Академический Документы
Профессиональный Документы
Культура Документы
ZIHIN-BEYIN büyük
İLİŞKİSİ bilimcileriyle
iletişim
söyleşiler
TERMODİNAMİK™ 111mmm
PARÇACIKLAR VE
SİCİMLER EMPATI PANİK KUANTUM
H ADRO PUĞi
ÇARPIŞTIRIN
MUTLULUK RÜYA
S " KÖKHÜCRELER BEYNİN EVRİMİ
HAYAT
■
K İTABI
0ll« ILffiEK S T R A BOYUTLAR
■■ ■■
ŞİD D ET"
DUYU DIŞI A lf iH
M R E IU
TRAVMA HAFIZASI
NEGATİF ENERJİ
H A Y A T Kİ TABI
H A YA T KİTABI
Zamanımızın Büyük Bilimcileriyle Söyleşiler
E D İT Ö R L E R
İN G İL İZ C ED E N ÇEVİREN
B u ra k B en g i
M 1N D , L İF E A N D U N IV E R SE
G o n v ersation s ıvith G re a t Scien tists o f O u r T im e
Eduardo Punset
YAYINA HAZIRLAYAN
Em re Ergüven
ÇEVİRİ
Burak Bengi
DÜZELTİ
Eftalin T ekeli
KAPAK
GRAFİK
M ah ir Dum an
BASKI
ISBN : 978-605-5813-56-7
^ T V yayınları
Doğuş Grubu İletişim Y ayıncılık ve T icaret A.Ş.
M aslak M ahallesi G -45 Ahi Evran Polaris Caddesi
Doğuş Pow er Çenter N o :4 M aslak 34398 İstanbul
T el: (212) 335 00 00 Faks: 335 03 48
info@ntvyayinlari.com
www.ntvyayinlari.com
Çekicilik
6. Güzellik Ö lçülebilir mi? V ictor Jo h n sto n 60
7. M utluluk Bilim i D aniel G ilbert 69
8. Psikopatlar R o b ert H are 79
Kaygı
9. Kimse Patron Değil D aniel D ennett 89
10. Gizli Ben O liver Sacks 96
11. Karanlığa Kapatılm ış R o d o lfo Llinâs 105
12. Korkuyla Diyalog Jo s ep h L ed ou x 111
13. Kahreden Üzüntü K enneth K en dler 116
Döngüsellik ve Sosyallik
14. Davul Vuruşları Steven Strogatz 127
15. H akikat Değil, Sağkalım Şart R ichard G regory 135
16. Öğrenm ek için Rüya N icbolas H um phrey 144
17. M üzik ve Konuşma D iana D eutsch 152
Geçmiş Biyosferler
23. Y aşam , Dünya'nm Efendisi Ja m es E. L o v elo c k 198
24. Yaşam Bir H atadır K enneth H. N ealson 208
Mükemmeliyete Doğru
25. Evrim ve Am aç Stephen Ja y G ould 217
26. Ölülerin Kodu R ichard D aıvkins 222
27. Evrim in Amacı D orion Sağan 227
Ölü ya da Diri?
28. Gelişim O larak Y aşam W illiam D ay 235
29. A talarım ız, Bakteriler R icardo G uerrero 2 39
30. Amiplerden Farklı Jo h n Bonner 248
Enginden Minnacığa
31. Elektron Bulutu Üzerinde Yürüyüş Eugene C hudn ovsky 261
32. Atom ik Bilinç H einrich R oh rer 271
33. Atom İçin Çok Büyük, Yıldız İçin Ç ok M inik
Jo r d i S abater Fi 276
34. Ekstra Boyutlar Lisa R an dall 287
35. Bücürlerin M anipülasyonu N icolâs G a rd a 293
36. Uzay Param parça, Z am an Hükümsüz Faul D avies 298
Lynn Margulis
B an a g ö re, S teıvart B r a n d ’ın 1 d ed iğ i g ibi,
“S a d e c e b ilim d e k a y d a d e ğ e r h a b e r var; gerisi sö y len ti ve d e d ik o d u .”
Gerçek dünyanın gerçek özelliklerine yönelik dikkatli bir analiz ve serbest bir sor
gulama olarak bilim hâlâ bilgiye giden en güçlü, dürüst ve müştereken yararlı yol
gibi görünüyor. Dünya klasmanında bir bilim, sosyal sınıf, ırk, yaş, cinsiyet, mil
liyet veya diğer ayırıcı etkenler ne olursa olsun, temelde, gözlem ve inceleme yap
mak isteyen tüm insanların ulaşabileceği bir şeydir. Hakiki bilimsel etkinlik, bir
bilgilenme yöntemi olarak, mistik veya dinî inanç öğretileri üzerinden edinilen
bilgiyle taban tabana zıttır. Bilimcilerce yapılıp açıklanan uluslararası temel bili
min doğası gereği sınırlı olan bulguları, bilerek düşünmemize, hayatımızdan zevk
almamıza ve onu kontrol etmemize yardım ediyor ve tabii teknolojik ilerlemeye
yol açıyor. Ama özgür sorgulamaya dayalı fazlasıyla sosyal bir etkinlik olan bi
lim, bilimin teknolojik uyarlamasıyla aynı şey değildir. Şu ana vasıflara sahiptir
bilim: fizikî ve canlı dünyadan seçilen unsurların gözlem ve ölçümü, gözlem ve öl
çümlerin yayın yoluyla dürüst ve açık bir bildirimi, yayınlanan sonuçların diğer
bilimcilerce analizi ve eleştirisi ve yeni sonuçların zor kazanılmış mevcut bilimsel
birikim ve yerleşmiş olgularla tutarlılığına ilişkin doğrulama. Kariyerlerinin zir
vesindeki büyük bilimcilerle yapılmış söyleşilerden oluşan kitabımız, okurların
bilimsel gerçekleri, ünlü insanların özel hayatlarına ilişkin dedikodulardan çok
daha fazla istediği varsayımı üzerine kurulmuştur. Araştırmacılardan önemli so
rular üzerine anlaşılır açıklamalar talep ettik. Yarım yamalak gerçekler istemiyo
ruz. Araştırma sonuçları profesyonel yayınlarda yazılana kadar, bilim katiyen bi
lim değildir. Temel sorun şu ki, sadece uzmanlar -ve onlar da sadece kendi alan
larındaysa- bu literatürü okuyabiliyor. Geri kalanımız nasıl öğrenecek?
Okurlarımızın kanser tedavisine ya da M ars’taki bir insan iskeletine dair şüp
heli iddialardan ziyade, iyi temellendirilmiş nahoş bir bilimsel olguyu öğrenmek
isteyeceğini sanıyoruz. Kafası karışık gazetecilerin anestezi kullanılmayan acısız
1 “W hole Earth C atalog” [“Tüm Dünya Katalogu”], “W hole Earth R eview ” [“Tüm Dünya Dergisi”] ve Point
Foundation [Point Vakfı] ile tanınan ve M edia Lab\ [“Medya Laboratuarı”] yazan Stevvart Brand, J . E. Love-
lock ile birlikte hazırladığımız “T h e G aia hypothesis”in de ilk yayıncısıdır (Margulis, L. ve Lovelock, J . E. “Bi
yosferin dolaşım sistemi olarak atmosfer-Gaya hipotezi.” C oEvolution Quarterly 6: 30-40).
7
H AYAT KİTABI
9
H AYAT KİTABI
IO
GİRİŞ VE TEŞEK K Ü R
mak değil. Konuşkan sorgucu Eduardo insanı teslim alan sohbetiyle entelektüel
ilgilerin hacmini, genel yeterliliği ve canlılığı yakalıyor ve neden bir kişinin eğrelti
otlarıyla, diğerinin kromozomlarla ve bir üçüncüsününse nadiren gerçekleşebile
cek fevkalade önemli olaylarla uğraştığını açıklayabiliyor.
Okuyucunun bilimsel bir arkaplana hiç ihtiyacı yok. Hem kitapları sevip bi
limden nefret edenler, hem de bilim kitaplarını sevenler, orijinal kişiliklerin ken
dine özgü yanlarını hayranlıkla izleyecekler. Doğa’yı gerçekte olduğu gibi görmek
için hileden sakınan, propaganda ve pazarlama numaralarından şiddetle kaçın
maya çalışan biz okurlar, hepimiz, Hayat Kitabı: Zamanımızın Büyük Bilimcile
riyle Söyleşiler’i ancak sonuna kadar okuyup bitirince elimizden bırakabileceğiz.
İçindeki gerçeklerle büyülenip soluk soluğa kalacak, ama belki en çok da gerçek
arayıcılarının sıcaklığı ve tevazusundan etkileneceğiz.
Çoğu söyleşinin başında epigraflar altına konan veya bir söyleşinin yazı çözü
mü içine eklenen canlı ve sıradışı yorumlar, Eduardo Punset’in orijinal İspanyolca
versiyonundaki tanıtıcı ifadelerinden alınmadır, genelde televizyon programı Re-
des’ten. Söyleşi ve yorumların bazılarıysa İspanyolca kitap Cara a Cara (Yüz Yü
ze) yayınlandıktan sonra yapıldı.
Gerçek bilimin, bilimsel araştırmanın ve tutkulu soruşturmanın harikulade
dürüst ve gayretkeş etkinliğini buradaki birkaç örnekle okuyucuya taşımak iste
dik. Peki hangi birkaç örnekle? Bu otuz yedi konuşmacı oyunu kuralına göre oy
nayan son derece orijinal ve adanmış adamlarla kadınlardan oluşuyor. Seçilen
tüm konuşmacılar Eduardo’nun, Lynn’in veya her ikisinin şahsen tanıdığı insan
lar. Ve ününü, servetini ya da gücünü arttırmak gibi amaçlarla bilimsel sahtekar
lık, abartı ya da hileye başvurmak bu insanlara ancak gülünç gelebilir. Neden?
Çünkü onlar herhangi bir son duraktansa, araştırma yolculuğunun kendisinden
zevk alıyorlar. Onlar bilimsel yolculukla geçen, Doğa’yı incelemekle geçen bir ha
yatta, gözlem yapmakta ve keşfin ve entelektüel etkinliğin belgelenmesinde heye
can buluyor. Bu demokratik bir keşif heyecanı ve siz mutlaka davetlisiniz.
II
B ÖL ÜM 1
İNSAN PRİMATLAR
Gİ Rİ Ş
!5
H AYAT KİTABI
16
Tablo 1. Jeolojik zaman (Ölçekli değil)
BAŞLADI
ZAMAN DEVİR DÖNEM ÇAĞ (MİLYON YIL ÖNCE)
r KRETASE 138
Mezozoik
FAN EROZOİK (2.500-541) — JU R A 195
L TRİAS 245
SİLÜRYAN 440
ORDOVİSYAN 500
- KAMBRİYAN 541
Vendiyan 635
'5 (Ediyakaryan)
850
P R O T E R O Z O İK o - Krayojen
(2.500-541) £
I ANI.KOZOİK öncesi
- Toniyan 1.200
(Kambriyan öncesi)
17
-I-
19
H AYAT KİTABI
20
D Ü N YA'D A ZEKİ YAŞAM ?
21
H AYAT KİTABI
N.M. Doğru ama, nerdeyse hemen içinde yaşadıkları mekanı öğrenirler, özellikle
de bir köşeye yiyecek saklarsan; o zaman çevrelerindeki şekilleri ayırdedi-
yorlar.
E.P. Sana göre, çevrelerinin şeklini öğrenmek bir yana, ayrıca yaşadıkları yere
ilişkin geometri “nosyonu” kendi “içkin” nosyonlarıyla çakışıyor.
N.M. Doğru; ve çok şaşırtıcı. Aslında nedenini hâlâ anlamıyoruz. Büyük bir dik
dörtgen kutuya sıçanlar ve köşelerden birine yiyecek konduğunda, sıçanlar
yiyecek için o köşeye bakarlar, ama çaprazındaki köşeye de bakarlar. Bu bir
anlamda eş bir köşedir. Yiyecek bir sinyalle gösterilince, sıçanlar onu kaale
almaz ve yiyeceği iki köşede aramaya devam ederler. Yiyeceğin hangi köşe
de olduğunu gösteren işaretler bulunsa bile, sıçanlar geometriye göre hare
ket eder.
E.P. Ama adapte olabiliyorlar, değil mi?
N.M. Evet. Sonunda öğreniyorlar, çünkü aptal değiller. Yine de, geometriyi diğer
işaretlerden böylesine daha önemli görmeleri şaşırtıcı. Çok tuhaf, çünkü do
ğal çevreleri öyle fazla geometrik değil.
E.P. Hayvanlarda zeka ve öğrenme üzerine söylediklerini düşünüyorum da, üni
versitede ders veren biri olarak ben insanın öğrenimi hakkında nerdeyse hiç
bir şey bilmiyorum, kendi öğrencileriminki hakkında bile. İnsan haricindeki
hayvanların öğrenme süreci üzerine daha mı fazla araştırma yapıldı?
N.M. Evet. Haklısın. Aslında bir psikolog olmama rağmen, [diğer] hayvanlarda
öğrenim üzerine uzmanlaştım. Bilimcilerin diğer hayvanlarda öğrenim üze
rine yaptıklarına kıyasla, eğitim psikologlarının insanlardaki eğitim süreçle
rini daha yüzeysel incelediklerine inanıyorum.
E.P. Belki de bunun nedeni, hayvanlarla deney yapmanın insanlarla yapmaktan
çok daha kolay olmasıdır. Veya bir ideolojik etkilenme meselesi olabilir mi?
Teorik önyargı?
N.M. Psikolojinin büyük bir bölümü trendlerin fazlasıyla etkisi altında sanırım.
En son trend çocuklara öğrenmenin, okumanın, yazmanın ve matematik
problemleri çözmenin nasıl öğretileceğiyle ilgili. Eğitimi trend peşinden sü
rüklüyor ve bu nedenle de eğitim psikologları gözden düşüyor.
E.P. Mesele karmaşık. Hayvan davranışına geri dönersek, güvercinlerin güneşi
pusula olarak kullanması müthiş bir şey bence. Araştırma psikologlarının
dediğine göre, güneşi pusula olarak kullanmak dönüş yolunu bulmak için
yeterli değil. “Yeterli değil” ile aslında neyi kastediyorlar? Göründüğü kada
rıyla bu arılar için de geçerli.
N.M. Güvercinler kuzeye, güneye, doğuya ya da batıya yönelmek amacıyla vücut
saatlerini ayarlamak için güneş yönünü kullanırlar. Gözünü bağladığımı ve
seni pusulayla 60 kilometre ötede bıraktığımı hayal et. Hangi yönde olduğu
22
D Ü N YA'D A ZEKİ YA ŞAM ?
3 Darvvin bize, hayvanlar veya bitkilerden sözederken “ileri” ya da “geri” gibi kaçınılmaz olarak değer yargısı
belirten ifadeler kullanmamayı tembihledi. Bugün canlı olan bütün organizmaların hayatta kaldıklarına ve do
layısıyla aynı derecede “ileri” olduklarına dikkat çekti. (Letter to Hooker, Darvvin: The Surviva! of Charles.
Ronald W. Clark, Random House, NY 1984) -L M
23
H AYAT KİTABI
E.P. Bunca yıllık evrim araştırmasından sonra bu fikir hakkındaki görüşün ne?
N.M. Belli bir noktaya kadar Gould’a katılıyorum. Evrimin insanlarda zirveye
ulaşan devamlı bir ilerleme süreci olduğunu iddia etmek yanlış. Böyle bir
yaklaşım hem tarihsel olarak yanlış, hem de insan merkezci. Yüksek zeka
nın sadece insanlarla yakın akraba konumundaki hayvanlara mahsus olma
dığını savunarak bunu hep çürütmeye çalıştım. Aslında güvercinler ve kuz
gunlar gibi, sadece uzaktan akraba olan hayvanlarda da var. Bu anlamda
evrim ilerleme demek değil. İlerlemeyle alakalı olmak zorunda değil. Evrim
şüphesiz karmaşıklığı arttırdı. Genel anlamda, zamanla daha az karmaşıklı
ğa doğru ilerlemiyor. Ama hayvanlarda bozulmanın örnekleri var, mağara
larda veya yer altında yaşayıp görme duyularını kaybettikleri durumlar.
Problemleri çözümlemek için rekabet karmaşıklığı gerekli kıldığından, ev
rim değişiklikler yaratıp daha büyük bir karmaşıklık örüyor. Ama daha
karmaşık olmak mutlaka daha büyük ilerleme anlamına gelmez.
24
- 2 -
Stresli Şempanzeler
Bu Atlantik ötesi ve kıta ötesi telefon görüşmesi iki saat sürdü ve iki ya da üç
taslak çalışmasıyla yirmi beş sayfayı doldurdu. Editör ortağım (LM) tarafından
gönülsüzce kısaltıldı, çapakları temizlendi ve hacim ve biçim bakımından
diğerlerine benzer hale getirildi. Ama Sapolsky orijinal biri. Eserlerini okumanızı
öneririm; buraya sığdırabildiğimizden çok daha fazla söyleyeceği şey var!4
Robert Sapolsky, John A. ve Cynthia Fry Gunn Biyoloji Bilimleri Profesörü ve Stanford Tıp Fa
kültesinde Nöroloji ve Nöroloji Bilimleri Profesörü’dür.
Her konuşmacıdan iki adetle sınırlı, kolay anlaşılır kaynak seçmesini istedik. Okuma Listesi kitabın sonunda.
25
HAYAT KİTABI
26
STRESLİ ŞEMPANZELER
h tedarik etmek için kan basıncı hızlandırılır. Söylediğin gibi, uzun vadeli ya
pısal projeler durur. Bir arslan peşinde, öyleyse başka zaman yumurtlarsın ya
da ergenliğe başka bir gün girersin. Büyümeyi bırak, hatta yemeğini dahi sin
dirme, antikorlarını bu akşam yaparsın, eğer o zamana kadar sağ kalırsan.
Elzem olmayan sistemleri kapat. Tabii mesele şu ki, psikolojik bakımdan
çok karmaşık primatlar olarak bizler bir duygu, bir haleti ruhiye, bir hatıra
veya eski bir tecrübe üzerine düşünceye daldığımızda da aynı stres tepkisini
harekete geçiriyoruz. Kafamızda otuz yıl sonra olacak şeyi ya da asla olma
yacak bir şeyi canlandırırız. Ve tamamen aynı stres tepkisi devreye sokulur.
İşin özü şu: stres tepkisini üç dakikalığına harekete geçirip hayatını kurtar
mak için koşarsan, stres harikadır. Ama stresi psikolojik sebeplerle kronik
olarak devreye sokuyorsan, hastalanma ihtimalini arttırırsın.
E.P. 60.000 yıl önceki stres tepkisinin bugünküyle aşağı yukarı aynı olduğu doğru
mu? Yol açtığı sonuçlar aynı. Tepki bugün 60.000 yıl önceki kadar yararlı
mı?
R.S. Çok güzel! Birincisi, stres tepkisinin 100 milyon yıla daha yakın bir yaşta ol
duğundan kuşkulanıyorum. Dinozorların bile çok benzer hormonal stres
tepkileri olduğunu tahmin ediyorum (bilimciler bu tür test edilemez tahmin
lere bayılırlar). Kertenkeleler, balıklar, kuşlar, bunların hepsi bir fiziksel stres
tetikleyici karşısında o aynı çok eski tepkiyi verirler. Söylediğin gibi, 60.000
yıl veya belki daha da uzun bir zaman önce onu psikolojik sebeplerle devre
ye sokacak kadar karmaşık primatlar haline geldik. Evrim saatinde 60.000
yıl çok kısa bir zaman. Şu an gerçek bir memeli açısından anlamlı olan hari
ka bir sistemimiz var, eğer ki hayatımızı kurtarmak için ya da hatta otobüs
için koşuyorsak. Ama bunun yerine, oturup şöyle düşünüyorsak çok fena:
“Tanrım! Bir gün öleceğim! Küresel ısınmada durum ne? Ay başında fatura
ları nasıl ödeyeceğim?” Psikolojik beklentiden kaynaklanan stres iyi bir şey
değil.
E.P. Bir stres tetikleyiciye aşırı tepki vermek gibi bir tehlike var mı? Bu kadar yan
lış iş yapılmasının böyle bir açıklaması olabilir mi?
R.S. En yaygın pskiyatrik bozukluklara bakalım; bunlar stresi iyi idare edemeyen
insanların hastalıklarıdır. Stres ve zorluklar karşısında insan hemen “Bırakı
yorum, uğraşamam. Yapacak bir şey yok, umut y o k ....” diyorsa, bu majör
depresyondur. Bu kişiler tamamen boyun eğer ve denemeye yanaşmazlar. Se
nin sorunla daha yakından ilgili olanlarsa endişe bozuklukları yaşayan in
sanlardır. Stres oluşunca, aynı anda on yedi farklı şey yaparak bununla ba-
şetmeye çabalarlar. Sonuç ne olursa olsun çabalamayı bırakmazlar. Sürekli
bir psikolojik acil durum halinde tekrar tekrar aynı şekilde davranırlar, stres
tetikleyici yokken bile. İnsanın sosyal yaşamının en perişan kimi manzarala
27
H AYAT KİTABI
rım izah açısından bir başka kritik husus da şu: biz dahil hayvanların en stres
azaltıcı faaliyetlerinden biri bir başkasını perişan etmektir. Saldırganlığımızı
başkalarına yöneltmektir. Pek çoğumuz ülserlerden, yaşadığımız stresi baş
kalarına aktararak korunuruz.
E.P. Endişemizi veya habisleşmiş üzüntümüzü azaltmanın yollarından biri havla
yıp başka birini mutsuz etmek. Robert, bilgi dağarcığımıza en büyük katkı
larından biri olarak gördüğüm bir yaklaşımın var, ondan sözedelim. Başka
birçok bilimcinin de araştırdığını biliyorum, ama bunu sen başlatttın. İzleyi
cilerimden önce rahatlamaya çalışmalarını, sonra da kalp atışlarını saymala
rını rica ettim. Sonra onlara, her atışta, kaçınılmaz olarak ölüme yaklaştık
larını, hayatlarının bir kısmını kaybettiklerini hatırlattım sadece.
R.S. Çok hoş.
E.P. Aniden kalp daha hızlı atmaya başlıyor. Bence senin en büyük katkılarından
birine güzel bir örnek bu: hayal gücünün kudreti. Nerdeyse hastalanıyorum
ve bunun nedeni beynimin bir yerinde bir şeyler olması.
