı, çok yaşlıydı. Evrenin ilk
evreleri hakkında bir şeyler biliyoruz. Atomların ne zaman oluştuğunu bili­
yoruz. Atomların ilk oluşumunu tarif etmek için linguistik açıdan berbat bir
terim kullanıyoruz, tekrar-birleşim [recombination ]. Tekrar-bileşim? Hayır,
ilk kez birleşiyorlardı.
E.P. Çekirdek, kuarklar ve elektronlar mı?
S.L.G. Çekirdek, kuarklar ve elektronlar. Bu bir atomdur. Evren henüz üç yüz bin
yaşındayken birleştiler.
E.P. Ve ışık ilk kez o zaman belirdi?
S.L.G. Evet. O kati andan önce evren karanlık bir yerdi. Aniden bu harika evren
ortaya çıktı!
E.P. O anı görmeyi isterdim....
S.L.G. İsteyeceğini sanmam. Sıcaklık muhtemelen güneş yüzeyindekiyle aynıydı.
Orada olunacak en iyi zaman değildi. O an aslında bir “yer” yoktu. Oluna­
cak bir yapı veya yer yoktu. Hiç gezegen yoktu, ne bir yıldız, ne bir yapı; sa­
dece ışık. Baştan başa tüm evren aynıydı. Yakın tarihli deneyler, evrenin na­
sıl yanan, tektip, homojen bir yerden Dünya gezegeni gibi ilginç şeylerle do­
lu yapılandırılmış, çok soğuk bir hacme dönüştüğünü açıklıyor. Olan bu!

E.p.'in yorumu: Her yaratıcı projenin bir duyguyla başladığı doğruysa -k i bu sı­
radan fikri kabullenmek bilim camiasının yıllarını aldı- fizikçilerde ağır basan
duygu da başdönmesine yakın bir şeydir: maddenin ilk evrelerinin keşfi noktasın­
da alesta bekliyorlar. Başdönmeleri herkesi etkiliyor. Kışın buz ve sulu kar içinde,
Cenevre’deki CERN kampüsü civarında yürürken bu duyguyu genç bir İspanyol
bilimcide gördüm.
Valencia Parçacık Fiziği Enstitüsü’nde araştırmacı olan Miguel Angel Sanches,
yakın tarihli teorik fiziğin büyük hipotezlerinden birine değindi -ekstra boyutların
varlığına.
Biz insanlar dört boyutlu bir dünyada yaşıyoruz, üç mekan boyutu ve Einste-
in’ın izafiyet teorisiyle eklediği zaman boyutu. Normal dünyamız dört boyuttaki
hareketler şeklinde tanımlanabilir. Ama evrene hükmeden dört gücü açıklamaya
çalıştığımızda, dört normal boyutun —x, y, z mekan ve zaman boyutlarının- yeter­
li olmadığı görülüyor.
Miguel Angel, başka birçok fizikçi gibi, ekstra boyutların varlığını kabul edi­
yor, göremediğimiz ama matematiksel anlamda gerekli olan boyutları. Bunlar
prensipte doğa güçlerinin birliğini teyit ediyorlar. İlave boyutlar dört gücü, tek bir
gücün farklı ölçeklerdeki tezahürleri şeklinde anlamamızı sağlıyor.

283
H AYAT KİTABI

Çekim, yani en zayıf ama paradoksal biçimde en önce belirlenen etkileşim, eks­
tra boyutlar arayışında kritik öneme sahip. Bu güç -çekim—diğer boyutlara yayıl­
mış olabilir, ki bu da neden o kadar zayıf olduğunu açıklar. Çekim görmediğimiz
çekim boyutlarına dağılmış durumda; diğer üç güç gibi bizim üç boyutlu dünya­
mıza hapsolmuş değil.
Çekimi kuantum dilinde formüle edersek, çekim gücünü taşıyan parçacık “gra-
viton”dur, aynen ışık fotonunun -kütlesiz— elektromanyetik gücü taşıması gibi.
“Graviton” gözlenmiş bir şey değil, diye devam ediyor Miguel Angel, belki de eks­
tra boyutlara yayıldığı için. Devasa Hadron çarpıştırıcıyla, 2007’de CERN ’de baş­
laması planlanan deneylerle, çok yüksek enerjilerde protonlar arası çarpışmanın
gerçekleşmesini bekliyorlar. Bu çarpışmalarda bir graviton üretilirse, bu dolaylı
yoldan tespit edilecek. Ekstra boyutlara kaybolacağı varsayılıyor! Herhangi bir çe­
kimin dedektörde bırakacağı iz (momentum ve enerji dengesinden yoksun bir par­
çacıklar serpintisi şeklinde görünerek) ölçülebilecek!
Böyle bir bulgunun, önceki keşiflerden farklı olarak, “mevcut standart model”
parçacık fiziğiyle çatışmayan “yeni fizik”e yol açacağı düşünülüyor. “Graviton”
keşfinin, standart modeli, basit bir şekilde de olsa, temel prensiplere genişleteceği
öngörülüyor. Mevcut standart modelin, çoğu işleyişi tanımlama ve yenilerini ön­
görme kabiliyetine rağmen, birçok soruyu cevapsız bıraktığı açık. Yeni boyutların
keşfi ve çekim gücünün sayıya dökülmesi, tüm güçleri biraraya getirme yolunda
ilk adım olurdu. Böyle başarılı öngörüler, tüm fizikçilerin birliğe yönelik idealle­
rinden birini karşılardı ve on dördüncü yüzyılda Ockham’lı William’ın felsefi ta­
nımlamalarıyla da bağlantılıdır. Bu İskoçyalı filozof şöyle yazmıştı: “Şeyler gere­
ğinden fazla çoğaltılmamak, daima en basit hipotezler tercih edilmeli.” Katılıyo­
ruz.
Sadece fizikçiler değil, biyologlar, sinir bilimciler, robot uzmanlan ve yapay ze­
ka üzerine çalışanlar da bir gün -veya gece, rahat ve bilinç dışı, eğitici bir rüyada-
bilimin ansızın herşeyi açıklayan bir cevap sunacağı hissiyatında. Bu hissiyat ulus­
lararası bilim camiasında solunan havada bile farkedilebilen bir şey. Yakında me­
sela maddenin kökeni ve dolayısıyla kendi kökenimize dair uzun süredir peşinde
olduğumuz sır çözülecek, o zaman bariz bir şeyi görmezden geldiğimizi anlayaca­
ğız. Neden bunu çok daha önce farketmediğimizi soracağız. Belki de yeni bir De-
mocritus, Galileo, Darvvin veya Einstein’a ihtiyaç var.
Yeni keşif, sanıyorum, evreni hareket ettiren dört güçteki gibi bir gün disiplin­
leri birleştirecek olan, prangalardan kurtulmuş bilgiyle gerçekleşecek. Daha önce
nasıl her biri kendi yoluna gittiyse, şimdi de geri dönecekler, evrenin başlangıcın­
da hepsi biraradaydı. Bu tekrar birleşme, tekrar bağlanma gezegenin en iyi araştır­
ma merkezlerinde gerçekleşmeye başladı bile.
Maddeye ilişkin anlayışımızda sıçrama yapabilmek için ayrıca, bilimde içkin

284
ATOM İÇİN Ç O K BÜYÜK, YILDIZ İÇİN Ç O K MİNİK

olan tevazu erdeminin güçlenip yaygınlaşması da gerekiyor. Bilim -dogma veya


“vahyi bilgi”den farklı olarak- doğrulamaya, deneye, teste ve acımasız, aleni eleş­
tiriye tabidir. Bilimsel yöntemlerin, gözlemlerin, ölçümlerin, delil tutarlılığının vb.
üstünlüğü —otoritelerce vahyolunan bilgi gibi, çoğu temelsiz peri masalı gibi- “bi­
limsel köktencilik” hatasına düşmemesidir. Böyle bir dogmatik duruş, tahripkar
etkileri bakımından, köktendinciliğe denktir. Cari Sagan’ın bazı yazıları geliyor
insanın aklına (Sağan, 1996). Özellikle de bir Nobel ödülü sahibinin -Alfred No-
bel 1895’de vasiyetiyle yaratalı beri bu ödülü en layığıyla almış kişilerden birinin-
homeopati karşısındaki katı tutumunu hatırlıyorum. Bilimsel dogmatizmin pek
çok örneği -astrolojiye, kıta hareketliliğine, gastrik ülserlerin sebeplerine [bölüm
29] yaklaşımda—hâlâ sergileniyor.
Hekim ve araştırmacı Jacques Benveniste ile Paris’ten elli kilometre kadar
uzakta, eski laboratuarına yakın bir yerde karşılaşmamı hiç unutmuyorum. M o­
dern laboratuarı, Tabipler Birliği’ni karşısına alıp her tür zorluğu göğüsleyerek su­
yun hatırlayabildiğini, hafızası olduğunu savununcaya kadar yönettikten sonra,
iki üç sadık asistanıyla birlikte laboratuarın yakınında asbest çatılı bir barakaya
yeni sığınmıştı. Homeopati uzmanlarına göre ilaçlar, temel aktif molekülün yiti-
rildiği noktaya kadar çözeltilseler bile etkilerini koruyor. Hafıza özellikleri suya
atfediliyor!
Mevcut bilgilere dayanarak homeopatik tedavilere başvuran milyonlarca has­
tanın iyileştiğini ileri sürmek hâlâ riskli. İyileşiyorlarsa, bunun “plasebo” etkisi dı­
şındaki etkenlerden kaynaklandığı kesin mi? Deneyler, homeopatik iyileşmelerin
sahte olduğunu, plasebo etkisi dışındaki etkenlerin sonunda belki tespit edilebile­
ceğini, zihnin metabolizmaya etkisi dışında bir fizyolojik açıklama olduğunu tel­
kin ediyor. İletişim kanallarını açık tutuyor bilim.
Fransa’da, Eski Rejim döneminde fahişeler omuzlarındaki bir zambakla işaret­
lenirlerdi. Jacques Benveniste açısından, indirgemeci bilimcilerin aynı şekilde ho-
meopatiyi damgalaması utanç verici bir şey. Şunu kabullenmeye yanaşmıyorlar:
“Suda çözülen bir madde öylesine çözülmüştür ki, artık kaybolmuştur aslında, ge­
riye bir şey kalmamıştır.... Ama, aslında, homeopatinin neden etkili olduğunu
açıklayacak bir şey, bir tür iz, bir hatıra vardır.” Enformasyon dünyası her ne ka­
dar sanal olsa da, sağaltım işlemi için moleküllerin gerektiğini savunuyorlar. Ben­
veniste şu cevabı veriyor: “Bir şarkıcının veya orkestranın CD’sini çaldığında, ku­
lak kaynağı ayırdetmez. CD ’de Luciano Pavarotti’nin müziğini çalıyorsan, kaydı
mı, yoksa Pavarotti’nin kendisini mi duyduğunu bilmez kulak. Beni eleştiren No­
bel Ödülü sahipleri sağaltım işlemi için moleküllerin olması gerektiğine inanıyor.
Bunun iman etmekten farkı yok.”
Bulaşıcı hastalıklar tarihinde, yerleşik resmî sistemin homeopatiyi kabullenme­
ye yanaşmayışından çok daha trajik öncüller var! 1840’larda hekim Philip Ignaz

285
H AYAT KİTABI

Semmehveis (1818-65) birçok kadının doğum sırasında ölümüne yolaçan loğusa­


lık hummasının aslen yetersiz hijyen ve enfeksiyondan kaynaklandığını yazdı. O
zamana kadar loğusalık humması, doğuma içkin ve hiçbir müdahale yapılamayan
bir hastalık olarak görülüyordu. Ama Semmehveis’ın araştırmaları gösterdi ki,
ebelerin katıldığı doğum odalarında anne ölümleri yüzde l ’den fazla değildi.
Otopsi odalarından gelen öğrencilerin katıldığı doğumlardaysa, ölümler yüzde
30’un üzerindeydi. Semmehveis otopsilerdeki çürüyen maddenin loğusa humma­
sına neden olduğu sonucuna vardı ve doğum odasına giren herkesin ellerini klo-
rinli suyla yıkamasını şart koştu.
Bu önlemler loğusa hummasını önlediği halde, doktorların çoğu Semmelvve-
is’in tezini reddettiler. Binlerce kadın onlarca yıl boşu boşuna dayanılmaz acılar
çekerek doğumlarda ölmeye devam etti. Semmelvveis hastanelerden kovuldu.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun düşmanı olmakla suçlandı. Son günle­
rini, belki de son otopsilerinden birinde parmağım kesmesiyle başlayan mikrobik
bir kanama nedeniyle, ateşli bir hezeyan içinde, bir tımarhanede tamamladı.
Ve Louis Pasteur’ün dokuz yaşında bir çocuğa patojenik ajanlar enjekte etme­
siyle infiale kapılıp laboratuarı terkeden araştırmacıları nasıl öfkelenmeden hatır­
layabiliriz -söz konusu olan aslında kuduza karşı ilk insan aşılamasıyken?

286
-34-

Ekstra Boyutlar

Lisa Randall ile Söyleşi


Ekstra boyutlar dünyamızdaki olguları gerçekten açıklıyorsa, o zaman
bu durumun gelecek açısından deneysel yansımaları olacak demektir.
Teorilerimiz ekstra boyutlara ilişkin delilleri görmemizin
yolunu açacak.
Lisa Randall

Eduardo Punset: Profesör Randall, biyografini okurken ünlü bir profesyonel


tromboncuyu hatırladım, Münih Filarmoni Orkestrası'na iş için başvuran
Abby Conan adında bir hanımefendiyi -muhtemelen ilk profesyonel kadın
tromboncu. O zamanlar dünyanın hiçbir orkestrasında kadın tromboncu
yoktu. Adaylardan biri tesadüfen deneme komitesindeki birinin akrabası

Lisa Randall, Harvard Üniversitesinde Fizik Profesörüdür.

287
HAYAT KİTABI

çıktığı için, denemede araya çalgıcının görünmesini engelleyen bir perde koy­
muşlar. Abby Conan perde arkasında çalmaya başlayınca, orkestra şefi
—dünya çapında ünlü b iri- hemen bağırmış: “İstediğim müzisyen bu! Dene­
meyi bitirelim artık!” Sonradan kadın olduğunu gördüklerinde epey gürültü
koptu, kimileri işi almasını engellemeye çalıştı. İlk yıllar büyük zorluklarla
geçti, ama sonradan hepsi sonsuza dek mutlu yaşadılar. Harvard Üniversite­
si gibi bir yerde daimi bir fakülte üyesi olarak istihdam edilen büyük kadın
fizikçilerin ilklerindensin, değil mi?
Lİsa Randall: Hayır, birkaç kadın var. İlk olduğumu söylemek istemem. Ama şu­
nu söyliyeyim: Harvard başkanı Larry Summers'ın geçen yılki beyanları üze­
rine, kadın fakülte üyeleri ve kız öğrenci almak konularında çok laf edilir­
ken, seninkine benzer anekdotlar dillendi sahiden de. Senin örneğin çok hoş,
çünkü çok net! Tarafgirlik kanıtlanmış, inkar etmenin yolu yokmuş, benim
alınma işlemimeyse daha hafifletici unsurlar katılmıştı. Küçükken bir orkes­
trada flüt çaldığımı hatırlıyorum, bir kadın arkadaşım da tronbon çalıyordu.
Kulağımın dibinde bangır bangır çalmak ona çok komik geliyordu! Kusura
bakma, trombon çalan kadınlarla ilgili hatırladığım tek şey bu.
E.P. Bugün alt katta beklerken karlar içinde kitabın W arped Passages'ı [“Eğik Pa­
sajlar”] okudum ve çok zevk aldım; kar şimdikinden çok daha şiddetli yağı­
yordu. Eski bir Harvard profesörü geldi, kitabı gördü ve “Çok iyidir” dedi.
Dilerim TV izleyicilerimiz de kitabından benim kadar zevk alır.
L.R. Teşekkür ederim.
E.P. Ve izninle, onlara önce yeni boyutlar işini açıklamaya çalışacağım.
L.R. Tabii.
E.P. Bu söyleşide yeni boyutlar ve yeni boyutlarla ilgili bu fikirlerin nasıl başladı­
ğı üzerine konuşacağız. Kavramın tümüyle çocuk kafesinde başladığını söy­
leyen —senin deyiminle—“yanlış bilgi” konusunda herkese bir hatırlatma ya­
payım önce. Küçükken ileri geri hareket edebiliriz, sağa sola gidebiliriz ve bi­
raz büyüyünce aşağı yukarı da hareket etmeye başlarız, hoplayıp zıplarız. Üç
boyutu hesaplamaya epey alışkın olmalıyız, ama anlaşılan sadece onlara öy­
le alışkınız ki, daha fazla boyut hayal etmemiz pek kolay değil, yanlış mı? Bu
nasıl oluyor?
L.R. Muhtemelen alışık olduğumuzdan fazlası var. Fizyolojik olarak gerçekten de
yalnızca üç boyutu resmedecek veya tecrübe edecek şekilde tasarlanmışız.
Ama daha fazlası olabileceğine yönelik fiziksel açıklamayı anlıyoruz__ Fizik
tarihini düşünürsen, özellikle son yüzyılı, çok küçük veya çok büyük ölçekte
incelememize bağlı olarak ilk algılamamızdan çok farklı manzaralar ortaya
çıktığını görüyoruz! Dünyanın kuantum mekaniğiyle işlediğine kim inanırdı?
Normal görüşümüz atomik ölçekte değil ki. Boyutlar şöyle bir şey: üç boyu­
EKSTRA BOYUTLAR

tu insanın tecrübe edebileceği ölçeklerde görüyoruz. Belki de sadece üç boyu­


tu bilen ışıktır mesela bizi kısıtlayan.
E.P. Şu örnek bana çok aydınlatıcı geliyor: arkadan aydınlatmalı bir kamera önü­
ne bir oyuncak konduğunda oyuncak tabii üç boyutludur, ama ekrandaki
yansıması düzdür....
L.R. Evet, aynen, enformasyonun tamamına sahip olmayan tek bir projeksiyonu­
muz var. Oyuncağının birçok farklı şekli olabilir, ama yine de iki boyutlu
projeksiyonunda, bir gölge gibi, hep aynı görünebilir. Ama her açıdan tüm
projeksiyonlarını kaydedersen, o zaman başlangıçtakini yeniden yaratabilir­
sin, alt-boyut enformasyonuyla sınırlı olsan bile. Fizikte yapmaya çalıştığı­
mız da bu: sadece üç boyutlu dünya gördüğümüz halde daha fazla boyutlu
bir dünyayı yeniden yaratmak.
E.P. Bu çok mu şaşırtıcı? Günlük yaşantımızda, görüntülerden, yani düz iki bo­
yuttan gerçek üç boyutlu dünyayı yeniden kurmaya çalışıyoruz.
L.R. Evet, komik. Daha dün biriyle bundan bahsettik. Yüzyıllardır fizikte sürekli
müthiş keşifler yapıyor olsak da, itiraf etmek lazım ki, çok farklı enerjilerde,
çok farklı uzunluk ölçeklerine baktığımızda, işler günlük hayatta gördüğü­
müzden tamamen farklı görünüyor. Ama yine de bu ne zaman olsa insanı
hayrete düşürüyor! [Tablo 2, bölüm 33.]
E.P. Hayret ediyoruz. Ekstra boyutlar keşfedersek yine öyle olacak, üstelik bu bir
şekilde doğal bir şeyken. Zaten neden sırf biz öyle görüyoruz diye, sadece üç
boyut olsun ki? Sadece üç boyutu şart koşan bir fizik kuralı yok. Einstein'ın
denklemi, çekimi tanımlayan genel izafiyet, her sayıda boyut için geçerli. Öy­
leyse neden daha fazlası olmasın?
Harika kitabında diyorsun ki, fizik maddenin farklı ölçeklerini veya ev­
rendeki farklı veya daha büyük uzunlukları araştırır. Fizikte daha ileri araş­
tırmalar yapılsa yeni boyutlar keşfedebileceğimizi söylüyorsun. Sana bunu
söyleten ne?
L.R. Sorun güzel. Sanırım gerçekten daha fazla boyut olabilir ve onları bulabiliriz.
Ekstra boyutlar olabilir de, olmayabilir de ve daima görünmez kalabilirler.
Dünyamızda bazı olgular, gizemli şeyler var, gördüğümüz ve etkileşimlerini
anladığımız parçacık kütleleri arasındaki ilişkiler. Parçacık fizikçileri olarak
sadece üç uzamsal boyut bağlamında pek anlayamadığımız şeyler. Uzama
ekstra boyutları eklersek bazı matematiksel tanımlamalar gerçekten gayet
güzel yerine oturuyor. Çalışma arkadaşım ve ben, eğik [ıvarped] geometriyi
bulduk, yani farklı yerlerdeki farklı çekim kuvvetlerini, çok farklı yerlerdeki
çok farklı ölçekleri. Eğik uzay-zaman ile gerçekten de kimi ölçülebilir olgu­
ları açıklamaya yardım edebileceğimizi gördük. Ekstra boyutlar gördüğü­
müz olguları açıklıyorsa, o zaman mesela önümüzdeki birkaç yıl içinde bun-