R.S. Çok azımız çiçek hastalığından, sıtmadan veya sarı hummadan öleceğiz. Bi
zi “Batılılaşmış” hastalıklar öldürüyor. Vücut yetmiş veya seksen yılda ya
vaşça çöküyor: şeker, yüksek tansiyon, kanser. Şu sıralar tüm tıp alanında
herşeyden önemli bir tek cümle varsa, bence o da şudur: vücudunun işleyişi
ni sen doğrudan etkiliyorsun, evet, düşünceyle, hatırayla ve duyguyla. Bu
şarbon veya çiçek hastalığından kurtulmada söz konusu değil, ama vücudun
şeker ve kalp hastalığıyla başa çıkmasında kesinlikle söz konusu. Bizim gibi
zeki sosyal primatlarda düşünce, duygu ve vücudumuzun çalışma ve tepki
me biçimini dramatik olarak değiştirebilme yeteneği, hangimizin sağlıklı ka
lıp, hangimizin hastalanacağı hususunda belirleyicidir! Oturup “Tanrım,
öleceğim!” ya da “Tanrım, elektrik faturamı ödemeyi unuttum!” diye düşü
nürsen, başına gelen şey, tam da normal bir memeli olarak ihtiyaç duyduğun
şeydir: bir aciliyet hissi. Bir etobur seni yemeye çalışıyorsa ya da açsan ve bir
geyik avındaysan ya da hayatını kurtarmak için savanın ötesine kaçıyorsan,
vücuduna olanlar harikadır! Stres hormonları salgılarsın. Bunlar damarları
na enerji sağlar. Kasların daha iyi çalışır, kalp atışın ve de kan basıncın hız
lanır. Tüm uzun vadeli fizyoloji kesintiye uğrar: ergenliğin ya da rahim cidar
larını kalınlaştırmanın sırası değildir.
E.P. Seks yok.
R.S. Kesinlikle. Başka zaman sperm yaparsın, şimdi değil. Hayır. Hayatını kurtar
mak için kaçmak zorundasın. Çok kısa süreli mutlak bir fiziksel tehlikeye
maruz kalan normal bir stresli memeli için bu gayet anlamlı. Ürkütücü me
seleler kafamıza takılıyor: yağmur ormanları yokoluyor, ozon tabakası gidi
yor, gezegen ısınıyor, bir gün öleceğiz. Ve tamamen aynı stres tepkisini hare
28
STRESLİ ŞEMPANZELER
29
H AYAT KİTABI
3°
STRESLİ ŞEM PANZELER
31
HAYAT KİTABI
32
STRESLİ ŞEMPANZELER
nelince, senin yazdıklarında da aynı türden bir akıl yürütme gördüm: nerede
haz beklentisi var, orada haz var. Bunun dopamin veya diğer nörotransmi-
terlerle ilişkisini açıklar mısın?
R.S. Evet, dopamin.
E.P. Araştırmacılarının bulduğu şey sanırım dopamindi. Dopamin salgılıyoruz.
Köpeğim Pastora da yemeden önce, yerken değil de, yemek beklentisi için
deyken dopamin mi salgılıyor?
R.S. Evet, açıklaman mükemmel. Bir keresinde dopamin üzerine konuşmuştuk.
Dopamin hazla ilgili. Ödül. Açıklaması ödül; ödül beklentisi. Bir labaratuar
faresini eğitiyoruz; kafesinde ışık belirmesi ona, gidip manivelaya beş defa,
biraz yemek alana kadar basması gerektiğini söylüyor. Fare yemeği ilk kez
aldığında, dopamin seviyesi yükseliyor. Peki bir süre sonra, dopamin seviye
si hangi anda yükselmeye başlıyor? Fare yemeği aldığında değil, ışık belirdi
ğinde! Beklentide.
E.P. Pastora gibi.
R.S. Evet, aynen Pastora gibi. Fare oturup şöyle der: “Yaşasın! Yaşasın! Bu ışığı
biliyorum, manivela nerede biliyorum, ona basabilirim. Bak, bu şahane ola
cak işte. Tam üstündeyim, kontrol bende!” Haz tamamen beklentidedir. Do
pamin beklentiyle yükselir. Evet, yani haklısın. Kolejdeki bir arkadaşımı ha
tırlıyorum da, hemen herşeye fevkalade sinik bir açıdan bakardı. Demişti ki,
“İlişki, beklentisi için ödemen gereken bedeldir.” Konuştuklarımıza uyuyor.
Dopaminin neler yaptığını çoktan biliyordu o.
Birkaç yıl önceki geniş çaplı bir araştırma daha da enteresan bir buluşla
sonuçlandı. Fare manivelaya basıyor ve ödülü alacak. Herşey tamam, ama
bu sefer senin hamlen, yani araştırmacının hamlesi farklı. Bu sefer fare dene
melerin yalnızca yüzde ellisinde ödülü alıyor.
Belirsizliği devreye sokuyorsun. Ve manivelaya basıldıktan hemen sonra
gördüğün şey dopaminde bir artış, devasa bir artış, daha önce beyin kimya
sı araştırmalarında görülenlerin hepsinden daha büyük. Fare yemeği alıp al
mayacağını anlayana kadar o seviyede kalıyor. Bir başka deyişle, “belki”nin
veya belirsizliğin tam doğru ölçüsünü bulursan, “işte kesin geliyorF’dan da
iyi.
E.P. Tanrım!
R.S. Yüzde 50 belirsizliğin en yüksek artışı yarattığını gösteriyorlar bu çalışmalar
da. Yüzde 25 ile, yüzde 75 ile dopaminde o kadar artış olmuyor. “Yok, bel
ki de gelmeyecek! Emin değilim; evet, bugün kendimi şanslı hissediyorum!”
Beklenti meselesi. Stres psikolojisini inceleyen insanlar, kontrol bizde değil
miş gibi hissettiğimizde bu hissin çok stresli olduğunu vurgularlar hep. Ama
burada azami belirsizlik yasaları harika bir his yaşatıyor. Farklı olan ne?
33
H AYAT KİTABI
Çünkü bu cömert ortamda iyimseriz. Kendi kendimize diyoruz ki, “Bu muh
temelen iyi gidecek. Besleneceğim ya da seks yapacağım. Bu sefer değilse ge
lecek sefer . . . ” ve peşinden de belki hayal edebileceğin en müthiş şey. Yayın
landığında, birçok insan bu araştırmanın bağımlılık ve kumar hakkında bi
ze ne çok şey öğrettiği türünden yorumlar yapmıştı.
34
-3 -
Nerdeyse İnsan
Jane Goodall’la söyleşi yapmak ve onun Afrika şempanzelerine ilişkin eşsiz tec
rübelerinden söz etmek çok hoştu.
Eduardo Punset: Prosopagnosia (yüz körlüğü) yüzleri unutmaya neden olan bir
nöron düzensizliği. Harika kitabının şaşırtıcı bir yanı, insan yüzlerini unut
tuğun halde, Gombe’de karşılaşıp birlikte yaşadığın şempanzelere sıra gelin
ce yüzleri iyi hatırlaman. Bunu nasıl açıklıyorsun?
.Tane Goodall, vahşi doğadaki, esasen Tanzanya’nın Gömbe Deresi Milli Parkı’ndaki 45 yıllık şem
panze çalışmasıyla ünlüdür.
35
H AY AT KİTABI
Jane Goodall: Şansıma, bu garip durumun ağır bir türünden muzdarip değilim.
Bir insan yüzünü ilk kez gördüğümde tanımayabilirim, ama bir süre sonra
unutmam. Şempanzelerle de aynı şekilde. Onları yüzlerinden tanımak benim
için diğer insanlara nazaran daha zordu, ama bir kez tanıyınca bir daha
unutmam. Başlangıçta onları tanımam daha uzun zaman alıyor o kadar.
E.P. Neredeyse bir bilimcisin Jane -bilimcilerin insanlardan ziyade doğayı sorgu
lama eğilimine atıfla konuşuyorum. Genç bir kızken doğayı sorgulamaya
başladın. Tavuk yumurtasının nereden geldiğini keşfetmeye çalışmıştın ve bu
harika anekdotu yazdın. Lütfen bize ondan kendin söz et.
J.G. İlk hatıram muhtemelen dört buçuk yaşında olduğum günlere uzanıyor. Lon
dra’nın merkezinde yaşıyorduk. Tatilde kırsal bir bölgeye gitmiştik. Hay
vanları hep çok seven biriydim ve inekler, domuzlar ve atların arasındaydım.
Tavuk yumurtalarını toplamak benim işimdi. Bugünün zalim çiftlikleri yok
tu o zamanlar. Tavuklar çiftlik avlusunda serbestçe koşuşturuyor, yumurtla
maları içinse kümese girmeye zorlanıyordu. Yumurtaları toplamak bana kal
mıştı, ki bayağı büyüktüler. Peki tavukta yumurtanın çıktığı delik neredeydi?
Göremeyince herkese sordum. Cevapları merakımı gidermedi. Nasıl yaptık
larını görmek için kümese tırmandım ve tavuk beni görünce kaçtı. Ben de
boş bir kümese tırmanıp, dört saat bir tavuk gelene kadar bekledim. Nasıl
yumurtladığını izledim. Arada geçen zamanda annem endişelenip polisi ça
ğırmış, ama bu önemli değildi. Hayranlık verici bir şey görmüştüm. Ve dedi
ğin gibi merak bilimci olmanın ilk koşuludur. Sorular sorup cevapları bula
mayınca onları kendi kendine aramaktır. İlkinde işe yaramazsa tekrar dene.
İnsanın çok sabırlı olması lazım.
E.P. Sabır, uygun kelime bu. Sonradan şempanzelerde çok sabırlı olduğunu kanıt
layacaktın -G om be’de?
J.G. Evet, Gombe’de.
E.P. Geçen gün Nobel Ödülü sahibi Sydney Brenner ile konuştum [bölüm 19]. Şu
an ahtapotların sinir sistemini incelediğini söyledi. Bunca zamanı genomu in
celemekle geçirdikten sonra, şimdi beyin üzerine çalışıyor. Sydney Brenner
bana seni hatırlatan bir şey söyledi. Başkalarının cehaleti hususunda inançlı
olduğunu, insanların genellikle bir konu üzerine, çözümü bulacak kadar yo-
ğunlaşamadıklarım söyledi. Bir konunun ilk incelemesinde bir miktar ceha
let gerekli gibi görünüyor. Ve genç bir kızken, tilki avıyla karşılaştığında...
bu şaşırtıcı çünkü hikayenin sonunda demişsin ki, bunu düzeltmenin tek yo
lu tilki avcısı olmayan diğer insanların meseleyi inceleyip çözüm bulmasıdır.
Bunun doğru olduğuna inanıyor musun?
J.G. İnandığım şu: aynen hayvanlara zulmün diğer pek çok örneğindeki gibi, zul
mün failleri gerçekten anlamıyorlar bunu. Benim çalışmam her zaman hay
36
NERDEYSE İNSAN
37
H AYAT KİTABI
E.P. Evet.
J.G. Sen meyve yerken ben sana şöyle bakarsam, muhtemelen elime bir meyve tu
tuşturursun. Şempanzeler de aynısını yapar. Arkadaşsak, karşılaşınca muh
temelen sarılıp öpüşürüz. Şempanzeler de aynısını yapar. Eğer sana baskın
olsaydım, sen muhtemelen itaatkar olurdun. Tavrını, elini tehditkar biçimde
azıcık kaldırarak göstermek isterdin belki. Şempanzeler de aynısını yapar.
Söze dayanmayan vücut dili şempanzelerde de bizimkiyle aynıdır. Aynı bağ
lamlarda aynı jest ve tavırları kullanırlar.
E.P. Müthiş! Kimilerine göre, şempanzeler zamanlarının yüzde 30’unu kendileri
ni tımar ederek geçiriyor ve dilin kökeni de burada yatıyor. Ne düşünüyor
sun?
J.G. Emin değilim, çünkü tımar ederken dile ihtiyacın yok. Tımar pireleri, tohum
ları vb. çıkarma işlevi görüyor, ama sosyal bir işlevi de var. İlişkileri yeniden
tesis ediyor, yeni ilişkilere temel oluşturuyor, problemli ilişkileri onarıyor.
Sakinleştiren bir etkinlik. Genç şempanzeler de tımar edilir. Evrim sürecinde
tüy kaybolup tımarlanacak bir şey kalmadığında, bir başka dostça temas bi
çimine ihtiyaç duyulur. Ama dilin kökenleri insanı büyülüyor. Düşüncen
doğru: bizi en yakın akrabalarımızdan en farklı kılan şey sözel dilimiz. Sana
Gombe’den bazı sahneleri anlatıyorum, sen hiç orada bulunmadığın halde,
onları kelimelerle capcanlı boyayabiliyorum. Çocuklarımıza o an göz önün
de olmayan tavırları, insanları, şeyleri vs. öğretebiliyoruz. Beş yıl öncesinden
planlar yapıyoruz.
E.P. Şempanzeler esniyor mu? Şempanzelerin esnediğini gördün mü?
J.G. Evet, esniyorlar.
E.P. Birleşik Devletler’de Maryland Üniversitesi’nden bazı paleontologlar ve fiz
yologlar insanlarda esnemenin işlevini araştırdılar ve hiçbir şey bulamadılar.
Esnemenin hiçbir işe yaramadığını ve yalnızca şempanze atalardan devralın
mış insan öncesi bir alışkanlık olduğunu söylüyorlar. Şempanzelerdeki işlevi
ne?
J.G. Hiç.
E.P. Hiç?
J.G. Esnemenin hep solumayla ilişkili olduğunu düşünmüştüm.
E.P. Esnemeden önce ve sonra yapılan ciğer ölçümlerine göre oksijen seviyesi de
ğişiyormuş gibi görünmüyor. Esneme neden bulaşıcı? Şempanzelerde bulaşı
cı mı?
J.G. Hayır, öyle görünmüyor. Bilmiyorum.
E.P. Primatolojiye önemli katkılarından söz etsene. Bugün bazıları artık insana
yeni gibi gelmiyor, mesela şempanzelerin de alet kullandığı yolundaki keşfin.
Bunu nasıl anladın?
38
N ER D E YSE İNSAN
J.G. İnanılmazdı. Özellikle de, başlangıçta sadece altı aylık araştırmaya yetecek
kadar para olduğu için. Bu dönemin sonunda bir şey bulamazsak projenin
sonlandırılacağım biliyorduk. Bir gün ormanda dolanırken, bir termit yuva
sının üzerine eğilmiş bir karaltı gördüm. Dürbünle baktım. Karaltı, bütün
şempanzeler içinde en az korkulanı, David Greybeard adını verdiğim şem
panzeydi. Bir çimen yaprağını bir şeyi yemek için alet olarak kullanıyordu.
Aslında yaptığı şey çimeni kullanarak termitleri yuvalarından çıkarmaya ça
lışmaktı, böylece onları yiyebilecekti. Peki inanılmaz olan kısmı neresi? Ba-
zan bir dal alıp yapraklarını ayıklıyor ve onu termitleri çıkarmak için kulla
nıyordu -alet icadının başlangıcı. O zamanlar bu inanılmaz bir şeydi, çünkü
o zamana kadar sadece insanların alet işleme becerisi olduğuna inanılıyordu.
“İnsanlar -alet üreticileri” diye biliniyorduk. Bu yüzden, Louis Leakey’ye tel
graf çektiğimde söylediği şu oldu: “Şimdi insanı da, aletleri de yeniden tanım
lamamız veya şempanzeleri insan olarak kabul etmemiz lazım. ”S
E.P. Yıllardır insanlarla diğer primatları ayıran özellik arayışı alet kullanımı çer
çevesine odaklanmıştı-
J.G. Ki doğru değildi.
E.P. Ki doğru değildi! Sonra dil ve iletişimin kesinlikle bizi ayrıcalıklı kıldığını söy
lediler, ki bazı bakımlardan bu da doğru değil.
J.G. Hem evet, hem hayır. İletişim konusuna gelirsek: şempanzeler de dahil diğer
hayvanlar ses, jest ve tavır repertuarlarıyla gayet güzel iletişim kuruyorlar.
Ama karmaşık konuşma dilimiz söz konusu olduğunda, birçok şey üzerine
konuşabildiğimiz, bunların çoğu hakkında bir şey bilmesek de, iliteşim kura
bildiğimiz gerçeğini teslim ediyoruz. Çocuklarımıza geçmişte yaşanan olay
ları anlatabiliyoruz. Gelecek için planlar yapabiliyoruz. Sen ve ben bir fikri
tartışabiliyoruz, ikimiz de katkı yapabiliyoruz. Fikrimiz gelişip değişebiliyor.
E.P. Peki şempanzeler böyle çalışmıyor mu?
J.G. Biz, bildiğimiz kadarıyla, bu karmaşık iletişimi gerçekleştirebilen yegane ya
ratıklarız. Şempanzeler işaret dilini veya hatta bilgisayar dilini bile öğrenebi
lirler; dolayısıyla beyinleri muktedir, ama burada bizden ayrılıyorlarmış gibi
görünüyor.
E.P. Düşünüyorlar mı?
J.G. Evet. Tabii düşünüyorlar!
E.P. Bir başka keşfin de, sandığımızın aksine vejeteryan olmadıklarını ortaya koy
du. Sümüklü böcekler ve termitlerin yanısıra memelilerin etini de yiyorlar.
Biz insanlar bilimin gerçeklerini kabullenmeye psİkolojikman böylesine hazırlıksız olmasaydık, şüphesiz şem
panzeler bizimle birlikte bizim türümüz altında, mesela H otno gotnbeensis diye sınıflandırılırdı. Aramızdaki
benzerlik, aynı türe dahil edilen, mesela Equus (atlar) veya D rosophila (meyve sinekleri) türüne dahil edilen
birçok hayvan arasındakinden çok daha fazla.-LM
39
H AYAT KİTABI
40
N ER D E YSE İNSAN
41
H AYAT KİTABI
E.P. Daha hoş bir şeyden söz edelim! Tımardan ya da şempanzeler arası sevgi ve
analık içgüdülerinden. Bazı primatologlar hayvanat bahçesinde şempanzele
rin analık içgüdüsünü araştırdılar. Ve bunun şempanzede içgüdüsel olmadı
ğını buldular, esaret altındayken çocuklarına nasıl bakacaklarını öğrenmele
ri gerekiyordu. Bu doğru mu?
J.G. Evet, doğru. Analık davranışı o kadar içgüdüsel değil. Şempanzeler onu an
nelerinden ya da diğer dişilerden öğreniyorlar. Genelde, iyi bir annesi olan
bir şempanze, annesinin bebeğe nasıl davrandığını izlemekle kalmıyor, anne
nin bir sonraki bebeğine de bakabiliyor. Bu ikinci bebeğe annelik yapıyor ve
kendi annesi kadar iyi bir anne olmayı öğreniyor. Ama eğer özensiz, katı, il
gisiz ve oyuna pek yanaşmayan bir annesi varsa, genç şempanze de büyüyün
ce aynı annesi veya üvey annesi gibi daha düşüncesiz, daha bencil, daha ilgi
siz oluyor.
E.P. Ana şempanze müşvik, ilgili ve koruyucuysa, yavrular da büyüdüklerinde
nispeten daha güvenli ve mutlu oluyorlar. Aynı insanlardaki gibi. Bunu far-
kettin mi?
J.G. Evet, bizim gibi, ki aslında zaten araştırmalar öbür taraftan başladı. Çocuk
psikologları ve psikiyatristleri, şempanzeler üzerine yapılan gözlemlerden
hareketle başadılar ilk tecrübelerin çok önemli olduğu yolundaki anlayışı in
celemeye. Bu önemli bir mesele haline geldi. “Uygar” dediğimiz Batı dünya
sında çocuklarımızın maruz bırakıldığı herşeyi -korkunç çocuk bakım mer
kezlerini, zamanının tamamını ev dışında çalışarak geçiren anneleri, parça
lanmış aileleri—göz önüne alınca, ciddi problemleri bulunan yirmi yaş altı bu
kadar çocuk olmasında şaşılacak bir şey yok.
E.P. Bu ilk, şempanzelerde gözlendi?
J.G. Evet.
E.P. Çok takdir ettiğin büyük üstat Louis Leakey’yi hatırlayalım. Ona şempanze
lerin alet kullandığını söylediğinde, daha önce alıntıladığın gibi, “Şimdi alet
leri ve insanları yeniden tanımlamalı ya da şempanzeleri insan kabul etmeli
yiz” demişti. Çıkarılacak temel ders ne?
J.G. Çıkardığım en önemli ders, nihayetinde bizi hayvanlar aleminin geri kalanın
dan ayıran bir sınır çizgisi bulunmayışı. Gezegende kişilikleri, düşünceleri ve
-en önemlisi- duyguları olan yegane varlıklar biz değiliz. Bunu bir kez ka-
bullenebilirsek, o zaman bu gezegeni nasıl kullanıp hırpaladığımızı da göz
den geçirmeye başlarız. Başka birçok sıradan hayvan da düşünüp hissediyor.
Gece uykumu kaçıran yeni yeni pek çok etik soru var. Bu elçileri, şempanze
leri gözlemlemek daha da trajik, çünkü onlar bize hayvanlar aleminden ses
lenen, kendilerinin de duyguları olduğunu ve bizim dünyamızın bir parçası
olduklarını söyleyen elçiler. Evet, onlar bizim bir parçamız. Yokoluyorlar,
42
N ER D E YSE İNSAN
tam şu anda, biz konuşurken. Bu çok üzücü. Afrika’da daha yüz yıl önce bir
milyondular, şimdiyse sadece 150.000. Bu yüzden öğrencilerimle yürüttüğüm
araştırmayı bırakıp, mecburen Afrika’daki sorunlara dikkat çekmek için se
ferber oldum. Ormanlar yokoluyor; vahşi hayvanlar ticari çıkarlar uğruna
öldürülüyor -yabani hayvan eti ticareti nedeniyle. Bu nedenle bizden daha
temkinli yeni bir genç kuşağın çıkmasını şiddetle arzuluyorum. Dünya çapın
da doksandan fazla ülkeyi kapsayan enstitü programımız bu bilimsel gerçek
lere dayanıyor.
43
Bir Derece Meselesi
Jordi Sabater Pi, hayvanların kendi evrim çizgilerinde ancak bizimki gibi ilerleye
bileceklerine inananların düştüğü tuzağa hiç düşmemiştir.
Çocukluğundan beri Afrika’da ve Barselona Hayavanat Bahçesi’nde inceledi
ği şempanzerlerle gorilleri kafasında canlandırırken, “Farklılar, dolayısıyla onla
ra yerin nasıl süpürüleceğim öğretmenin anlamı yok”, diye mırıldanıyor.
Sabater, Ispanya’da etoloji ve primatolojinin kurucularından biridir. Şempan
ze ve gorillere ilişkin alan çalışmalarının dünyadaki öncülerindendir. Otuz yılını
44
BİR D E R E C E MESELESİ
Afrika’da geçiren bu büyük natüralistin profili, pek çok popüler bilim kitabı ve
dergisinde yayınlanan çalışmaları ve güzel çizimleriyle önümüzde durmaktadır.
45
H AYAT KİTABI
yüksek akıl diye tanımlamamak çok zor. Okuduklarıma göre, kurak mevsim
Afrika’yı vurduğunda, su yokken, kokuşmuş su birikintilerinden uzak dura
rak enfeksiyon hastalıklarından korunmaları gerektiğini bilen şempanzeler,
temiz içme suyu elde etmek için kuyu kazıp kuyu duvarlarına delikler açıyor
larmış!
J.S.P. Evet. Senegal’de, Niokolo-Koba’nın kısmi çöl bölgesinde yürütülen bir
araştırmada, son derece kurak bir savanda gözledik bunu. Şempanzeler asla
durağan kokuşmuş göletlerden su içmeye yanaşmazlardı. Bunun yerine ku
yular açıp taze su içerlerdi.
E.P. Bu kazanılan tecrübe veya yaratıcı beceri diğerlerine nasıl aktarılıyor?
J.S.P. Kültürel olarak aktarılıyor. Genç şempanzeler ve diğerlerince gözlemleni
yor, öğreniliyor ve kültürel geleneğin bir parçası olmaya başlıyor.
E.P. Hayvanları bir zoolojik gösteriye hapsetmek yerine, onlara bir şeyler öğret
meye çalıştık mı? Süpürmeyi öğrenemezler miydi mesela?
J.S.P. Onlara anlamsız gelirdi. Böyle şeyler için yapılmamışlar. Ormanların, sa
vanların, bozkırların, vahşi ormanların vb. evrim çizgisini takip ediyorlar.
Kimileri diyor ki, gorillerle şempanzelere insan işlerini yaptırsak, sonunda
insana dönüşürlerdi. Onları insanlaştırmaya çalışmak her halükarda saçma
olurdu, asla insan olmazlar. Onlar ayrıldı; farklı bir yönde ilerliyorlar ve sü
pürmelerini gerektirecek bir neden yok.
E.P. Şu şempanzeye bak. Değnek kullanarak bir kayayı kurcalıyor, altında bir şey
bulacağını umuyor__
J.S.P. Bir ödül.
E.P. Ödül? Sonra değneği çıkarıp ağzına sokuyor, değil mi?
J.S.P. Evet. Otuz yıl önce şempanzelerin basit aletler yaptıklarını keşfettik -m e
sela termit yakalamaya yarayan belli uzunlukta çubuklar. Bu kayalar savan
daki termit tepeciklerinin kopyasıdır, ama biz termit yerine biraz bal koy
duk. Keşfin gösterdiği şey, kültürel olarak, şempanzelerin doğal objelerden
nasıl basit aletler yapılacağını öğrenebildikleriydi. Bu kültürel davranıştır.
E.P. Bir yazında diyorsun ki, insanlar bu hayvanlardan çok farklı olmadığı gibi,
dahası başlangıçları da çok benzer. Demene göre, tuhaf gelebilir ama, diğer
pek çok hayvan gibi biz de ağaç tırmanıcılarıydık.
J.S.P. Ateş keşfedilene kadar, bugün şempanzelerin yaptığı gibi, insanların da
ağaçlarda yaşadığına kaniyim ben. Neden? Çünkü gece görüşünden yoksun
lar. İnsan retinası çok keskin değil, gece avlanan hayvanlar gibi alacakaran
lık ışığını yakalayamaz. Dolayısıyla insangiller, yırtıcılarca yenmek korkusu
yüzünden, yerde uyuyamayıp ağaçlara sığınıyorlardı. Yarım milyon yıl önce
ateş keşfedildi ve insangiller bu “esaret” biçiminden (daha iyi bir kelime bu
lamadığım için böyle diyorum) yani ağaç tepesindeki şempanze yuvalarında
46
BİR D E R E C E M E S E L E S İ
47
-5 -
48
KA RIN C A LA R , ARILAR VE TER M İT LER GİBİ, AMA DEĞİŞİK
Eduardo Punset: Binlerce milyon yıldır yaşam az çok öngörülebilir bir şeydi, ni
tekim siz bilimciler yaşam modelleri geliştirdiniz. Mesela sen Dünya’nın her
yerinde bakteri bulunabileceğini ve yüzülecek su olduğunda minik protistle-
rin derhal ortaya çıkıp, yırtıcılar gibi onu işgal edeceğini söyledin. Ve evrimi
inceleyerek yasaların neler olduğunu öngörebiliriz. Yaşam alanını ele alalım:
hacmi ne kadar büyükse, hayvan da o kadar büyük oluyor. İklim ne kadar
istikrarlıysa, bölgede o kadar tür oluyor. Gelecek bin yılda yaşamı ve model
lerini aynı şekilde öngörebilecek miyiz?
Edward 0. vvilson: Yeryüzünde yaşamın evrimiyle sergilenen müthiş resim geniş
lemenin resmidir: 3.5 milyar yılı aşkın bir süre önce çok küçük, basit, tek
hücreli organizmalarla başlayıp bugüne kadar geldi; deniz suyundan, kara
ya, tatlı suya ve havaya kadar uzanıyor. Sonuçta bugün yaşam akla gelebile
cek her yerde sürmektedir: Nerede su varsa veya olacağı kesinse, orada ya
şam vardır -en azından bakteriler, mikroskopik protistler veya mantarlar bi
çiminde. Yaşam kutuptan kutpa, Antartika’dan Kuzey Kutpu’nun buzul do
ruğuna, Everest Dağı’nın zirvesinden suyun on iki bin metre altına inen
Challenger Derini’ne kadar uzanır. Bu müthiş bir model: yaşam gezegenin
tümünü kuşatıyor, akla gelebilecek her doğal ortamda var. Ve bu muazzam
zaman aralığını kaplayan yaşam evrimindeki bir başka önemli model de, ya
şam formlarının düzenli olarak genişlemesi ve çeşitlenmesidir. Az sayıda tür
den -değişik bakterilere tür denebilirse- tür sayısının bilinmediği bugüne ge
lindi. Bilimsel isimleri olan, belirlenip tanımlanmış 1.5 ila 1.8 milyon arası
tür bulunduğunu biliyoruz, ama yeryüzündeki türlerin sayısına ilişkin tah
min 3.5 ila 100 milyon arasında değişiyor! Kimse kesin rakamı bilmiyor, do
ğadaki mikroplar (bakteriler, protistler ve mantarlar) hakkında, aramızdaki
en küçük organizmalar hakkında çok az şey biliniyor.
E.P. Ve bu tür çeşitliliğini anlamak kolay değil, çünkü hepimiz ancak birkaçından
geliyoruz. Peki öyle bir türdeşlikten nasıl oldu da böyle bir çeşitliliğe vardık?
Tür çeşitlenmesinin sebepleri ne? Kendi kendilerini yaratmalarına ne yolaç-
tı?
E.0.VV. Anladığımız kadarıyla, bazı türlerin Dünya üzerinde özellikle bir yerde or
taya çıkması belirleyici etkenlere işaret ediyor. Bunları hatırlamanın en ko
lay yolu ESA6 harfleridir. Baştaki E enerji. Ne kadar enerji varsa -özellikle
güneş enerjisi- o kadar tür barındırılabilir. Ne kadar enerji, o kadar tür. Bu
yüzden ekvator bölgelerinde, özellikle tropikal bölgelerde, tropikal ormanla
rın en nemli yerleri olan yağmur ormanlarında daha fazla tür vardır, ikinci
harf S istikrar [stability]. Bir bölge ne kadar uzun süre aynı kalırsa, yani kaç
Avrupa’da NASA’ya karşılık gelen European Space A'gency'nin [Avrupa Uzay Ajansı] ünlü kısaltmasıyla
ESA karıştırılmasın.-LM
49
H AYAT KİTABI
milyon yıl değişmeden kalırsa, tür çeşitliliği o kadar fazla olur. Evrim sür
dükçe türler yalnızca çevreye değil, simbiyoz yoluyla birbirlerine de iyi uyum
sağlarlar. Birarada daha istikrarlı sistemler oluştururlar. İstikrar etkeni ar
dındaki sebebi bu. Mesela, binlerce metre derinlikteki tamamen karanlık de
niz tabanı, enerji eksikliğine rağmen çok sayıda tür barındırır, çünkü koşul
lar milyonlarca yıl değişmeden kalmıştır.7 Ve A harfi de alan, aslında hacim
kastediliyor. Alan ne kadar büyükse, o kadar farklı tür sağlıklı olarak gelişip
serpilebilir. Bu yüzden Karayipler’de yedi kilometre karelik çok küçük bir
adada ancak üç ya da dört kertenkele veya bir sürüngen türü bulunabilir. J a
maika veya Porto Riko gibi orta büyüklükteki bir adada yirmi veya otuz,
Küba kadar büyük bir adadaysa yüz tür olabilir. Bu önemli bir etken: türle
rin yaşayabileceği alan ne kadar büyükse, o kadar fazla tür görülebilir.
E.P. Öyleyse geniş alanlara ve mevcut enerjiye rağmen, devasa nüfus artışları ve
çok daha fazla enerji tüketimi nedeniyle bir darboğaza geldip dayandık. Söy
lediğin gibi, dünyanın geri kalanı da Birleşik Devletler’deki tüketim seviyesi
ne, teknolojik seviyeye ulaşmış olsa, değil bir Dünya, bunun gibi 5 gezegen
den fazlası gerekirdi! Ne için? Sanayi kaynakları, gıda ve tatlı su sağlamak
için —iktisatçıların “dışsallıklar” dediği şeyler için!
E.O.VV. Son 450 milyon yılda büyük yokoluşlar gerçekleşti. Birini çok iyi biliyoruz:
Mezozoik devrin Kretase döneminde, 65 milyon yıl önce, dev bir meteor ne
deniyle dinozorların hakimiyeti sona ermişti. Ama daha da büyük bir yoko-
luş, 200 milyon yılı aşkın bir süre önce, Permiyan dönemde gerçekleşti. Muh
temelen o da meteor çarpması nedeniyle oldu. Yani yaşam sürekli genişliyor.
Sonra büyük bir bölümü yokoluyor. Gözlendiği kadarıyla, bu dramatik de
ğişimler yaklaşık her yüz milyon yılda bir gerçekleşiyor. Ardından, çeşitlili
ğin tekrar yapılanması için 10 milyon yıl kadar bir süre gerekiyor ve evrim
devam ediyor. Büyük yokoluşlardan biri, 65 milyon yıl önce olanı, devasa bir
yaşam genişlemesinin peşisıra geldi ki, bu genişleme, biz dahil şimdi meme
liler diye bildiğimiz hayvanları, sayısız böcek çeşidini ve çamlarla köknarlar
gibi kozalaklı ağaçların yerini alan çiçekli bitkileri üretmişti.
E.P. Toparlanma 10 milyon yıl sürüyor diyorsun?
E.O.VV. Evet, yaklaşık 10 milyon yıl -büyük bir yokoluş dönemi ardından başlı
yor. Söylediğim şu: insanoğulları gezegenin dörtbir köşesine yayılmadan ön
ce, muhtemelen 10 ila 20 bin yıl arası bir süre geçti. Tarım devrimi çok yük
sek nüfus artışına imkan tanıdı. Muhtemelen şimdiki Holosen çağda veya 10
^ Güneş ışığı deniz tabanına ulaşmasa da, kimyasal enerji -metan (CH4), hidrojen sülfit (H2S), amonyak >'N1i 1,J
ve hidrojen (H2) gibi gazların bakteriyel oksitlenmesi- su altı ekosisteme enerji sağlar. Florida Sahili açıkların
daki soğuk sızıntılar ve derin deniz bacaları gibi ortamlarda hayvan topluluğunun yaşamı bir enerji kaynağına
bağlıdır: bazı inorganik bileşenlerin kimyasal oksitlenmesine. (Stewart, 1999) .-L M
50
KARINCALAR, A RILA R VE T E R M İ T L E R GİBİ, AMA DEĞİŞİK
samlılara karşı duyulan sevgi: Wilson’ın aynı adı taşıyan kitabında ileri sürdüğü, insanlarla diğer canlılar ara
mdaki içgüdüsel bağ.-çn
51
HAYAT KİTABI
letler çekiyor. Dediğin gibi, dünyadaki herkesin -yaklaşık altı milyar insa
n ın- Birleşik Devletlerde aynı tüketim düzeyinde yaşaması için dört ya da beş
tane daha Dünya benzeri gezegen lazım. Bu durum, tüketimi azaltırken ya
şam kalitemizi sürdürmek veya iyileştirmek istersek, karşımıza devasa so
runlar çıkarır. İnsanoğlu şu an bu büyük teknolojik sorunla karşı karşıya.
Dünya çapında yaygın olan aşırı tüketim eğilimi, bu saldırgan ve rekabetçi
eğilim, insan tabiatının bir dışavurumu. Beynimizin saldırganlık, rekabet,
gurur doğrultusunda emir vermesiyle alakalı. Biyolojik tabiatımızın etkisi al
tında olduğumuza kuşku yok. Bağımsız olduklarında kadınların doğurgan
lık oranını azaltma eğilimi de insan tabiatının bir özelliğidir. İnsan tabiatının
harika, ilahi bir niteliğidir bu. Bir diğeriyse sadece kısa vadeli düşünmektir.
Geleceği düşünürken, olsa olsa ancak gelecek nesli ve onu da olsa olsa ancak
çok küçük bir alan içinde düşünürüz —kendi topluluğumuz ya da belki ken
di ülkemiz içinde. Ekonomi ve kaynak planlaması alanlarında korkunç hata
lar yapıyoruz. Bu vizyon eksikliği yüzünden savaş başlatmak ve saldırganlaş
mak işten bile değil. Bu sorunları aşmalıyız. En iyi yol kendimizi anlamaktan
geçiyor. Mevcut yaklaşım geçmişin bir artığı: İnsanlık küçük gruplar halin
de yaşarken ve kabileleri dünya etrafına saçılmışken, saldırganlık faydalı bir
davranış türüydü. Darwin’ci bir bakış açısıyla, sağkalım ve üreme elzem ol
duğuna göre saldırganlık ve rekabetçi davranış çok zekiceydi. Sırf kısa vade
li düşünüyorsak, yapmamız gereken şey işleri yolunda götürüp yarına kadar
sağ kalmaktır. Etrafımızdaki düşmanları görmemiz gerekir. Ama şimdi da
ha fazla bilgi sahibi olduğumuza göre, üstesinden gelmemiz gereken dünya
çapındaki sorunları da hesaba katabiliriz artık. Diğer organizmalarla biyos
feri, yani bizi hayatta tutan şeyleri yoketme temayülümüzün de üstesinden
gelebiliriz. Hepimizin Hitlerleşebildiği ortada. Diğer yaşamları yokederken
gelecek insan nesilleri umurumuzda değil belki, ama —tabiri caizse- insan ru
hu için, canı için çok önemli olan bir şeyi de yitiriyoruz, insanoğlunun ve tüm
hayvanların evrimi hakkında tüm bildiklerimiz şu mantıki sonucu çıkarıyor:
insanoğulları olarak bizler nasıl belirli bir doğal çevrede, savan veya tropikal
ormanlarda evrildiysek, beyinlerimiz de o çevreye karşı içgüdüsel bir tercih
geliştirdi.
E.P. Biyofili dediğin şey.
E.O.VV. Evet biyofili, doğru. Biyofili düşüncesini destekleyen pek çok delil var: bel
li doğal çevrelere ve içlerindeki diğer yaşam formlarına yakınlık duyuyoruz.
Bu “uygarlığa” gelene kadar epey yol katettik ve daha da ileri gitmeliyiz, ta
ki geleneksel doğal çevrelerimizin tadını çıkarmayı, onları el altında tutma
yı, hatta gidip oralarda yaşamayı becerebilene kadar.
E.P. Ayrıca pek çok türle aynı genleri paylaşmak da gurur veya keyif verici —diye
52
K A R I N C A L A R , A R ILA R VE T E R M İ T L E R GİBİ, AMA DEĞİŞİK
53
H AYAT KİTABI
54
KARINCALAR, ARILAR VE T E R M İT L E R GİBİ, AMA DEĞİŞİK
55
HAYAT KİTABI
sız memeliler olmaya devam ettik: her insan kendi çıkarı için çalışıyor. Ve bu
bireysellik ve yaratıcılık korunuyor. Dolayısıyla insan toplumu, karıncaların
aksine, içgüdülere kısmen dayalıdır. Evet, birçok içgüdümüz var: duyguları
mızı ve bize neyin hoş göründüğünü büyük oranda insan doğası belirliyor.
Toplumlarımızı ve uygarlıklarımızı bu yönergeler temelinde, kutsal saydığı
mız uzun vadeli sözleşmeler ve anlaşmalarla yarattık. Aramızda anlaşmalar,
ilişkiler, sözleşmeler düzenledik ... evet, biz böyle yapıyoruz, ama ...
E.P. Sözünü kestiğim için özür dilerim, ama bunu sosyal primatlardan mı devral
dık? Yani, sosyal primatlar bizimkine benzer anlaşmalar mı yapıyorlar?
E.O.VV. Evet, iptidai bir şekilde. Özellikle büyük maymunlar, sosyal olanlar, şem
panzeler ve goriller. En çok da goriller ve çok ileri bir şempanze türü olan bo-
nobolar. Bizim sözleşme ve anlaşma diye, ittifak diye, hatta vicdan diye bil
diğimiz şeyin nüvelerine sahipler. Suç ve ceza nedir ...
E.P. Biliyorlar-
E.O.VV. İşte bu bilgi temelinde bir uygarlık yarattık. Bu evrim hızında bile -ve bir
karınca kolonisi gibi davranıp savaşmaya devam ediyor olsak da—toplumsal
düzen oluşturma ve bilgiyle teknolojiyi süratle geliştirme kabiliyetimiz, insan
kolonilerinde bulunan en kötü özellikleri bertaraf etmek bakımından bize
büyük umutlar veriyor—
E.P. Karınca kolonilerinde bulunanları.
E.O.VV. Evet, davranışımızın karıncalara benzeyen son kalıntılarını bertaraf etmek
bakımından. Aramızdaki fark bu. Ama tabii zavallı karıncaları anlamamız
lazım. Her bir gün, 1 ila 10 katrilyon arası karınca hayattadır! Ve düşün ki,
bir karınca da bir insanın milyonda biri ağırlığında. Dünyadaki tüm karın
caların ağırlığıyla tüm insanların ağırlığı aşağı yukarı aynı. Ama karınca bey
ninin büyüklüğü insanınkinin ancak milyonda biri kadar. Karıncaları takdir
etmeliyiz, özellikle de minicik beyinleriyle neler başardıklarını hesaba katın
ca. Beyinlerini çıkarıp inceleşen, göremezsin bile; toz zerresi gibidir. Ama
inanılmaz şeyler başardılar ve bunu son elli milyon yılda çok az değişerek
yaptılar.
E.P. Merakımı öyle uyandıran bir şey yazmışsın ki, onu aktarmadan edemeyece
ğim. Tam olarak ne anlama geldiğini söylemeni istiyorum: “Ne zaman ki be
yin mekaniği -hücrede yaptığımız gibi- kağıda dökülür ve kağıt üzerindeki
lere dayanarak tekrar oluşturulur, duygularla etik yargının yapı taşları da iş
te ancak o zaman açığa çıkar.” Ne demek istiyorsun? Beklentin ne?
E.O.VV. Bilim iki aşamalıdır. Birinde davranış ve düşüncenin titiz bir tarifi yapılır,
ama diğer aşamada bu son derece karmaşık olgular dizisini alıp temel ele
manları ve süreçlerine indirgememiz ve sonra da bunların nasıl biraraya ge
lip bütünü oluşturduklarını anlamaya çalışmamız gerekir. Bilim hep bir in
56
K A R I N C A L A R , A RILA R VE T E R M İ T L E R GİBİ, AMA DEĞİŞİK
57
HAYAT KİTABI
58
Çekicilik
Hayvan atalar Proterozoik zamanın erken dönemlerinde (Tablo 1) choano-
•nastigotes hücrelerden türediler. Yumurtanın spermle döllenmesi gelişimin vaz
geçilmez şartı haline geldi. Biz bu olguya cinsel üreme diyoruz tabii. Ama yanlış
anlaşılmasın: yerytizündeki pek çok canlıda seks üreme için gerekli veya hatta
onunla bağlantılı bile değil. Evrimsel süreklilik hayvanlarda yumurta ile spermin
birbirine çekimini gerektirdiği için, döllenme hadisesi bir embriyoyu yaratmadan
çok önce, çekicilik atalarımızın en önemli meselesi haline geldi ve bu çıplak gözle
görülebilen bir gelişim evresidir. Başarılı çiftleşme davranışını harekete geçiren
duygular, eş seçimi ve güzellik üzerine yapılan bu Punset söyleşilerini bu yüzden
revkalade büyüleyici buluyoruz. Bilimciler kendi dar araştırma alanlarına ilişkin
çıkarsamalarında daha sorumlu, daha ayağı yere basan ve daha güvenilir bir tu
ram sergiliyorlar, kendi alanları dışındaki olgulardaysa daha serbestler. Aşırı de
recede düşük yoğunluklu tek bir molekül ölümcül bir cazibe yaratabilir. Embriyo
gelişimine yönelik cinsel etkinlikler gösteren mevcut otuz milyon hayvanda cazi
benin nasıl bir kimya sergilediğine ve nasıl davrandığına dair öğrenilecek daha
cok şey var.
59
-6 -
Son on beş yıldır bilim ve teknoloji dünyasıyla içiçeyim —bu kitapta sürekli zikre
dilen jeolojik zamana göre uzun sayılmasa da, ortalama ömürle kıyaslandığında
azımsanamayacak bir süre. Daima ezoterik ve esrarengiz olan bilimsel araştırma
sonuçlarının popüler kültürde henüz fazla bir etki yaratmadığını söylemem kim-
Victor Johnston, Las Cruces, New Mexico Eyalet Üniversitesi’nde Psikoloji Onursal Profesö-
rü’dür.
60
GÜZELLİK ÖLÇÜLEBİLİR Mi ?
Periyodik değişiklikleri.—çn
6l
HAYAT KİTABI
VİCtor Johnston: Tabiatımızın temel bir öğesi: genelde kadınlarla erkekler kar
şı cinsi çekici bulurlar ve bu hayatın başlangıcında beynimize kazınmıştır.
Eduardo Punset: Nasıl işliyor? Ne tür işaretlere bakıyoruz?
V.J. Karşı cinsteki çekici karakteristiklere bakıyoruz. Erkekler düşük testosteron
-erkeklik hormonu- seviyesi gösteren yüzlerden hoşlanıyor. Çekici bir kadın
yüzünün, düşük bir testosteron seviyesine işaret eden dar bir alt çenesi var
dır ve kadınlık hormonu estrojeni gösteren dolgun dudakları. Yüksek estro-
jen ve düşük testosteron seviyeleri doğurganlığın işaretleridir. Yüksek bir do
ğurganlık seviyesinin belirtisi olan bu hormonal işaretlere sahip bir yüz er
keklere çekici gelir.