289
H AYAT KİTABI

lan CERN’ün büyük Hadron çarpıştırıcısıyla (LHC) keşfetme umudumuz


var demektir.
E.P. İsviçre'de?
L.R. İsviçre'de, evet. Orada yapılacak şey şu: Protonları aşırı derecede yüksek
enerjilere hızlandıracaklar ve bu kadar yüksek enerjilerde çarpışma öyle çok
enerji yaratacak ki, ağır parçacıklar, yani büyük kütleli parçacıklar (E= mc2),
bize ekstra boyutların izlerini verebilecek hale getirilecekler. Bunlar ekstra
boyutlarda gezinen parçacıklar olabilir ve fazladan enerjileri bulunabilir, ki
bu da bize ekstra boyutlar nedeniyle fazladan kütle şeklinde görünür. Fikir
şu: eğer ekstra boyutlar dünyamızdaki olguları gerçekten açıklıyorsa, onları
keşfetme şansımız var demektir.
E.P. Diyorsun ki, İsviçre'de büyük Hadron çarpıştırıcıyla (LHC) standart dört bo­
yut dışından gelme parçacıklara ilişkin deliller bulabiliriz.
L.R. Müthiş bir şey! Doğru. Ekstra boyutlarda gezinen bütün parçacıkları bulacak
değiliz, ama gerçek olgularla bağlantılıysalar, bazı kütlelerin tespitinden ha­
reketle, çekim gücünü ölçtüğümüzü çıkarsarız! Eğer tespit ettiğimiz şey çeki­
min zayıflığıyla bağlantılıysa, o zaman diğer boyutları doğrudan teşhis ede­
bilmemiz gerekir. Çok heyecan verici! Ekstra boyutlar dünyamızdaki olgula­
rı gerçekten açıklıyorsa, o zaman bu durumun gelecek açısından deneysel
yansımaları olacak demektir. Teorilerimiz ekstra boyutlara ilişkin delilleri
görmemizin yolunu açacak!
E.P. Örneklerinden biri çok enteresan: yeni boyutlara ilişkin fikirlerin, başka yer­
lerde, gizemli şeyleri anlamamıza zaten yardımcı olduğunu söylüyorsun. M e­
sela diyorsun, bir dünya haritasına bakınca, kıtaları tektonik plakaların zir­
veleri olarak görüyoruz ve de şimdiki halleriyle, ama tabii bunlar yer değiş­
tirdiler. Bunu anlamamızın tek nedeni, diyorsun, bir boyut daha, yani zama­
nın eklenmesi. Geçen milyonlarca yılı düşününce anlamaya başlıyoruz dün­
yanın nasıl işlediğini. Çekimle ilgili olarak da aynı yaklaşımı öneriyorsun.
Yeni boyutlar bu tuhaf, gizemli, zayıf, her yerde bulunan çekim gücünü an­
lamamıza yardımcı olabilir. Çekim güçleri beklentilerin aksine....
L.R. Evet. Şu kupayı kaldırırken aslında tüm Dünya'ya direniyorsun.
E.P. Müthiş bir şey! Aslında Cenevre'deki genç bir fizikçi, birkaç yıl önce Redes
için çalıştığım zaman çekim zayıflığının gizeminden söz etmişti. Her gün ak­
lımıza gelen sıradan bir şey değil. Bir mıknatıs her an mevcut olan çekim gü­
cüne karşı büyük ağırlıkları kaldırabiliyor. Ve bu genç fizikçi şöyle demişti:
“Bak, burada, kuvvetin kullanıldığı bizim üç boyutumuzda çekim çok zayıf
olsa da, çekimi çok güçlü olan başka boyutlar bulunabilir.” Söylediklerim
bir şey ifade ediyor mu?
L.R. Çeşitli ihtimaller var. Bizim yaklaşımımıza göre, aslında bir ekstra boyut yol­

2 90
EKSTRA BOYUTLAR

culuğuna çıkarsan çekim çok çok güçlüden çok zayıfa geçebilir. Doğrusu, çe­
kimin katlanarak, süratle değiştiğinden kuşkulanıyoruz. Demek istediğim,
ekstra boyutlara gittiğinde, çekim değişiyor, ivmeli olrak zayıflıyor. Çok sü­
ratli düşüyor. Dolayısıyla çekimin yoğunlaştığı yerden belli bir uzaklıktay­
san, dediğimiz gibi, son derece zayıf olduğunu görürsün. Başka bir boyut bi­
ze çekimin neden zayıf olduğuna dair çok doğal bir açıklama getiriyor. Kur­
guladığımız eğik ekstra boyut çerçevesinde oluyor aslında bu.
E.P. Çekim meselesiyle ilgili bir başka soru: diğer çoklu —evrenlere ulaşım imkanı
tanımayan bir aleme “kısılmış” olabileceğimizi söylüyorsun....
L.R. Fikir temelde şu: biz Düzistan'dayız; tek fark, düzistanımızın iki değil de üç
boyutlu oluşu. Yani biz daha çok boyutlu bir alemin üç boyutlu bir kesitin­
de yaşıyoruz. Fizikçiler teknik bir isim buldular: “bran”. İngilizcedeki mem-
bran kelimesinden geliyor. Anlatılmak istenen şey bu üç boyutlu düzistanda
bulunduğumuz. Karışımımızdaki şeyler, atomlarla moleküller vs. galaksile­
rimiz, dünyamız, hepsi aslında üç boyutlu bir evrene, bu üç boyutlu brana sı­
kışmış durumda, ama ekstra boyutlar var. Bu, dış dünyayla iletişim kurma­
dığımız anlamına gelmiyor, kuruyoruz, çünkü nihayetinde çekim her yerde
hissediliyor.
E.P. Her yerde.
L.R. Çekim tüm bir uzay-zaman geometrisiyle bağlantı halinde. Uç boyutlu bir
aleme sıkışmış olmak ne anlama geliyor? E, mesela şu anlama: elektroman-
yetizm ancak bu üç boyutlu branda yaşıyorsan hissedilebilir. Dolayısıyla me­
sela elektromanyetizmi ileten fotonlar, bunlar belki sadece branda varlar!
Elektromanyetizm sayesinde yüklenen elektronlar, bunlar belki sırf branda
varlar. Dolayısıyla bildiğimiz parçacıklardaki tüm güçler de, çekim hariç, bi­
zim branımıza sıkışmış olabilir. Parçacıkların başka yerlerde, diğer branlar-
da bulunan başka kuvvetleri de olabilir. Belki çoklu bir evren var; farketme-
diğimiz başka evrenler olabilir. Ama dış dünyaya sadece çekimle bağlı oldu­
ğumuzu biliyoruz. Bizi başka güçler birarada tutuyor olabilir mi? Bu yüzden
mi sadece üç boyutu farkediyoruz? Nihayet fotonlar sadece branda ilerliyor­
lar. Biz sadece üç boyutu görebiliyoruz. Ekstra boyutlara gitmiyorlar. Belki
sadece çekim bizi ekstra boyutlara bağlıyor.
E.P. Bran yaklaşımını biraz aç lütfen.
L.R. Tabii. Malum, iki boyutlu yüzeyler üzerine çiziktiriyoruz. Öyleyse branların
da sadece iki boyutu olduğunu farzedelim.
E.P. Tamam.
L.R. Tabii üç boyutlu branlarda düşünüyor, daha doğrusu yaşıyoruz, ama diye­
lim ki iki boyut var. O zaman burada bir bran olduğunu düşünebilirsin, üze­
rinde yaşadığımız bran. Elektronlarla kuarklar, hayal ettiğimiz atomlarımız

291
H AYAT KİTABI

ve galaksilerimiz hepsi bu bir brana sıkışmış durumda. Bu resimde iki boyut­


lu görünüyor, ama aslında üç boyutlu vs. Uç boyutlu bir sonsuzluk. Şimdi bir
ekstra boyut düşünelim. Bu üçüncü değil, bu aslında dördüncü bir uzay bo­
yutu; beşinci bir uzay-zaman boyutu. Dolayısıyla başka yerlerde, parçacıkla­
rın başka güçler taşıdığı başka branlar hayal edebilirsin. Muhtemelen tama­
mıyla farklı bir kimyaları olacaktır.
E.P. Bu durumda çekim branlar arası bağlantıyı sağlayan tek güç olurdu.
L.R. Başka güçler olabilir, bunu henüz bilmiyoruz, ama çekimle bağlantı kurulu­
yor olabileceğini biliyoruz. Peki ne oluyor? Tahmin edebileceğin şey —önce
bu branlardan birini açalım. Bu branda bir diğeriyle çarpışan bir protonum
var diye düşünüyorsun. İki proton çarpışıyor. Ve iki proton çarpıştığında, çe-
kimsel parçacıklara dönüşüyorlar, fotonların muadiline. Yeni parçacıklar
çekimi iletiyorlar. Bunlara “graviton” diyoruz. Hayır, onları görmedik; hak­
lısın. Onları henüz görmedik. Aslında, eğer eğik teorimiz doğruysa, bu de­
neysel sonuçları bakımından ilginç olur. O zaman ekstra boyutlara ilişkin
deliller görürüz. Graviton aslında ekstra boyutlarda gezen bir graviton ola­
bilir, ki bu da daha ağır parçacıklar göreceğimiz anlamına gelir.
E.P. Matematik ve fizikten hareketle diyorsun ki, daha zengin, daha çeşitli, çok
boyutlu, farklı bir alem olabilir, görmeye alışık olduğumuzun dışında bir ev­
ren....
L.R. Bu fikirlerin bazıları gerçekten ufuk açıcı; sanki nerdeyse bize bu fikirleri fi­
zik vermiş gibi. Bunları düşünebilecek kadar hayal gücümüz yoktu aslında.
Görmediğimiz sonsuz sayıda ekstra boyut olabileceğini hiç düşünmedik. Bu
çıkarsama matematikten geldi. Einstein'ın çekim denkleminin bir sonucuy­
du. Analizlerden birine dikkatle baktık ve ne anlama geldiğini farkettik. Bun­
lar müthiş fikirler. Ayrıca gördüğümüz kadarıyla, “ekstra boyutların gider
deliği” dediğimiz bir şey içinde bulunuyor olabiliriz. Başka yerde üç değil bir­
çok boyut varken, biz üç boyut gördüğümüz bir bölgede bulunuyor olabili­
riz. Dünya daha fazla boyutlu. İhtimal muhtelif ve hangisinin doğru olduğu­
nu bilmiyoruz. Bu fizikle uğraşmayanlar için sinir bozucu olabilir, ama fizik­
çiler için de sinir bozucu. Birbirinden farklı bir sürü ihtimal.

292
-35-

Bücürlerin Manipülasyonu

Nicolâs Garda ile Söyleşi


İnsan bedeninin bir terabitlik hafızası var, on üzeri on iki [1012]. Ama
nanobafıza bin kat daha büyük olsaydı... Mevcut olasılıklarla
kıyaslandığında Dünya gezegeninin teknolojik gelişimi çok
sınırlı bir düzeyde.
Nicolâs Garda

İspanyol Bilimsel Araştırma Konseyi’nde nanoteknoloji bölümünün yöneticisi


olan Nicolâs Garda uzun süre Rohrer [bölüm 32] ile birlikte çalıştı. Bana ilk kez
tünel mikroskobuyla atomu gösteren kişi Nicolâs’tır. Epostalarla sürdürülen ve
gerçek dünyadaki daha uzun, daha derin dostluklar kadar değerli olan dostluğu­
muzu o atoma borçluyum. Garcıa’ya göre, şüphesiz, dünya baştan aşağı yapılan­
dırılmıştı ve ayrıca bilgi dağarcıkları eşitlendiğinde makineler insanımsıların bey-

Fizikçi Nicolâs Garcıa Madrid'de Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi'nde çalışıyor.

293
HAYAT KİTABI

ninden üstün olacaktı. Bu tip bilim kurgu fantazileri artık bilimin bir parçası.
Mucitlerinin hayatı sona ermeden gerçekleşebiliyorlar. Araştırmalarına nanotek-
nolojinin en ön sıralarında başlayanlar gibi tutkusunu yitirmeden devam eden
pek az bilimci vardır, sayıları bir elin parmaklarını geçmez.

Eduardo Punset: Nicolâs, eğer Dünya dışında yaşam bulursak, uzayda robotlar­
la da karşılaşacak mıyız?
NİCOİâs Garda: Aramamıza gerek yok, eğer varlarsa, onlar bizi ziyaret eder. Ev­
rende başka bir yerde yaşam varsa, bu bizimki gibi olmak zorunda değil. Ya­
şam yumuşak materyaller kullanıyor. Bizimkinden daha kompleks ve zeki
yaşam formları belki daha büyük mesafeleri çok daha az zamanda katedebi-
liyordur. Mevcut olasılıklarla kıyaslandığında Dünya gezegeninin tekonolo-
jik gelişimi çok sınırlı bir düzeyde.
E.P. Elimizdekilerden memnun görünmüyorsun. Vücutlarımız daha iyi olabilirdi,
öyle mi?
N.G. Vücutlarımız böyle işte, ama daha büyük, çok daha mükemmel varlıklar ola­
bilirdi, çok daha iyi bir gelecek görüsü olan, doğayı daha iyi anlayanlar var­
lıklar. Dışarıda bir yerlerde yaşam olabilir mi? Tabii. Dünya dışı varlıklar
arayışı karmaşık bir iştir. Eğer varlarsa onları bulmak uzun zaman alacak.
Çok daha zekiyseler, onların bize gelmesi gerekir. Galaksiler öyle büyük ki,
teknolojimiz şu an onları baştan başa geçecek yeterlikte değil. Çok daha ile­
ri bir teknolojiyle çok daha hızlı hareket eden bir yaşam varsa, o bize gele­
cektir.
E.P. Yine de mucizeler yaratıyoruz. Seni gördüğümde veya mesela bir kadına bak­
tığımda ne oluyor? Eğer çekiciyse ...
N.G. Seni bilmem ama ben bir kadını gördüğümde, artık anlaşıldığı üzere, bir sa­
niyede o kadının milyonlarca fotoğrafını çekiyorum ve tabiyatıyla cinsellik
devreye giriyor. O kadının en baştan çıkarıcı bölgelerinin zihinsel fotoğrafla­
rını çekiyorum.
E.P. Milyonlarca fotoğraf-
N.G. Gözün çekiyor, onları analiz ediyor, total bir bilgi oluşturuyor, ama sen tüm
bu bilgiden habersizsin. Onun sadece bazı bölümlerini “fotoğraflıyorsun”,
ama bilincinde o kadının total görüntüsüne sahipsin. Görme sistemi bir ka­
meradan ibaret değildir; milyonlarca bit veriyi atıp gerekli olanları saklayan
bir bilgisayardır. İki farklı insanın aynı nesneye ilişkin görüleri farklıdır. Ne­
yi nasıl gördüğümüzü eğitimimiz belirler.
E.P. Veri ve hafıza konusundaki mesele ne? Futbol maçında hakem yerine, neden
bir makine “avut” diye bağıramasın? Neler olup bittiğini bilecek yeterlikte
sensörlerimiz var. Bunun bir sensörler meselesi olduğunu söyledin.

294
BÜCÜRLERİN M ANİ P Ü LA S Y O N U

N.G. Görüntüleri kaydedecek bir hafızanın icadı gerekli. Daha fazla hafızam ol­
saydı, onun bir kısmını görüntülerin interaktif analizi için kullanır ve çıkar­
samalar yapardım. Minik alanlara çok fazla bilgi depolamamız lazım. Ben­
zer sorunlarla uzay yolculuğunda karşılaştık. Eski lambalar ve on dokuzun­
cu yüzyıl teknolojisiyle aya gidebilir miydik? Enformasyon cihazlarının min-
yatürleştirilmesi gerekliydi. Transistor icat edildi; bu büyük bir devrimdi.
Teknolojilerin entegrasyonu gerekli.
E.P. Bir sonraki adım nanoteknoloji?
N.G. Tabii. Bu yolda ilerliyoruz. Silikon teknolojisi bir mikronun çeyreği düzeyin­
de (0.00000025 m), ama atomik boyuta indirilebilirdi. Bir atomu bir hafıza
biti yapabilseydik, devasa hafızalarımız olabilirdi -b ir santimetre karede on
ila on beş kuvvetinde, birin peşine on beş sıfır.
E.P. Bu hafızayı, diyorsun, gözlem ve depolama için kullanırım ve bir bölümünü
de insan bedenimin şu an verdiğinden daha iyi kararlar vermek için seferber
ederim.
N.G. İnsan bedeninin bir terabitlik hafızası var, on üzeri on iki [1012]. Ama nano-
hafıza bin kat daha büyük olsaydı-
E.P. İnsan daha iyi kararlar verebilirdi-
N.G. Bu ayrıntılı çalışmalar gerektiriyor, ama veri mevcut. İnsan bedeni, veriyi
kaydedip analiz eden bir sensör gibi davranıyor. Benim görüşüm bu.
E.P. Mesela beş yüz yılda hangi noktaya ulaşırız?
N.G. Beş yüz yıllık bir süreçte cihazlarımız belki şu an bizim olduğumuzdan daha
yetkin bir karar mercii haline gelecek. Otonom olacaklar. Bu kesinlikle muh­
temel; klonlamayla fevkalade mükemmel bir varlık oluşturabiliriz ve onlar
bizim yerimize geçerler. Pek kaçışı yok. Bunu büyük bir sorun olarak görü­
yorum, ama insanoğlunun yaratma merakım hiçbir şey engelleyemez. Biri
daha üstün bir şey yaratacaksa, bu yapılır. Düşün: her insanın kendine eklen­
miş bir robot-bilgisayarı var, diğerleriyle gerçek zamanda iletişim kurabili­
yor ve tüm enformasyon irtibatlandırılıyor! Ayrıca kararlar alabiliyorlar.
Böylesi kaotik bir etkileşimin sonuçları kesinlikle öngörülemez, ama böyle-
dir diye, anlamsız da değil. Robotlar zeki, başarılı kararlar alabilirler; kodla­
rına, ne öğrendiklerine bağlı. Aynen şimdi insanlarda olduğu gibi.
E.P. Sürekli tekrarlanan, bıkkınlık getiren bir iddiaya bakılırsa, nihayetinde robo­
tu mutlaka bir insan zihni programlamalı.
N.G. Bazı uygarlıklarda kelle kesmek ve insan kurban etmek geçerli şeylerdi. O za­
mandan bu yana kodlarımız evrildi. Programları ve davranışı değiştirdik.
Daha insani olduk, çünkü birarada yaşayabilmenin en iyi yolu bu diye düşü­
nüyoruz. Ama biz de programlıyız, hareket kabiliyeti olan her nesne gibi!
E.P. Nanorobotlar belli bir süre işleyip birbirleriyle iletişim kurarlarsa, bizim bil­

295
H AYAT KİTABI

mediğimiz şeyler yapacaklar. Biz, bize öğretilmeyen davranışlar sergiliyoruz,


ama bunları çevreyle kurduğumuz direkt iletişim yoluyla keşfediyoruz. Yeni
fikirler ortaya çıkıyor ve karşılıklı etkileşim sayesinde evriliyoruz. Nanotek-
nolojik sistemler de yeterli zeka ve iletişim yeteneğine ulaşınca insanlar gibi
evrilecekler.
N.G. Az çok öyle. İnsanların, kodlarla işleyen bir şey olmadıklarını söylemesi ba­
na komik geliyor. Tabii ki kodlarla işleyen şeyleriz ve bunlar doğal bir seyir
içinde değişiyor, bizim karşılıklı ilişkimiz sayesinde: esnek kodlu robot-bilgi-
sayar programlarının kesintisiz iletişime dayalı etkileşimi milyonlarca ektile-
şimin evrimine yol açacaktır. Neden olmasın? Bu çok açık.
E.P. Böyle bir şeyi hiçbir devlet durduramaz.
N.G. Ne bir devlet, ne de herhangi bir ahlaki mülahaza. Kökeninde merak var! İn­
sanlar hep meraklı olmuşlardır. Columbus’u, “Amerika’yı arama” diye ikna
edebilen oldu mu? O devrin bilimcileri bunun aptallık olduğunu söylüyorlar­
dı. Ay’a giden innsanları kimse durdurabildi mi? Hiç kimse. Böyle araştırma­
lar kısıtlanamaz. Tereddüt eden kaybeder. Ve merak bilimde evrensel bir ha­
kikattir.
E.P. Uç yüz yıl sonra zeki bir makine tarafından kovalanacağını, yakalanacağını
düşünüyor musun?
N.G. İnsan mükemmel bir hayvandır, bu doğru, ama maymun ya da başka bir me­
meliden daha mükemmel değil -kararlar veren bir hayvan olsa da (Margulis
ve Asikainen, 2008). Belki de bir adam veya kadının en muhteşem yanı güzel
bir roman yazabilmesidir. Robotlar Don Quixote, M adam Bovary veya Suç
ve Ceza gibi romanlar yazabilir mi bilmiyorum. Ama büyük bir başarıyla
başka şeyler yapacaklar sanırım. Neden olmasın?
E.P. Yaptığın iş sanal bir iş değil. Yaşam ve maddenin özüyle uğraşıyorsun. Atom­
ları inceliyorsun. Nobel Fizik Ödülü sahibi Richard Feynman slaytlar veya
mikro-diyapozitifler istemediğini söylemişti. Yazmak ve atomlarla bir şeyler
yapmak istiyordu, ama onları görmesi lazımdı. Ve yakın zamana kadar da
bu zordu.
N.G. Benim köyümde derler ki: “Dokunabildiğin şey görebildiğin şeyden daha ya­
kındır.” Atomlar bir süre önce görselleştirildi. Yeni teknolojilerin gelişimiy­
le de, yani tünel-etkili veya atom-güçlü mikroskoplar gibi yakın alan mikros­
koplarıyla, atomlara dokunabilir olduk. Kör alfabesi kullanan biri gibi do­
kunarak belirliyoruz onları.
E.P. Bu nasıl oluyor?
N.G. Tünel-etkili mikroskopta noktasal bir uç, örnek yüzeye paralel hareket edip
akım oluşturarak atomlara temas eder ve onları belirler. Uç bir nanometre-
den (0.000000001 metreden) kısa mesafelerle hareket eder, ki bu müthiş bir

2 96
BÜCÜRLERİN M A N IPÜ L A S Y O N U

şeydir! Mikroskobun istikrarlı ve yüksek çözünürlüklü ölçüm yapabilmesi


için titreşim olmaması gerekir. Bunlar sağlanırsa atomları görürsün. Doğada
hiçbir sistem baştan sona mükemmel bir düzen içinde değildir. Kimilerinin
bazı bölümleri düzenlidir. Tamamıyla düzenli olsa sistem donuk olurdu.
E .P . Yaşam için kusur lazım. Atomlar hangi hızda hareket ediyor?
N.G. Atmosferde atomlar saniyede 1,500 metre hızla hareket eder. Ama burada
konuştuğumuz bağlamda, her nanosaniyede (0.000000000001 saniye) bir sıç­
rama yaparlar. Atomların bir yüzey üzerindeki hareket hızı saniyenin milyar­
larca birine karşılık gelir.
E .P . Bu gerçekten yaşamın özü mü?
N.G. Yaşamın özü, bazı yerlerin, kusurların bulunarak atomlar tarafından yeni
yapılar meydana getirilebilmesi olabilir. Biz bu yapıların zeki olmalarını, na-
norobotlar olmalarını istiyoruz. Ve Bili Jo y ’a göre gelecekte bizim yerimizi
onlar alacaklar.