E.P. Göğüsle kalça arasındaki 0.66 oram gibi, Milo Venüs’üyle uyuşan bir başka
doğurganlık işareti, değil mi?
V.J. Evet.
E.P. Neden uzun, sağlıklı saçlar bir başka doğurganlık göstergesidir?
V.J. Sır “sağlıklı” kelimesinde. Sağlık doğurganlık için elzemdir. Bir insanın iyi
üremesi için sağlıklı olması lazım; çekici bir cildi ve sağlıklı saçları olmalı. Bu
özellikler her iki cinsiyet için de çekicidir.
E.P. Bir şeyi anlamak istiyorum. Beyin reseptörlerinde güzelliğin albenisini ne za
man algılamaya başlıyoruz?
V.J. Bunu belirlemek çok güç. Gelişimimizin çok erken bir evresinde beynimizi et
kileyen hormonların, temel olarak testosteronun, beyin yapısını değiştirip bi
zi hormonal işaretlere karşı daha hassas hale getirdiğini biliyoruz. Bu durum
da, beynin çok önceleri, rahimdeyken hormonlardan nasıl etkilendiği sorusu
62
GÜZELLİK ÖLÇÜLEBİLİR Mi ?
63
HAYAT KİTABI
64
GÜZELLİK ÖLÇÜLEBİLİR Mİ?
Figür 1. Ceninin Testosteron a M aruziyetinden K aynaklanan Parm ak Uzunluğu O ram . Erkek ve kadın
:..e n cenin evresindeki horm on akışının tanığıdırlar. Yüzük parm ağı ve işaret parm ağı uzunlukları ara-
- -.daki oran ceninin testosteron maruziyet seviyesini gösterir. Yüzük parm ağı işaret parm ağından uzun
anlar daha fazla testosterona maruz kalm ıştır; birbirine daha yakın uzunluktaki yüzük ve işaret par
la k la r ı veya yüzük parm ağının daha kısa olm asıysa daha az testosteron m aruziyetine işaret eder.
65
H AYAT KİTABI
66
GÜZELLİK ÖLÇÜLEBİLİR Mİ ?
niriz: bunun muhtemelen iyi partner olacakları anlamına gelen fizyolojik se
bepleri var.
E.P. Ya renk? Esmer tenli ya da siyah...?
V.J. Çoğu toplumda insanlar ortalamadan daha açık bir cilt tonunu tercih ediyor
lar. Bu anlamlı bir işaret olabilir. Koyu cildi yaşlılıkla ilişkilendirme temayü
lü var, bazı insanlar daha açık bir rengi tercih ediyor, çünkü bir şekilde bu
nun gençliğe işaret ettiğini düşünüyorlar. Bilmiyorum.
E.P. Ve doğal seçilim bağlamında, soluk cildin güneş ışığını emmeye yaradığı söy
leniyor; böylece insan daha fazla D vitamini alıyor. Mantıklı gibi.
V.J. Evet, bu doğru. Kuzeye yöneldikçe daha soluk ciltler buluyoruz, muhteme
len daha fazla güneş ışığı emebilmeye ve D vitamini üretimini arttırabilmeye
yarıyor.
E.P. Senin araştırmaların ne diyor?
V.J. Hormonal etkilerin beyin yapımızı değiştirdiğini gösterdik sanıyorum. Deği
şimler yaşamın çok erken bir devresinde gerçekleşiyor. Ve erkeklerle kadın
lar arasında temel bir fark var: hormonal etkiler nedeniyle beyin yapısında
bir fark meydana geliyor. İnsanı büyüleyen şey, bu hormonal değişimlerin
ilerki hayatta eş seçimimizi etkilemesi. Sanırım araştırmamızda yapmaya ça
lıştığımız şey bunun nedenini kavramak ve çekiciliği etkileyen hormonal sin
yalleri tespit etmekti —ki bunlar uzak geçmişte rahimde gerçekleşen fizyolo
jik bir fonksiyonun ürünüdürler.
E.P. Rahimde gerçekleşiyorlar. Peki fiiliyatta kozmetik ürünler, moda ve estetik
ameliyat aracılığıyla hormonlara maruziyetin bu nihai ürünlerini, bu sinyal
leri değiştirince ne olacak veya oluyor? Saçımız, dudaklarımız, gözler arası
mesafe? Bu değişiklikler sosyal değişimlere yol açıyor mu? Normal ve sosyal
değişimler uyumlu mu?
V.J. Her kültürün kendi güzellik prototipi var. İncelenen tüm kültürlerde tanık ol
duğumuz şey, tüm tarih boyunca insanların daha çekici görünmek için görü
nüşlerini değiştirmeye çalışması. Bu yeni bir şey değil, şimdi sadece daha iyi
ve daha hızlı yapabiliyoruz. Yüz ve vücutla eskiye göre çok daha fazla oyna
yabiliyoruz, ama bütün değişiklikler biz insanoğullarının tarih başlayalı beri
izlediği eski şablona hâlâ uyuyor. Gerçekte olduğumuzdan daha çekici gö
rünmek için görünüşümüzle hep oynadık! Uzun zamandır Tabiat Ana’yı
kandırıyoruz. Kısacası, artık doğanın doğurganlığa işaret etmesine ihtiyacı
mız yok. Yüz, geçmişte doğurganlığın bir göstergesiydi; şimdi yüz ve vücut
göstergeleri o kadar gerekli değil, çünkü doğurganlığı ilaçlarla kolayca ma-
nipüle edebiliyoruz.
E.P. Ama doğurganlık işaretlerini aramaya devam ediyoruz.
V.J. Evet, hâlâ cezboluyoruz, artık cazibe gerekli bir sinyal olmadığı halde. Sanı
67
HAYAT KİTABI
rım daha uzun bir süre de fiziksel görünüşümüzü değiştirmeye devam edece
ğiz.
E.P. Bana çok enteresan gelen bir başka faktör de simetrinin bir güzellik gösterge
si oluşu. Simetrinin doğurganlıkla ne alakası var? Ama bizi cezbettiği kanıt
landı işte.
V.J. Önemli olan simetri değil, asimetrinin derecesi, niteliği. Farklı vücut bölgele
rinin, mesela kollar, bacaklar ve yüzün, sağ ve sol yanlarını ölçersek, bir in
sanın ne kadar asimetrik olduğunu görürüz. Simetri tüm türlerde bağışıklık
sisteminin çok hassas bir göstergesidir. Sanki mükemmel bir bağışıklık siste
miyle doğuyoruz ve simetri gelişim sürecinde virüslere, bakterilere ve para
zitlere maruz kalıyor. Biyolojik bir plan: simetri kaybolmuşsa, bu belki de
bağışıklık sisteminin bozulduğuna bir işarettir. Onun için daha simetrik in
sanları tercih ederiz, çünkü bu bağışıklık sisteminin niteliğini gösterir. Ve
mesela bir erkeğin yüzündeki geniş bir alt çene gibi hormonal göstergeler, az
salınındı bir asimetriye karşılık gelir. Bir başka deyişle, geniş alt çeneli erkek
ler daha simetriktir ve iyi bağışıklık sistemlerine sahiptirler. Çekici olmaları
nın bir sebebi budur.
E.P. Aşağı yukarı simetri kadar ciddi bir başka gizem daha var: feromonlar veya
parfümler meselesi. Renk algısı geliştiren türlerin feromon veya parfüm algı
sını unuttuğunu duydum. Bu varsayıma göre, sosyal primatlar olarak renk
görme yeteneği geliştiren bizler de aynı nedenle kokuları algılama ihtiyacı
duymuyoruz. Doğru mu bu? Bunu inceledin mi?
V.J. Parfüm endüstrisinin seninle aynı görüşte olduğunu sanmıyorum. Şöyle bir
düşünürsek, vücudun büyük bölümünde tüyler kayboldu, ama yüzdekiler
duruyor, bu tuhaf. Ergenlik çağma gelince erkeklerin sakalı ve bıyığı çıkıyor.
Ergenlik çağındaki bir erkeğin yüzünde akne, yani açılıp kimyasal madde
üreten büyük bezeler oluşur ve bu kimyasal madde de geniş bir sakal ve bı
yık alanına yayılır. Bu çok geniş yüz alanı koku yaymaya uygundur. Öpüşür
ken dudaklarımızı birleştiririz ve sakalla bıyık öptüğümüz kişinin burnunun
tam altında kalır. Bu noktada, koşullara bağlı olarak, bu feromonları hâlâ
kullandığımızı ve karşı cinsi etkileyen kimyasal maddeler ürettiğimizi söyle
mek mümkün. Bu alan hâlâ iyi anlaşılmış değil, ama bezelerimizde ayrışan
androsterol gibi bazı kimyasal maddeler yalnızca adet dönemlerinin belli za
manlarında kadınlarca algılanır. Bir tür kimyasal etki söz konusu. Evet, de
liller hâlâ zayıf ama, karıncalar gibi biz de cinsel uyarım sistemimizde fero-
monları hâlâ kullanıyor olabiliriz, bu ihtimali yok saymıyorum.
68
-7 -
Mutluluk Bilimi
..ı^aıel Gilbert, Harvard Üniversitesinde Psikoloji Profesörü ve Toplumsal Biliş ve Duygu Labora-
■
ü t i yöneticisidir.
69
H AYAT KİTABI
70
M U T L U L U K BİLİMİ
7i
H AYAT KİTABI
72
M U T L U L U K BİLİMİ
73
H AYAT KİTABI
74
M U T L U L U K BİLİMİ
D. G. Evlilik bizi geri dönüşü olmayan bir yola soktuğu için, yön değiştirmenin zor
laştığı bir duruma soktuğu için. Biriyle sadece çıktığında, o kişi ne zaman
hoşlanmadığın bir şey yapsa, kendi kendine “Belki de bu ilişkiyi kesmeliyim,
belki de başka biriyle çıkmayı düşünmeliyim” dersin. Ama karın ya da ko
can hoşlanmadığın bir şey yapınca, “E, bu da onun kusuru işte” ya da “bu
kötü şey oldu ama o da böyle biri işte, boşver” dersin. Psikolojik bağışıklık
sisteminin çalışmasıdır bu, bir insanın davranışını farklı bir şekilde görmene
yardım eder, çünkü saplanıp kalmışsındır.
E. P. Ama “Hangisini istersin? Şu iki durumdan hangisini tercih ediyorsun?” diye
sorulunca, öteki durumu tercih ediyorsun.
D. G. Çoğunlukla söylediğimiz şey şudur: genelde hiçbir erkek bekar kalmayı ter
cih etmez, eğer elinden geliyorsa.
E. P. Bu bana bakterileri hatırlatıyor. Biliyorsun, bakterilerin belli bir bölümü hep
mutanttır; bazan çok iyi genlerden vazgeçerler, sırf gelecek için. Bir şekilde
geleceğe daha iyi uyum sağlayan yeni genler bulabilesin diye. Ama bakterile
re sorsan, ki kimse sormadı ama eğer sorabilseydik, “Mutant türünden, şu
değişenlerden mi olmak isterdiniz?” diye sorsaydık, muhtemelen istemezler
di. Çok acayip bir durum var, yani hep merak ettiğim müthiş bir şey, hemen
soruyorum. Birileri diyor ki “Tatile çıkmak istiyorum”, ben de diyorum ki
“E, ben olsam Martinique’e giderdim”. Ve sonra broşür aramaya koyuluyor
lar —Martinique hakkında bir ilan. Martinique’de tatil yapmış birine danışa
bilirler halbuki. Ama hayır, Martinique’de tatil yapan, bilgi alabilecekleri bi
rine asla danışmıyorlar. Broşüre inanmayı yeğliyorlar. Neden?
D. G. Evet, daha son bir ya da iki yıl içinde incelediğimiz bir olgu bu. Tam da sö
zünü ettiğin şeyi gösterecek birkaç deneyimiz var. On yıllık araştırmada, in
sanların ne kadar mutlu olacaklarını öngörmeye çalışırken yaptığı bir takım
hataları gösterdik. Doğal olarak şu soru akla geliyor: “İnsanların bu hatalar
dan kaçınmak için yapabileceği bir şey var mı?” Cevap açık. Geleceğini zi
hinsel olarak modellemek yerine, niçin düşündüğün geleceği gerçekten yaşa
mış birini bulmuyorsun? Bir dizi deneyle gösterdiğimiz üzere, insanlar kendi
mutluluklarına dair öngörülerini, benzer şeyler yaşamış başka insanların tec
rübelerine dayandırdıklarında çok daha isabetli oluyorlar.
E. P. Bir reklam broşürünü temel aldıklarında değil!
D.G. Kendi kendilerine geleceği hayal etmeye çalıştıklarında değil. Ama dediğin gi
bi, bu bilgiyi istemiyor insanlar. Çalışmalarımızda görüyoruz: bilgi daha
doğru öngörülerde bulunmalarına yardım edecek, ama seçenek sunarsan,
daima kendi kendilerine geleceği hayal etmeyi tercih ediyorlar. Neden? Çün
kü insanlarda biricik olduklarına dair bir yanılsaması var. Hepimizde var.
Çünkü “Zihinsel iç yaşantımı biliyorum. Senin sözlerini duyuyorum, yüzünü
75
H AYAT KİTABI
76
M U T L U L U K BİLİMİ
zandığın ilk elli bin dolarla epey mutluluk satın alınır. Ama ilaveten kazanı
lan milyonlarca dolarla mutluluk satın alacağa benzemiyorsun.
E.P. Ve bu para belki de, diğer temel faktörle, yani kişisel ilişkilerle birlikte ele
alındığında, ünlülerin -m oda haberleri doğruysa- neden o kadar sorunu ol
duğunu açıklayabilir. Sahip oldukları milyonlarca dolara rağmen, aile yaşan
tıları ve kişisel ilişkilerindeki sorunları.
D. G. Servetin göze çarpan birkaç laneti var. Biri şu: eğer çoğu insan gibiysen, elli
bin dolardan fazla para kazanınca, muhtemelen mutluluğundaki artışın tadı
nı çıkarmayı umarsın, yanlış mı? “Elli milyon kazandım, öyleyse yüz kat da
ha, bin kat daha mutlu olmalıyım”, öyle değil mi? Daha çok parayla daha
mutlu olamayınca, epey hayal kırıklığı yaşar insanlar. Hayat genelde böyle-
dir. Biliyorsun, bir kadeh şarap kendini iyi hissetmeni sağlar, iki kadeh şarap
kendini harika hissetmeni sağlar, ama yüz kadeh şarap yüz kat daha iyi his
setmeni sağlamaz. Hayır, kendini kötü hissedersin. Yani servetin lanetlerin
den biri hayal kırıklığıdır. Servetin başka lanetleri de var tabii. Piyango ka
zananlarla ilgili incelemeler yapıldı; aniden milyonlarca doları kucağında bu
lan bu insanlar genellikle mutlu olmuyor. Sorun kısmen parayı nasıl harca
yacaklarını bilmemelerinden kaynaklanıyor. Yani para insanı bir yere kadar
mutlu edebilir, ama insanlar onu pek akıllıca harcamıyorlar. Psikologların
önerdiği şekilde harcamaya yanaşmıyorlar, en mutlu olacakları şekilde. Ya
ni doğru bir noktaya işaret ettin -sosyal ilişkilerin, tüm dünyada, mutluluğa
giden en iyi yol olduğunu biliyoruz. Sosyal ilişkilerin niteliği mutluluğun en
iyi işaretlerinden biridir.
E. P. Servetten daha iyi.
D. G. Servetten çok daha iyi. Çok net, güçlü bir korelasyon, servetini sosyal ilişki
lerine daha fazla zaman ayırmak için kullanarak, mutluluğunu azamiye çı-
karabilmen demektir. Çok az insan —en azından benim ülkemde- yıllık elli
bin dolarda durur ve daha fazlasını kazanmaya çalışmak yerine, şöyle der:
“Yeter, sadece yarım gün çalışıp, günün geri kalanını ailemle geçireceğim.”
E. P. Politika bağlamında düşününce, muhtemelen doğru yolda olduğumuzu, ya
ni en yoksul insanların gelir seviyesini yükseltmek isteyen sol politikanın,
mesela —sol, sağ ve merkezdeki- tüm gelirleri yükseltmek isteyen sağ veya
merkez politikalardan daha iyi olduğunu mu söylüyorsun? Bulguların bir gö
rüşün niçin diğerinden daha popüler olduğunu açıklıyor mu?
D.G. Politika bilimcisi değilim —Tanrı’ya şükür. Parapsikologlardan bile daha az
mutlu bir hayat sürüyorlar. Ama tabii kontrol sende olsa, nüfus ve servet da
ğılımı üzerinde mutlak kontrol sahibi tek kişi sen olsan ve tek amacın da top-
lumunda mutluluğu azamiye çıkarmak olsaydı, o zaman mutluluğa dönüş
türülebilecek azami servetten fazlasını kazanmayı yasaklardın. Yani dünya-
77
H AYAT KİTABI
da yüz bin dolar ve iki insan olsaydı, bu durumda birine doksan bin, diğeri
ne on bin vermektense, her ikisine de elli bin vererek tabii daha çok mutlu
luk yaratılırdı. Çok dar bir etik açıdan bakınca tamamen haklısın. Her bire
ye eğrinin ilk dönemini, mutluluğun parayla arttığı dönemi yaşama imkanı
veren politika, şüphesiz en çok insan için en fazla mutluluğu yaratmanın en
iyi yoludur.
78
-8 -
Psikopatlar
Evrim tarihinde, kadim zamanlarda, bir milyar yılı aşkın bir süre hiç avcı hayvan
voktu, çünkü ilk bakterilerin hayati ihtiyaçlarını karşılayacak yeterli kaynak var
dı.10 Sonunda gıda maddeleri dibe vurdu, bu hızla büyüyen mikroskopik toplulu
ğa bile yetmez oldu. İlk çözüm, belirli işlevlerde uzmanlaşmış farklı organizmalar
Bu epey tartışmalı bir beyan. Bakterilerin diğer farklı bakterileri avlaması, Arkeyan devirde (tablo 1) Bdello-
vibrio, D aptobacter ve Vam pirococcus gibi organizmalarda türedi. Avcılık olsun olmasın, hepsi katlanarak
büyüme eğilimi gösterdiğinden, hiçbir toplulukta mevcut kaynaklar asla uzun süre dayanmaz. Bu Charles
Darwin’in temel saptamasıydı (Clark, 1981).-LM
79
H AYAT KİTABI
80
PSİKOPATLAR
mak ve vicdan ile nedamet eksikliğini sayıyorsun. Empati eksikliği veya ne
damet yoksunluğunun izahı ne? Hatırladığın bir örnek var mı?
R.Ha. Empati eksikliğini gösteren pek çok vaka var. Kendini başkasının yerine ko-
yamama durumu, düşünsel olarak değil de, daha çok duygusal olarak koya-
mama. Bir psikopat senin beyninin içine girebilir ve ne düşündüğünü hayal
etmeye çalışabilir, ama ne hissettiğini asla anlayamaz. Renk körüne renkleri
açıklamaya çalışmak gibi bir şey. Bir psikopata empatiyi ve duyguları nasıl
açıklayacaksın? Psikopat sosyal veya düşünsel düzeyde gayet iyi irtibat kura
bilir, ama insanları nesneler olarak tasavvur eder. Açıklamak zor. Bazı insan
lar hepimizin aynı şekilde düşünüp hissettiğini söylüyor. Bu doğru değil. Ka
nunları uygulayan polisler sürekli azılı suçlularla temas halindeler. Bir kon
feransta bir psikopatın profilini çizip bu bozukluğun nörobiyolojik temelle
rini anlatmıştım. Bazı polis memurlarının gözleri parladı, çünkü sorguladık
ları bazı insanların kendileri gibi hissetmediklerini hemen anlamışlardı. Ka
tiller, yalancılar ve yozlaşmış insanlarla sürekli temas halinde olan polisler
psikopatları teşhis etmeye alışıktır sanıyoruz. Bu da doğru değil. Birleşik
Devletler’deki bir vaka bunu iyice gözler önüne serdi. Yedi veya sekiz kadı
nı öldürdüğünden şüphelenilen bir adam sadece üçünü öldürmekten mah
kum olacaktı, çünkü diğer suçları kanıtlayamıyorlardı. İttiraf ettirmeye çalı
şırken, ondan kurban ailelerinin çektiği ıstırabı düşünmesini istediler. Psiko
pat olduğu için hiç etkilenmedi. Neden bahsettiklerini anlamıyordu. Bu cina
yet soruşturmacıları psikopatlarla ilgili bir seminere izleyici olarak katıldıar.
Ve daha sonra bir yargıçtan öğrendiğime göre, davayı çözmüşler, sanık itiraf
etmiş. İtiraf etmiş, çünkü onun doğruyla yanlış mevhumuna, vicdanıyla em-
patisine seslenmeyi bırakmışlar -bunlardan tamamen yoksun olduğu için.
Onun yerine, büyüklük duygusuna seslenmişler. Sadece üç insan öldürdüğü
için bir seri katil olmadığını iddia etmişler. Ancak bir yedi kişi daha öldür
müş olsa hakiki bir katil sayılacağım söylemişler. Şüpheli hemen itiraf etmiş.
Yani polis bazı insanların bizim gibi düşünmediklerini veya hissetmedikleri
ni farketmişti. Bu gerçek hepimizi potansiyel kurban yapıyor.
E.P. Psikopatlar ayrıca fevrilik, geleceği planlamada yetersizlik, sorumsuzluk ve
asabilikle de nitelendiriliyor. Daima heyecan bulacakları yeni tecrübeler arı
yorlar__
R.Ha. Hepimiz böyle insanlar görmüşüzdür, ama bunlar psikopat olmayabilir.
Listene ilaveten, ciddi bir empati ve vicdan eksikliği de dikkat çekicidir. T a
rif ettiğin özellikler herkese gayet iyi uyar: bazı kocalar, karılar ve ebeveyn
ler ne dediğimizi gayet iyi anlıyordur sanırım.
E.P. Bob, kitabında ortaya çıkan bir başka korkunç şeyden sözetmedin henüz. Ki
taplarını zevkle okudum, harikaydılar, ama itiraf edeyim, bana bayağı azap
8ı
H AYAT KİTABI
82
PSİKOPATLAR
83
H AYAT KİTABI
şey olunca, “enteresan” derler ya. Psikopatlar dilbilimsel olarak tahlil eder
ler, duygusal olarak değil.
E.P. Çoğu insan gibi dil için beynin sol yarısını kullanmak yerine, psikopatların
her iki yarıyı birden kullandığını ve bunun bir tür rekabete veya gerilime yol
açtığını da belirtiyorsun. Ama bu neden psikopatik davranışa yol açıyor?