297
-3 6 -

Uzay Paramparça, Zaman Hükümsüz

Paul Davies ile Söyleşi


Yüz yıl içinde geleceğe yolculuk edip edemeyeceğimizi sorarsan, sana
bunun gayet mümkün olduğunu söylerim.
Paul Davies

Yüz yıl önce uzaya yolculuk edebileceğimize kimse inanmıyordu; şimdiyse fiziğin
gelecekte zaman yolculuğu yapabileceğimiz düşüncesine bir itirazı yok.
Artık insanlar zamanı bir yanılsama olarak niteleyen Einstein’ın ne demek istedi­
ğini anlamaya çalışıyor ve fiziksel zamanla psikolojik zamanı birbirinden ayır-
mayi öğreniyor; restorana gidişin eve geri dönüşten daha uzun sürdüğü şeklinde­
ki hissi herkes yaşamıştır veya rüyada zaman ve mekan bariyerlerini aşmayı tat­
mıştır.
Einstein’ın özel izafiyet teorisini formüle etmesinden yıllar önce, insanoğlu

Paul Davies, Macquarie Üniversitesi, Avsutralya Astrobiyoloji Merkezi’nde Doğa Felsefesi Profe-
sörü’dür.

298
UZAY PARAM PARÇA, ZAMAN HÜKÜMSÜZ

kendi tecrübesine dayanarak zaman diliminin gerçek işleyişini saatlerle takvimle­


rin yansıtmadığını hissetmişti. Dil kapasitesine sahip memelilerce evrim sürecinde
en sık tekrarlanan nidalardan biri “Hayat çok kısaP’dır, ama bu mantıken veya
şizofreni nedeniyle onu çok uzun ve hadiseli bulanları hiç hesaba katmadan yapı­
lır. Gerçek şu ki, zamanda yolculuğa zihnen uzayda yolculuktan daha hazırız. Ve
uluslararası düzeyde bir fizikçi olan AvustralyalI Paul Davies de hayatının çoğu­
nu zaman makinesi tasarlamaya adamış biridir.

Paul Davies: Zamanda yolculuğu, bir dereceye kadar, gerçekleştiriz, ama yalnız­
ca geleceğe gideriz, geçmişe asla gidemeyiz. Geçmişe yolculuktaki zorluk hâ­
lâ çok ileri bir teknoloji gerektirmesi. Yüz yıl içinde geleceğe ve uzak mesa­
felere yolculuk edip edemeyeceğimizi sorarsan, sana bunun gayet mümkün
olduğunu söylerim, ama geçmişe nasıl yolculuk edileceğini bulmak sanırım
çok daha uzun zaman alacaktır.
Eduardo Punset: Geleceğe yolculuktan söz edelim. Demek istediğim, şu atom
saatleriyle ortaya konduğu üzere, zaman Nevvton’ın düşündüğü gibi evren­
sel, mutlak bir değer değil. Dediğin gibi, “benim zamanım senin zamanın de­
ğil” ve belki de en iyi başlangıç noktası ikizlerin hikayesi ya da paradoksu.
P.D. Buna ikiz etkisi diyorum ben; 1905’de Einstein’ın özel izafiyet teorisini for­
müle ettiği ünlü makalesiyle gündeme gelmişti. Zamanı evrensel ve mutlak,
her yerde herkes için aynı gören Nevvton’cu yaklaşımda kati bir değişim an­
lamına geliyordu. Einstein farklı yönde hareket ediyorsak ötekinin zamanıy­
la benimkinin farklı olabileceğini söyledi. Bunu ikizlerin hikayesiyle göster­
di. İkiz olduğumuzu düşün ve ben kendi bir yılım boyunca bir roket içinde
ışık hızına yakın bir hızda yolculuk ediyorum. Döndüğümde Dünya üzerin­
de on yıl geçmiş olacak. Ben bir yıl geçtiğini düşüneceğim, sense on yıl geçti­
ğini. Her ikimiz de haklı olacağız ve aslında ben senin geleceğine dokuz yıl
yaklaşmış olacağım, çünkü senin için on yıl geçmiş olacak, benim içinse sa­
dece bir yıl. Dolayısıyla eğer bunu Ocak 2005’de yapsaydık, benim 2015
Dünya yılına ulaşmam sadece bir yılımı alırdı. Bu bir bakıma geleceğe yolcu­
luktur, gerçek bir durumdur. Geleceğe dönük olarak konuşuyorum, henüz
yapılabilecek bir şey değil, çünkü ışık hızına yakın bir hızda yolculuk edemi­
yoruz. En fazla ışık hızının yüzde 0.1’i hızında yolculuk edebiliyoruz. Ve böy­
le hızlarda etki çok küçüktür, ama gerkçektir ve bunu atom saatleri kullana­
rak ölçmek mümkündür. Dolayısıyla teorik bir öngörü değil, gerçek bir etki­
dir. Zaman yolculuğu mümkün tabii ve ne kadar hızlı yolculuk edersen za­
manda o kadar ileri gidersin.
E.P. Paul, hatalıysam düzelt, ışığınkine yakın bir hızda yolculuk edebilseydik, yüz
ışık yılı uzaklıktaki bir yıldıza on yılda gidebilirdik; bu oldukça insani bir za­

299
H AYAT KİTABI

man dilimi, doğru mu?


P.D. Doğru. Şu zaman eğme [warp] veya zaman genişlemesi [dilation] yoluyla çok
uzun mesafeleri nispeten kısa zamanda katedebilirsin. En yüksek hızda sey­
reden nesneleri gözlemlemek yeter, mesela aşağı yukarı ışık hızındaki koz­
mik ışınları. Yüksek enerjili kozmik ışınlar galaksinin tamamını dakikalar
içinde katedebilir —kendi referans sistemleriyle ölçüldüğünde—ama bu Dün-
ya’dan gözlemleyen bizlere yüz bin yıl sürüyor gibi görünür. Böylelikle, yük­
sek hızda zaman eğme etkisiyle, yüz bin yıllık bir yolculuk gerçekte sadece
birkaç dakika sürer. Zaman eğmenin müthiş etkisine ilişkin sadece bir örnek
bu. Bilim kurgu yazarları bile ışığınkine yakın hızlarda yolculuk eden uzay
gemilerimiz olabileceğini hayal etmemiştir heralde. Ama bir uzay gemisini
ışık hızının yüzde 90’ına fırlatabilen yeni bir fırlatım sistemi üzerine kafa yor­
mak saçma değil. Ve böyle bir durumda bu zaman eğme etkileri çok önemli
hale gelir.

E.p.'in yorumu: Paul konuşurken, iki büklüm bir uzay-zaman ve içerisinde çe­
kimle hareket eden bir gök cismi imgesini daha iyi anladığımı düşündüm. Hızdan
sözediyordu, izafi zaman kavramını devreye sokan özel izafiyet etkilerini düşünü­
yordu. Nevvton’ın bir mutlak büyüklük olarak nitelediği zaman aslında harekete
bağlı, dolayısıyla daha hızlı yolculuk eden gözlemci için daha yavaş geçiyor za­
man. Çekim belli ki zamanın büzülmesine ve genişlemesine de sebep oluyor. Ge­
nel izafiyetin en devrimci önermesine göre, içinde yaşadığımız mekan eğiktir ve çe­
kim bu eğimin dışavurumudur. Dolayısıyla yıldızların hareketleri —yıldız veya ka­
ra delik gibi daha büyük kütleli nesneler etrafındaki mekanın deformasyonu nede­
niyle- daha hafif cisimlerin daha ağırlarına düşmesi şeklinde anlaşılabilir.

E.P. Müthiş bir şey. Eski zaman ölçüm yöntemimizi göz önüne alınca çok kafa ka­
rıştırıcı, değil mi? Zaman sanki düzgünce akıyormuş gibi, bugünü, geçmişi
ve geleceği ayrıştırıyoruz, ama senin demene göre zaman geçmişten bugüne
ve geleceğe akmıyor olabilir. Bu düşünceyi terketmemiz mi lazım? Demek is­
tediğim, bilimciler zamanın akışına ve belki ölüm veya doğum endişesine son
mu verecek?
P.D. Einstein bir arkadaşına yazdığı mektupta, geçmiş, bugün ve gelecek arasın­
daki ayrımın yalnızca bir yanılsama olduğunu, ama çok kalıcı bir yanılsama
olduğunu söylemişti. Biz fizikçilerin geçmiş, bugün ve geleceği, gerçekte va­
rolmayan, insan zihninin kurguları olarak gördüğünü belirtiyordu. Ve bu­
gün ile gelecek, zaman eğme etkilerinin bir sonucu olarak sorgulanabilirdi.
Einstein’ın izafiyet teorisi şu önemli mesajı verir: bir uzay gemisinde yolcu­
luk edebiliyor, Dünya’ya dönüyor ve ikizlerin artık ikiz olmadıklarını görü­

300
UZAY PARAM PARÇA, ZA MAN HÜKÜMSÜZ

yorsam, bu durumda “İkizim şimdi ne yapıyor?” türünden sorular anlamsız


hale gelir. Bir rokette çok hızlı yolculuk ediyorsam, benim zamanımla senin
zamanın artık senkronize değildir ve ortak bir “şimdi” veya şu an yoktur. Ve
bu sav aynı zamanda olma kavramı için de geçerlidir. Einstein bunu 1905’te-
ki makalesinde formüle etti ve fizikçiler de o günden beri zaman kavramını,
bugün, geçmiş ve geleceğe bölünmüşlük yerine, bir bütünlük içinde alırlar.
Epey yaygın olan timescape veya landscape3S terimlerini kullanmayı seviyo­
rum. Fizikçiler tüm zamanı -bugün, geçmiş veya gelecek olmaksızın- insan­
dan önce kurulmuş gibi düşünürler. Yalnız bunun insan hayatı bakımından
bir anlamı yok, çünkü burada veya şimdi diyebilmek gerekiyor. Ama şu an
M ars’ta ne olup bittiğine ilişkin bir soru muğlak kalır, çünkü M ars’taki o
olay gözlemcinin referans sistemine bağlıdır. Daha büyük mesafelere gider­
sek, çok uzak bir galakside şu an ne olduğunu sorarsak, böyle bir durumda
“şu an”ın tanımı, oturuyor veya yürüyor oluşumuza bağlı olarak, zaman eğ­
me etkisi yüzünden binlerce yıllık bir değişkenlik gösterebilir. Dolayısıyla,
gözlemcinin zamandaki hareketinden kaynaklanan etkileri hesaba katarsak,
geçmiş, bugün ve gelecek arasındaki bu belirgin bölünme kaybolur.
E.P. Mars örneğinde fark yirmi dakika, değil mi? Enformasyonun varış zamanı
bu, dolayısıyla “şu an” çok muğlak bir ifade - “şu an” M ars’a atfen kullanı­
lıyorsa.
P.D. Zamanın, sohbetimizle eş zamanlı denebilecek anları ve esnaları var.
E.P. En karmaşık mesele geleceğe değil de, geçmişe yolculukla ilgili. Kitaplarında
diyorsun ki, bazı paradoksların çözülmemesi saçma bir durum yaratabilir.
Geçmişe yolculuğun mutlak imkansızlığını gösteren bir paradoks var. Bir ki­
şi geçmişe yolculuk eder, büyük annesiyle karşılaşır ve onu öldürürse, orta­
ya bir paradoks çıkıyor, çünkü böyle bir durumda katil doğamaz. Bu para­
doks nasıl çözülebilir?
P.D. Öncelikle zamanda geriye doğru, yani geçmişe yolculuğun geleceğe yolculuk­
tan çok daha problematik olduğunu söylemek lazım. Şurası kesin ki, sırf ışık
hızına yakın bir hızda yolalarak geçmişe yolculuk edemeyiz, çünkü bu şekil­
de zaman sadece ileriye doğru hareket eder, geriye değil. Zamanda geriye git­
mek için, çok daha kompleks bir yöntem gerekli. Benim seçtiğim yöntem
uzaydaki kara delik. Geçmişe yolculuk edip edemeyeceğimiz ve bizi neyin en­
gellediği yolundaki soruna şöyle bir cevap verebilirim: geçmişi değiştirirsek
geçmişle gelecek arasında bir uyumsuzluk ortaya çıkabilir. En ünlü paradok­
sa değindin; zaman yolculuğu hikayeleriyle büyülenen bilim kurgu severler
çok iyi bilir bunu. Mesela kendi büyük annemizi öldürerek geçmişi değişti-38

38 Landscape peyzaj; timescape ise aynı kalıpta “kır” yerine “zaman”ı işaret ediyor.-çn

301
H AYAT KİTABI

rirsek, torunun nasıl doğabileceği sorusu gündeme gelir. Ve eğer doğmadıy-


sa, nasıl zamanda yolculuk edebilir ve suçu işler? Bilim gerçekliğin tutarlı bir
tarifini yapar. Ortada gerçek bir paradoks varsa, durum bilimsel olmaktan
çıkar. Ama bu, geçmişin bir parçası olamayacağımız veya nedenlerin zaman­
da geriye gidemeyeceği anlamına gelmiyor. Sana çok basit bir örnek vereyim:
kişinin zamanda yolculuk edip büyük annesini öldürmek yerine, geriye gidip
bir nehirde boğulmakta olan genç bir kızı kurtardığını hayal et; o kız meğer
kendi büyük annesiymiş. Bu durumda tarih tutarlı. Yani nedensel ve zaman-
sal ilişkiler tutarlıysa, geçmişe yolculuk etme veya geçmişe sinyaller gönder­
me önünde temel bir engel yok. Ama nedensel ilişkiler tutarlı olmalı; tutar­
sız paradokslarla olmaz. Yine de bu, geçmişe yolculuğun imkansız olduğunu
söyleyemeyeceğimiz anlamına da gelmiyor.
E.P. Peki, mümkün olsa, bu yolculuğu nasıl yapabileceğimizi inceleyelim. Ama
önce, geçmişe yolculuğun imkansızlığına örnek olarak sıkça öne sürülen bir
başka paradoksu çözmeye çalışalım. Zaman turistleri yok, yani 3000 yılın­
dan çarmıha, sıfır veya 33 yılına yolculuk eden insanlar. Ama zaman yolcu­
luğu olsaydı, birçok insan gelecekten geçmişe yolculuk ederdi. Bu paradoks
hakkında ne düşünüyorsun?
P.D. Haklısın, zaman yolculuğu mümkün olsaydı, gelecekteki bir yolcu bu çalış­
maya gelir ve geçmişe yolculuğun mümkün olduğunu bize gösterirdi. Demek
ki, gelecekten gelen bir turist yok. Şu anki fizik anlayaşımız uyarınca, şimdi­
ye kadar gündeme gelen hiçbir zaman makinesi, makinenin yapılışından ön­
ceki bir tarihe geri gitmek için kullanılamaz. Yani yüz yıl içinde geçmişe yol­
culuk eden bir zaman makinesi keşfetmeyi başarırsak, onu bu ana dönmek
için kullanamayacağız, çünkü yüz yıllık bir zamansal ilişkiyi yaratmak yüz
yıldan uzun sürer. Yani mesela yüz yıl geriye gidebilen bir makineyi yarat­
mak yüz on yıl sürebilir, ama bu makine iki yüz yıl geriye gitmek için kulla­
nılamaz. Torunlarımızın bizi ziyaret edebilecekleri bir zaman makinesi yap­
maları imkansız. Gelecekten gelen turistlerle karşılaşma imkanı var, ama an­
cak uzaylı bir uygarlık çok önceden bir zaman makinesi yapıp torunlarımıza
verdiyse. Böyle bir durumda bizim bugünümüze yolculuk edebilirlerdi. Yani
zaman turistlerinin görünmemesi sadece şu anlama gelir: ya zaman makine­
si yapılamadı ya da torunlarımıza zaman makinesi veren uzaylılar yok.
E.P. Öyleyse en iyisi acele edip zaman makinesini yapmak, çünkü geleceğin insan­
ları sadece makinenin yapıldığı tarihe geri gidebilecekler. Harika kitabın
Hoıv to Build a Time Machine [“Zaman Makinesi Nasıl Yapılır”] zaman
makinesi yapmak için kesinlikle elzem olan üç şeyi sıralıyor: çarpıştırıcı, pat­
latıcı ve ayrıştırıcı. Biraz açıklayabilir misin lütfen?
P.D. Sözünü ettiğim zaman makinesinin temel unsuru uzaydaki solucan delikleri.