R.Ha. 1994’de bir laboratuar cihazı kullanarak, psikopatların dili her iki yarıda iş
lediğini keşfettik. Bu pek verimli bir durum değil, çünkü bir yarı herşeyle il
gilenmek zorunda. Negatif duyguları beynin ön tarafındaki iç sağ yarıda iş-
lemektense, psikopatların duyguları her iki yarıda işlediği keşfedildi.
E.P. Terapiden söz edelim. Psikopatlarda rehabilitasyon programlarının işe yara
madığını belirtiyorsun —beyinleri öyle işliyor ki, sırf nasıl kandıracaklarını
öğreniyorlar. Sence geleneksel programlarla rehabilitasyon nafile bir çaba.
Bunu yargıçlara, hapishane görevlilerine, öğretmenlere, kurbanlara nasıl
söyleyeceğiz?
R.Ha. Herşey denendi, ama hiçbiri işe yaramıyor. Bu berbat biliyorum, ama vaz
geçiyor değiliz. Başağrısıyla doktora gidiyorsun ve doktor aspirin öneriyor.
Sonra mide ağrısıyla veya kırık bir bacakla veya ciddi bir şeyden şüphelendi
ğin için geri dönüyorsun, ama ne olursa olsun, doktor hep aspirin öneriyor.
Böyle bir durumda doktorunu değiştirmen gerekir, yoksa ölürsün. Bu ceza
hukuku sistemi için de geçerli. Bir tedavi programı neden bütün suçlulara ya
rasın ki? Dediğin gibi, geleneksel rehabilitasyon programları psikopatlarda
çok az işe yarıyor. Yapılan iki çalışma, bu programlara devam eden suçlula
rın, tedavi görmemiş halde işleyeceklerinden daha ciddi suçlar işlediklerini
gösteriyor. Programlar durumu daha kötü yapmıyor. Programlar uygun de
ğildi ve psikopatlar insanları manipüle etmenin yeni yollarını öğrendi.
E.P. Genbilim ve farmokoloji aspirinin bütün insanlarda aynı şekilde davranma
dığını ortaya koydu. Bazı insanlarda çok işe yararken, diğerlerini öldürüyor;
genetik farklılıkla ilgili.
R.Ha. Aynen öyle. Tedaviyle bireyin doğası arasındaki etkileşim hayati. Çoğu te
davi programında bu gerçek hesaba katılmıyor. Herkesi aynı şekilde tedavi
etmek gibi bir eğilimimiz var.
E.P. Bob, şu an vicdan ve empati eksikliğini giderecek bir şey yapılamadığına ve
dolayısıyla kimse değiştirilemediğine göre —ki psikopatlar bu iki temel nite
likten yoksunlar—ve kırk yaşında daha az şiddetçil ve psikopat olduklarını
söylediğine göre...
R.Ha. Daha az psikopat değil. Daha az şiddetçil, daha az fevri ve dikkat çekmeye
daha az muhtaç.
E.P. Bir şey yapılabilir mi?
R.Ha. Sorun tamamen doğru. Tam isabet. Yapımızın bu iki temel unsuru, empa-
84
PSİKOPATLAR
85
HAYAT KİTABI
86
GİRİŞ
Kaygı
Yeryüzündeki tüm yaşamın gelişip vücut bulmak için daima uygun bir madde ve
enerji akışına ihtiyacı olmuştur. Yaşam için harcanabilir bir enerji kaynağı gerek
lidir. Canlı varlıkların sürekli bir akışa ihtiyacı var; hepimizin kimyasal element
ler halinde maddeye ihtiyacı var: karbon, hidrojen, nitrojen, oksijen, fosfor ve
sülfür. Ama sırf bu elementler (ve gerekli birkaç tuz, mesela sodyum, potasyum
ve klorid) yeterli değil. Form, yani bu elementlerden yapılan bileşimlerin kimya
sal kompozisyonu ve eriyik suda bulunması, tüm yaşam formlarının devamı için
kesinlikle elzemdir. Susama ve açlık olarak hissedilen durumlar, yani su yokluğu
ve karbon bileşimlerinin yetersizliği, her zaman madde ve enerji akışındaki ak
saklıkların aşikar ve acil sinyalleridir. Enerji ve madde akışındaki kesinti veya
hatta zamanlama düzensizliği mutlaka strese yol açan evrensel olgulardır. Bir av
cı hayvanın, cansız bir çevresel tehdidin ve hatta kendi gölgemizin varlığını algı
ladığımızda da aynısı olur. Biz insanlar böylesi sinyal, işaret veya alametleri yo
rumlamakta, gerekli enerji ve gıdanın yokluğunu, geciktiğini veya edinilemeyece-
ğini yorumlamakta özellikle ustayız. Enerjimizin, gıdamızın ve suyumuzun gel
mekte olduğuna dair rahatlatıcı sinyaller, işaretler ve alametler ararız. Biz “yo
rumcu memeliler”iz: bu ihtiyaçların akışı sekteye uğrarsa, kısıtlanırsa veya ciddi
tehditler algılarsak, stres yaşarız. Stres kaçınılmaz bir şeydir ve işaretleri de hepi
mizin malumu. Biz insan hayvanlar enerji, gıda ve su akışımızla ilgili yakın tehli
ke sinyallerini, işaretlerini ve alametlerini yorumlamakta özellikle usta olduğu
muz halde, geriye dönüp bakınca çoğu kez tüm ayrıntılarıyla aşikar olan yanlış
yorumlar yaptığımızı farkederiz. Yanlış yorumlarımız daha fazla strese, parano
yaya, katatonik durumlara, kızgınlığa, müziğe ya da en azından güfteye yol aça
bilir. Stres ancak son zamanlarda fakülte mensuplarının direkt inceleme konusu
haline geldi. Malum, bilimsel çalışmalar daima sınırlıdır, varsayımdan hareket
eder. Sağlama yapmadan ulaşılan genellemeri nadiren onaylar. Bugün kitle ileti
şim araçlarındaki epey yaygın uygulamaysa, laboratuar ve saha araştırmaları
üzerinden aşırı, abartılı ve süslü genellemelere gitmek, ki özellikle zararlı olan şey
87
H AYAT KİTABI
89
H AYAT KİTABI
90
KİMSE PATRON DEĞİL
91
H AYAT KİTABI
bu. İnsanlığı şöyle bir göz önüne getirirsen, zihinlerinin sadece beyinlerinde
değil, kütüphanede, bilgisayarlarda, arkadaşlarda ve ömürleri boyunca edi
nilen, düşünmek için kullanılan tüm araçlarda bulunduğunu görürsün. Bir
insan bu araçlar olmasa, epey savunmasız hale gelir.
E.P. Kendi takıntılarıma dönüyorum. Beyne kim göz kulak oluyor, tabii biri göz
kulak oluyorsa?
Da.D. Bu biraz ürpertici bir fikir. Beynin on milyar veya belki yüz milyar nöronu
var ve iş bununla da bitmiyor. Tek bir nöron bile senin kim olduğunu bilmez,
bu hiç umurunda değildir. Bunun için fazla aptallar. Dolayısıyla demokrasi
gerekiyor; nöronlar takımlar halinde çalışır ve kimsenin denetimi olmaksızın
birbirleriyle rekabet ederler, onları kimse denetleyemez. Bilinç veya vicdanın
(bildiğin gibi, Ispanyolcada bilinçle vicdan aynı kelime) yüce bir efendisi ol
duğu yolundaki teori yanlış yani.
E.P. İnsan bulunmayan bir fabrikaya girmek gibi.
Da.D. Aynen, otomasyona geçmiş bir fabrika gibi; makineyle dolu, ama persone
li yok. Beynin bazı bölümleri, diğer bölümleri takipten sorumlu birimler gi
bi davranırlar, yani devlet memurları gibidirler, ama bilinçleri yoktur.
E.P. Düşünemezler-
Da.D. Hayır, düşünceyi üreten sensin, seni oluşturan parçalar değil.
E.P. Bu durumda, beynin bilinmeyen, görünmeyen ve elle tutulamayan güçlerini
araştırmaya kalkan olursa, onlara zamanlarını boşa harcadıklarını söyleme
miz lazım.
Da.D. Beynin en temel kabiliyetlerini bile anlamış değiliz aslında, mesela çarpım
yapma, yürüme veya bir kediyi bir kaseden ayırma kabiliyetini. Bu sorular
kolay cevaplanmayabilir, ama zihnin gizemli güçleri olduğu şeklindeki yak
laşımın işe yarayacağına inanmıyorum. Zamanla beynin işlevlerini normal
biyolojik kavramlarla açıklayabileceğimize inanıyorum.
E.P. Evreni gözlemleyip bilgi edinmeye çalışıyoruz, peki duyularımız nereden ge
liyor? Kendi fiziksel algımızın ötesinde bir şey var mı? Bir şeye nasıl anlam
veriyoruz? Ne kadar yolalmış olsak da, Newton’ın sözünü ettiği şeye hâlâ
erişemedik: “Evrenin görsel algısını renklerin ihtişamına dönüştüren meka
nizmaları bilmek isterdim.” Hatırladın mı? Bu kadar temel bir şeyi hâlâ an
layamıyoruz; ilk hücreyi başlatan molekülle ilgili nafile arayışı hatırlatıyor
bana bu.
Da.D. Herşeyden önce, unutma ki, bu tip soruları ortaya atan tek tür biziz. Kedi
lerle köpekler oturup ne hayatın anlamı üzerine tefekküre dalıyorlar, ne de
yeryüzündeki pozisyonlarına kafa yoruyorlar. Durumları anlamlı, çünkü ev
rim tarihlerine ve kendi tecrübelerine dayalı bir duyumları var. Bir köpek
belli bir görsel durumun tehlike anlamına geldiğini bilir, mesela kendisine bir
92
KİMSE PATRON DEĞİL
kez sopayla vurmuş olan bir adamı farkettiğinde. Duyumu buradan geliyor.
Köpeğin beyni, bu duyumu hafızadan süzüp belli durumlara uygulayabilmek
üzere tasarlanmış. Bizim beyinlerimiz de aynı şekilde işliyor, ama biz dil be
cerimiz sayesinde olaylar üzerine düşünebiliyor ve biyolojik yapımızdan ge
len duyumlar üzerine anlam katmanları oluşturabiliyoruz.
E.P. O zaman, sıradışı algı, duyu dışı algı diye bir şey olmadığım, nöronlarla
atomlardan öte hiçbir şey olmadığını mı söylüyorsun yani?
Da.D. Evet, bir şey var, ama harika bir şekilde gizleniyor, hiç somut delil yok.
E.P. Öyleyse beynin muazzam bir kapasitesi yok.
Da.D. Beynin kapasitesi muazzam. Yabancı dil öğrenen veya okula giden bir ço
cuk, beynin henüz tam anlaşılmayan, muazzam kapasitesini gösteriyor.
E.P. Peki, düşünce aktarımı veya zaman yolculuğu gibi güya okült güçleri tespit
ettiklerine inanan insanlar hakkında ne düşünüyorsun? Biliyorum, sana akıl
dışı görünüyor olmalı—
Da.D. Böyle şeyleri iddia eden insanlar muhtemelen bunlara inanıyordur, ama
doğru değiller. Pablo Picasso bir keresinde şöyle demişti: “Aramam, bulu
rum.” Bu “bulurum”, keskin bir dehanın harika bir tanımı, ama doğru oldu
ğunu düşünmüyorum. Picasso gerçekten bir dehaydı. Ama buluşları mucize
değil, önceden yürüttüğü yoğun araştırmaların ürünüydü, bizim alanımızda
söz konusu olanlar da doğal seçilimin ürünü.
E.P. Sezginin rolü ne öyleyse? Einstein, başka hiçbir şeyin işe yaramadığı durum
larda, keşiflerin derin bir sezgiden doğduğunu söylemişti.
Da.D. Doğru, ama sezgi ne? Aklımıza parlak bir fikir geldiğinde ve onu sezgiyle
bulduğumuzu söylediğimizde, aslında o fikri nasıl bulduğumuzu bilmediği
mizi itiraf ediyoruz. Bir başka deyişle, beyinde birbirleriyle yarışıp fikirler
öne süren nöronlarımız sayesinde gerçekleştiğini söylüyoruz. Bazı insanların
beyinleri yeni fikirler üretmede diğerlerininkinden daha iyi, muhtemelen ge
liştirdikleri düşünme alışkanlığı sayesinde. Aslında kendilerine farklı düşün
meyi öğretiyorlar, ama bunda sıradışı bir şey yok.
E.P. Yani, bir irade meselesi mi diyorsun?
Da.D. Bir sihir hilesi gibi. Bir sihirbazı sahnede sihir hilesi yaparken gördüğümüz
de, ilk başta sıradışı, imkansız ve sihirli bir şey gördüğümüzü düşünürüz.
Sonra, nasıl yapıldığını anlayıncaysa, hileden başka bir şey olmadığım anla
rız. Bilim beyinde de benzer bir şeyin gerçekleştiğini kanıtlıyor ve bu şey dra
matik hileler yapabiliyor.
E.P. Sezgi de onlardan biri—
Da.D. Kesinlikle, sezgi de onlardan biri.
E.P. Bilinç hakkında ne söylenebilir? Sen çok ünlü bir uzmansın ve bilinç kavramı
üzerine epey kafa yordun, yine de seni indirgemeci olmakla suçluyorlar. Bir
93
H AYAT KİTABI
kaç yıl önce birbirimizi son gördüğümüzden beri bu alanda yeni bir keşif ol
du mu?
Da.D. Bilinçle konusunda sanırım büyük ilerleme kaydettik. Onu yapı elemanla
rına ayırıyoruz. Böylelikle, bilincin bütün bu elemanlardan oluştuğunu ve
dereceleri bulunduğunu anlarken, müthiş ve gizemli bir şey olduğu yolunda
ki yaklaşıma da tedricen açıklık getiriyoruz. Bakterileri inceleyince, bilinç di
ye bir şeyleri bulunmadığım, bir bakterinin sadece minik bir robot olduğunu
görüyoruz. Beyin hücreleri de aynı tabii, çünkü onlar da minik birer robot.
Bir ağaca bakınca, onun bilinçli olmadığına inanabiliriz. Ama canlı; bir bi
linci olmayabilir, ama hassas: etrafındaki dünyayı ayırdediyor ve çok soğuk
ya da sıcak olup olmadığını, yeteri kadar su ya da rüzgar bulunup bulunma
dığını ölçüyor.
E.P. Ya da güneş ışığı olup olmadığmı-
Da.D. Evet. Güneş ışığı eksikliğini hissedip güneşe dönüyor. Bu bir tür bilinç, bel
li bir duyarlık. Çoğu insana göre, ağacın güneşe duyarlığını veya retinamız
daki çubuk ve koni hücrelerin güneşe tepkisini açıklarken ya da bir bilinç te
orisi kurarken, bu duyarlığı temel alamazsın. Neden? Çünkü nihayetinde bir
kamera lensi veya filmi de duyarlıdır.
E.P. Ama ne lenslerin ne de filmlerin bilinci var....
Da.D. Ama retinamızın da kendi başına bir bilinci yok ve yine de karanlık-aydın-
lık farklarıyla karşılaşınca duyarlığı sayesinde tepki veriyor. Bu bilinç kuru
luyor.
E.P. Bazı biyologlar “bakterilerin bilinci var mı, yok mu?” diye düşünüyorlar.
Bakterilerin, bilinçliymişçesine, manyetik akımları takiple hareket etmeleri
hayret verici.
Da.D. Aslında, hareketin hızı çok önemli. David Attenborough bitkilerin gizli ya
şamı üzerine, The Private Life o f Plants [“Bitkilerin Özel Yaşantı”] adlı şu
harika televizyon dizisini yaparken, bitkilerin büyümesinin nasıl hızlandığı
nı gösteren harika sahneler çekmişti. Asmaların nasıl büyüdüğünü, kıvrıldı
ğını ve ağaçlara dolandığını gösteriyordu-
E.P. Bilinçli olarak?
Da.D. Bitkiler sanki bilinçliymiş gibi görünüyordu. Ama sadece tepki süresi yü
zünden böyle bir etki oluşuyor. Bir insanı bir ağacın büyüme hızına çeksek,
epey donuklaşırdı. Bu kişinin hiç de bilinçli olmadığını düşünürdün, bir ro
bot gibi. Robotların bilinçli olmadıklarını düşünürüz, çünkü aptal görünür
ler, “BEN -BİR-RO -BO -TU M ” gibi şeyler söylerler. Ama Yıldız Savaşla
rındaki C3PO ve R262 gibi robotlar bilinçli görünüyordu, çünkü bizim tem
pomuzda, düzgün hareket ediyorlardı.
E.P. Hız demişken... ışık sesten daha hızlı yol alır, ama beyin belli ki görsel imaj-
94
KİMSE PATRON DEĞİL
ları işitsel algıdan çok daha yavaş işliyor, dolayısıyla mesela on metrelik bir
mesafede ses ve görsel imaj beyne aynı anda ulaşıyor. Sana iki soru sormak
istiyorum: Birincisi, beynin olup biteni yorumlaması için bu eşzamanlılık
mutlaka gerekli mi? Ve İkincisi, fabrikada, yani bedende bir patron olmadı
ğını anladığımıza göre, bu ışıkla, bu görsel imaj girişiyle, sesin buluştuğu bir
nokta var mı?
Da.D. Sinyallerin buluştuğu birden fazla nokta var. Pek çok nokta var ve bu bu
luşmalar farklı zamanlarda gerçekleşiyor. Sinyal gelişinin önem arzettiği bir
beyin bölgesi olmadığını anlamamız lazım. Uyarımların “artık hepimiz bu
rada olduğumuza göre, bitiş çizgisini geçtik ve burada bilinç bölgesindeyiz”
diye uyum içinde davrandığı bir yer yok. İki, on veya iki bin nokta olabilir.
Ve bir olayın ışık bilgisi beynin bir bölümüne ses bilgisi uyarımlarından ön
ce ulaşır. Uyarımlar başka bir bölümeyse farklı bir düzende ulaşır. Beyin tüm
uyarımları organize edebilir, yeniden düzenleyebilir, işleyebilir; ama kandı
rılması mümkündür. “Burası bilinç; son merci burası” diyen bir resmî ma
kam alanı yok. Dolayısıyla, bilinçli algılamada önce hangi sürecin gerçekleş
tiği şeklindeki soru, cevabı olmayan, yanlış bir sorudur.
E.P. Beyin gözlerine odadaki bir resme bakmasını söylerken, ayak parmağına da
kıpırdamasını söyleyince ne oluyor? Beyinle ayak parmağı arasındaki mesa
fe, beyinle gözler arasındaki mesafeden daha büyük, dolayısıyla zamanlama
şaşabilir. Beyin ikisini biraraya getirmeyi nasıl başarıyor?
Da.D. Beynin, bu “uyarım” problemine bir çözüm bulmak için çok zamanı oldu
-bütün bir evrim süresi. Ve buldu. Beyin motor sinyaller göndererek hareke
ti başlatırken, beklenti süreleri de belirliyor. Belli bir süre sonra kimi sonuç
lar bekleniyor. Mesela, Boston’dan Kaliforniya’daki birine mektup yollar
san, cevabı ertesi gün beklemezsin, ama hafta sonunda beklersin. Beyin çok
çabuk gelen sinyallerle kandırılabilir ve bu, kendi dahili beklenti süreleri yü
zünden beyin için anormal bir durum yaratır. Nihayetinde, eşzamanlılık açı
sından beyni şaşırtmanın tek yolu, beklentilerini boşa çıkarıp iptal etmektir.
Olaylar, beynin beklediği şekilde gerçekleştiği sürece, herşey yolunda demek
tir.
95
- 1 0 -
Gizli Ben
Oliver Sacks, Albert Einstein Tıp Koleji’nde klinik Nöroloji Profesörü, New York Üniversitesi Tıp
Fakültesi’nde Misafir Nöroloji Profesörü ve l iftle Sisters o f tbe PooVun [Katolik rahibelerce işleti
len bir düşkünler evinin] Danışman Nöroloğu’dur.
96
GİZLİ BEN
E.P. Eğreltiler. Biz İspanya’da onlara helechos deriz. Helechos tutkun, bu bitkile
rin milyonlarca yıl yaşında olmasından mı kaynaklanıyor?
O.S. Sağkalım konusunda çok iyidirler. Dinozorlar geldi geçti, ama eğreltiler hâ
lâ yola devam ediyor. Kendi hayatımda da bir mazileri var; savaştan önce
bahçemiz eğrelti doluydu. Annem eğreltilere bayılırdı.
E.P. Eğreltiler öyle pek de güzel sayılmazlar.
O.S. Çiçeklerin çok renkliliği ve egzotik şekilleri onlarda yok. Kendine özgü, çok
hassas bir güzelliği olan, çok daha basit bir yaşam formu onlar.
E.P. Sağkalım makineleri... ve bunu söyleyen de, nörolojik hastalıklardan kurtul
manın yollarını kimsenin incelemediği kadar incelemiş biri. Bu tutkuyla ge
çen onca yılın sonunda ne düşünüyorsun, şu kadim beyin hakkında gerçek
ten bir şeyler öğreniyor muyuz? Sen ve arkadaşların, Antonio Damasio ile
Joseph Ledoux, yeni bir şeyler keşfediyor musunuz?
O.S. Büyük beyinli bir organizma olan insanoğlu dirençli ve çok yönlü bir varlık.
Bir makine hasar gördüğünde, bunun geri dönüşü olmayabilir. Beynin bir
bölümü hasar gördüğündeyse, çoğunlukla bir başka bölümü aynı işi üstlene
biliyor. Beyin yüksek rezerv ve plastikiyete sahiptir. Bir işi yapamaz hale ge
lirsen, beyin, yani sen, aynı işi yapmanın ya da yaklaşık aynı işi yapmanın bir
başka yolunu yaratır veya bulursun. Kişinin —kişiliğin- biyolojik bakımdan
çok dirençli ve her tür hasarı atlatmaya müsait olduğunu da düşünüyorum.
E.P. “Karısını Şapka Sanan Adam”la ilgili açıklamanı, yani muhtemelen en büyük
katkını okurlarımıza birazcık hatırlatalım. Bu bir görsel hafıza kaybı vaka-
sıydı -y a da her ne diyorsan işte. Karısını şapka sanan adamın beyninde ne
oluyor?
O.S. Bu adam, Dr. P., iyi bir müzisyen ve şarkıcıydı. Beyninin görsel bölgeleri bo
zulmaya başladığı için, insanları ve yerleri görerek tanımakta zorluklar çeki
yordu. Dinleyince veya dokununcaysa hemen tanıyordu insanları. İşitme ve
dokunma duyusu sağlam kalmıştı, ama abuk görsel hatalar yapmaya başla
mıştı. Bir keresinde elini şapkasına uzattı ve şapka yerine karısının kafasını
tuttu. Bir anlığına, sonunda benim kitabıma başlık olan bu kaba hatayı yap
mıştı.