302
UZAY P A RA M P A R Ç A , ZAMAN HÜKÜMSÜZ

Açıklamaya çalışacağım, çünkü pek çok insan kara delik kavramına aşina
değil. Bir kara deliğe girebilirsin, ama çıkamazsın; hiçliğe doğru tek yönlü bir
yolculuk gibi. Solucan deliğinin kara delik gibi olması lazım, ama girişle bir­
likte bir çıkışı da bulunacaktır: bir ucundan bakıp diğer ucunu görebilirsin.
Sydney’de çalışma odamda bir solucan deliği olsaydı ve ben içine atlasaydım,
şehrin bir başka bölümünden değil de, galaksinin diğer tarafından çıkardım.
Bilim kurguda solucan deliğine yıldız geçidi de deniyor bazan. Cari Sağan so­
lucan deliğini Temas (Contact) adlı romanıyla meşhur etmişti; girişi Japon­
ya’da, çıkışı Vega yıldızı yakınında olan bir solucan deliği vardı romanda.
Romandan uyarlanan filmi gördüysen, Jodie Foster’ın dairesel bir nesne için­
de bu solucan deliğine fırlatıldığını hatırlarsın. Ağız kısmında, devasa bir sı-
vılaştırıcıyı andırıyordu. Bilim kurgu uzaydaki iki uzak noktayı kestirmeden
birbirine bağlayan bir yıldız geçidi veya solucan deliği fikrini sıkça kullan­
mıştır; bunların içine atlayıp büyük mesafeleri katedebilirsin. Caltech’ten,
Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’nden bir grup bilimci bilim kurguyla doğan
bu fikri araştırdı ve şunu ortaya koydu: uzayda solucan deliği varsa, zaman
makinesi de yapılabilir. Deliğe atlayarak sadece uzayın başka bir yerinden
çıkmaz, dahası, nasıl atladığına bağlı olarak geçmiş veya gelecekte, başka bir
zamana da gidersin.
Dolayısıyla zaman makinesi yapma önerimdeki ilk adım bir solucan de­
liği bulmak. Ama bu kolay değil. Ya uzayda solucan deliği diye bir şey yok
ya da biz henüz onları bulamadık. Dahası, eğer varlarsa da çok küçük ola­
caklar, bir atom çekirdeğinin on üzeri eksi yirmisi (fO20) civarında. Bir solu­
can deliği bir atomun yanında minnacık kalacaktır; kesinlikle bir insan için
yeterli büyüklükte olmayacaktır! Solucan deliklerinin fiziği hakkında hiçbir
şey bilmediğimiz için, çok zor bir işle karşı karşıyayız. Küçük yarıklara ulaş­
manın bir yolunu bulmamız ve bir solucan deliğinin kontrolünü ele geçirip
onu genişletmemiz lazım.
İlk adım parçacık çarpıştırıcı kullanmak —atomik alt-parçacıkları ışığın-
kine yakın bir hızda döndürüp çarpıştıran devasa hızlandırıcılar. Epeyce bir
enerjiyle bunu yapabilsek, küçük solucan delikleri yaratabilirdik. İsviçre’de
büyük bir çarpıştırıcı inşa ediliyor, Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi diye
bilinen Avrupa Parçacık Fiziği Laboratuarı’nda. Büyük Hadron çarpıştırıcı
(LHC) diye biliniyor ve beş veya altı yılda hazır olacak. Çekime ilişkin bazı
egzotik teoriler doğruysa, bu makine içinde mikroskobik solucan delikleri
yaratılabilir. Atomdan daha küçük olacakları için onları zaman makinesi
amacıyla kullanamayız, ama böylece solucan deliklerinin varlığı kesinleşmiş
hale gelecek. Zamanda yolculuk etmek için bir solucan deliğini insan boyu­
tuna genişletmemiz gerekir. Solucan deliklerinin çöküp kara deliklere dönüş-

303
H AYAT KİTABI

meşini engellemek için onlara negatif enerji verilmesi gerektiğini biliyoruz;


epey spekülasyona yol açmış bir fikir bu. Bilim kurgu gibi görünse de, nega­
tif enerji gerçekten varolabilir ve laboratuarda belli bir lazer konfigürasyo-
nuyla yaratılabilir. Küçük negatif enerji paketleri oluşur. Solucan deliğini ge­
nişletmek için devasa miktarlarda negatif enerji gerekecek. Bunu nasıl yapa­
cağımızı bilmiyoruz. Kitabımda bu zorluk üzerine spekülasyon yapıyorum.
Yani bu iki teknolojiyi bıraraya getirirsek -küçük solucan delikleri yaratmak
üzere atom altı parçacıkları çarpıştırır ve sonra onları negatif enerjiyle büyü­
türsek- zaman makinesi yapma yolundaki ilk iki adımı atmış oluruz.
E.P. Paul, doğa kendiliğinden bir solucan deliği yaratabilir mi? Gelecekte bir so­
lucan deliği ortaya çıkabilir mi?
P.D. Mümkün. Dediğim gibi, kara deliğin içinde negatif enerji var. Solucan deli­
ğini insan boyutuna büyütmek için yeterli negatif enerjinin nasıl sağlanaca­
ğını kestirmek zor. Ama solucan deliğinin kendi çekim alanları, maddenin
atom altı doğasına ilişkin egzotik kuantum etkileri yaratabilir. Solucan deli­
ği kendi enerjisini de yaratabilir. Kendi kendine de genişleyebilir. Ve o zaman
bir başka mesele ortaya çıkar: solucan deliğinin fazla büyümesini engelle­
mek. Bu egzotik işlem doğada zaten gerçekleşmiş olabilir, mesela büyük pat­
lamadan hemen sonra, evren yaratıldığında. Egzotik kuantum etkileri uzay­
da solucan delikleri yaratmış olabilir, ama biz bulamadık. Astronomlar so­
lucan deliklerinin izlerini arıyor, ama neye benzeyeceklerini hayal etmek zor.
Bazı astronomik çalışmalarla, kara deliklerin varlığını tespit ettiğimiz gibi
solucan deliklerini de bulabiliriz belki. Solucan delikleri olsaydı, onları bir
atom çekirdeği içindeki kuantum uzay-zamanından elde etmek için tarif et­
tiğim kompleks operasyonları yürütmek zorunda kalmazdık.
E.P. Önceki söyleşilerden biri donuk maddenin nasıl ve ne zaman hayat kazandı­
ğı sırrını inceliyordu [bölüm 28]. Siz astronomlar izleri arıyorsunuz, M ars’ta
yaşam gibi kompleks süreçlerin “biyo-izleri”ni [bölüm 24]. Sen yaşamın
Dünya’da değil, M ars’ta başladığı ihtimalini öne sürüyorsun. Senin yaklaşı­
mına göre, bir meteorun M ars’tan kopardığı bir kaya içindeki canlı bir orga­
nizma Dünya’ya indi. Ama neden bakterilerin M ars’tan kopan bir kayayla
Dünya’ya geldiğini düşünüyorsun da, tersini düşünmüyorsun?
P.D. Yaşamı ortaya çıkaran kimyasal işlemleri bilmiyoruz. Ama şunu biliyoruz:
yaşam önce M ars’ta ortaya çıktı ve sonra Dünya’ya geldi.39 Neden? Çünkü
Mars Dünya’dan çok önce yaşama hazırdı, yaklaşık 4.5 milyar yıl önce. Da­
ha küçük bir gezegen olan Mars daha hızlı soğudu. Bu sırada Dünya hâlâ çok
sıcaktı ve gezegenler devasa gök taşları ve kuyruklu yıldızların bombardıma-

39 Bu kendinden emin ifadeye rağmen, yaşamın ne Mars’ta başladığı, ne de meteorlarla Dünya’ya taşındığı yo-
lunda direkt bir kanıt yok.-LM

304
UZAY P A RA M P A R Ç A , ZA MAN HÜKÜMSÜZ

m altındaydı. Yüzeyleri tehlikeli yerlerdi. Yüzey -yaklaşık 3.8 milyar yıl ön­
cesine kadar- hâlâ çok sıcakken, yaşamın yüzey altında başladığını düşünü­
yorum, yerin iki veya üç kilometre altında. Dolayısıyla yaşam M ars’ta orta­
ya çıktı, çünkü Mars daha hızlı soğudu. Muhakkak tarih boyunca Dün-
ya’dan M ars’a epey kaya gitmiş ve yaşamı oraya taşımıştır. Ama yaşamın
M ars’ta başladığını ve çarpan kuyruklu yıldız ve gök taşlarıyla kızıl gezegen­
den koparılan o kayalar içinde Dünya’ya geldiğini düşünüyorum ben.
E.P. Daha küçük bir gezegen olduğu için Mars’ın çekim kuvveti daha düşüktü ve
meteorların çarpmasıyla kayaların uzaya fırlaması da daha kolaydı, doğru
mu?
P.D. Doğru. M ars’tan Dünya’ya doğru materyal trafiği ters yöndekine kıyasla da­
ha fazladır, çünkü Dünya’nın kütlesi daha büyük. Yani kayaların Mars’tan
Dünya’ya gitmesi daha kolaydı.
E.P. Son bir soru, sohbetimiz boyunca hep gündeme geldi: yaşamla kuantum bil­
gi işlem arasındaki ilişki? Kuanta ve zaman yolculuğu? Zaman yolculuğu,
kuantum bilgi işlem ve yaşam arasındaki ilişkileri anlayacağımız şekilde
açıklayabilir misin?
P.D. Tüm bu soruları birbirine bağlayan şey “bilgi”dir. Sanırım yaşam, doğru
kimyasal maddelerin doğru bir karışımıyla ortaya çıkmıyor. Canlı bir hüc­
re sihirli bir formülden ibaret değil, bir bilgi işleme ve cevaplama sistemidir.
Bence yaşamın sırrı bilgiyi anlamakta gizli. Kuantum işlemleme sayesinde
bilginin doğasına ilişkin kavrayışımız son on yılda bir dönüşüm geçirdi. Bi­
limciler, konuştuğumuz gibi, kuantum fiziğinin garip yasalarını kullanarak
kuantum düzeyindeki bilgiyi depolamaya ve işlemeye çalışıyorlar. Kuantum
fiziğinin kuantum solucan deliği üretimi için de geçerli olan aynı garip yasa­
ları ve zaman yolculuğu düşüncesi o fikirlerin pek çoğunu kullanıyor. Za­
man yolculuğunda ortaya çıkan paradokslar da bilgiyle ilişkilidir. Mesele şu
ki, geçmişe bilgi göndermeye sıra gelince ortaya çıkıyor bu paradokslar.
Madde yerine bilgiyi baş role koyan bir başka bilimsel anlayış belirmeye
başlıyor. Fizikçiler yüzyıllardır maddeyi fiziksel teorilerin temeli olarak dü­
şündüler. Şimdiyse ivme kazanmış bir başka hareket var ve bu bilgiyi asal,
maddeyi de onun doğru kavranışıyla ortaya çıkan bir şey olarak görüyor. Bu
kestirim şimdi biraz abartılı gelebilir, ama böyle düşünen başkaları da var.
Kara delik ve solucan deliği terimlerini ortaya atan fizikçi John Archibald
Wheeler da herşeyin temelinin bilgi olduğuna inanıyor. Wheeler bunu hari­
ka, gayet şiirsel bir biçimde ifade etmişti, “bitten cisme” demişti. 1,000 bitin
1 bayta karşılık geldiği, bilgi bitlerini kastediyor. Fiziksel nesnelerin bilgi bit-40

40 28. bölümde açıkladığı üzere, William Day de aynı görüşte.-LM

305
H AYAT KİTABİ

lerinden geldiği kuşkusunu taşıyor. Bilgiyle madde arasındaki bu bağlantı iş­


lemi üzerine kuşkular var, ama şimdilik sadece spekülasyon yapabiliyoruz,
çünkü henüz tam olarak anlamış değiliz.

306
BİLİMCİLER

I. İNSAN PRİMATLAR

İnsan Öncesi Kültür

1. Nicholas Mackintosh
Mackintosh, 1981’den 2002’deki emekliliğine kadar yıllarca İngiltere, Cambridge
Üniversitesi’nde Deneysel Psikoloji Profesörü olarak çalıştı. Mezuniyet ve dokto­
ra derecelerini Oxford Üniversitesi’nden, yani Britanya Adaları’nın en eski ve
pek çok kişiye göre en seçkin üniversitesinden aldı, belki de dünyanın en seçkin
üniversitesinden. Uzun ve etkileyici akademik kariyerinde pek çok görev üstlen­
di: Kanada, Nova Scotia, Halifax’ta Dalhousie Üniversitesi; İngiltere’nin güne­
yinde Sussex Üniversitesi; Berkeley, Kaliforniya Üniversitesi; Havvaii Üniversite­
si; Connecticut, New Haven’da Yale Üniversitesi; Avustralya, New South Wales
Üniversitesi; Fransa, Paris-Sud Üniversitesi; ve Pennsylvania, Bryn Mawr Koleji.

2. Robert Sapolsky
Şu an Kaliforniya, Stanford Üniversitesi’nde ders veren Robert Sapolsky bir sü­
per yıldızdır. John D. ve Catherine T . MacArthur vakfının “deha ödülü”ne ve
Stanford’un Bing Üstün Eğitim Ödülü’ne layık görüldü. Tam ünvanı şöyledir:
Stanford Tıp Fakültesi’nde Nöroloji ve Nöroloji Bilimleri Profesörü ve John A.
ve Cynthia Fry Gunn Biyoloji Bilimleri Profesörü.
Cambridge Massachusetts, Harvard Üniversitesi’nde antropolojiden iftiharla
mezun oldu. New York, Rockefeller Üniversitesi’ndeki lisans üstü çalışmasından
sonra doktorasına yöneldi ve endokrinoloji alanında orijinal araştırmalar yaptı.
Sürekli sosyal ilişkilerin tetiklediği stresle ilgilendi, ama 1994 tarihli ünlü kitabın­
da da —Why Zebras Don t Get Ulcers [“Neden Zebralar Ülser Olmaz?”]—açıkça
görüleceği üzere, sadece insanlarla sınırlı kalmadı. Çalışmalarının çoğu Kenya’da
vahşi doğadaki babunlar (büyük maymunlar) ve şempanzeler üzerinedir. Birçok
başka davranış ve fizyolojinin yanısıra endojen steroidleri inceler. Mesela beynin
kortizol endokrin seviyeleri ve bunun hayvan aristokratlardaki, yani “alfa” er­
kekleri ve dişilerindeki sosyal hiyerarşiyle korelasyonu üzerine çalışmıştır.

3. Jane Goodall
Jane Goodall’ın yeryüzündeki en ünlü kadın bilimci olduğu söylenebilir, ama
Goodall hayata münzevi bir bilimci olarak başlamadı. Vahşi doğada, doğu Afri­

3°7
H AYAT KİTABI

ka'da Tanzanya’nın Gömbe Çayı Milli Parkı’ndaki kırk beş yıllık şempanze araş­
tırmalarının başlarında bu harika primatlarla kurduğu kişisel ilişkiler hayranlık
vericidir ve onları kendi taktığı isimlerle anar. Şempanzelerin karınca-çubuklan
üretip kullandıklarını ve böylece bu leziz, besleyici, sosyal böcekleri yuvalarından
çıkardıklarını keşfetmiştir. Ayrıca primat saldırganlığını da gözler önüne sermiş­
tir, mesela şempanze birliklerinin eşgüdümlü bir şekilde kırmızı kolobus may­
munlarını nasıl avladığını.
Goodall’ın nişan ve ödülleri de başarıları kadar sıradışıdır. 1980’de World
Wildlife for Conservation (Dünya Vahşi Yaşamı Koruma derneği) yandaşlarınca
Golden Ark (Altın Sandık) ödülüne layık görülmüş ve peşinden düzenli olarak
başka ödül ve nişanlar almıştır. 2004’de Kraliçe II. Elizabeth tarafından Bucking-
ham Sarayı’nda gerçekleştirilen bir merasimle Britanya İmparatorluğu’nun Şöval­
ye Kumandanı ilan edilmiştir. İki yıl önce de Genel Sekreter Kofi Annan tarafın­
dan “Birleşmiş Milletler Barış Elçisi” ilan edildi. Kalabalık primat akrabalarımı­
zın doğal çevrelerini koruma yolundaki çalışmaları engel tanımaz. Ve iki şempan­
ze türünü (Pan troglydites ve Fan bon ob o’yu) goriller ve bizimle birlikte insanım­
sılar ailesine katması kesinlikle bu kitabın mesajıyla örtüşmektedir.

4. Jordi Sabater Pi
Şu an Barselona Üniversitesi’nde psiko-biyoloji ve etoloji onursal profesörü olan
Jordi Sabater Pi batı Afrika’daki saha araştırmalarına öncülük etti. Ekvatoryal
Gine’nin doğal alanlarında şempanzeler, goriller, hatta amfibiyanlar (calut kur­
bağası), kuşlar (bal kuşu) ve insanlarla (Fang insanlarıyla) otuz yıldan fazla za­
man geçirdi. 1940 ile 1969 arasında doğayı inceledi ve araştırmalarını bilimsel
makalelerle, sulu boya ve çizimlerle belgeledi; bunlar şimdi Barselona’da sergilen­
mektedir. Tropikal Afrika’daki yağmur ormanlarının mahvedilmesini esefle kar­
şılıyor ve iyi bildiği bölgelerde orman yüzeyinin yüzde 80’inin ekonomik istisma­
ra feda edildiğine dikkat çekiyor.

5. Edward O. Wilson
Massachusetts, Cambridge’de Harvard Üniversitesi’nden emekli olan Wilson,
doktorasını Harvard’dan aldı. Alabama, Birmingham’da doğdu ve biyoloji mezu­
niyet ve mastır dereceleriniyse Alabama Üniversitesi’nden aldı. Termitlere, özel­
likle de karıncalara tutkun, vicdan sahibi bir beyefendidir ve engin yaşam —sever-
liği [biophilia\ diğer canlılara şefkat göstermek bakımından pek çoğumuza ilhan
kaynağı olmuştur. Çoğu böcek ve diğer topluluklara değinen kavrayışlı, zihin açı­
cı yazıları, sosyobiyoloji ve biyoçeşitlilik gibi, yepyeni bilimsel araştırma alanları­
nın oluşumuna yol açmıştır.
Bilgisi derin, ifade gücü yüksek ve tutkulu, ama doğa ve güzellikleri karşısında

308
BİLİMCİLER

mütevazı olan 'Wil son sıradışı bir saha doğabilimcisi, laboratuar bilimcisi ve çevre
koruyucusudur. Ayrıca üretken bir yazardır ve şu iki kitap dolayısıyla Pulitzer
Ödülü kazanmıştır: On Human Nature [“İnsan Doğası Üzerine”] ve Almanya,
Wurtzberg’den eski öğrencisi ve meslektaşı olan Bert Hölldobler’le birlikte yazdı­
ğı T he Ants [“Karıncalar”]. Ekoloji dalındaki en yüksek ödül olan Crafoord
Ödülü’nün de sahibidir ve 1967’den beri her yıl çok önemli kitap ve makaleler ya­
yınlamıştır. Harvard, Organizmik ve Evrimsel Biyoloji Bölümü, Pellegrino Ento­
moloji Araştırma Profesörü şeklindeki resmî ünvanı, kendisini minnetle anan pek
çok lisansaltı öğrencisine verdiği onlarca yıllık müthiş evrim ve ekoloji eğitimi
açısından oldukça kifayetsiz bir göstergedir.

Çekicilik

6. Victor Johnston
Victor Johnston şu an Las Cruces, New Mexico Devlet Üniversitesi, Psikoloji Bü-
lümü’nde Onursal Profesördür. Uzmanlık alanı ve orijinal çalışmaları yeni bilim
dalları yaratmıştır: “bilişsel mühendislik” ve “biyo-psikoloji”. İnsan duyguları,
insanın güzellik algısı ve beden ve yüz çekiciliğinin genetik temellerine yönelik
araştırmaları başlatmış, ama bilimsel araştırma sınırları içerisinde kalmıştır. Why
W e Feel: The Science o f Human Emotions [“Neden Hissediyoruz: İnsan Duygu­
larının Bilimi”] başlıklı kitabın yazarıdır. Halen bu kitaba vesile olan araştırmala­
rını sürdürüyor. Rahimdeki hormon dozuyla yetişkinlerin eş tercihleri arasında
yirmi yıl sonra kendini gösteren ilişki ona büyüleyici geliyor. Güçlü bir bağıntı ol­
duğundan emin.

7. Daniel Gilbert
Daniel Gilbert, Harvard Üniversitesi’nde Psikoloji Profesörü ve Sosyal İdrak ve
Duygu Lab. yöneticisidir. Gilbert etkin öngörü çalışmaları üzerinde yoğunlaştı
—insanların gelecek hadiseler karşısındaki duygusal tepkilerini doğru öngörebilme
kabiliyeti veya kabiliyetsizliği üzerine. Nasıl ve nerede mutlu olacağımızı nadiren
kestirebildiğimiz anlaşılıyor. Gilbert’in çalışmaları ciddi bilim anlayışını yansıtır,
dolayısıyla insan bilişinde içkin olan önyargılılığı inceleyip delil ararken kural dı­
şına çıkmaz, ama bunlar düşüncelerini eğlendirerek iletmesine de engel değildir.
Mesela toplumumuzun iklim değişikliğini ciddiye almadaki başarısızlığı üzerine
yazdığı deneme şu başlığı taşıyor: “Küresel Isınmaya Keşke Gey Seksi Yolaçmış
Olsaydı”.

8. Robert Hare
Britanya Kolombiyası Üniversitesi’nde Psikoloji Onursal Profesörü olan Robert

309
HAYAT KİTABI

Hare otuz beş yıl kadar eğitim verip araştırmalar yürüttü. Bir adli araştırma ve
danışma firması olan Darkstone Araştırma Grubu Ltd.’in başkamdir. Akademik
kariyerinin çoğunu psikopattık ve psikopatlığın doğasım araştırmaya adamıştır.
Psikopatik davranışa zihin sağlığı ve ceza hukuku açısından yaklaşımı çoğumuz
için oldukça şaşırtıcıdır. Hare şu kitapların yazarıdır: Without Conscience: The
Disturbing World o fth e Psychopatbs Among Us [“Vicdansızlar: Aramızdaki Psi­
kopatların Endişe Verici Dünyası”] ve Snakes in Suits: Wben Psychopatbs Go to
W ork [“Takım Elbiseli Yılanlar: Psikopatlar İşe Gittiğinde”]. Psikopatlık üzerine
yüzden fazla bilimsel makalesi var.

Kaygı

9. Daniel Dennett
Felsefe Profesörü Daniel Dennett, Massachusetts, Medford, Tufts Üniversite-
si’nde İdrak Çalışmaları Merkezi’ni yönetiyor. Zamanımızın belli başlı filozofla­
rından biri olan ve yapay zeka (Al) araştırmaları ve uygulamalarıyla ilgilenen
Dennett’a göre, bilincin en önemli unsurları hesaplanabilir. Dennett doğuştan öğ­
retmen ve sıcak, tutkulu bir entelektüel önderdir. Pek çok ödül kazanmıştır ve ev­
rim, bilinç ve dinin toplumsal işlevleri üzerine yapılan tartışmalarda öne çıkmış­
tır, mesela din konusunda en yakın tarihli şu kitabıyla: Breaking the Spell: Religi-
on as a Natural Phenomenon [“Büyüyü Bozmak: Bir Doğa Olgusu Olarak Din”].

10. Oliver Sacks


Oliver Sacks zarif ve kolay anlaşılır yazıları sayesinde ün kazandı. The Man Who
M istook His Wife for a Hat [“Karısını Şapka Sanan Adam”] ve Uyanışlar [Awa-
kenings] adlı kitaplarında hastalarının ve başka insanların psikolojik tecrübeleri­
ni anlattı. Bu çok-satanlar filmlere ve en az bir operaya ilham kaynağı oldu. Al-
bert Einstein Tıp Koleji’nde Nöroloji klinik Profesörü, New York Üniversitesi
Tıp Fakültesi’nde Nöroloji Yardımcı Profesörü ve Little Sisters o f the Poor’un
[Katolik rahibelerce işletilen bir düşkünler evinin] Danışman Nörologu olan
Sacks tanınmış bir pratisyen psikolog ve öğretmendir. Derin kimya bilgisi pek
gündeme gelmez, ama Uncle Tungsten [“Tungsten Amca”] adlı kitabında açıkça
görülebilir. Sacks’ın New York’ta özel muayenehanesi var. Yazılarında klinik de­
taydan ziyade, birlikte çalıştığı insanların algı ve tecrübelerine vurgu yapar. Bü­
yük ünü harika bir duygudaşlık özelliğine ve ifade yeteneğine dayanmaktadır.

11. Rodolfo Llinâs


Colombia, Bogota’da doğan Rodolfo Llinâs şu an New York Üniversitesi Tıp Fa­
kültesi’nde Fizyoloji ve Sinirbilim Bölümü şefi ve Thomas ve Suzanne Murphy Si-

310
BİLİMCİLER

nirbilim Profesörü’dür. Bilinç ve “ben” duygusunun gri maddeden nasıl çıktığını


anlamaya yönelik araştırmaları nöronlardaki moleküler düzeyden biliş düzeyine
kadar uzanır. Kitabı I o fth e Vortex [“Girdabın Ben’i”] kendi zihin teorisini açık­
lamak bakımından epey övgü almıştır. Aktif, meraklı bir entelektüel olan Llinâs
yaz “tatillerinde” çoğu zaman Massachusetts, Woods Hole’daki Deniz Biyolojisi
Laboratuarı’nda nörobiyolojik araştırmalara dalmış bir halde bulunabilir.

12. Joseph Ledoux


Joseph Ledoux da New York Üniversitesi’nde görevlidir; Henry ve Lucy Moses
Bilim Profesörü ve Sinirbilim ve Psikoloji Profesörü’dür. Ledoux üniversiteler
arası bir araştırma merkezini yönetiyor: Korku ve Endişe Sinirbilimi Merkezi.
Yani Ledoux öncelikle zihnin/beynin tehlike olarak algılanan enformasyona nasıl
tepki verdiğini anlamaya çalışıyor. Hatıralarla duygular arasındaki bağlantıya
ilişkin bulgularını Duygusal Beyin [The Emotional Brain] adlı kitabında ayrıntılı
olarak anlatır. Synaptic S elf deyse [“Sinaptik Ben”] bakış açısını genişletip benli­
ğin doğuşuna yönelir ve onu sinir bağlantılarının işleyişinde görür.

13. Kenneth Kendler


Kenneth Kendler psikiyatrik bozukluklar ve madde bağımlılığı genetiğini inceli­
yor. Virginia Commonvvealth Üniversitesi’nde Virginia Psikiyatrik ve Davranış­
sal Genbilim Enstitüsü yöneticisi ve İnsan Genetiği Profesörü’dür. Rachel Brown
Banks Seçkin Psikiyatri Profesörü de olan Kendler, çalışmaları dolayısıyla pek
çok ödül ve nişan almıştır. Ve gayet iyi banjo çalar.

H. HAYVAN BEDEN-ZİHİN

Döngüsellik ve Sosyallik

14. Steven Strogatz


Altı Adımda Kevin Bacon oyununu hiç oynadınız mı? Bir aktörün adı verilir ve
onu, aynı filmde oynayan altı veya daha az sayıda başka aktör ve film üzerinden
Kevin Bacon’a bağlamanız istenir. Bu pop kültür tarzı “küçük dünya ağları”,
Cornell Universitesi’nde Teorik ve Uygulamalı Mekanik Profesörü olan matema­
tikçi Steven Strogatz’ın araştırmalarında incelediği temalardan biridir. Entelektü­
el fırsatlara ve yeni meraklara daima açık olan Strogatz birbiriyle tamamen ala­
kasız görülen alanlara katkı yapıyor: fizik, mühendislik, biyoloji, süper iletken
Josephson kavşakları, DNA sarmalı ve cır cır böceği cıvıltılarının eşzamanlılığı.
Strogatz orijinal bir kişilik olarak edindiği ünü hakediyor.

3n
H AYAT KİTABI

15. Richard Gregory


Algılarımız ne kadar güvenilir? Pek değil. Dr. Gregory algı çalışmalarında en ön­
de gelen isimlerden biridir. Çevremizdeki dünyayı nasıl algıladığımızı ve çoğun­
lukla da yanlış algıladığımızı anlamak için sık sık optik yanılsamalara başvurur.
Algı konusu zihnin genel çalışmasına ilişkin daha büyük ilgi alanının bir parçası­
dır. Bu bilimsel tutkuları onu (orijinal ismi Makine Zekası ve Algısı Bölümü olan)
Yapay Zeka Bölümü’nün kurucularından biri yaptı. Uzun süre İskoçya’da Edin-
burgh Üniversitesi’nde çalıştı. Şu an Bristol Üniversitesi’nde Nöropsikoloji Onur­
sal Profesörü’dür.

16. Nicholas Humphrey


Nicholas Humphrey pek girilmeyen bir yolda ilerliyor. Diane Fossey ve Richard
Leakey yanındaki ilk çalışmalarını, bilincin evrimini araştıran bir kariyer takip
etti. Ve bu konuda kimi popüler kitaplar yazdı: C onsciousness Regained [“Geri
Kazanılan Bilinç”], A History o f the Mind [“Zihnin Tarihi”], The Mind M ade
Flesh [“Ete Kemiğe Bürünen Zihin”] ve en yakın tarihli olan Seeing Red [“Kırmı­
zı Görmek”]. Bu sonuncusu, mesela algıyla duyunun beynimizde gerçekleşen ta­
mamen ayrı hadiseler ve süreçler olduğunu savlayarak, Humphrey’nin meslektaş­
larına son derece orijinal bir yaklaşımla meydan okuma iradesinin güzel bir örne­
ğini ortaya koyar. Humphrey uzun zamandır aktif biçimde nükleer karşıtı hare­
ketin de içindedir ve 1984’de Martin Luther King’i Anma Ödülü almasını sağla­
yan İn A Dark Time [“Karanlık Bir Çağda”] adlı kitabın editörlerinden biridir.
Şu an Londra iktisat Fakültesi, Doğa ve Sosyal Bilimler Felsefesi Merkezi’nde Fa­
külte Profesörü’dür.

17. Diana Deutsch


San Diego, Kaliforniya Universitesi’nde Psikoloji Profesörü olan Diana Deutsch
araştırmalarını zihnin işitsel bilgiyi, özellikle müziği nasıl işlediği üzerine yoğun­
laştırmış durumda. Daha çok müzikal ve işitsel yanılsamalara ilişkin harika keşif­
leriyle tanınır. Yakın tarihli çalışması müzikal gramerler kavramının derinlikleri­
ne dalıyor, mesela müzikal perdeye ilişkin hatıralar oluşturma yeteneğine. Bu
araştırmanın sonuçlarına göre, mükemmel bir perde kapasitesi yaygın bir özellik,
ama bu becerinin kalıcılığı dil yeteneklerinin erken dönemde, bebeklik ve çocuk­
luktaki gelişimine bağlı.

Tarih Öncesi ve Beden-Zihnin Ölümsüzlüğü

18. Sydney Brenner


Sydney Brenner, mesajcı RNA ve genetik mutasyon sürecini anlama çabalarıyla

312
BİLİMCİLER

moleküler biyolojinin tesisine çığır açıcı katkılar yapmış bir biyologdur. İplik
kurdu C. Elegans ’ın sinir sistemi işleyişine ilişkin araştırması ona 2002’de Fizyo­
loji veya Tıp Nobel Ödülü kazandırdı. Brenner Güney Afrika’da doğdu ve daha
sonra doktora için Oxford Üniversitesine gitti. Orada Francis Crick’le arkadaş
oldu, ki sonradan onunla Cambridge’de yıllarca aynı ofisi paylaşacaktı. 1990’lar-
da Birleşik Devletler, Kaliforniya, La Jolla’da Scripps Araştırma Enstitüsü’nde
yarım gün çalışmaya başladı. Daha sonra Moleküler Bilimler Enstitüsü’nü kurdu
ve emekliliği ardından Seçkin Profesör olarak Saik Enstitüsü’ne katılıp, bir kez
daha eski arkadaşı Francis Crick’le biraraya geldi.

19. William Haseltine


William Haseltine, Haseltine Ortakları Ltd. Başkanı ve William A. Haseltine Tıp
Bilimleri ve Sanatlar Vakfı Başkam’dır. Ayrıca Scripps Araştırma Enstitüsü’nde
profesördür ve Tek Dünya Sağlığı Enstitüsü’nün heyet üyesidir. 1992’de İnsan
Genomu Bilimlerini kurup, Ekim 2004’e kadar yöneticilik ve Yönetim Kurulu
Başkanlığı yaptı. 1976’dan 1993’e kadar Harvard Üniversitesi’nde fakülte üyesi
olan Haseltine Harvard Üniversitesi’nden biyofizik doktorası almıştır.

20. Phillip Tobias ve Ralph Holloway


Phillip Tobias, Louis Leakey’le birlikte insan öncesi insanımsıların H om o babilis
türünü keşfetmiş bir paleantropologdur. Yüzlerce bilimsel makale ve çok sayıda
kitap yazmış, pek çok yüksek nişan almıştır ve Witwatersrand ile Cornell üniver­
sitelerinde profesördür. Bilimsel çalışmalarının yamsıra, vatanı Güney Afrika’da­
ki ırk ayrımı sisteminin de yılmaz bir muhalifidir.
Ralph Holloway, Kolombiya Üniversitesi’nde Antropoloji Profesörü’dür. İn­
sanımsı beyinlerini temsilen çıkardığı kalıplar, fosilleşmeyen dokular sayesinde,
insan beyninin nasıl evrildiğini anlamamıza yardımcı oluyor ve erken dönem
maymun beyninin evrimine ilişkin direkt deliller ortaya koyuyor.

21. Douglas Wallace


Irvine, Kaliforniya Üniversitesi’nde Moleküler ve Mitokondriyal Tıp ve Genbilim
Merkezi yöneticisi ve Donald Bren Moleküler Genbilim Profesörü olan Douglas
Wallace, mitokondriyal insan DNA’sı ve dejeneratif hastalıklara yol açan mito­
kondriyal mutasyonların belirlenmesi üzerine çalışıyor. Mitokondriyal genler he­
men hiç değişmeden anneden kıza geçiyor (ve de oğula; babadan aktarım yok),
dolayısıyla kadim insan göçünün güzergahlarını ortaya çıkarabilir.

22. Tom Kirkwood


Tom Kirkwood, Newcastle Üniversitesi’nde Yaşlanma ve Sağlık Enstitüsü Yöne­

3X3
H AY AT KİTABI

tici’lerinden biridir, Tıp Profesörü’dür ve Entegre Sistemler Yaşlılık ve Beslenme


Biyolojisi Merkezi Yöneticisidir. Eğitimini Cambridge ve Oxford’dan alan Kirk-
wood yaşlanma bilimi alanında araştırmalar yapıyor ve hem genlerin, hem de
beslenme gibi genetik dışı etkenlerin uzun ömür ve sağlıklı yaşlanma açısından
nasıl rol oynadığını anlamaya çalışıyor.

m . CANLI BİR GEZEGENDE YAŞAM

Geçmiş Biyosferler

23. James E. Lovelock


James Lovelock, NASA’nın M ars’ı inceleyen Viking programında çalışırken yer-
yüzündeki yaşamın önemli bir özelliğini farketti: canlı organizmalar atmosfer
kimyasını değiştirmişti ve biyolojik etkinlikleriyle bu durumu idame ettiriyorlar­
dı, yaşam olmasa atmosfer de çok farklı olacaktı. Böylece yakın-yüzey jeolojisin­
den atmosfere kadar tüm gezegen biyosferini canlı cansız unsurların bileşik bir
sistemi olarak, tek bir bütün olarak gören bir yaklaşım geliştirdi. Ve yeni bir araş­
tırma alanı olarak tomurcuklanıp başlangıçta geleneksel bilimcilerce dışlanan
“Gaya Teorisi” ortaya çıktı; şimdilerde -belki de kerhen- meşru bir araştırma
konusu olarak bir nebze saygı görüyor. Teori akademi dışında çok daha güçlü bir
destek buldu, çünkü çevresel felaket tehditlerine refakat edemeyecek dünya gö­
rüşleriyle başı dertte olan pek çok insana daha makul görünüyor ve genellikle in­
sanların hem manevi inançlarını, hem de dünyanın nasıl işlediğine ilişkin mantıki
yargılarını etkiliyor. Lovelock, Cornvvall’da ambardan bozma bir yerde araştır­
malarını yerleşik kurumlardan bağımsız olarak yürütüyor. Gaya Teorisi ve açı­
lımları üzerine popüler kitaplar da yazmıştır, mesela: Gaia: A N ew L o o k at Life
on Eartb [“Gaya: Dünya Yaşamına Yeni Bir Bakış”] ve en yakın tarihlisi, The Re-
venge o f Gaia: Earth’s Climate C risis and the Eate o f Humanity [“Gaya’nın İnti­
kamı: Dünyanın İklim Krizi ve İnsanlığın Kaderi”].

24. Kenneth H. Nealson


Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde Yer Bilimleri ve Biyoloji Bilimleri Profesörü
ve Çevre Araştırmaları Wrigley Kürsüsü Başkanı olan Kenneth Nealson, yaşam
süreçleri ve kimyasının gezegendeki mineral ve metal kimyasıyla buluştuğu nok­
tayı araştıran yeni bir bilim dalma, modern jeo-biyoloji alanına öncülük etti. De­
niz mikrobiyologu olarak ilk dönem çalışmalarında yetersayı algısını42, yani mik-
robiyal toplulukların ışık üretirken kullandığı sistemi keşfetti. Daha büyük ölçek­

42 Q uorum sensing: Dağınık grupların, toplantı yerer sayısıyla karar alma misali, birlikte hareket etmesini sağla-
yan bir olgu.-çn

3H
BİLİMCİLER

te de, demir ve manganez gibi minerallerin döngüsünü inceledi ve bu biyo-jeo-


kimyasal işlemlerde mikroorganizmaların oynadığı canalıcı rolü ortaya çıkardı.
Daha yakın tarihli çalışmalarıysa yaşamın aşırı ortamlarda nasıl varolabileceği
üzerine yoğunlaştı ve şu an NASA, Jet Propulsion Laboratuarının güneş siste­
minde yaşam ve kadim yaşam arama çalışmalarını yönetiyor.

Mükemmeliyete Doğru

25. Stephen Jay Gould


2002’de ölen Stephen Jay Gould bilimsel çevreler dışında en iyi tanınan bilimciler­
den biridir ve bunun nedeni büyük oranda, evrim teorisinden beyzbola kadar
uzanan çok çeşitli konulardaki harika popüler yazılarıdır. 1996’nın Richard
Herrnstein ve Charles Murray imzalı çok-satan kitabı The Bell Curve’dekı [“Çan
Eğrisi”] tarafgir ırkçı iddiaları çürütmek üzere güncellediği The Mismeasure o f
Man [“İnsanın Yanlış Ölçümü”] gibi pek çok kitabın da yazarıdır Gould. Bu ki­
tap Gould’un bilimsel araştırma etiği ve entelektüel dürüstlüğüyle yanyana yürü­
yen kuşatıcı, insancıl etiğinin sadece bir örneğiydi.
Muhtemelen en çok Niles Eldredge’la birlikte geliştirdiği kesintili denge teori­
siyle tanmmır ki bu, yeryüzü yaşamının evrimsel gelişimi, nispeten ufak değişim­
lerin olduğu uzun dönemleri kesen ani patlamalar şeklinde tanımlar. Bu teori
rastgele mutasyon ve Darvvin’ci seçilimin daha basit, geleneksel yaklaşımını yad­
sıyor, ama fosil kayıtları açık bir şekilde yeni yaklaşımı destekliyor.
Gould, Richard Lewontin’le birlikte yazdığı bir makalesi dolayısıyla da biyo­
loji alanında sıkça kaynak gösterilir ve buna göre, bir organizmadaki her özelliği
dogmatik biçimde evrimsel adaptasyon teorisiyle açıklamaya kalkışan pek çok
kişi sebeplerle sonuçları birbirine karıştırmaktadır. Oysa birçok özellik mimari­
deki kemer dolguları gibidir -organizmadaki diğer gelişimlerin yan ürünleridir­
ler. Bunlar meydana gelince, işe yarayacak şekilde adaptasyon geçirirler, ama bu,
onları yaratan diğer gelişimlerin izin verdiği ölçüde gerçekleşir. “Erkek tiranosor-
lar minik ön ayaklarını dişileri tahrik etmek için kullanmış olabilirler, ama bu ön
ayakların neden o kadar küçüldüğünü açıklamaz.” Bilimciler, bütün bir yaratık­
tan değil de, tiranosorun ön ayaklarının küçüklüğünden hareketle varsayım üret­
meye başlayınca, küçük ayakları kaçınılmaz bir sonuç haline getiren bir düşünce
silsilesi riski ortaya çıkıyor ve bu aslında hiçbir şeyi açıklamaz.

26. Richard Dawkins


Muhtemelen pek çok okur farkında olmadan Richard Dawkins’in görüşleriyle
karşılaşmıştır. 1976 tarihli kitabı Bencil Gen [The Selfish Gene], “bencil gen” ifa­
desini halk diline kazandırdı ve evrim teorisinin indirgemeci bir yaklaşımı vurgu­

3i5
HAYAT KİTABI

layan kanadı için klasik bir metin haline geldi. Biyolojik bir toplulukta bir genin
yayılması gibi, kültür aracılığıyla aktarılan düşüncelere atfen mem terimini kul­
landı. Başkaları da bu yaklaşım ve terimden hareketle, memetik denen yeni bir
çalışma sahası geliştirdiler.
Dawkins Oxford Üniversitesi profesörüdür ve Charles Simonyi Halkın Bilimi
Anlayışı Kürsüsü’nün ilk başkamdir. Evrim teorisiyle ilgili çalışmalarına ilaveten,
son kitabı Tanrı Yanılsaması’nda da [The G od Delusion] görüldüğü üzere, ateşli
bir ateizm taraftarı ve yaradılışçılık eleştiricisidir.

27. Dorion Sağan


Lynn Margulis ve Cari Sagan’ın oğlu olan Dorion Sağan üniversitede tarih oku­
du, ama Margulis’in de sıkça yeraldığı verimli yazı kariyeri bilimsel konulara yö­
neliktir: Acquiring Genomes: A Theory o ft b e Origin ofS pecies [“Genom Sahibi
Olmak: Türlerin Kökeni Üzerine Bir Teori”]; M icrocosm os: Four Billion Years
o f M icrobial Evolution [“Mikrokosmos: Dört Milyar Yıllık Mikrobiyal Evrim”];
Origins o fS ex [“Seksin Kökenleri”]; What is L ife? [“Hayat Nedir?”]; (John Skay-
les’le birlikte) Up From Dragons: The Evolution o f Human Intelligence [“Ejder­
lerden Bugüne: İnsan Zekasının Evrimi”]; (Eric D. Schneider’la birlikte) Into the
C ool: Energy Floıv, Thermodynamics, and Life [“Soğuğa Geçiş: Enerji Akışı,
Termodinamik ve Yaşam”]; Biospheres: M etamorphosis o f Planet Earth [“Biyos­
ferler: Dünya Gezegeninin Dönüşümü”]; Dazzle Gradually: Reflections on the
Nature ofN atu re [“Tedrici Kamaşma: Doğanın Doğası Üzerine Düşünceler”]; ve
Notes From the H olocene: A B rief History o f the Future [“Holosenden Notlar:
Geleceğin Kısa Bir Tarihi”]. Sağan aynı zamanda usta, eli çabuk bir sihirbazdır.

Ölü ya da Diri?

28. William Day


Indiana’lı William Day, Indiana Üniversitesi’ni bitirdi ve Montreal’daki McGill
Üniversitesi’nden kimya doktorası aldı. Araştırmaları ve yazıları temel olarak ya­
pısal düzen ve kökenlerle ilgilidir -özellikle de “yaşamın kökeni” meselesine me­
raklıdır. Yaşamın nasıl yeni ve daha çok yaşam ürettiğini epeyce anlamış durum­
dayız, ama cansız kimyadan ilk canlı kimya kırıntısının nasıl çıktığı hâlâ meçhul.
Day’in iddiasına göre, yaşam yağlı bir torbadaki bir kimyasallar karışımı değil,
başından beri hep kaçınılmaz, muazzam ve sürekli bir aşırı-büyüme yönelimi ol­
muştur.

29. Ricardo Guerrero


Ricardo Guerrero, Barselona Üniversitesi’nde Mikrobiyoloji Profesörü’dür ve

316
BİLİMCİLER

Amherst, Massachusetts Üniversitesi Mikrobiyoloji Bölümü’nde yardımcı profe­


sördür. Uzmanlığı yeryüzündeki ilk ekosistemlerin kökeni ve evrimi üzerinedir.