E.P. Bu tür bir yanlışlık karşısında sabırla bir şey elde edilebileceğini düşünüyor
musun? Böyle bir hastaya yardım edilebilir mi?
O.S. Dr. P. elbileselerini bulamıyordu, bir sürü şeyi yapamıyordu. Ama sonunda
görsel tanımadaki yetersizlikleri müzikal tanımayla ikame edebildi. Şarkı
söylediğinde ve görsel ipuçlarını bir müzik parçasına dönüştürdüğünde, kısa
süreliğine normal oryantasyonunu kazanabiliyordu. Aynı görsel problemi
yaşayan bir başka hastayı daha görüyordum, o da yetenekli bir müzisyendi,
ama onun renk duyusu hâlâ çok keskindi. Yolunu yormadımını bulabilsin
97
H AY AT KİTABI
98
GİZLİ BEN
99
H AYAT KİTABI
IOO
GİZLİ BEN
IOI
H AYAT KİTABI
olmam lazımdı ve bacağım kalıba alındı. Ama sonra tuhaf bir şey oldu, ame
liyattan iki gün sonra, hasta bakıcı kapıdan baktı ve odama dalıp “Dr. Sacks,
dikkat edin, yoksa bacağınız yataktan düşecek” dedi. Ben de “Nasıl düşecek?
Önümde duruyor!” dedim. O zaman “Hayır, ayağınız yarı yarıya yatağın dı
şında” dedi. “Bak, kendi ayağımın nerede olduğunu bilirim heralde, değil
mi?” dedim. “Evet, bilmeniz lazım” dedi. “Tamam, biliyorum işte” dedim.
“Bakın” dedi. Ve ben de baktım. Plaster kalıbındaki ayağım ben uykudayken
yarıya kadar yataktan sarkmıştı.
E.P. Ve sen bunu bilmiyordun?
O.S. Hayır, bilmiyordum. Bu durum şu gerçeğe dikkat çekiyordu: bacağımdan ar
tık bir uyarı veya bilgi almıyordum ve dolayısıyla onun nerede olduğu veya
doğrusu varolup olmadığı kesin bilgim dahilinde değildi. Vücudumuzdan
beynimize gelen sürekli bilgi akışına tabiyiz. Bu bilgi bir şekilde kesilirse ...
A Leg to Stand On [“Üzerinde Durulacak Bir Bacak”] adlı kitabımda yarı şa
kayla söylediğim gibi, omuriliğine anestezi uygulandığındakine benzer bir
durum yaşanır, bunu yaşamış okuyucular ne dediğimi anlayacaktır. Omuri
lik anestezisi uygulanan biri aniden gövdede sonlandığım hisseder. Gövdenin
alt bölümü -ik i bacak- onun değildir. Ona eklenmiş ama onun olmayan,
acayip bir anatomik model gibidirler. Yaşamayan bilmez.
E.P. Bu son söylediğin feci bir şey; ancak beyinle vücudun o bölgesi arasında ile
tişim olduğunda hissediyorsun vücudunun varlığını. Aksi halde yokmuş gi
bi, değil mi?
O.S. Eski bir öğrencim Jonathon Cole bu konuda güzel bir kitap yazdı. Vücudun
uzamdaki konumuna ilişkin hissi tamamen çekip alan bazı durumlar -kim i
zaman enfeksiyonlar- var. İnsanı önce tamamen kötürüm haline getirebili
yor: oturamazsın, uzuvların her yana saçılmıştır. Neredeyse felçten beterdir.
Ama sağkalımdan, kurtuluştan bahsediyoruz. Dr. Cole’un on dokuz yaşın
daki hastası yüzünden aşağısını hissetmiyordu. Ama şimdi ayakta durabili
yor, araba sürebiliyor, herşeyi yapabiliyor, nörolojik bir iyileşme olmadığı
halde. Bu işleri gözlerini kullanarak ve planlamayla yapıyor. Harika bir
adaptasyon örneği.
E.P. Uğraşının beni büyüleyen bir yönü var. Yazmaya çok erken yaşta başladığı
nı biliyorum ve Picasso’nun resim yapması gibi, yazmayı hiç bırakmadığın
anlaşılıyor. Tonlarca sayfa yazdın. Bir zamanlar, seni eskiden tanıyan biri,
böyle durmadan yazma biçiminin adeta gayri-insani bir şey olduğunu söyle
miş. Sende hayata karşı bir sevgi ve muhabbet görmediğini ileri sürmüş, ki
geç dönem çalışmalarında çok bariz görülen bir şey bu. Uyanışlar’ı okuyun
ca sana mektup yazıp, açık açık, artık gayri-insani bir yazı makinesi gibi bir
şey olmaktan çıktığın için çok sevindiğini söylemiş. Ne oldu?
102
GİZLİ BEN
O.S. Şurası kesin, on iki veya on dört yaşından beri yazmak benim için bir ihtiyaç
-yaşantıyı yazıda daha derinlemesine keşfetmem gerekiyor. Günlükler tut
tum, neredeyse son altmış yıl sürekli yazdım. Biri saymıştı, sanırım şu an 650
günlüğüm var. Çoğunu kimse okumadı. Başlangıçta O axaca’dan söz etmiş
tik. Oaxaca Journal [“Oaxaca Günlüğü”] adlı kitabım aslında geniş çapta o
yolculuğa ilişkin günlüğümden alınmadır.
E.P. Burada İspanyolca baskısı var.
O.S. Günlük tutmak benim için vazgeçilmez bir faaliyet. A Leg to Stand On’dan
söz etmiştin. O kitap o günlerde tuttuğum çok ayrıntılı bir günlükten doğdu.
Hasta tarihçeleri de kısmen günlükler gibidir. Demin çok iyi bir arkadaşım
dan söz ettin, yetenekli şair Thom Gunn’dan; kendisi ne yazık ki bu yılın baş
larında öldü. İkimiz de 1930’larda Londra’nın aynı bölgesinde doğduk.
1960’larda West Coast’ta karşılaştığımızda, yazım yüzünden hem heyecanlı,
hem de dehşete düşmüş bir haldeydi. Bazı bakımlardan epey yetenekli oldu
ğumu, ama soğuk ve analitik bir şeyin beni kısıtladığını düşünüyordu. Her-
neyse, Uyanışlar’m kendisi için bayağı hoş bir sürpriz olduğunu, hatta şaşı
rıp kaldığını söyledi. Dediğine göre, önceden en eksik olan şeyler, yani sıcak
lık, muhabbet ve sempati, şimdi bu kitabın özünü oluşturuyordu. “Neden”,
diye sordu? “Aşık mı oldun? Psikanaliz sayesinde mi? Aldığın haplar sayesin
de mi? Yoksa sadece doğal gelişimin mi?” Bu aklıma takıldı. Mektubu hep
yanımda gezdiriyordum ve sonunda haklı olduğunu anladım, cevap yukarı-
dakilerin hepsi.
E.P. Demin Picasso’dan söz ettik. Picasso’nun bu kadar iyi resimler yapmasının
bir nedeni, çok resim yapması, çok sık yapması, aslında hiç durmadan yap
ması. Kalite ve mükemmeliyet için çok çalışıp çok düşünmek önemli mi?
Sence öyle değil mi? Yoksa sence, senden farklı biri, tek başına kalıp öyle se
nin gibi sürekli yazmayan biri, aniden gelen bir ilhamla müthiş bir şey yaza
bilir mi?
O.S. Sanırım bu bazan oluyor ve bazan da yaşlılıkta oluyor. Amerikalı Grandma
Moses mesela, yetmişlerinde aniden resim yapmaya başlamıştı. Ve önceden
daha zayıf eserler verip, muhtemelen daha sonra açılan, kendini keşfeden
besteciler var. Ben hem çabuk gelişen hem de ağır gelişen biriydim, hem er
ken hem geç. Sanırım kimya bir erken gelişimdi, bu bakımdan erken-büyü-
müş biriyim heralde. Ama bu gelişimin neye yol açtığı belli değil. Çok daha
yavaş, derin bir gelişim gerekliydi, ki sonradan bu oldu. Daha yavaş ve derin
olmalıydı, çünkü insanlar kimyasallardan çok daha karmaşıktır. Ama sanı
rım, nicelik de önemli. Altı veya yedi yüz günlük tuttuğumdan söz etmiştim.
Çok azı yayınlandı. Çok azı yayınlanmaya değer. Yayınladığım tek günlük
Oaxaca Journal. Uncel Tungsten için orijinalinde iki milyon kelime yazmış-
103
H AYAT KİTABI
tim. Kitap yüz bin kelimeye sığdırıldı. Çok, pek çok şey yazıyorum. Yüzler-
ce hasta tarihçesi yazdım, ama bunların yüzde 5’ten azını yayınlamaya çalış
tım. Bazan bu tip şeyleri yayınlamanın yakışıksız veya belki incitici olacağı
nı hissettiğim için. Bazan da bitiremiyorum; bu meseleyi nasıl halledeceğimi
bilmiyorum ve dolayısıyla da sonunda azıcık bir yazı gün yüzü görüyor. Bu
azıcık şey sürekli kaynayan büyük bir kazandan çıkıyor; yüzerken bile kay
nıyor kazan. Aslında özellikle de yüzerken kaynıyor. Çünkü yüzmeyi çok se
viyorum ve zihnimi onun gibi çalıştıran başka bir şey görmedim.
E.P. Atalarımız balıktı__
O.S. Evet. Thom Gunn’ın ilk şiir kitaplarından birinin adı The Sense o f Move-
m en f tıv [“Hareket Hissi”]. Düşünmek hareket etmek demektir. Her tür ha
reketi çok önemli buluyorum.
E.P. Hangisini tercih ediyorsun, gaz lambasını mı, yoksa yüksek basınçlı modern
ampülleri mi?
O.S. Güzel, hafif sarımtırak ışıklı gaz lambalarına karşı derin bir nostaljim var.
Yüz yıl önce gazın mı, elektriğin mi galip geleceği belli değildi. Bizim Lon
dra’daki evimizde olduğu gibi, o zaman yapılan evlerde elektriğin yanısıra
gaz lambaları da vardı. Ama sevdiğim başka ışıklar da var, mesela sodyum
ışığı. Altın sarısı sodyum ışığı ilk 1940’larda çıktı. Kimileri nefret ederdi, çün
kü sodyum ışığında dünya tek renge bürünür, ama ben onun altın ışığını çok
seviyorum. Hatta mevcut birkaç sodyum ev lambasından biri de bende, ay
dınlatma endüstrisinden bir arkadaş vermişti. Sodyum en sevdiğim element
lerden biridir ve turuncu-altın ışık da en sevdiğim renk.
104
- 1 1 -
Karanlığa Kapatılmış
Rodolfo Llinâs, New York Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Fizyoloji ve Nöroloji bölüm başkam ve
Thomas ve Suzanne Murphy Nöroloji Profesörü’dür.
I05
HAYAT KİTABI
Eduardo Punset: Eğer programlayan bir şey varsa, bu beyindir. Ama beyin pek
bir şey bilemez, çünkü içeri kapatılmış, nüfuz edilemez ve gizemli bir organ.
Vücut yapımız deniz kabuklularının tam tersi diyorsun. Bizim yumuşak ta
raflarımız dışta, içerideyse omurga, iskelet ve beyin var. Omurga-öncesi ata
larımıza kıyasla içi dışına çıkmış gibiyiz.
Rodolfo Llinâs: Evet, ama bu durum gerçek, mecaz değil. Gerçekten oldu. Bir
12 Incil’e gönderme.-çn
106
K A R A N LIĞ A KAPATILM IŞ
Organizmalarda kasti hareket kabiliyetine -v e bazan etkileyici davranış repertuarlarına- dayalı devinim, irade
ve bilinç ortaya çıkmadan önce, tüm hayvanlardan önce gelişti. Beyin bir yana, sinir sistemi diye bir şey olma
dığı halde, birçok protist ve prokaryot bağımsız tek hücredir, tamamen canlıdır ve çevresine tepki verir.—LM
107
H AYAT KİTABI
lidi imgeler üretme kabiliyeti olan bu cihazın ilk prototipini hangi organizma
yarattı?
R.L. Bu hipoteze uyan hayvanı, yani sinir sisteminin oluşumundaki eksik halkayı
arayacaksak, deniz dibinde yaşayan, deniz fıskiyeleri denen bazı hayvanlara
bakmakta fayda var. Şişe gibidirler, çok ince derileri vardır; bazan çok çeki
ci mavimsi bir renkte olur. Tek yaptıkları, suyu içlerine çekip bir filtreyle dı
şarı atmak. Su için bir giriş, bir de çıkışları var, o kadar. Bu minimum siste
min bir beyne ihtiyacı yok, sadece basit bir su pompasını harekete geçiren il
kel bir sindirim beynine ihtiyacı var. Suyu nerede arayacaklarını veya dışarı
da ne olduğunu bilmeleri de gerekmiyor, çünkü suyla kaplılar. Üreme aşa
masında akıllı bir döl oluşturuyorlar ki işte bu çok sıradışı bir şey. Hemen
hemen tüm bitkiler milyonlarca tohum üretir, ama çoğu ölür ya da yeşermez.
Deniz fıskiyelerinin dölüyse kurbağa yavrusu gibi bir larvadır, ışığı alabilir.
Yukarıda veya aşağıda, nerede olduğunu bilir. Bir başka deyişle, ışığa ve do
kunmaya duyarlı bir sistemleri var ve de çok kısa bir süreliğine dış dünyayı
anlama imkanları. Deniz fıskiyesinin larvası bilfiil hareket eder ama sadece
bir saat yaşar, çünkü bir saatte pil tükenir. Sindirim sistemi yoktur. Yumur
tadan yumurta özüyle çıkar ve yavaşça ölürken onu emer. O bir saat süresin
ce yerleşip tutunacağı bir yer bulmak zorundadır. O yeri bulunca da oraya
tutunur, başını içeri sokar ve kendi beyniyle kuyruğunu emer, çünkü artık
bunlara ihtiyacı yoktur.
E.P. Bir kez yerleşip kalıcı bir iş bulunca, Ciona intestinalis gibi, deniz fıskiyeleri
gibi davranan insanlar var.
R.L. Ve bu, zeka ile hereket kabiliyeti arasındaki ilişkiyi gösteriyor. Evrim sürecin
de bazı yaşam formları sindirim sistemi geliştirdi ve böylece evreni keşfetme
ye koyulabildi. Ve o yaşam formu biziz, yani omurgalılar.
E.P. Geleceği biraz öngörebilme ve programlama ihtiyacı duyunca neler olduğu
na bakalım. Bu daha karmaşık bir organizma mı gerektiriyor?
R.L. Tabii. O zaman hayvanlarda kafa ortaya çıkıyor. Kafa nedir? Hareket eden
hayvanlarda kafa önde giden bölümdür. Çünkü bütün yeni şeyler önden ge
lir, ileri doğru giderken gözler öndedir. İşitmeye ve evreni algılamaya yöne
lik bütün araçlar, enformasyon nereden geliyorsa oradadırlar. Böyle olunca
dış dünyaya çok daha hızlı tepki verebilirsin.
E.P. Ve bunun için, bu cihazın dışarıda olup biteni içeride temsil edebilmesi lazım
—tıpatıp değilse bile.
R.L. Tabii. Vücudun içi duyu delikleri bulunan kapalı bir sistemdir. Sinir sistemi,
genetik hafızaya ve duyuların yakaladığı şeylere dayanarak, dışarıda ne ol
duğuna dair bir fikir edinmek zorunda. Bu değişkenler aracılığıyla sadece içe
ride varolan bir iç halet yaratır. Mesela elmanın kırmızılığı sadece içeride yu
108
KARANLIĞA KAPATILMIŞ
109
H AYAT KİTABI
no
- 1 2 -
Korkuyla Diyalog
Tutku, korku ve panik —bir başka deyişle, sürüngenin, yani ilkel beynin insanım
sılar üzerindeki güçlü etkisi- New York Üniversitesi’nden Joseph Ledoux’nun
pek çok araştırmasına konu oldu.
New York’taki ilk görüşmemizden sonra, “Duygu sistemiyle bilinç sisteminin
Joseph Ledoux, New York Ütıiversitesi’nde Nöroloji ve Psikoloji Profesörü ve Henry ve Luc Mo-
ses Bilim Profesörü’dür.
III
H AYAT KİTABI
durumu, acaba dilleri birbirine uymayan ilk bilgisayarlarınki gibi mi?” diye dü
şünmeye başladım. Joseph Ledoux bugün duygu-bilinç kopukluğunu, bilincin
duygu sistemimize erişimindeki bir yetersizlik olarak yorumluyor. Ama bu bende
biraz şüphe yarattı. Sanırım bilinç ve duyguları, iletişim kuramayan hasım dünya
lar şeklinde düşünmek de doğru değil. “Hap alma”, “İçme”, “Kaçma” diye vaaz
vermek ve uyumlu bir beynin de duygu kontrolünü garantileyeceğine inanmak
zaman kaybı.
Bütün canlı organizmalar milyonlarca yıldır çevreleriyle başa çıkmak, enerji
ve besin almak ve hayatlarını tehlikeye sokan bir tehditten kaçabilmek için sis
temler veya işlevler geliştiriyor. Ve bu nefsi müdafaa süreçlerinde bilinç dışı
-okullarda hâlâ öğretilenin aksine- bilinçten daha önemli bir rol oynuyor. Bir
başka deyişle, beyinlerimiz üzerindeki bilinçli hakimiyetimiz sandığımız kadar
güçlü değil.
112
KORKUYLA DİYALOG
114
KORKUYLA DİYALOG
E.P. Neden?
J.L . Çünkü korku hissi beyin korteksinde, düşünen bölümde üretilir ve o bölüm
epey evrildi. Her hayvanın farklı bir beyin korteksi var ve dolayısıyla da fark
lı bir hissetme kapasitesi.
E.P. Demek, aslında diğer hayvanlarla insanların bilinç düzeyine çıkan duyguları
arasında ne fark olduğunu bilmek mümkün değil.
J .L . Bu felsefi bir soru. Felsefeciler “diğer zihinler” meselesiyle uğraşıyor. Senin bi
linçli olup olmadığını bilemem, tek bildiğim benim bilinçli olduğum, çünkü
kendi zihnimi gözlemliyorum. Ama bir robot olsan, benim bundan haberim
olmazdı.
E.P. Bu işlere yaklaşımın, bazı bağımlılıkları iyileştirmede veya tedavide kullanı
lan yöntemleri değiştirebilir belki de. Madem etkinin ilelebet kalıcı olduğu
nu söylüyorsun, o zaman mesela, bir hap bağımlısını değişime ikna etmeye
çalışmaktansa, belki de, doğrudan amigdalaya gidip kaydedilmiş şeyleri sil
meyi deneyebiliriz.
J .L . İlaç şirketleri salt amigdalaya müdahale edebilirler o zaman. Şu an Valium ve
endişe tedavisine yönelik diğer ilaçlar aynı anda çeşitli beyin bölgelerini etki
liyor. Sadece uykuyu değil, cinsel uyarımı veya korkuyu da kontrol ediyor
lar. Salt amigdala üzerinde bir etkiyi tetikleyebilseydik, böyle bir ilaç yan et
ki yaratmadan endişeyi kontrol altına alabilirdi.
rl5
- 13 -
Kahreden Üzüntü
Kenneth Kendler, Virginia Commonwealth Üniversitesinde Rachel Brown Banks Seçkin Psikiyatr
Profesörü, İnsan Genetiği Profesörü ve Virginia Psikiyatrik ve Davranışsal Genbilim Enstitüsü mü
dürüdür.
14 Ne kadar çok yazı tura atarsan, o ölçüde yüzde 50/50 sonucuna yaklaşırsın.-çn
ıı6
KAHREDEN ÜZÜNTÜ
Bir taşra doktorunun oğlu olarak, Pazar öğleden sonralarını kardeşlerimle bir
likte Tarragona’da, Vilaseca de Solcina i Salou’daki Akıl Hastalarına Yardım
Evi’nin hastalarıyla geçirirdim, yaklaşması en kolay olanlarla. Orada La Pedreta
gibi hastalarla karşılaştım; işaret ve baş parmakları arasında tuttuğu küçük bir
taşı hiç bırakmadan sürekli “piedrecilla ” (küçük taş) diyerek, benzersiz bir el ça
bukluğu marifetiymiş gibi, yılanlar ve basamaklar veya ludo 15 türü oyunlar oy
nardı.
O zamanlar kayıp insanların oranı oldukça yüksekti. Bir berduşu, yaşayacak
bir yer arayan yersiz yurtsuz birinden veya aklını kaçırmış birinden ayırdetmek
zordu. Anlaşılır nedenlerle, bu son gruptaki kayıp insanların nüfus geneline oram
hep daha yüksek olmuştur. Çaresizlik ve ızdıraptan, muğlak ve hiç adı konmayan
bir özgürlüğe kaçış arzusu var muhtemelen ve buna bir de bulunmak istemeyen
kaçakları eklemek gerekir. Zira bazan güçlü bir ailenin, dengesi bozuk bir kızı ve
ya karıyı bulup, mazisine daha uygun bir yere nakletmesi yıllar alıyordu.
Aklını kaybeden insanların düşebileceği Yardım Evi’nden, daha medeni sayı
lan bizim eve yolculuklarda arabamızı Huelva’lı bir genç sürerdi ve sürüşü mo
dern bir jumbo jetin otomatik pilotuymuşçasına şaşmaz ve doğaldı. Yıllar sonra
verine bir petrokimya fabrikası kurmak için kesilecek olan zeytinlikler arasında
renkli bir yolculuk yapardık. O yolculuklar genç zihnimde bir daha çıkmamacası-
na yer etti ve o zamandan beri yukarıda adı geçen grupları birbirinden hiç ayırde-
demedim: aklını kaçıranlar, berduşlar ve bulunmak istemeyen kaçaklar. Buhranlı
Hastaların —ve çoğu insanın—“hasta” kategorisine alınması sinirbilimin yakın za
mandaki bir uygulamasıdır. Harici veya bulaşıcı hastalıklardan kaynaklanan be
densel tahribat kontrol altına alınmak üzere. Ama zihinsel bozukluğun da aynı
şekilde bir yaşam tahribatı yaratabileceğine uzun yıllar ihtimal dahi vermedik.
Depresyonun bir hastalık olduğunu Vilasecade Solcina i Salou’da öğrenme
dim. Bunu bana arkadaşım Lewis Wolpert öğretti, Thames nehrindeki köprüle
rin birinden boşluğa bakıyordu ve depresyonun pençesinde geçirdiği üç yıl bo-
vunca pek çok kez o köprüden intihar etmek istediğini söylemişti. Lewis tıbbi uy
gulamalar ve popüler bilimde uzmanlaşmış prestijli bir biyologdur. Malignant
sıdness [“Habis Hüzün”] adlı kitabı, depresyonun aslında bir hastalık olmadığı
■olundaki genel geçer fikri en iyi çürüten çalışmadır. Bu küçük beyaz yalan hâlâ
sıkça duyuluyor, depresyonlu hastaların yüzde l ’i intihar ettiği halde!