30. John Bonner


George Moffett Biyoloji Onursal Profesörü olan John Bonner Princeton fakülte­
sine 1947’de katıldı ve 1990’da emekliliğinden önce Princeton’ın Biyoloji Bölümü
başkanlığını üstlendi. Amerikan Felsefe Toplulu, B. D. Ulusal Bilimler Akademi­
si, Amerikan Sanat ve Bilim Akademisi ve Amerikan Bilimi Geliştirme Toplulu-
ğu’nun üyesidir. Gelişim ve evrimi daha iyi anlamak adına, araştırmalarım balçık
küfleri üzerinde yoğunlaştırmıştır. Balçık küfleri müthiş organizmalardır, yaşam
sürelerinin çoğunu ayrı tek hücreli amipler olarak geçirirler, ama kimi koşullarda
sporlar aracılığıyla üremek üzere biraraya gelip meyve veren çok hücreli bir bün­
ye oluştururlar.

IV. GÖRÜNMEYENE DOĞRU

Enginden Miniciğe

31. Eugene Chudnovsky


New York, Bronx’ta, Herbert H. Lehman Koleji, Fizik ve Astronomi Bölü­
mü’nde Seçkin Profesör olan Eugene Chudnovsky süper iletkenlerdeki kuantum
etkilerini ve “tünel etkisi”ni araştırıyor. Sayıları 150’yi bulan araştırma makaleleri
asıl olarak manyetizm ve süper iletkenlik üzerinedir. Chudnovsky uzun süredir
uluslararası bilimcilerin hakları ve özgürlükleriyle de ilgilenmektedir.

32. Heinrich Rohrer


İTeinrich Rohrer, atom altı ölçek detayını görüntüleme imkanı yaratan tarayıcı
tünel mikroskopunun tasarımına katkısı dolayısıyla Nobel Fizik Ödülü kazan­
mıştır (1986). Ve vatanı İsviçre’de IBM Zürich Araştırma Laboratuarı’nda çalış­
maktadır.

33. Sheldon Lee Glashovv


Sheldon Lee Glashovv, New York’ta Bronx Bilim Orta Okulu’nun yetiştirdiği pek
çok ünlü düşünürden biridir -zinde kamu eğitim kuramlarının nelere kadir oldu­
ğuna iyi bir örnek. Glashovv fizik alanındaki iki önemli buluşa katkısıyla herkesin
saygısını kazanmıştır. İlki, Steven Weinberg ve Abdus Salam’la birlikte zayıf-elek-
trik etkileşimleri teorisini geliştirip, daha önce birbirinden ayrı olarak düşünülen
elektromanyetik güçle zayıf (nükleer) gücü bileştirmesiydi. Bu Glashovv’a (ve de
Bronx Bilim’de ve Cornell Üniversitesi lisans altı çalışmalarında sınıf arkadaşı

3r i
H AYAT KİTABI

olan Weinberg’e ve Salam’a) 1979 Nobel Fizik Ödülü kazandıran çalışmaydı.


İkincisiyse, bu defa John Iliopoulos ve Luciano Maiani’yle birlikte tılsım kuarka
ilişkin öngörüsüydü, ki bu, grup halinde, maddenin iki temel yapı taşından birini
oluşturan kuark türüdür. Glashovv şu an Boston Üniversitesinde profesör olarak
görev yapıyor.

34. Lisa Randall


Lisa Randall, akademinin sırça duvarlarını yarıp geçmek konusundaki önderliği
yanında, zamanımızın ileri gelen teorik fizikçilerinden de biridir. Temel parçacık­
ları ve evrenin temel güçlerini araştırırken kimi teorik modeller kullandı ve bun­
lardan bazıları uzayda ekstra boyutların varlığım gerekli kılıyordu. Bulgularıyla
-diğer alanların yanısıra—sicim teorisi, kozmolojik genişleme ve genel izafiyete
katkılar yaptı. Bu aşamalardan geçerken önce Princeton Üniversitesi, sonra Mas-
sachusetts Teknoloji Enstitüsü ve nihayet Harvard Üniversitesi bordrosunda teo­
rik fizik profesörlüğü elde eden ilk kadın oldu. 200S’de ilk kitabını yayınladı,
W arped Vassages: Unravelitıg the Mysteries o fth e Universe’s Hidden Dimensions
[“Eğik Pasajlar: Evrenin Gizli Boyutlarına İlişkin Sırlar Aralanıyor”].

35. Nicolâs Garcıa


Fizikçi Nicolas Garcıa, Madrid, CSIS’de (Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar
Merkezi’nde) metal nanoyapılarm balistik aktarım uzmanı olarak çalışıyor.

36. Paul Davies


Teorik fizikçi, kozmolog ve astrobiyolog olan Paul Davies şu an Macquarie Üni­
versitesi, Avustralya Astrobiyoloji Merkezi’nde Doğal Felsefe Profesörü olarak
görev yapmaktadır. 1995’te bilim ve din üzerine çalışmaları dolayısıyla Temple-
ton Ödülü’ne layık görüldü. Kitaplarından bazıları: The Mind o fG o d [“Tanrının
Zihni”], The Accidental Universe [“Kaza Eseri Evren”] ve H ow to Buıld a Time
Machine [“Zaman Makinesi Nasıl Yapılır”].

3i 8
E D İ T Ö R L E R

Eduardo Punset

Eduardo Punset 1954’te Los Angeles’ta Kuzey Hollywood Orta Okulu’nu bitirip,
1958’de Madrid Üniversitesi’nden (La Complutense) hukuk lisansı aldı. Ve bunu
1965’te Londra İktisat Fakültesi’nden aldığı iktisat yüksek lisansı izledi.
On yıl boyunca önce televizyonda BBC için ve sonra da Londra’da Economist
için çalıştı. 1969’dan 1974’e kadar Washington’da Uluslararası Para Fonu’nda
(IMF) çalıştı ve Karaip temsilciliğine atandı. General Franco rejiminin sona erme­
siyle birlikte İspanya’nın demokrasiye geçiş çalışmalarına katıldı ve Avrupa Birli-
ği’ne giriş görüşmelerinde de Avrupa İlişkileri Bakanı olarak yer aldı. Doğu Avru­
pa’nın demokrasiye geçiş sürecinde sekiz yıl Avrupa Parlamentosu üyesiydi ve Av­
rupa Parlamentosu Polonya Komitesi başkanıydı. 1983’ten 1990’a kadar çok ulus­
lu bir Fransız kuruluşu olan Bull Teknoloji Enstitüsü’nün başkanlığını yaptı. Bu
öncü kuruluş yeni teknolojilerin ekonomik yönetim üzerindeki etkisini ele alıyor­
du. Teknoloji ve yeniliklerin profesörü olarak atanan Punset Avrupa’da çeşitli
meslek okullarında eğitim verdi, mesela: İspanya, El Escorial’da -yani Madrid dı­
şındaki eski kraliyet (Charles V, Philip II) sarayı olan- Uluslararası Yaz Okulu ve
Madrid’deki meslek enstitüsü (Instituto de Empresa). Barselona’da bilim, teknoloji
ve toplum üzerine pek çok programa katıldı. Eduardo Punset en çok Redes ’in
(“Ağlar”m) yönetmeni ve yapımcısı olarak tanınır. 1996’dan beri dünya çapında
İspanyolca konuşan izleyecilere bilimi ileten bu popüler haftalık televizyon progra­
mını sunmaktadır. Ayrıca Barselona’daki Ramon Llull Universitesi’nin Kimya
Enstitüsü’nde bilim, teknoloji ve toplum profesörü olarak eğitim veriyor. Bilimsel
konular üzerine çalışan Smart Planet (Akıllı Gezegen) adlı multimedya yapım şir­
ketine başkanlık ediyor. Barselona’da yerel hükümetin burs ajansı olan Katalan
Araştırma Vakfı’mn bilimsel iletişim yönetim başkanlığına atandı. Ajansın amacı,
bilimsel araştırma yapanları, üniversite profesörlerini ve medya uzmanlarım bira-
raya getirerek her türden ve her seviyede bilimsel iletişimi özendirip desteklemek.
Dünya çapındaki seyahatleri ve birinci sınıf bilimcilerle görüşmelerine dayanan
ve bu kitabın da temeli olan 2004 tarihli kitabı Cara a Cara con la vida, la mente y
el Universo [“Yaşam, Zihin ve Evrenle Yüzyüze”] İspanyol dilinde en çok satan bi­
lim kitaplarından biridir. Punset’in El viaje a la felicidad (Barselona: Ediciones
Destino) [“Mutluluğa Yolculuk”] adlı kitabı The Happiness Trip [“Mutluluk Yol­
culuğu”] (Chelsea Green Publishing) adıyla çevrilmiş ve 450,000 adetten fazla sat­
mıştır. Punset 1936’da İspanya, Barselona’da doğdu. Uç kızı var; İspanyolcaya ol­
duğu kadar İngilizceye de fevkalade hakim olan Elsa on yıl babasıyla birlikte çalış­
tı. Punset beş torun sahibidir.

3i9
H AYAT KİTABİ

Lynn Margulis

Massachusetts-Amherst Üniversitesi, Yerbilimleri Bölümü’nde seçkin üniversite


profesörü olan Lynn Margulis Başkan Bili Clinton’dan 1999 Ulusal Bilim Madal­
yası aldı. 1983’ten beri B.D. Ulusal Bilim Akademisi’nin ve 1997’den beri de Rus
Doğal Bilimler Akademisi’nin üyesidir. Kırktan fazla kitapta yazar, editör veya
yardımcı bölüm yazarı olan Margulis pek çok dergi ve kitapta yayınlanmış veya
zikredilmiştir, mesela: Natural History, Science, Nature, Netv England Waters-
hed, Scientific American, Proceedings o f tke National Academy o f Sciences, Sci­
ence Firsts ve The Scientific 100. Margulis temel mikrobiyal evrim ve hücre biyo­
lojisi literatürüne çok sayıda katkı yapmıştır.
Dorion Sagan’la ortak kitabı (2002) Acquiring Genom es’da [“Genom Sahibi
Olmak”] yeralan ve türlerin symbiogenesis 43 yoluyla evrildiğine işaret eden teori­
si, türleşmenin sırf rastgele mutasyonla değil, simbiyotik yumuşamayla oluştuğu­
nu anlatır. Davranışsal, kimyasal vs. etkileşimler çoğunlukla organizmaların,
farklı taksonomik grup üyelerinin entegrasyonuna yol açıyor. Kaydedilen vaka­
larda bazı birleşmelerin yeni türler yarattığı görülüyor. Yakınlık —yabancılarla fi­
ziksel tem as- yaşamın evrim makinesinin bir parçası haline geliyor, değişim işle­
mini hızlandırıyor. Margulis başka birçok bilimci ve öğrenciyle birlikte laboratu­
arda ve sahada, milyonlarca yıllık bazı kadim ortaklıkların nasıl mevcut türler­
deki hücreleri oluşturduğunu göstermeye çalışıyor. Fosil kayıtları, aslında, Dar-
win’in öngördüğü yakın akraba türler arası tedrici değişimlere değil, Eldredge ve
Gould’un tarif ettiği “kesintili denge”ye işaret ediyor: bir türden diğerine sıçra­
maya.
Margulis lisansüstü eğitime başladığından beri “evrimde devrim” üzerine ça­
lıştı. Ve son on beş yıl boyunca Dorion Sagan’la birlikte pek çok kitap yazdı:
What is Sex? (1997) [“Seks Nedir?”], What is Life? (1995) [“Hayat Nedir?”],
Mystery Dance: On the Evolution o f Human Sexuality (1991) [“Gizemli Dans:
İnsan Cinselliğinin Evrimi Üzerine”], M icrocosm os: Four Billion Years o f Evolu­
tion from Our M icrobial Ancestors (1986) [“Mikrokozmos: Mikrobiyal Ataları­
mızdan Bu Yana Dört Milyar Yıllık Evrim”] ve Origins ofS ex : Tbree Billion Ye­
ars ofG en etic Recombination (1986) [“Seksin Kökenleri: Üç Milyar Yıllık Gene­
tik Yeniden Yapılanma”].

43 İki ayrı organizmanın birleşerek yeni bir organizma yaratması.-çn

320
EDİTÖRLER

K. V. Schvvartz ve diğerleriyle çalışmaları, Dünya üzerindeki tüm yaşamın tu­


tarlı, doğru düzgün bir sınıflandırmasını ortaya koydu ve Five Kingdoms: An ll-
lustrated Guide to the Phyla o f Life on Earth [“Beş Krallık: Dünya Üzerindeki
Yaşam Gruplarına Dair Resimli Klavuz”] adlı kitabın dördüncü baskısına yol aç­
tı. Sınıflandırma sistemleri sayısız meslektaşın bilimsel bulgularına dayanarak
oluşturulmuş ve mantık-soyağaç temeli tek yazarlı kitabında özetlenmiştir:
Symbiosis in Celi Evolution: M icrobial Communities in the Archean and Protero-
zoic Eons [“Hücre Evriminde Simbiyoz: Arkeyan ve Proterozoik Devirlerde Mik-
robiyal Topluluklar”] (2. baskı, 1993). Hem kloroplastlann ve hem de mitokon-
driyanın bakteriyel kökenden geldiğine dair sağlam veriler var artık. Margulis
şimdi meslektaşlar ve öğrencilerle siliatların muhtemel helezoni bakteri kökenini
araştırıyor.
1970’lerin ortalarından itibaren, Gaya teorisine ilişkin kayıtlarında James E.
Lovelock’a, FRS, yardımcı oldu, ki buna göre, Dünya yüzeyinin canlı varlıklar,
kayalar, toprak, hava ve su arasındaki etkileşimi engin, kendi kendini düzenleyen
bir sistem yaratmıştı. Uzaydan bakıldığında dünya hayret verici bir süper-orga-
nizma gibi görünür; biyokimyanın bakış açısına göre de birçok bakımdan tek bir
dev ekosistem gibi davranır.

321
HAYAT KİTABI

Dorion Sağan

Sciencevvriters yayınlarının ortağı olan Dorion Sağan çok sayıda makale ve on


bir dile çevrilen on altı kitabın yazarıdır, mesela: (Eric D. Sehneider’la birlikte,
2005) Into the C ool: Energy Flow, Thermodynamics, and Life [“Soğuğa Geçiş:
Enerji Akışı, Termodinamik ve Yaşam”] ve (John Skayles’le birlikte, 2002) Up
From Dragons: The Evolution o f Human Intelligence [“Ejderlerden Bugüne: İn­
san Zekasının Evrimi”]. Lynn Margulis’le ortak kitabı W hat is Life ? [“Hayat Ne­
dir?”], Utne Reader dergisinin (Billie Holiday, Shakespeare vb. birlikte) beş “zi-
hin-değiştiren şaheser” seçkisi içinde yeraldı. Sagan’m denemeleri editörlüğünü
Richard Dawkins ve E. O. Wilson’ın yaptığı derlemelere girmiştir. Massachu-
setts-Amherst Üniversitesi tarih bölümünden mezun olan Sağan felsefe ve edebi­
yata meraklıdır.
Sagan’m M icrocosm os adlı kitabını New York Times B ook Revieıv’da değer­
lendiren Melvin Konner şöyle diyor: “Cari Sağan, Lewis Thomas ve Stephen Jay
Gould hayranı olan bu okuyucu bu tür bir çalışmada böylesine berrak bir üsluba
pek, ya da belki hiç rastlamış değil.” Sağan pek çok yayın için yazmıştır: Nete
York Times, N ew York Times B ook Revieıv, Wired, Skeptical Inquirer, Pabular,
Smithsonian, T he Ecologist, Omni, Natural History.

322
OKUMA LİSTESİ

Konuşmacılardan söyleştikleri konular üzerine ek kaynak önermelerini istedik.


Kimin neyi önerdiği, önerenin baş harfleri ve söyleşi numaralarıyla parantez için­
de belirtilmiştir. Parantezlerin bulunmadığı kaynaklarsa metnin başka kısımla­
rından alınmadır (Eduardo Punset'in yorumlarından veya bölümlerin başındaki
giriş yazılarından).

Adams, Ansel, James Alinder, and John Szakovvski. 1987. A nsel A dam s: Classic Im ages by
Ansel A dam s. New York: Little Brown.
Asimov, Isaac. 1991. A tom : Jo u rn ey A cross the S u batom ic C osm os. New York: Truman Tal-
ley Books. (NG, 35)
Babiak, Paul, and Robert D. Hare. 2006. Snakes in Suits: W hen P sychopatbs G o to W ork.
New York: HarperCollins. (RHa, 8)
Birleşik Devletler Enerji Bakanlığı Bilim Dairesi Genom Programları. 2003 “The Human Ge-
nome and Beyond” http://web.ornl.gov/sci/techresources/Human_Genome/publicat/pri-
mer2pager.pdf. Bu iki sayfalık broşür İnsan Genom Projesi hakkında genel bilgi veriyor ve
daha fazla bilgi için karmaşıklık ve zorluk derecelerine göre diğer kaynakları sıralıyor.
(WH, 19)
Bonner, John Tyler. 1983. E volution o f Culture in A nim als. Princeton, N J: Princeton Univer-
sity Press. (JB, 30)
Brand, Stewart, and Peter Warshall. 1968-1998. T h e O riginal W h ole Earth C atalogu e, Special
30th A nniversary F a p erba ck. Sausalito, CA: Point Foundation.
Brenner, Sydney. M y L ife in Science. 2001. London: BioM ed Central.
Clars, R.W . 1981 T h e Survival o f C harles D arw in: A B iography o f a M an an d an İdea. New
York: Random House. (SJG, 25) (RHa, 8) (NM , 1) (RL, 11)
Chudnovsky, Eugene, and Javier Tejada. 2006. Lectures o n M agnetism . Paramus, N J: Rinton
Press. (EC, 31)
Cole, K.C. 1999. T h e Uniuerse an d th e T eacu p : T h e M athem atics o fT r u t h an d Beauty. Fort
Washington, PA: Harvest Books. (EC, 31)
Davies, Paul. 1995. A b ou t T im e. London:Viking. (PD, 36)
Davies, Paul. 2001. H oıv to B uild a T im e M achine. London: Ailen Lane. (PD, 36)
Darwin, Charles. 1859. O n the Origin o f Species by M ean s o fN a tu r a l Selection. London: J.
Murray.
Dawkins, Richard. 2004. T h e Ancestor's T ale. Boston: Houghton Mifflin. (RD, 26)
Dawkins, Richard. 1999. T h e E xten ded P hen otype: T h e L o n g K ea ch o f th e G ene. New York:
Oxford University Press. (RD, 26)

32 3
H AYAT KİTABI

Day, Williams. 2002. H o w L ife Began. Cambridge, MA: Foundation For New Directions.
(WD, 28)
Day, William. “Life as Growth by Energy Flow.” Lynn Margulis, Celeste Asikainen vs. editör­
lüğünde henüz yayınlanmış olan C him eras an d C onsciousness: Evolution o f the Sensory
S e lf adlı kitap içinde. White River Junction, V T : Chelsea Green Publishing. (WD, 28)
de la M acorra, Xim ena, and Antonio Vizciano, ed. 2006. W ater. M exico City: American Natu-
ral.
Dennett, Daniel. 1996. K inds o fM in d s. New York: Basic Books. (DaD, 9)
Dennett, Daniel. 2005. Sw eet D ream s: P hilosphical O bstacles to a Science o f C onsciousness.
Cambridge, M A: M IT Press. (DaD, 9)
Deutsch, Diana. M usical lllusions a n d P aradoxes. L ajolla, CA: Philomel Records, 1995. (DiD,
17)
Deutsch, Diana. P ban tom W ords an d O ther Curiosities. La Jo ll, CA: Philomel Records, 2003.
(DiD, 17)
Deutsch, Diana. (Ed.) 1999. T h e P sychology o f M usic. San Diego, CA: Academic Press. (DiD,
17)
Doyle, Gerald A., Jacop o Moggi-Cacchi, M ichael A. Raath, and Philip V. Tobias, eds. 1999.
H um anity From N aissan ce to Corning M illenia. Johannesburg: Witswatersrand University
Press. (PT, 20)
Fleck, Ludvvik. 1979. G enesis a n d D evelopm en t o f a Scientific Fact. Chicago: University of Chi­
cago Press. (JB, 30)
Gest, Howard. 2003. M icrob es: An Inuesible Vniverse. Washington, DC: ASM Press. (RGu,
29)
Gilbert, Daniel. 2006. Stum bling on H appiness. New York: Knopf. (DG, 7)
Glashovv, Sheldon Lee. 1991. T h e C harm o fP b y sics. Melville, N Y: AIP Press. (SLG, 33)
Glashovv, Sheldon Lee. 1994. F rom A lchem y to Q uarks. Belmont, CA: Brooks/Cole Publishing
Company. (SLG, 33)
Goleman, Daniel. 1997. E m otion al Intelligence: W hy it C an M atter M o re T han IQ . New
York: Bantam. (RL, 11)
Goodall, Jane. 1988. İn th e Shadoıv o f M an. New York: Houghton M ifflin. (JG , 3)
Gould, Stephen Jay. 1989. T h e Panda's T h u m b: M o re R eflection s in N atu ral H istory. New
York: W . W . N orton 8c Company. (SJG , 25)
Gould, Stephen Jay. 1980. W on derfu l L ife: T h e Burgess Shale a n d th e N atu re o f H istory. New
York: W. W. Norton & Company. (SJG, 25)
Gregory, Richard L. 1997. Eye an d Brain: T h e P sychology o f Seeing. Oxford: Oxford Univer­
sity Press (RGr, 15)
Haravvay, Donna. 1989. Prim ate Visions: G ender, R ace, an d N atu re in the W orld o f M odern
Science. New York: Routledge. (JG , 3)
Harding, Stephan. 2006. A nim ate E,arth: Science, lntiution, an d G aia. White River Junction,

324
O K U M A LİSTESİ

V T : Chelsea Green Publishing.