Lewis Wolpert depresyonun ciddi bir hastalık olduğu düşüncesine en büyük
çatkıyı yapan bilimcilerden biriyse, Kenneth Kendler da endişe ve depresyonun
rıyolojik ve genetik sebeplerini en iyi teşhis eden bilimcidir. Bu ikiz bela modern
şehir insanlarının sağlığı karşısındaki en büyük tehditler arasında yer alıyor.
ıı 7
H AYAT KİTABI
118
KAHREDEN ÜZÜNTÜ
Gene expression: Gene kodlanmış genetik bilginin RNA ve protein yapmak üzere açımlanması.-çn
119
H AYAT KİTABI
K.K. Benden kehanet istiyorsun. Bu çok riskli. Benim için, psikiyatrik bozukluk
larla ilgili moleküler gelişmelerde en heyecan verici haber, bu hastalıklarda
ki anormalliklerin ne olduğunu temel bilim düzeyinde anlamak olur. Psiki
yatride, şeker veya kalp-damar hastalıklarının genetiği üzerine çalışan mes
lektaşlarımız kadar ileri bir noktada değiliz. Hangi enzimlerin devreye girdi
ğini veya kolesterolü bir yerden bir yere neyin taşıdığını çok temel bir düzey
de anlıyoruz. Ama burada konuştuğumuz bozuklukların tedavisinde ciddi
bir psiko-farmakolojik ilerleme kaydetmemize rağmen, ne tür anormallikler
sergilendiğini temel biyolojik düzeyde hâlâ bilmiyoruz. Spesifik genleri belir
leyebildiğimiz zaman, eminim, bunların çok sayıda olduklarını göreceğiz; bu
hastalıkların çoğundan tek bir genin sorumlu olma ihtimali çok az. Büyük
ilerleme, biyolojide bu hastalıkları incelemek için bir kapı açılmasıyla atılmış
olacak. Hatırlıyorum da, yirmi beş yıl önce idrar örneği ya da belden omuri
lik örneği alıp nöro-kimyasal anomaliler arardık. Bu yol başarısızlığa mah
kumdu. Bu hastalıklarda belki yüzlerce veya binlerce kere bin milyonlarca si
nir hücresi söz konusu. O ölçümlemeler çok kabaydı.
E.P. Fizikçi olan bir konuşmacının dediği gibi, boyutlarımız uygun değil [bölüm
33]. Biz insanlar galaksileri görmek için fazla küçük ve atomların, molekül
lerin ve hücrelerin minicik gerçek alemini görmek içinse fazla büyüğüz. Bu
minik yaşam sence önemliydi. Deneye çok değer veriyorsun, öyle ki, psiki
yatrinin bile biyokimyasal bir temeli olduğuna inanıyorsun.
K.K, Zihin beyin ilişkisiyle ilgili sorun gerçekten harika. Bir psikiyatrist olarak sa
nırım zihinle beden arasındaki bağlantıyı anlamak bakımından en ayrıcalık
lı bir konumdayım. Zihin beden ilişkisini kurmaya çalışan tıp disiplini psiki
yatridir. Tipik bir klinik durumu ele alalım: depresyondan muzdarip olan
genç bir kadına bakıyorum. Kendini nasıl hissettiği ve sorunlu baba kız iliş
kisinden kaynaklanan evlilik problemleri üzerine konuşuyoruz. Zihinsel
dünyasıyla, kimliğiyle ilgili derin meseleler üzerine konuşuyoruz, ama görüş
me sırasında benim bu hattan çıkmam da lazım, onun nörolojik sisteminde
ne olup bittiğini, sisteminin hipokampüsü ve amigdalayı nasıl etkilediğini ve
reseptörleri düzenlemek için ona doğru ilaç dozu verip vermediğimi düşün
mem lazım. Sonra yine hattan çıkıp, tekrar zihin dünyasına dönmem gereki
yor. Yani biz psikiyatristler günlük çalışmamızda hep zihinle beyin arasında
ki bu çapraşık ilişki üzerine kafa yorarız.
E.P. Harika. Sen konuşurken, acaba gelecekte, zihinden bedene geçebildiğimiz za
man, insanların yine mutluluk arayışıyla doktora gidip gitmeyecekleri soru
su aklıma geldi. Endişeyi halledince, size daha fazlası için mi geleceğiz?
K.K. Psikiyatride aşırı biyolojik indirgemeciler var ve bunların inancına göre, mo
lekülleri tümüyle çözdüğümüz zaman, artık sadece hap vermemiz gerekecek.
120
KAHREDEN ÜZÜNTÜ
Bu korkunç bir gelecek bence. İnsanın temel bir özelliği var, biz hikayeler an
latan hayvanlarız. Kendi hikayelerimizi anlamaya ihtiyacımız var. Bayan Jo-
nes’un evlilik problemleri yüzünden ameliyata girmesi yanlış olurdu (bunlar
babası gibi adamlarla yaşadığı problemin bir yansımasıdır) veya benim şöy
le demem: “Bayan Jones, nörolojik sistemdeki bir düzensizlikten muzdarip-
siniz; bu hapları alın, kendinizi daha iyi hissedeceksiniz.” Bu işe yaramazdı.
Biz insanız ve yaşadıklarımızı anlamaya ihtiyacımız var. Psikiyatrinin fazla
değişeceğini sanmıyorum; değişmesi gerektiğini sanmıyorum. Asıl mesele,
beyindeki temel fiziksel işleyiş kadar, hayatlarımızın anlamı üzerine de düşü
nebilmektir.
E.P. Ispanya’nın benim doğduğum bölgesiyle, Katalonya’yla ilgili spesifik bir so
rum var. İki bilimci, Antoni Bulbena ve Xavier Estivill vücuttaki eklemlerin
gevşekliğiyle endişe arasında direkt bir ilişki olduğunu söyledi. Endişenin ge
netik kökenini gösteren kanıtlardan biri olarak nitelendi bu. Konuyu biliyor
musun?
K.K. Evet. Daha fazla araştırmayı hakeden ilgi çekici bir keşif olduğunu düşünü
yorum. Endişe konusunda temel bilimden hâlâ yoksunuz. Tendonların gev
şekliğini kontrol eden genle ilgili olamaz demiyorum, ama çalışma yeterince
tekrarlanmadı. Genetik psikiyatri tarihinden biliyoruz, pek çok ilk bulgu
tekrarlama testini geçemiyor. Dolayısıyla, ilgi ve coşku haklı ama, doğru sa-
yabilmemiz için başka gruplarca incelenmeli.
E.P. Kenneth, hemen hemen dışarıdan gelen tüm hastalıkların artık kontrol altı
na alındığına ve şimdi asıl meselenin içimizden gelenleri kontrol etmek oldu
ğuna katılıyor musun?
K.K. Genelde katılıyorum. Bir istisna AIDS salgını. Enfeksiyon hastalıkları Ba-
tı’da, şeker ve yüksek tansiyon gibi kronik hastalıkların aksine, bayağı kon
trol altında. Hastalık ve ölümün ana sebeplerinden biri psikiyatrik bozuk
luklar. Dünya Sağlık Örgütü, hastalıkları sağlık etkilerine göre sıralayarak,
bunların 2020 yılına kadarki gelişimine ilişkin bir çalışma yaptı. Öngörüleri
ne göre, depresyon gibi bozukluklar o tarihte kalp-damar hastalıklarını geri
de bırakıp, hastalık ve ölümün ana sebebi olacaklar. Alkolizm ve endişe ilk
onda yer alacak. Yani insan çilesinin, yaşam tahribatı ve ölümün genel se
beplerini düşünecek olursak, sinirsel ve davranışsal sendromlar giderek sık
laşacak. Sanırım bu çileyi elden geldiğince daha iyi anlamaya ve telafi etme
ye yönelik yoğun araştırma çabaları haklı bir gerekçeye dayanıyor.
121
HAYVAN BEDEN-ZİHİN
G ^ i Ş
Döngüsellik ve Sosyallik
Yeryüzünün diğer yaşam formları hakkında daha fazla şey öğrendikçe, onların
dehalarından da daha fazla etkileniyoruz. En çarpıcı olanı da yaşamın döngüsel
doğası. Her yerde ritim var. Gündüz geceye, gece gündüze dönüyor. Bahar yaza,
güze, kışa ve tekrar bahara dönüyor. Tohumlar filizleniyor, sporlar yeşeriyor,
yumurtalar bırakılıp kırılıyor, yavrular doğuyor, ağaçlar çiçekleniyor, deriler dö
külüyor, eski bedenler göçüp gidiyor. Kızların göğüsleri filizleniyor, erkeklerin
sakalları çıkıyor. Tüm doğada gerçekleşen bu değişimlerin işaretleri göklerde de
görülebilir, Dünya’nın eliptik yörünge seyrinde, Ay ve gelgitte ve muhteşem Gü
neş’te. Yaşam sürecinin değişmez olguları suya ve elektriğe duyarlı, yukarılardan
gelen şimşeğe, Dünya’nın manyetik alanıyla havada elektrik yüklenen parçacık
lara, yerdeki radyoaktiviteye duyarlı. Çevre olmadan hayat olmaz. Vladimir I.
Vernadsky’nin17 (1883-1945) dediği gibi, bağımsızlık bilimsel değil siyasi bir dü
şüncedir, çünkü canlı organizmaların Dünya yüzeyindeki biyosferden bağımsızlı
ğı, tüm kozmonotlarla astronotların bildiği üzere, kesin ölüm demektir. Doğma,
büyüme, üreme ve ölme döngüleri, türlere özgü olsalar da, çevresel işaretlere du
varlıdır. Yaşamın tüm canlıları kapsayan olguları ne değiştirilebilir, ne de aceleye
getirilebilir. Ancak kesintiye uğratılabilir, yozlaştırılabilir, çarpıtılabilir veya dur
durulabilir. Hayat ağacındaki herhangi bir filizin çatırdayıp ölme potansiyeli her
an, her yerde, tüm yaşam biçimleri için söz konusudur. Davullar çalmaya, yaşam
da dansına devam eder, sağkalım yükümlülüğü müzakareye açık değildir ve ku-
Vladimir Ivanovich Vernadsky, T h e Biosphere [“Biyosfer”] adlı klasik kitabında enerji ve madde akışıyla tüm
yaşamın birbirine bağlandığını göstermişti. Biyotada (mikrop, hayvan ve nebat yaşamı toplamında) ana enerji
kaynağı yaşam için gereken kimyasal elementlerin devri daimini sağlar [karbon (C), hidrojen (H), nitrojen
;N), oksijen (O), sülfür (S), fosfor (P)]. Vernadsky’nin çalışmaları dünya çapında okur yazar kesimce iyi bili
nen çalışmalardır ve kendisi biyojeokimyamn kurucusu olarak görülür. Vernadsky “hayatın jeolojik bir kuv
vet”, en önemli jeolojik kuvvet olduğunu yazmış ve Lapo da (1987) kendi kitabında Vernadsky’nin düşüncesi
ni okurlara uygun bir dilde anlatmıştır. Westbroek (1991), Vernadsky’nin bilim üzerine çalışmalarıyla, Gaya
makalelerini ve kitaplarını yazarken ondan hiç haberi olmayan James E. Lovelock’un çalışmaları arasındaki
ilişkiyi başarıyla inceler. Yakın tarihli bir “Whole-Earth Science” [“Tüm-Dünya Bilimi”] değerlendirmesi için
de Harding’e (2006) bakılabilir.
125
HAYAT KİTABI
rai durağanlık değil, değişimdir. İnsanlar hayat oyununda geç evrildiler. Yeni ge
lenler olarak seleflerimizden öğreneceğimiz çok şey var. Konuşuyorsak yalan söy
lüyoruz demektir. Rüya görüyorsak kendimizi ve kardeşlerimizi kandırıyoruz de
mektir. Şarkı söyleyip dans ediyoruz, ama hatıralarımızın ve hatta aslında —elden
geldiğince- doğru olan bilimimizin çizdiği resimler, Antonio Vizcaino veya Ansel
Adams’m18 fotoğraflarından çok, yuva öğrencilerinin çizgi adamlarına benziyor.
Sosyallik, sosyal yaşantı söz konusuysa, bu bakterilerde bile var. Siyanobakte-
riler, en yakın akrabalarına gerekli nitrojeni aralıksız olarak sağlamak için kendi
lerini ve üreme haklarını feda ediyor. Tüm hayvan ve bitkilerin aksine, nitrojen
ihtiyaçlarını dosdoğru havadan temin edebiliyorlar. Balçık küfü amipleri ölerek
klonlarmın “sporofor” ile yukarı taşınmasını sağlıyor (sporoforlar, havayı kuru
tup propagül dolu yumrular veya keseler -yani yukarıda tohum saçmak için salı
verilen hücre paketleri—oluşturmak için yaş zeminden çıkan bitki saplarıdır) [bö
lüm 30]. Anne klüplerini veya hezeyan alemlerini veya sürü halinde uçmayı biz
icat etmedik. Sosyal davranışlar -cezbolma ve kaçınma, topluluğun sağkalımı ve
günah keçisi ölümleri, anlamlı elektrik darbeleri, kendini feda, yamyamlık, savaş,
tıklama sesleriyle iletişim ve daha niceleri- yaşamın kendi kadar eski davranışlar
dır
Davul Vuruşları
Steven Strogatz bize en direkt cevaplan verebilecek modern bir bilimcidir ve sıra
dan insanı da pekala tatmin edebilirdi, eğer ki bilim camiasının pek çok üyesi sı
radan insanın kafasını karıştırmaya bu kadar meraklı olmasaydı! Bazı bilimciler,
ki Strogatz bunlardan değil, insanları gerçekten ilgilendiren soruların asla sorul
maması gerektiğini düşünüyor gibiler. “Faz geçişleri yaratan kendinden yönetim
127
H AYAT KİTABI
128
DAVUL VURUŞLARI
aynı anda ışık saçan bu böceklerle kaplanır. Ve ateş böceğinin bir yandan
ışık saçıp, bir yandan da görebilmesi anlamlı. Demek ki sinir sisteminin
adaptasyonu bilinç dışı: bir parıldama algılayınca kendi dahili parıldama
mekanizmasını hızlandırıp geciktirebiliyor. Böylece beraberindekilerle uyum
halinde parıldamaya başlıyor. Bunun nedenini bilmiyoruz. Motivasyonlar
dan sözetmek ister misin?
E.P. Nedenini bilsek çok enteresan olurdu. Ama sonunda hepsi aynı anda tezahü
rat yapıyor, Macaristan’daki izleyiciler gibi. İçimizde bulunan bir başka bü
yüleyici şey de biyolojik saat, aşağı yukarı aynı saatte uyanmamızı veya uyu
mamızı sağlayan şu gündevirsel [circadian] refleksler. Bu günlük döngülerin
yeri beyin mi, yoksa hücreler mi?
5 .5 . Harika bir soru. Hepimizin bildiği günlük döngülerimiz var. Çalar saat kul
lanmadan her gün aynı saatte uyanabiliyoruz, çünkü vücuttaki bir şey bize
saati haber veriyor. Mesele, onun nerede olduğu? Bana sorarsan, vücudun
her bir hücresinde. Her hücrenin yirmi dört saat boyunca etrafımızdaki dün
yayla uyumunu sağlayan biyokimyasal döngüleri var. Dediğin gibi bir ana
saat var, beyin, yeri çok ilginç. Dış dünyayla, yaşamla temas halinde olan iki
gözümüz var. Gözlerin içinde de, beyne bağlanan ve bu bağlantıyı yapmak
için biraraya gelmiş optik sinirler var. Bu kavşakta, iki sinirin biraraya geldi
ği yerde, binlerce hücrelik bir grup var, beynin derinlerinde, hipotalamusta;
ve bu hücrelere suprakiazmatik çekirdek deniyor. Bu kelimenin etimolojisi
şöyle: “üst” demek olan Latince supra ’dan ve chiasma’dan, yani optik sinir
lerin kesiştiği yer olan optik çaprazlaşmadan geliyor. Her hücre, yapı taşla
rıyla birlikte Petri kabı benzeri bir şeyde tutulan küçük bir elektronik saat gi
bidir ve her hücrenin yirmi dört saatlik bir döngüde yükselip alçalan bir vol
taj ritmi vardır. Beynin veya bedenin geri kalanına ihtiyaçları yoktur. Bunlar
kafamızın içindeki küçük saatlerdir.
E.P. Müthiş, ama öyleyse neden bebekler -bütün anne babalar bunu yaşamıştır-
ne zaman uyanıp, ne zaman uyunacağını bilmiyor?
5 .5 . Bilmiyorum. Pek çok anne baba, bebeklerin üç aydan sonra geceyle gündüz
döngüsüne uyum sağladığını görür. Ve o üç ayda ne olduğundan emin deği
lim, belki hücreler birbirleriyle doğru iletişim kuramıyorlar; beyinde sinir
bağlantılarının kurulması hâlâ sürüyor belki. Bu büyüme evresinde çocuk
beyninin gelişmekte olduğunu biliyoruz. Sadece bu da değil, nöronlar arası
bazı bağlantılar da kesiliyor. Gelişim sırasında çok ilginç bir işlem gerçekle
şiyor, nöron bağlantıları kırpılıyor. Bebeklerin çok fazla bağlantısı var ve lü
zumsuz olanları kesmesi gerekiyor. Cevabı bilmiyorum ve belki de yok. Ama
bebeğin beyninde birkaç aylık yaşamdan sonra uyumu sağlayan bir şey olu
yor ve bunun nedenini bilmiyoruz.
129
H AYAT KİTABİ
130
DAVUL VURUŞLARI
beyin uyanmaya başlar. Gece çalışan insanlar için büyük bir sorun, çünkü bu
insanlar işten sonra eve gittiklerinde uyumak zorundalar, bunu yapacakları
başka bir vakitleri yok, ama trafik veya çocukların gürültüsünden veya oda
ya giren ışık yüzünden çoğunlukla yapamazlar. Uyumalarını bu faktörlerin
engellediği kabul edilir, ama ideal koşullarda bile beden o vakit uyuyamaz.
Farklı zaman dilimleri arasında seyahet eden ve jet yorgunluğundan muz-
darip olan insanlara değişik bir tavsiyede bulunmak istiyorum. Her insan
farklı şekilde hisseder: bazı insanlar jet yorgunluğundan hiç çekmediklerini,
çünkü uçakta uyuduklarını ve yolculuğu dinlenmiş halde bitirdiklerini söy
lerler. Bu insanlar jet yorgunluğunu bir uyku eksikliği olgusu sanıyor, ama
bu doğru değil. Jet yorgunluğu, vücudun gündevirsel ritim düzenleyicisi, ya
ni dahili saati bir önceki zaman diliminde kalınca gerçekleşen şeydir. Birleşik
Devletler’den Ispanya’ya gidersem, zombi kuşağım mesela bir toplantının
ortasında bir şey yaparken devreye girer ve bu bir sorundur. Jet yorgunluğu
dediğimiz şey bu.
E.P. Bazı insanlar hapla rahatlayacağını söylüyor.
5 .5 . Bunun işe yaradığına yemin eden insanlar var, ama ben bilmiyorum. Benim
izlediğim kadarıyla, bu bilim alanı henüz doğum aşamasında. Herhangi bir
hapa, mesela en popüleri melatonine başvurmadan önce, her tür önlemi alır
dım. Doğal olarak üretilen melatoninle ilgili çalışmalar, beynin onu çok kü
çük miktarlarda salgıladığını gösteriyor: bir gram melatoninin trilyonda biri
aktif haldedir ve beyni etkiler. Bir beyin hormonudur ve ben olsam, epeyce
bir ihtiyatla yaklaşırdım. Ne yaptığı belli değilken bana anlamlı gelmiyor.
Bence gün ışığına çıkmak daha önemli. Biyolojik saati kuran şey güneş ışığı
dır, dolayısıyla o İspanya yolculuğuna çıkmam gerekseydi, hemen İspanyol
zamanına adapte olmaya çalışırdım. Kahvaltı için dışarı çıkar ve sabah park
çevresinde bir tur atardım. Akşam da, kendimi yorgun hissetmesem bile çok
geçe kalmazdım. O zaman dilimi için makul bir vakitte yatardım. Yani, da
hili saati yeniden kurmak için yapılacak en iyi şey, güneş ışığına maruz kal
maktır. Bu hızlıca iyi sonuç verir.
E.P. Melatoninden daha iyi. Bir başka müthiş şey de kalbimizin sinoatrial düğü
mü dediğin şey, kalp atışlarını düzenleyen ritim düzenleyicisi. Anlaşılan bu
da minik bir alana konuşlanmış bir işleyiş: ne zaman atmaları gerektiğinde
anlaşmaya varmış yaklaşık on bin nöron. Nasıl işliyor? Bunu nasıl yapıyor
lar? Bu bir mucize değil mi? Bir şeyler biliyor muyuz?
5 .5 . Evet, hakkında pek az şey bildiğimiz küçük bir mucize. Canlı kalmamızı sağ
layan mucize. Kalbinin her atışını bu hücrelerin çalışmasına borçlusun, işlev
leri kalbin geri kalanına, kalbin pompa odaları olan karıncıklara elektrik sin
yali göndermek. Bu ritm düzenleyici hücreler çok önemli bir rol oynuyorlar.
131
H AYAT KİTABI
132
DAVUL VURUŞLARI
i33
HAYAT KİTABI
134
-1 5 -
05
H AYAT KİTABI
muhtemelen herkesin mırıldandığı bu kadim soru bir başka soruyu getiriyor, tüm
düşüncenin kaynağı olan daha önceki bir soruyu: “Beyinlerimize güvenebilir mi
yiz? Hücreler uyumlu çalışıyor mu?”
Diğer türlerde hücreler kimi komşu hücrelere güvenilmeyeceğini keşfeder.
Hayvan dokularında bazı hücreler uzlaşmayı bozarlar. Ansızın ve uyarmadan ve
ya belli bir sebep bulunmaksınız kendi başlarına hareket etmeye başlarlar. Doku
nun titreşim ve ritmini ihlal ederler. Ayrılıkçı hücreler diğerlerini umursamazlar.
Aniden pozisyonlarını terkedip sürekli çoğalmaya başlarlar. Metastas ile kansere
sebep olurlar, yani hücre farklılaşması zaafa uğrar ve doku, bölünerek çoğalan
daha genç, farklılaşmamış hücrelerle yer değiştirene kadar yerlerinde kalamazlar.