Hare, Robert D. 1998. W ithout C on scien ce: T h e D isturbing W orld o f t h e P sychopaths A m ong
Us. New York: Guilford. (RHa, 8)
Holloway, Ralph L. Jr. 1992. “Culture: A Hunıan Dom ain.” Current A n thropology, Vol. 33,
No. 1, pp. 47-64 (Supplem ent: lnquiry an d D ebate in th e H um an Sciences: C ontribu tion s
fro m C urrent A n th rop olog y , 1960-1990). (RHo, 20)
Hollovvay, R .L ., Yuan, M .S., and Broadfield, D .C. Brain E ndocasts: P aleaneurological Eviden-
ce. Je ff Schvvatz ve lan Tattersall'in H um an Fossil R ecord serisindeki bir kitap. New York:
John Wiley & Sons (RH o, 20)
H um an G en om e. 2001. Science dergisinin, insan genom haritasının tamamlanmasına ayırdığı
özel sayısı. Cilt 291, Sayı 5507 (16 Şubat 2001). www.sciencemag.org/content/vol291/issu-
e5507/ (WH, 19)
Humphrey, Nicholas. 2002. “A Book at Bedtime.” Nicholas Humphrey'nin T h e Inner E ye adlı
kitabı içinde. Oxford: Oxford University Press. (NH, 16)
Johnston, Victor S. 2006. “M ate choice decisions: the role of facial beauty.” T ren ds in Cogniti-
ve Science. Vol. 10, N o. 1, pp. 9-13. (VJ, 6)
Johnston, Victor S. 1999. W by W e Feel: T h e Science o f H um an E m otion s New York: Perseus
Press. (V J, 6)
Kendler, Kenneth S. 2006. G enes, E nvirom nent, an d P sy cb op ath olog y : U nderstanding the Cau-
ses o fP sy cb ia tric an d Su bstan ce Use D isorders. New York: Guilford Press. (KK, 13)
Kendrick, Bryce. 2001. T h e Fifth K in gdom . Newburyport, MA: Focus Publishing/R. Pullins
Company. (KK, 13)
Kirkwood, Tom . 2003. T im e o fO u r Lines: T h e Science o f H um an Aging. New York: Oxford
University Press. (TK , 22)
Kirkwood, Tom . 2005. “Tim e of our lives: W hat Controls the length of life?” EM BO R eports.
Vol. 6, S pecial Issue: Science & Society, pp. S4-S8. www.nature.com/embor/jour-
nal/v6/nls/full/74Q0419.html (TK , 22)
Konner, Melvin. 2003. T h e T an gled W ing: B iolog ical Constraints on th e H um an Spirit. New
York: Owl Books. (RS, 2)
Kuhn, Thom as. 1985. T h e Structure o f Scientific R evolution s. Chicago: University of Chicago
Press. (JB, 30)
Lapo, Andre V. 1987. T races o fB y g o n e B iospheres. M oscow:M ir.
LeDoux, Joseph. 1996. T h e Emot'ıonal Brain. New Y ork: Simon and Schuster. (JL, 12)
LeDoux, Joseph. 2002. Synaptic Self: H o w O u Brains B eco m e W b o W e Are. New York: Vi-
king. (JL, 2)
Llinâs, Rodolfo. 2002. I o f th e V ortex: F rom N eu ron s to Self. Cambridge, MA: M IT Press.
(RL, 11)
Llinâs, Rodolfo. 1999. T h e Squid G iant Synapse: A M o d el fo r C h em ical T ransm ission. New
York: Oxford University Press. (RL, 11)

325
H AYAT KİTABI

Llinâs, Rodolfo, and M ircea Steriade. 2006. “Bursting of Thalamic Neurons and States of Vigi-
lance.” Jo u rn al o f N eu ropbysiology. Vol. 95, No. 6, pp. 3297-3308. http://jn.physio-
logy.org/cgi/content/abstract/95/6/3297 (RL, 11)
Lovelock, James. 1995. T h e Ages o f G aia: A B iograpby o f O ur Living Earth. New York: W.
W. Norton & Company. (JEL, 23)
Lovelock, James. 2001. H om a g e to G aia. New York: Oxford University Press. (JEL, 23)
Lovelock, James. 2007. T h e R evenge o f G aia: Eartb's C lim ate Crisis a n d the Fate o f H um anity.
New York: Basic Books. (JEL, 23)
Mackintosh, Nicholas. 1996. “Intelligence in Evolution.” Jean Khalfa (ed.), W bat Is Intelligen-
ce? içinde. Cambridge University Press. (NM , 1)
Mackintosh, Nicholas. 1998. IQ an d H um an Intelligence. New York: Oxford University Press.
(NM , 1)
Margulis, Lynn. 1993. Sym biosis in C eli E volution, 2nd ed. New York: W .H. Freeman &
Company. (DW, 21)
Margulis, Lynn. 2000. S ym biotic Planet. New York: Basic Books.
Margulis, Lynn, and Celeste Asikainen, eds. “Bacteria and Protists Also M ake Decisions.” He­
nüz yayınlanmayan C him eras an d C onsciousness: Evolution o f the Sensory S e lf içinde.
White River Junction, V T: Chelsea Green Publishing. (NG, 35)
Margulis, Lynn, and Dorion Sağan. 2002. A cquiring G en om es: A T h eo ry o f the Origins o fS p e -
cies. New York: Basic Books. (EC, 31)
Margulis, Lynn, and Dorion Sağan. 2007. D azzle G radually: R eflection s on the N atu re o fN a -
ture. White River Junction, V T : Chelsea Green Publishing. (SLG, 33)
Margulis, Lynn, and Jam es E. Lovelock. 1975. “The atmosphere as circulatory system of the
biosphere: the Gaia hypothesis.” C oE volution Q uarterly, Summer 1975, pp. 30-40. Lynn
Margulis ve Dorion Sagan'ın D azzle G radually: R eflection s on the N atu re o f N atu re adlı
kitabında tekrar basıldı.
Margulis, Lynn, and M .J. Chapman. K ingdom s and D om ain s: An Illustrated G u ide to the
Phyla o f L ife on E arth, 4. Baskı San Diego: Academic Press-Elsevier.
Miller, Jonathan. 1986. T h e B ody in Q uestion. New York: Horizon Book Promotions (RL, 11)
Nealson, Kenneth H. 2001. “Searching fo life in the universe: Lessons from the Earth.” C osnıic
Q uestions: Annals o f th e N ew Y o rk A cadem y o f Sciences. Vol. 950, pp. 241-258. www.an-
nalsnyas.org/cgi/content/abstract/950/1/241 (KN, 24)
Nealson, Kenneth H ., and Pamela G. Conrad. 1999. “Life: past, present and future.” P ilosophi-
cal T ransaction s o f the R o y al Society B: B iological Sciences. Vol. 354, No. 1392 pp. 1923-
1939. www.journalsroyalsoc.ac.uk/link.asp?id=7rl0hqn3rplglvag (KN, 24)
Punset, Eduardo. 2005. El viaje a la felicidad. Barcelona: Ediciones Destino. İngilizce çevirisi
(2007) The Happiness Trip. White River Junction, V T: Chelsea Green Publishing. (RS, 2)
Randall, Lisa. 2005. W arp ed Passages: Unraveling the M ysteries o f the Universe's H idden Di-
m ension. New York: Ecco (LR, 34)

326
OKUM A LİSTESİ

Sabater Pi, Jordi. 1992. El ckim p an ce y los origenes d e la cultura. Barcelona: Anthropos. (JSP, 4)
Sabater Pi, Jordi. 1993. G orilas y chim pan ces del A frica O ccidental. M exico City: Fondo de
cultura economica. (JSP, 4)
Sack, Oliver. 2002. O ax aca Jou rn al. New York: National Geographic Directions (OS, 10)
Sack, Oliver. 2001. Uncle Tungsten. New York: Knopf. (OS, 10)
Sağan, Cari. 1996. T h e D em on -H au n ted W orld: Science as a C andle in th e D ark. New York:
Random House. (SLG, 33)
Sağan, Dorion, and Lynn Margulis. 2006. “W ater and Life.” Ximena de la M acorra ve Antonio
Vizcaino (ed.) W ater içinde. M exico City: American Natural.
Sağan, Dorion, and Jessica HopeWhiteside. 2005. “Gradient reduction theory: Thermodyna-
mics and the purpose of life.” Stephen H. Schneider, Jam es R. M iller, Eileen Crist, and Pe-
nelope J . Boston (eds.), Scientists D ebate G aia: T h e N ex t Century. Cambridge MA: M IT
Press. (DS, 27) (SB, 18)
Sapolsky, Robert. 2004. W by Z eb ra s Don't G et Ulcers: T h e A cclaim ed G uide to Stress, Stress
R elated D iseases, an d C oping. New York: Owl Books (RS, 2)
Schaechter, M oselio, John L. Ingraham, and Frederick Ca. Neidhardt. 2006. M icrob e. Was-
hington, DC: ASM Press (RGu, 29)
Schneider, Eric D., and Dorion Sağan. 2005. Into the C o o l: Energy F low , T herm odyn am ics,
a n d L ife. Chicago: University of Chicago Press. (DS, 27) (SB, 18) (EC, 31)
Scientific A m erican editörleri. 2002. U nderstanding N an otecbn olog y . New York: Warner Bo­
oks. (H R, 32)
Sober, Elliot, and David Sloan Wilson. 2007. Unto o th ers: T h e E volution a n d P sychology o f
Unselfish B ehavior. Cambridge, M A: Harvard University Press.
Stewart, Melissa. 1999. L ife w ithou t Light: A Jou rn ey to E arth ’s D ark Ecosystem s. London:
Franklin Watts. (EOW , 5)
Strogatz, Steven. 2003. SYN C : T h e Em erging Science o f Spontaneou s O rder. New York:
Hyperion. (SS, 14)
Thorne, Kip. 1995. B lack H lose an d T im e W arps: Einstein's O utrageous Legacy. New York:
W. W. Norton 8c Company. (LR, 34)
Vernadsky, Vladımir '. 1998. T h e B iosphere. (Rusçadan çeviri; orijinal baskı, 1926) New York:
Simon 8c Schuster.
von Baeyer, Hans Christian. 2000. T am ing the A tom : T h e E m ergen ce o f the V isible M icro-
w orld. Mineola, N Y: Dover. (HR, 32)
Wallace, Douglas. 1997. “M itochondrial DNA in Aging and Disease.” Scientific A m erican.
Vol. 227, No. 2, pp. 40-47 (DW, 21)
Westbroek, Peter. 1992. L ife as a G eolo g ica l L orce: D ynam ics o f the Earth. New York: W . W.
Norton 8c Company.
Wilson, Edward 0 . 1998. C onsilience: T h e Unity o f K n ou dedge. New York: Knopf. (EOW , 5)
Wilson, Edward O. 2000. S o ciob io log y : T h e N ew Synthesis: T ıventy-fifth A nniversary Edition.

327
HAYAT KİTABI

Cambridge, MA: Belknap/Harvard University Press (EOW, 5)


Wood, William B. 1988. T h e N em a to d e C aen orhabditis elegans. Woodbury, NY-. Cold Spring
Harbor Laboratory Press. (SB, 18)

328
DİZİN

A crom yrm ex octospin osus babunlar, 30 bilinç


karıncaları, 57 Bach, Johann, 157, 178 beynin sorumlu bölgesi,
Actium, 246 bağımlılık, 34 110
adaptasyon (uyum), 98, 102, bağışıklık sistemleri, 73 çalışmaları, 94
129, 142, 183, 225, 231, bakteriler hayvanlarda, 252-253
242, 315 avantajları, 219-220 tanımı, 91
adet eşzamanlılığı, 128 avlanması, 79 ve duygular, 112
ahtapotlar, 164 etkinlikleri, 234 bilinçdışı, 111
aile istikrarı ve psikopatlar, önemi, 240 biliş, 263
82 rolü, 241 biliş süreçleri, 19
akustik yanılsamalar, 153- balık, 27, 215 B iosphere, T h e (Vernadsky),
155 Bankhead, Tallulah, 230 125
alanlar, 281 Barabasi, Albert-Laszlo, 265 bireysellik, 48, 55-57,
albedo, 229 Bartok, Bela, 153 biriciklik yanılsaması, 75-76,
A L eg to Stand O n (Sacks), beesjes (hayvancıklar), 242 180
102, 103 Beethoven, Ludvvig, 153, 178 biseksüeller, 66
alet teorisi, 177 Beijerinck, Martinus, 243 biyofili, 51-53
algı, 139-141, 262-263 beklenti, 32-33 biyo-iz, 304
alkolizm vakaları, 121 belirsizlik, 33 biyokimya, 162
Ailen, Woody, 166 Belousov-Zhabotinski reak­ biyokimyasal döngüler, 129
allostasis, 26 siyonları, 228 biyoloji, 162
Altmann, Richard, 182 Benard hücreleri, 228 biyolojik değişim, 250
Alzheimer, 29, 185 Bencil G en (Davvkins), 223, boğulma, 175-176
Amazon yağmur ormanları, 315 Bohr, Neils, 162
204 Benveniste, Jacques, 285 Bonner, John, 248-256, 317
amigdala, 112-115,119,120 Berlin, Isaiah, 163 bonobolar, toplumsal düzen,
amipler Berry, Thom as, 269 56
giriş, 234 beşinci etkileşim, 282 bosonlar, 281
sosyal davranışları, 251, beyin boy uzunluğu, 66
252 adaptasyonu, 9 8 ,1 4 2 boyutlar, 259-260
zeki davranışları, 251 duygu kontrolü, 112 bölge korumacılığı, şempan­
anerobik mikroplar, 201 gelecekteki evrimi, 114- zeler arasında, 40
An E xperim en t ıvith T im e 115 b ra n ,291
(Dunne), 144 limbik bölgeleri, 83 Brenner, Sydney, 36, 160-
anim alculi, 243 nörolojik hastalık, 97 169, 312
annelik davranışı, 42 beyin hücreleri, 94, 191 Brockman, John, 223
Anthony, M ark, 246 beyin korteksi ve amigdala, Brunelleschi, Filippo, 138
apoptosis, 185 114-115 Bulbena, Antoni, 121
A rtem isia annua, 246 beyinler Burgess Shale taşocağı, 220,
Ash, Lavvrence, 69 büyüklüğü ve konuşma 250
ateşböcekleri, Tayland'da, becerisi, 174-175 buz, 265
128 gelişimi, 106-107 büyü ve bilim, 142-143
Attenborough, David, 94 işlevi ve psikopatlar, 83 büyük yokoluşlar, 221
A u stralopithecu s afarensis, beyin potansiyeli, hayvanlar­
250 da, 253-254 C aen orhabditu s elegans (ip­
Ay, 242 beynin limbik bölgeleri, 83 lik kurdu), 164,165
aynalar, 45, 138, 142 bilgi artışı, 186-187 can, 90

329
HAYAT KİTABI

canlı sistemler, 269 biyolojik ve genetik sebep­ 199, 249


cennet kuşlan, 255 leri, 118 üzerindeki yaşamın ele­
Cervantes, Miguel de, 236 doğası, 118 mentleri, 210
Chomsky, Noam, 179 determinizm, 90 yaşı, 204
Chopra, Deepak, 90 Deutsch, Diana, 152-157, Dünya dışı yaşam, 294, 304-
Chudnovsky, Eugene, 135, 326 305
261-270, 277, 317 D eviant C bildren G row n Up
cilt tonu, 67 (Robins), 85 ebelerin rüyaları, 146
cinsel seçilim, 63, 254-255 dil Ed iacara b io ta, 99
C ion a intestinalis, 108 bilgisayarlarda, 39 eğik geometri, 289
Clausius, Rudolf, 269 ve hayal gücü, 178 Einstein, Albert, 6 1 ,9 3 ,1 7 8 ,
Cole, Jonathon, 102 insanlarda, 38-39 259, 282, 289, 292, 298-301
Conan, Abby, 287-288 işaret dili, 39 eklem bacaklılar, 219
Copernicus, Nicholaus, 227 dil teorisi, 176-177 eklem gevşekliği ve endişe,
Coppens, Yves, 250 dilin kaynağı ve ses algısı, 121
Crick, Francis, 89, 164 155-156 ekosistemler
Cro-Magnon dilin kökenleri ve tımar, 38 gelişimi, 241-242
konuşma becerisi, 174 dindarlık, 178 tanımı, 241
sanat ve resim, 255-256 dinozorlar, 55, 221, 225, 226 ekstra boyutlar, 287
Cytowic, Richard, 139 DNA El Dorado, 180
benzerlikleri, 47 Eldredge, Niles, 217
çardak kuşları, 255 canlı bir fosil olarak, 171 elektrik, 281-282
çekicilik, 59 kodlaması, 161 elektromanyetizm, 280, 291
çekim, 279-281, 284, 289, 290 kontrolü, 215 elektronlar, 264-267, 281,
çeşitlilik, 49, 167, 219-220 onarım sistemi, 190 283
çete şiddeti, 41-42 doğal seçilim ve ya- elektroşok, 116
çevreci müdahaleler, 205-206 radılışçılık, 225 elementler tablosu, 100
çocuklar doğurganlık göstergeleri, 62 empati, 80-81, 84-85
aynalar ve kendini tanıma, dokunma, 97,138-139 enerji akışı, 269
138-139 D on Q u ix ote (Cervantes), enerji dönüşümü, 209-210
rüyaları, 146-147 236 enerji yayılımı, 228
dopamin ve haz, 33 endişe
Damasio, Antonio, 97 döngüsellik ve sosyallik, 125 biyolojik ve genetik kö­
darboğaz teorisi, 50-51, 57 dört güç, 279 kenleri, 117
Darvvin, Charles, 23n, 79n, Du Chaillu, Paul, 45 genler ve çevrenin rolü,
1 8 0 ,2 0 2 ,2 2 5 Dunne, William, 144 118-119
David Greybread (şempan­ duru rüya, 145, 150 ilaçlar, 115
ze), 39, 40 duygular, 31-32, 42 kemirgenlerde, 119
Davies, Paul, 144, 260 298- dugular, bilinçdışı davranış, primatlarda, 119
306,318 112 vakaları, 121
davranış ve genler, 167 D uygusal Beyin, 105, 311 ve eklem gevşekliği, 121
Davvkins, Richard, 89, 91, duygusal tepkiler, aşamaları, enfeksiyon, 133, 171
215, 222-226, 231, 315, 323 113 enfeksiyon stratejileri, 244-
Day, William, 213, 234, 235- duygusal zeka, 106 245
238, 3 0 5 n ,316 duyu adaları, 139 entropi, 268-269
Deamer, David, 238 duyu dışı algı, 93 erkek parmak orantısı, 64-65
Delbruck, M ax, 162 Dünya ESA (Enerji/İstikrar/Alan)
Democritus, 282 atmosferi, 202-203 modeli, 49
deniz şakayığı, 188 bakteriyel gezegen olarak, esneme, 38
Dennett, Daniel, 89-95, 310 246-247 Estivill, Xavier, 121
depresyon eski tarihi, 197 eşcinseller, 66
artışı, 121 uzaydan fotoğrafları, 198- evlilik kararı, 74-75

330
DİZİN

evrim stratejileri, 189 Hasekine, William, 170-172,


gidişatı ve amacı, 231 genler ve davranış, 167 313
ya da ilerleme, 24 genler ve çevre hastalık, 171
modelleri, 36 konuşma becerisi, 177-178 Hayflick, Leonard, 191
ve sayborglar, 264 şiddet, 167 Hayflick olgusu, 191
evrimsel ilerleme, 218 genom gelişimi, 166-167 hayvanlar
evrimsel sistemler, 200 geometrinin etkisi, 21-22 beyin potansiyeli, 253-254
gerçekliğin sorgulanması, doğası, 37
fakirler, 41 136-137 iletişim, 254
faz geçişleri, 127-128, 265 germ , 16 kötü muamele, 47, 249
feromonlar, 55 germ lin e genetiği, 166 öğrenme süreçleri, 20
feromonlar ya da parfümler, gezegensel beyin, 145, 186 Helen (maymun), 149
68 gıdanın kökeni, 238 H elico b a cter pylorı, 244-245
Feynman, Richard, 139, 142, gırtlağın pozisyonu, 175 heterosist (N o s to c ) çizimi,
272, 296 çizimi, 175 206
fırtına sistemleri, 228-229 Gilbert, Daniel, 69-78, 309 hipokampüs, 29,113-114,
Fibonacci dizisi, 153 Glashovv, Sheldon Lee, 259, 120
Fifi (şempanze), 37 276-286, 318-318 hipokampüs minör, 180
Fisb: O ur A ncestors (televiz­ Goodall, Jane, 35-43, 249, Hollovvay, Ralph, 173-181,
yon programı), 165 307-308 313
fobiler, 119 goriller homeopatik tedavi, 285
F orm ation o f Veg etab le M o- iletişimi, 45 homeostasis, 269
uld T hrou gh tb e A ction o f sosyal düzen, 56 hormon göstergeleri, 62-63
W orm s ıvith O bservations Gould, Stephen Jay, 23-24, F lo w to Build a T im e M ac-
on T b eir H abits (Darwin), 217-221, 222, 223, 231, hine (Dvies), 302
202 250, 268, 315, 321, 323 Humphrey, Nicholas, 144-
fosil yakıt gradyam, 230 görsel hafıza kaybı, 97 151,312
fosiller, 250 gradyanlar, 227-231, 251 Huxley, Aldous, 143
Fossy, Diane, 145 gravitonlar, 284, 292 Huxley, Thomas H ., 180
fotosentez, 183,200, 241, Greenfield, Susan, 118 hücre kutuplaşması, 163-164
247, 260 Gregory, Richard, 135-143, hücreler, ihtiyaçları, 233
Freud, Sigmund, 101, 145, 263 ,3 1 2
148 Griffin, Donald, 252 IQ testleri/ölçümü, 21
fııgıı balığı, 165 Guerrero, Ricardo, 234, 239- ırk farkları, 21, 220-221
Fuller, Buckminster, 213 247,316 ışık, 283
Gunn, Thonı, 103, 104
Galileo, 230, 253, 271, 278, güç parçacıkları, 281 iç savaşlar, 41
284 güçlü kuvvet, 279 içgüdüler ve refleksler, 20
Garcıa, Nicolâs, 274, 275, gündevirsel ritm, 131 ikiz etkisi, 299
293-297, 318 güvercinler, 20, 22, 23, 24 ilaçlar, 115
gastrit, 244-245 güzellik iletişim
Gaya hipotezi, 197 avantajları, 63-64 hayvanlarda, 254
gece görüşü, 46 göstergeleri, 62 insanlarda, 39-40
gelecek öngörüsü, 20-21 insanlarla şempanzeler
gelecek kavramı, 179-181 Hadley hücreleri, 228 arasında, 45
genetik değişim, 226 Hadron çarpıştırıcı, büyük ilk tepkiler, 113
genetik determinizm, 231 (LHC), 284, 290, 303 imkansız nesneler, 140
genetik ve öğrenme, 20 Haeckel, Ernest, 166 çizim, 140
genler hafıza, 100-101 im pact bias, 70
işlevi, 224 Ftare, Robert, 79-86, 309-310 indirgemeci bilimciler, 90,
makine kodlaması olarak, hareket ve sinir sistemi, 107- 263,285
215 108 İnsan Genom Projesi, 164, 170

331
H AYAT KİTABI

insanımsı, 250 Kambriya patlaması, 220 175


insanın kabile davranışı, 199- kanser, 28 kopyalama, 160-161
200, 205 kanser hücreleri, 128, 135, korku tepkisi, 26, 114-115
insanlar 191 kortizol, 130
bakteriyel ataları, 246-247 kara delik, 301-305 kozmoloji, 277-278
beyin, 180 kara madde, 265-266 kök hücreler, 188
bireysellik, 55 karıncalar köpekler, 32, 146
can, 90 davranış, 55 kör görü, 145
dil, 39 koloni büyüklüğü, 56 K ö r Saatçi (Dawkins), 223
fiziksel gelişim, 254-255 yön bulma becerisi, 23 kromozom bölünmesi, 224
geleceği, 181 karmaşıklık, 24, 218-219 kronik stres, 29
iletişim, 39-40 karmaşık yaşam formları, kuanta ve zaman yolculuğu,
majör depresyon, 27 219 305
memeli topluluğu olarak, katı hal, 265 kuantum mekaniği, 143, 274,
54 kehribar bakterisi, 212-213 279, 282, 288
nüfus artışı, 50-51 kek terkibi yaklaşımı, 234, kuarklar, 263, 277-278,280-
öğrenme süreçleri, 20 235, 237 281, 283, 291
psikiyatrik bozukluklar, kendi kendine toplanma, 272 kuduz virüsü, 31
27 kendini bilme, 45 kumar, 34
ruh, 89-91 kendini farketme 252-253 kuşlar
sınıflandırma, 15 kendini organize etme, 133, stres tepkisi, 27
ve süper organizmalar, 48, 134, 265, 268 zeki davranış, 23
54 kendini-silme, 71 kültür, devamlılık olarak,
yanlış değerlendirmeler, kendini tanıma, 138 252
220 Kendler, Kenneth, 80, 116- kültürel aktarım, 91-92
insanlarla şempanzelerin ile­ 121,311 kültürel değişim, 199-200,
tişimi, 45 Kendrick, Bryce, 234 219-220, 226, 250
iskonto genomu, 165 kertenkelelerin stres tepkisi,
İspanyol darbesi, 249 27 Lamarck, Jean Baptiste de,
izafiyet teorisi, 282-283, 289, kesintili denge, 217n, 315 261
298-300 keşifler, 260 Lamarckizm, 261, 262n
kısıtlama, 253 Lambert, Frank, 228
Jam es, William, 32 kimya, 161-162 lan d sca p e, 301
Japon balon balığı, 165 Kirkvvood, Tom , 186-193, Laplace, Pierre-Simon, 90
jeolojik zaman (tablo 1), 17 313 Lapo, Andre, 125n
jeotermal enerji, 229 kirlilik, 206 Leakey, Louis, 37, 39, 42,
jet yorgunluğu, 131 “Kirpi ile Tilki” (Berlin), 163 312
Johanson, Donald, 218, 250 kleijn e Schepsels (minik ya­ Ledoux, Joseph, 97, 111-115,
Johnston, Victor, 60-68, 309 ratıklar), 242 311
Joseph, Ledoux, 97, 105, Kleopatra, 246 Liesegang halkaları, 228
111-112,311 klonlama, 295 limbik sistem, 31-32,105,
Jo y, Bili, 297 kloroplastlar, 241 139
Joyce, Gerald, 238 Koch, Robert, 243 Llinâs, Rodolfo, 105-110,
Jung, Cari, 145, 148 kolektif bilinçdışı, 145 137,178, 310
Jüpiter, 211, 212,242 Komünist dogma, 261 Lovelock, Jam es E., 7n,
K om ü nist M an ifesto, 248 125n, 197, 198-207, 213,
kabile sistemleri, 199-200 komünizm, 248-249 229, 314, 322
kadınlarda parmak orantısı, konuşma kapasitesi Lucy, A u stralopithecu s afa-
65 ve beyin büyüklüğü, 175- rensis, 250
kafa gelişimi, 108 176 Lysenko, Trofim Deniso-
kalp atışları, 28 Cro-Magnon'da, 174 vich, 262
kalp, sinoatrial düğüm, 131 Neandertallerde, 173-174,

332
DİZİN

M ackintosh, Nicholas, 19- beyindeki bölgeleri, 97-98 ön korterks, 29-30


24, 45, 249, 307 dil olarak, 152-153 öngörü rüyaları, 148
madde kökenleri, 152
ve enformasyon, 305-306 müzikal algı, 156-157 panik, 110
halleri, 265 müzikalite, 178 pan sperm ia, 211
majör depresyon, 27 M ycobacteriu m tuberculosis, parazit davranışı, 30-31
makroorganizma ekosistem- 244 parazitler, 69-70
leri, 247 M y L ife in Science (Brenner), parçacık çarpıştırıcı, 303
Makyavelyan zeka, 147 161 parçacık fiziği, 277
M alignant Sadness (Wol- parçacıklar, 281
pert), 117 Nabokov, Vladimir, 139 parçacıklar ve sicimler, 263,
Margulis, Linn, 321-322 nanorobotlar, 295 265, 267
Mars nanoteknoloji, 223, 259, 272- parkinson, 98
atmosferi, 202-203 275, 293, 295 parmak indeksi görüntüsü,
üzerinde yaşam, 211-212, Nealson, Kenneth, H ., 197, 65
229, 240, 242, 304-305 208-213, 268, 269, 314 parmak orantısı
Marshall, Barry J ., 245 Neandertaller, 173-175 ve sperm sayısı, 66
maymunlar, 145, 149-150 Necker kübü, 141, 153 kadınların eş seçimi ve,
memeliler, 215 negatif enerji, 304 64-65
memler, 91 neksus, 132 Pasteur, Louis, 243, 286
Messiaen, Olivier, 139 neokorteks, 30, 105, 110,112 PCLR (“Psychopathy Check-
metan atmosferi, 202-203 Newton, Isaac, 92, 137, 278 List Revised” -“Güncellen­
mikrobiyal tabaka, 241-242 Nikisch, Arthur, 155 miş Psikopatlık Kontrol
mikrobiyoloji, 234 Nobel, Alfred, 285 Listesi”), 83
mikroplar Nobel Ödülü sahipleri, 36, peptik ülserler, 244-245
rolü, 241 178, 222, 244, 285, 313 Pi, Jordi Sabater, 19, 44-47,
tanımı, 240 N o s to c çizimi, 206 249, 254, 276, 308
yaygınlığı, 242 nükleer enerji, 205 Picasso, Pablo, 93, 102,103
mikrosefali, 176 Pinker, Steven, 98
mikroskop, 271 O ax a ca Jo u rn al (Sacks), 103 Pitagoras, 152-153
Milankovitch döngüleri, 61 Ockham'h William, 284 P lasm odiu m , 240, 246
Miller, Jonathan, 106 Octavian, 246 plazma, 265-266
Miller, Stanley, 233, 235, Odum, Eugene, 242 pozitron emisyon tomografi­
238, 268 oksijen, 183, 190-192 si (PET) teknikleri, 61
Miller-Urey deneyleri, 236 oksijenli atmosferi, 200-202 Private L ife o fP la n ts, T h e
milliyetçilik, 249 organizmaların (Attenborough), 94
minyatürleştirme, 273 sınıflandırması, 15-16 programlı ölüm, 185-187
mitokondriya, 109, 159,182- orkestra yerleşimi, 154 prokaryotlar, 240, 242, 247
185, 192 Orö, John, 199, 249 p ro so p ag n osia (yüz körlü­
çizimi, 184 ortalama yaşam, 188-190 ğü), 35
moleküler biyoloji, 162,163, otonom sinir sistemi, 31-32 protistler, 49, 240, 242, 245
164, 168 Owen, Richard, 180 psikiyatrik bozukluklar, 120-
Morovvitz, H. J ., 234, 263 ozon tabakası, 201 121, 311
Moses, Grandma, 103 psikiyatrik tedavi, 119
Mussorgsky, Modest, 157 öğrenme ve genetik, 20-21 psikolojik bağışıklık sistemi,
mutasyonlar, 161, 191-192 öğrenme süreçleri 71-75
mutluluk hayvanlarda, 20 psikopatlar, 79-86
öngörüsü, 70-71, 75 insanlarda, 20 psiko-farmakoloji, 120
ve para, 76-77 yaparak, 168 Punset, Eduardo, 319
mutluluk araştırmaları, 69- ökaryotik mikroplar, 245
70 ökaryotlar, 15, 234, 240, 245 Radman, M iroslav, 219
müzik ölçüler, 277 Randall, Lisa, 259, 287-292,

333
H AYAT KİTABI

318 servetin laneti, 77 süper organizmalar, 48, 54-


recom b in ation (tekrar-birle- sezgi, 93, 134 55
şim), 283 sıcak noktalar, 54 süper organizmalar ve insan­
redox gradyam, 229 sınıflandırmalar lar, 48, 54-55
R E M (hızlı göz hareketi) insanlar, 15 sürüngen beyni, 111, 174
147, 150 organizmalar, 15, 16 Swimme, Brian, 269
renkler yaşam formları, 15 symbiogenesis, 262
algısı, 137 sıtma, 246 Sync: T h e Em erging Science
ve maymunlar, 149 sicimler, 265, 267 o f S pontaneou s O rder
Rico, Lııis, 236 sicimler ve parçacıklar, 263, (Strogatz), 128
Robins, Lee, 85 265, 267
robotlar, 94, 294-296 simbiyotik ilişkiler, 183, 240, şeker, 28, 192
Rohrer, Heinrich, 271-275, 242, 245 şempanzeler
29 3 ,3 1 7 simbiyotik mikroplar, 244 alet kullanımı, 39, 46
ruh, 89-91 simbiyoz, 50, 80 analık davranışı, 42
rüyalar simetri ve güzellik, 68 aynalar ve kendini tanıma,
faydaları, 150-151 sinestezi, 139-140 138
işlevi, 146 sinestezikler, 140 bölge korumacılığı, 40
köpeklerde, 146 sinir sinyalleri, 223 gözlemlenmesi, 37-38
evreleri, 150 sinir sistemi ve hareket, 107- hepoburluk, 40
uykunun bir bölümü ola­ 108 ilkel insanın davranış mo­
rak, 29 sin oatrial düğüm, 131 deli, 37
yorumlanması, 148 siyanobakteriler, 126, 200- kelime kullanımı, 45
ve zaman algısı, 144-154 203, 241 kuyu açma, 46
Skinner, B. F., 20 sosyal düzen, 56
Sacks, Oliver, 96-104, 310 Smith, Adam, 133 şiddet, 40-41
Sağan, Cari, 285, 316 solaklık, 154-155 ve hayalgücü, 179
Sağan, Dorion, 215-216, 227- solucan deliği, 302-305 şiddet
231.31 6 solucanlar, 202 fiziksel ve zihinsel, 41
sağaklık, 154,177 soma hücreleri, 188 genler ve çevre, 167
sahte-türleşme, 41 somatik hücreler, 189, 191 şempanzeler arasında, 40-
Sanches, Miguel Angel, 283 sosyal bağdaşım, 177-178 41
Sapolsky, Robert, 25-34, 40, sosyal primatlar, 28, 56, 68, şizofreni, 83, 118, 141,178,
4 1 ,3 0 7 136 299
savaş ya da kaç duygusu, 72 sözleşme ve anlaşma, 56
saldırganlık, faydaları, 52 sözsüz iletişim, 38 Taieb, Maurıce, 250
sanat, 255-256 sperm sayısı ve parmak taklit ve simülasyon, 165
sayborglar ve evrim, 264 orantısı, 66 tarayıcı tünel mikroskobu
Schneider, Eric D ., 216, 227, S tapbylococcu s aureus, 244 (STM ), 271, 273
269.31 6 Stenonis, Nicolai (Nicolaus tasarım ve doğal seçilim,
Schoenheimer, Rudolph, 237 Steno), 61 224-225
Schubert, Franz, 157 stres, 26, 87-88 taş aletler, 177
Segovia, Andres, 157 stres azaltma faaliyetleri, 28 tatlı su polipi, 188
seksüel üreme, 59 stres tepkisi, 26-27 Taylor girdapları, 228
sembolik kapasite, 177 Strogatz, teven, 127-134, 265, Tchaikovsky, Peter Ilyich,
Semmelvveis, Philip Ignaz, 311 155
286 suç, 56 tecrübe engeli, 168
Sense o f M ovem en t, T h e Summers, Larry, 288 Tejero (Yarbay), 248
(Gunn), 104 suprakiazmatik çekirdek, teknolojik evrim, 264
sera etkisi, 204 129 T em as, (Sağan, C.), 303
serbest oksijen radikalleri, sülfit gradyam, 230 terebentin, 116, 223
184-185,192 süper iletkenler, 267, 317 termodinamik yasaları, 162,

334
DİZİN

216, 228-231, 237 Watson, John, 20 zeka genetiği, 21


tımar ve dilin kökenleri, 38 Weissmann, August, 188 zeka araştırmaları, 21
Tiem blo, Alfredo, 136 W hy Z ebras Don't G et Ul- zeki davranış
tilkiler, 36-37 cers (Sapolsky), 26 amiplerde, 251
tim escape, 301 Wilson, Edvvard O ., 48-58, kuşlarda, 23
Tobias, Philip, 173-181, 313 8 9 ,1 9 9 , 205, 213, 308-309 maymunlarda, 23
toksoplazma, 31 Winogradsky, Sergei, 243 bir süreklilik olarak, 252-
toplum ve bilim, 61 Wolpert, Levvis, 117 253
Torricelli, Evangelista, 278 Wöhler, Friedrich, 161 zeki tasarım, 224-225
travma hafızası, 113-114, 119 zihin-beyın birliği, 57
travma sonrası stres bozuk­ yanılsamalar, 143,153 zihin beyin ilişkisi, 120
luğu, 26 yaratılış zihin okuma, 147-148
tungsten, 99-100 hayat, 267-268 zihinsel bozukluklar, 117
tuz parmakları, 228 yeni moleküller, 267 zombi kuşakları, 130-131
tüketim, 51 yaratılış ve doğal seçilim,
tünel-etkili mikroskop, 296 224-225
Türlerin K ö k e n i (Darvvin), yaşam
180 bir hata olarak, 268, 269-
türlerin sayısı, 49 270
M ars'ta, 304-305
ultravıyole radyasyonu, 201, remel işleyiş, 238
234 yaratmak, 267-268
Uncle Tungsten (Sacks), 99- ve zaman yolculuğu, 305
100, 310 yaşam formları
Urey, Harold, 233, 235, 236 sınıflandırması, 15
Uyanışlar, 9 8 ,1 0 2 ,1 0 3 yaşam öncesi kimya deneyle­
uyku, 131, 145, 150-151 ri, 236-237
uyum, 109 yaşamın başlangıcı, 305
uzamsal görüntüleme beceri­ yaşamın-kökeni bilimi, 234
si, 21 yaşamın-kökeni deneyleri,
uzunluk ve mesafeler, 277 236-237
uzun ömür, 188 yaşlanma, 1 7 1 ,1 8 6 ,1 8 8
yaşlılık, 187-188
üç-ton paradoksu, 155-156 yazının kökenleri, 176
yıldız geçitleri, 303
Venüs, 197, 200, 202, 240, yokoluşlar
242 ardından toparlanma, 50
Vernadsky, Vladimir I., 125 düzenliliği, 50
vicdan, 56, 81-82, 84-85, 92 engellenmesi, 54
van Leeuvvenhoek, Antony, yüksek tansiyon, 28,121
242-243 yüksek zeka, 19
von Neumann, John, 161 yüz seçimi, hormonlarla, 62
von Neumann modeli, 161, yüz kılları, 68
164
von Richtlovv (profesör), 177 zaman eğme, 300, 301
vücut dili, 38 zaman genişlemesi, 300
zaman makinesi, 302-304
Wallace, Douglas, 182-183, zamanın akışı, 300-301
313 zayıf kuvvet, 279
W arped Passages (Randall), zeka
288,318 bilginin yeri, 274
Warren, Robin J ., 244 sosyal işlevi, 147

335
HAYAT KİTABI
• E v r e n g e r ç e k t e n v a r m ı?

• K iş is e l b ilin ç e v r im ta r ih in d e n e r e d e v e n e z a m a n o r t a y a ç ık t ı?

• A t o m la r d a n o lu ş a n b u e v r e n k ö k e n i ü z e r in e d ü ş ü n m e k , a m a c ın ı ir d e le m e k y a d a
s ır f s a ç m a lı ğ ın a iş a r e t e t m e k iç in b e y n e n e d e n ih t iy a ç d u y d u ?

• R e n k le r g e r ç e k t e n v a r m ı, y o k s a s a d e c e b e y i n d e y a r a t ıla n ş e y l e r m i?

• K a r a r v e r ir k e n k a lp v e m id e n e d e n b e y i n d e n d a h a iy id ir ?

• Y a ş a m b a z ı k im y a s a l m a d d e le r in k a r ış ım ıy la y a r a tıla b ilir m i?

• E k s t r a b o y u t la r v a r m ı? C E R N ’d e k i ç a lış m a la r b u s o r u y u c e v a p l a y a b i lir m i?

• F iz ik ç ile r n iç in t ü m z a m a n ı - b u g ü n , g e ç m i ş v e y a g e l e c e k o l m a k s ız ı n - in s a n d a n
ö n c e k u r u lm u ş g ib i d ü ş ü n ü r le r ?

• Z a m a n y o lc u lu ğ u m ü m k ü n m ü ?

• in s a n o ğ lu n u n s e ç ilim n e d e n i b ir tü r ş iz o fr e n i g e n i o la b ilir m i?

• K ü ltü r e l e v r im b iy o lo jik e v r im i t a h t ın d a n in d ird i m i?

• N e tip in s a n la r , n e z a m a n , n e tip in s a n la r ı d a h a ç e k ic i b u lu y o r ?
P a r m a k la r b u k o n u d a n e s ö y lü y o r ?

• Ö l m e y e p r o g r a m lı m ıy ız ?

• M e r k e z î y ö n e t i m m i, y o k s a k e n d i k e n d in i o r g a n i z e e d e n s i s t e m l e r m i
d a h a iyi ç a lış ıy o r ?

Вам также может понравиться