Etrafa yayılırlar. Tüm hayvan bedenindeki farklı genetik denge bozulur. Sonunda
ölüm gelir. Bazı nöronal bozukluklar kimi zamansa özellikle memelilerde ve en
başta da sosyal primatlarda garip, tehlikeli davranışlara yolaçar. Evrim şunu açık
seçik ortaya koyuyor: belli bazı koşullarda hücrelerin yakın akrabalarına güven
mesini engelleyen dahili patolojiler oluşmaktadır.
Bir başka ve daha yeni bir soru da, sosyal primatların normal koşullarda ken
di beyinlerinden ne kadar emin olabilecekleriyle ilgili. İnsanoğlu, bilim öncesi dö
nemde olduğu gibi, sinirbilimde bir patlama yaşanan günümüzde de beyni evre
nin en gelişmiş organı sayıyor. Ve Alfredo Tiemblo gibi seçkin fizikçiler şu gizemi
çözmek epeyce kafa yormuşlardır: atomlardan oluşan bu evren neden kökeni
üzerine düşünmek, amacını irdelemek ya da sırf saçmalığına işaret etmek için
beyne ihtiyaç duydu?
Sinirbilimci Richard Gregory insan bedeninde üretilen enerjinin neredeyse bir
çeyreğini tüketen bu organlar kralına pek saygı duymuyor. İngiltere’de Bristol’ün
iyi halli, yüksek bölgesindeki evinde oluşturduğu atölye, sadece ayakları dibinde
ki deniz ve şehrin değil, uzayın da en iyi manzarasına sahip. Gregory beyniyle
saklambaç oynamak için akla gelebilecek her tür donanıma sahip. Beynin -kim
bilir hangi çetrefil yöntemlerle- dışarıdaki ışık ve gölgeyi tararken kullandığı ca-
mera obscura’ya 9 deney yoluyla nüfuz etmek için onlarca yıldır sürdürülen tam
tekmil bir savaş bu.
19 Karanlık oda veya kutu; bir yüzündeki delikten giren ışık karşı duvara dışarıdaki görüntüyü başaşağı yansıtır.
Fotoğaf makinesinin icadında önemli yeri olan bir buluş.-çn
136
HAKİKAT DEĞİL, SAĞKALIM ŞART
len imgeler bakılan nesnelere hiç de tekabül etmez. Birbirinin aynı değildir
ler. Bir masaya bakınca onun sert ve sağlam olduğunu hissederiz. Üzerine ra
hatlıkla bir şeyler koyabileceğimiz çıkarsamasını yaparız. Gözün posta pulu
büyüklüğündeki bir imgesine dayanarak gerçek bir nesne hayal eder beyin.
Küçük bir imgeden yola çıkarak dünyanın gerçekliğine dair bir duyuma va
rabilmemiz müthiş bir şey. Bu her zaman gerçekleşmiyor tabii. Daha fazla
araştırma yapılmalı. Okullarda öğretilmeli, çocuklar için hayati bir mesele.
E.P. Okullarda sadece cevaplar veriliyor. Çocuklara soru sormayı öğretmiyorlar.
Çocukları, diğer öğrencilerin göründükleri gibi olup olmadıklarını sorgular
ken veya Nevvton’ın dediği gibi, nesnelerin algısından çıkıp renklerin ihtişa
mına nasıl ulaştığımızı sorgularken düşünemiyorum pek. Çocuklara, ve de
nüfusun tamamına, gerçekliği sorgulama alışkanlığı verilmiyor. Çoğu insan
“gözler nesnelerin aslına sadık bir imgesini beyne gönderir” sanıyor. Kitap
larında bunun neden yanlış olduğunu açıklıyorsun: gözler sadece elektriksel
darbeler şeklinde kodlanmış imgeler gönderiyor. Beynin onları nasıl deşifre
ettiğiyse bir muamma!
R.Gr. Doğru. Tabii kafanın içi tamamen karanlık, sadece duyulardan gelen, bey
nin deşifre ettiği küçük elektriksel darbeler var. Ve sinyal gördüğümüz ger
çeklikten çok farklıdır.
E.P, Bana tanınmış New Y ork’lu bir nörofizyoloğu, Rodolfo Llinâs’ı [bölüm 11]
hatırlattın. Onu tanıyor musun? Çok benzer bir şey söylüyor. Diyor ki, ka
bukluların aksine, bizim iskeletimiz ve beynimiz içte, etimizse dışta. Beyin ta
mamen kaplanmış, karanlıkta; senin gibi Llinâs da beyni, çok az ve çok muğ
lak bilgi aldığı için, dışarıda olup bitenin sadık bir yorumcusu olarak görmü
yor.
R.Gr. Tümüyle katılıyorum. Demin renklere gönderme yaptın. Renklere bakacak
olursak, mesela büromdaki halının kırmızı olduğunu görüyoruz, demek ki,
beyinde kırmızı rengi üretecek şekilde gözü uyaran bir ışık dalgaboyuna sa
hip. Görüş ve beyin olmasaydı, evrende renk olmazdı. Renk beyinde yaratı
lıyor ve nesneye psikolojik olarak yansıtılıyor. Bu sayede kırmızıyı yeşilden,
siyahı beyazdan ayırdediyoruz. Hepsi beyinde, dış dünyada değil.
E.P. Ressamlara renklerin dış dünyada değil de, beyinde olduğunu söylesen ne
derlerdi acaba?
R.Gr. Eee, kısa bir süre önce Londra’da Kraliyet Akademisi’nde büyük bir ressam
la halk önünde bir tartışmaya katıldım; epey infial içindeydi, zira kendisi bü
yük bir renk ustası ve çok güzel resimler yapıyor. Tabii rengin eserde oldu
ğuna kaniydi. Ona bunun doğru olmadığını söyledim. Ressamlarla yaşanan
bir başka büyük ihtilaf konusu da, beyin milyonlarca yıldır, görüş varoldu
ğundan beri biliyor olsa da, daha geçenlerde -Rönesans’ta - keşfedilen pers
i37
HAYAT KİTABI
pektiftir. Bir nesnenin bizden uzaklığı iki katına çıkınca, imgenin gözdeki bü
yüklüğü yarıya düşer. Bu yüzden tren rayları gibi paralel doğrular uzakta ke
sişir. Floransa katedralinin kubbesini yapan büyük mimar Filippo Brunel-
leschi’ye gelene kadar ressamların perspektifi keşfetmemiş olması hayret ve
rici. Çizgilerin kesişmesinin derinlik ve perspektif verdiğine ilk dikkat çeken
oydu. Bunu kendi tasarımlarına uyguladı ve o zamandan beri neredeyse bü
tün ressamlar bu tekniği kullanmışlardır. Ama Brunelleschi’den önce insan
lar perspektifi bilmiyordu, beyin beş yüz milyon yıldır kullandığı halde.
E.P. Beni en çok düşündüren bir şey de, kendi yüz ifadelerimizi göremeyişimiz.
Kendi yüzlerimizi görmeden, diğer insanlardaki dışa vurumları kişisel duy
gularla irtibatlandırmayı başarıyoruz. Harika kitaplarından birinde dediğin
gibi, aynalarımız var. Kendi sözlerinden aktarıyorum: “Bu büyüleyici gizem
hakkında bir şeyler öğrenmemizi sağlayan aynalar olmasaydı, kendi fotoğ
raflarımızı tanıyamazdık.” Bu doğru mu?
R.Gr. Buna inanıyorum. Bir bebek veya çocuk kendini ilkin hareketleri sayesinde
aynada tanır. Hareket edince aynadaki imgesi de hareket eder. Er geç ayna
da yansıyanın kendisi olduğu sonucuna varır. Aynalar olmasaydı, neye ben
zediğimizi hiç bilemeyecektik. Ve dediğin gibi, diğer insanların zihinlerini,
kendilerinin göremedikleri yüz ifadelerinden okuyoruz. Müthiş bir şey.
E.P. Çok zor olmalı! Ama yine de çocuklar bu gizemi epey erken bir dönemde çö
züyor.
R.Gr. Çocuklar kendilerini bir yaşından kısa bir süre önce, aşağı yukarı on aylık
ken tanıyorlar. Bu yaştan önce aynadan yansıyan figürün kendileri olduğu
nu bilmiyorlar. Daha sonra vücut hareketleriyle, jestleriyle öğreniyorlar bu
nu. Çocuklar aynaya değil de, sadece hareketsiz fotoğraflarına baksalar, sa
nırım kendilerini hiç tanıyamazlardı.
E.P. Ya diğer hayvanlar? Şempanzeler de kendilerini tanıyor, değil mi?
R.Gr. Sadece şempanzeler. Başka hiçbir hayvan kendini aynada tanımıyor.
E.P. Çocuklar nasıl oluyor da kendini tanımayı bu kadar çabuk öğreniyor?
R.Gr. Çocuklar dokunarak öğrenir. Etraflarındaki nesneleri tanımaları için, aynı
anda hem dokunmaları hem de görmeleri gerekir. Dolayısıyla görüş, temel
bir duyu olan dokunmayla eğitiliyor. Bir nesneye baktığımızda, ilk imge sa
dece optik olsa bile, bir şekilde optik olmayan unsurları da görüp anlarız:
sert mi, yumuşak mı, yenir mi, sıcak mı, soğuk mu? Tüm bunlar diğer duyu
ların işbirliğiyle oluyor, bütün duyular birbiriyle bağlantılı.
E.P. Dokunmaktan söz etmen garip! Bir anlamda körlük görüntüsüz dokunmadır
ve ayna da dokunmasız görüntü. Diyorsun ki, aynalarla dolu olan, ama do
kunmanın bulunmadığı bir dünyada asla bir şey öğrenemezdik.
R.Gr. Evet, buna inanıyorum. Belki modeller görürdük, ama somut nesneler ol
138
HAKİKAT DEĞİL, SAĞKALIM ŞART
mazdı ve eşya anlamını yitirirdi. Aynı anda hem dokunmak ve hem de gör
mekle gerçekleşiyor algı. Bilim müzelerinde bunu akıldan çıkarmamalıyız.
Nesnelere dokunabilmek çok önemli. Herşey camekan içindeyse, bunların
ne olduğunu anlamak çok zordur. Bebeklerin sürekli yaptığı gibi, etkileşime,
dokunarak keşfetmeye ihtiyacımız var. Bebekler nesneleri önce ağızlarına
götürür ve sonra onlara dokunurlar. Gözleri çok sonra devreye girer.
Rıchard Gregory bir imkansız figür oluşturmak için bir iki odun parçası bulmak
amacıyla kısa süreliğine atölyesini terketti. Algıyı çoğu kez beş duyu arasındaki
kombinasyonun bir alt ürünü olarak görmesi bana sinestezinin anlamını soran
bir öğrenciyi hatırlatıyor. Ona “Anestezi malum, duyum olmayışı demek. İşte, si-
nastezi de kombine duyum. Sinestezikler beş rakamını, mesela sarı olarak görür
ler” demiştim. Öğrenci hemen “Hayır”, diye karşılık vermişti, “Beş yeşildir”. Si-
neztezikti, ama farkında değildi, pek çok yaratıcı insan gibi. Richard Feynman bir
denkleminden şöyle söz eder: “parıltılı bir kahverengiden j ’lerle, açık mavimsi
menekşeden n’ler ve koyu kahverengi x ’ler.” Vladimir Nabokov da harfleri öğre
ten renkli küplerle oynarken annesine “Hepsi yanlış: bu küpte A kırmızı, ama as
lında A mavidir” demiş. Ve kendisi de sinestezik olan annesi onu mükemmelen
anlamış. Bir başka, daha karmaşık bir vaka da müzisyen Olivier Messiaen’ınki.
Sinestezikler genelde müzik dinlerken renk görebilirler. Ama bu çift yönlü çalışan
bir işleyiş değildir: renk sayesinde sesler duymazlar. Olivier Messiaen ise notaları
okurken renkler görüyordu ve renkler ona müzik çağrıştırıyordu.
Richard Cytovvic’e göre, duygular, hafıza ve dikkatten sorumlu olan limbik
sistemin işleyişindeki bir anomali nedeniyle gerçekleşiyor sinestezi ve düğüm nok
tası hipotalamus. Doğduğumuzda hepimiz sinezteziğiz; duyu adalarının oluşumu
na yol açan şeyse, beynin normal gelişimi sırasında gerçekleşen hücre ölümleri.
Rahimdeyken müthiş bir nöron artışı gerçekleşir ve hepsi birbirleriyle sinaptik
bağlantı kurma yarışındadır. Başaramayanlar ölür. Bir ila iki yaşları arasında nö
ronlar budanır. Sinesteziklerde bu budama işleminin akamete uğradığına, dolayı
sıyla da farklı duyusal alanlar arasındaki sinaptik bağlantının ömür boyu bozul
madan kaldığına inanılıyor. Sinestezikler köpek havlaması duyarken, bir yandan
da, aniden peydahlanıp yavaşça kaybolan kahverengi gri üçgenler görebilirler.
Havai fişekler gibi ortaya çıkar, bir saniye asılı kalır ve sonra kaybolurlar.
Evrimin neden hepimizi sinestezik yapmadığını anlamak zor. Yaşamın ilk ay
larındaki durumu koruyabilsek ciddi avantajlar sağlardık. Richard Cytovvic bir
kaç yıl önce Washington’daki evinde bana Kanadalı bir TV yapımcısının duru
mundan söz etmişti; kadın randevularını, iş çizelgesini, programına gelecek in
sanları, kayıt ekibini vs. ajanda kullanmadan aklında tutuyormuş. “Nasıl beceri
yorsun?” diye sormuş Cytovvic. “Önümde” demiş, “bir mantar pano var ve de
!39
H AYAT KİTABI
renklerle şekiller; ve herşeyi belli bir yere koyuyorum, aynen postacının mektup
ları postakutularına koyması gibi, böyle hatırlıyorum.” Sinestezinin büyük bir
avantajı. Sinesteziklerin hafızası genellikle müthiştir, çünkü renkler, kokular ve
şekiller hatırlamaya yardım eder. Bir sinestezik mesela adımı sorunca şöyle derdi:
“Adın Edward. E yeşil olduğu için senin Edward olduğunu biliyorum, çünkü yeşil
bir adın var senin.”
Pek çok kişi, “Bu kadar fazla enformasyonla delirmez miydim?” diye sorabilir
kendi kendine. Bu kör bir insanın şöyle demesine benzer biraz: “Nereye baksanız
hep bir şeyler görüyorsunuz. Bu kadar çok şey görmek sizi delirtmiyor mu?” Ger
çeklik örüntüsüyle ilgili bir durum.
Richard Gregory ağzı kulaklarında atölyesine geri döndü. İmkansız figürün
odun parçalarını bulmuştu ve dolayısıyla da şunu sormak farz oldu:
E.P. Beynin çözemeyeceği şeyler var mı? Yani içinden çıkamayıp vazgeçtiği algı
lar?
R.Gr. Evet. Yıllar önce üç parça odunla yapılan bir imkansız nesne icat ettim. Ona
belli bir perspektiften bakınca, beyin tepedeki parçaların birbirine değdiğini
varsayıyor. Göz onları optik temas halinde algılıyor, dolayısıyla beyin de ay
nı mesafede olduklarını varsayıyor. Optik temas genellikle gerçek temasa te
kabül etse de, bu örnekte varsayım yanlış. Beyin yanlış bir önermeye daya
narak nesneye dair, tabiri caizse, bir hipotez oluşturuyor, paradoksun nede
ni bu.
E.P. Yani bir şekilde beyin, nesnelerin görüntüsünü aldığımızda, onların ne oldu
ğuna dair bir hipotez geliştiriyor ve sonra bunu duyularla çarpıştırarak test
ediyor, doğru mu?
140
HAKİKAT DEĞİL, SAĞKALIM ŞART
R.Gr. Evet, algının bir hipotez olduğunu düşünüyorum. Mesele şu ki, algı çok hız
lı çalışmak zorunda, saniyenin onda birinde, dolayısıyla tam bir sağlama iş
lemi olmuyor. Bir nesneye dokunup yanıldığımızı anlasak bile, görsel beyin
onu hâlâ doğru biçimde göremez, çünkü beynin yarattığı hipotez entelektü
el anlayışla sadece kısmen ilişkilidir. Beynin bir kısmı anlar, diğer kısmı an
lamaz.
E.P. Varolmayan şeyler bile görebiliriz, değil mi?
R.Gr. Tabii. Delil olmaksızın, çok az bilgiden hareketle hipotezler yaratırız, bilim
deki gibi. Birkaç gözlemden büyük bir evren modeli oluştururuz veya çevre
mizdeki nesnelerin bir modelini oluştururuz. Bu hipotez üreticisi bazan hiç
yoktan bir fantazi yaratır, yanlış hipotezler üreten şizofreniklerde olduğu gi
bi.
E.P. Yani algılamak sadece görmek değil, denemek de aynı zamanda, halüsinas-
yon gören bir beyinde bile!
R.Gr. Algıların kontrollü halüsinasyonlar olduğunu düşünüyorum. Göz ve duyu
lardan onları kontrol edecek kadar malumat geliyor, ama normalde duyu
sinyallerinin kontrolü altında olan şey yaratıcı bir fantazi, yaratıcı bir kur
maca süreci.
E.P. Zihnin nihai bir çözüm bulmaktan vazgeçtiği bir başka imkansız durum gös
tereyim sana. Ünlü Necker kübünü kastediyorum.
R.Gr. Evet, burada beynin yarattığı iki hipotez var: birine göre ön yüz sol tarafta
ki figürde gölgelenmemiş olan yer, diğerine göreyse sağdaki figürde gösteri
len yer. Ve burada birinden birinin doğru olduğunu belirleyecek bir delil yok.
Her iki halde de beyninde aktif olan neyse algısal gerçekliğin odur. Bu örnek
te sadece iki muhtemel algı var, dolayısıyla birinden ötekine seğirtebilirsin.
Her algılamada daima başka ihtimaller de vardır, sadece seçilmemişlerdir o
141
HAYAT KİTABI
kadar.
E.P. Birkaç yıldır cevap aradığım bir soru var. Teselli mükafatım, cevabı Nobel
Ödüllü Richard Feynman’ın da araştırmış olması. Aynada kendimizi tersten
görüyoruz. Sağ elime bir kalem alıp aynaya bakarsam, aynadaki yansımam
da kalemi sol elimde görürüm -çoğu kimse bunun farkında değildir. Rem-
brandt bir otoportresini bitirdiğinde kendini fırça sol elde resmettiğini far-
ketmiş, doğru mu?
R.Gr. Evet, otoportreyi yeniden yapmak zorunda kaldı, çünkü solak göründüğü
nü farketmişti, ki aslında solak değildi. Müthiş bir şey. Ayna tamamen simet
riktir. Sorulması gereken şey, dediğin gibi, optik dönüş yoksa, neden yatay
olarak ters dönüp, dikey olarak dönmediği. Birçok teori ileri sürüldü: bir ta
nesi asimetrinin sebebini gözlerimizin yatay olarak iki yana ayrılmış olması
na bağlıyor. Zihinsel bir rotasyon mekanizmasına sahip olduğumuz da ileri
sürüldü: şöyle ki, kendimizi aynada hayal ediyoruz -y a da görüyoruz- ve
sonra kendimizi yüzyüze görmek için bu imgeyi zihnimizde döndürüyoruz.
Ama bu teoriler yanlış. Mesele, aynanın neden yansımayı bu yana döndürüp
diğer yana döndürmediği.
E.P. Peki cevap ne?
R.Gr. Sanırım cevap şöyle: optikle uğraşıyorsan bunun bir optik meselesi olduğu
nu söylersin; psikologsan imgeyi beynin döndürdüğünü söylersin; Pla-
ton’dan beri sayısız absürd hipotez ileri sürüldü. Cevap oldukça basit. Bir
nesneye aynada bakmak için, onu önümüzde duracak şekilde döndürmemiz
gerekir. Böylece sağ üst köşe sol üst köşe olur ve bunun nedeni nesnenin yer
çekimine bağlı asimetrik rotasyonudur. Ayna, aynanın önünde kalması için
nesneye (veya kendine) uyguladığın rotasyonu yansıtır.
E.P. Beynin sürekli uyarımdan kaçınmaya yönelik bazı stratejileri var gibi görü
nüyor. Mesela giyiniyoruz. Bütün gün giyinik haldeyiz, ama bunun neredey
se hiç farkında olmuyoruz, değil mi?
R.Gr. Evet, aynen öyle. Buna adaptasyon deniyor; kanıksama işi periferik sinirler
de başlıyor. Dediğin gibi, elbiselerini bir kez giydikten sonra artık onları pek
farketmezsin, çünkü aksi halde beyin sürekli önemsiz enformasyon bombar
dımanı altında kalırdı. Önemli bir değişiklik olunca, beynin hipotezlerini
güncellenmesi gerekir. Devamlı duyduğumuz bir saat sesini bir süre sonra
duymaz hale geliriz, saat başı vuruşlarını bile duymayız, çünkü önemli değil
dirler. Vuruşların olacağını biliriz, artık ilgilenilmesi gereken yeni bir şeyin
duyurusu değildir bunlar.
E.P. Büyüden değil bilimden söz ediyoruz; peki zaman içinde bilimle büyü arasın
da nasıl bir ilişki oldu?
R.Gr. Fiziksel dünyanın psikolojik bir izahı olması anlamında bilim sanırım bü
142
HAKİKAT DEĞİL, SAĞKALIM ŞART
yüyle doğdu. Fırtınalar tanrıların gazabı olarak açıklanırdı. Fiziksel bir olgu
ya psikolojik bir açıklama getiriliyordu. Ama bence, Harry Potter’ın da gös
terdiği üzere, çocukların büyüyü sevmesi, büyüyle mest olması çok üzücü.
Büyü asası onlara teleskoptan, mikroskoptan veya spektroskoptan daha çe
kici geliyor. Bu çok üzücü bence, çünkü bilim muhteşem bir şey. Ben büyü
kelimesini kullanmazdım, çünkü etkili oluyor; bilim bize harika sorular ve
müthiş cevaplar sunar ve evreni büyüden çok daha iyi açıklar.
E.P. Son bir soru. Eşyanın görüntüsü ve algısı üzerine derinlemesine düşünmeyi
bilfiil başlatan kişisin. Bu konudaki bunca yıllık gözlem, araştırma, düşünme
ve yazmadan sonra, tüm algının bir yanılsama olduğu kanaatinde misin?
Yoksa artık dış dünya, evren aşağı yukarı beyin tarafından üretilen şey gibi
mi geliyor sana?
R.Gr. Çok ilginç bir soru. Sanırım evet, dışarıda gerçekten bir evren var. Herşeyin
bir rüya olduğunu söylemek saçma. Herşey bir rüya olsaydı, rüya kelimesini
kaybederdik. Kelimelerin anlamlı olması için gerçeklikte karşıtları da olma
lı. Herşeyin bir yanılsama olduğunu söylersen, yanılsama kelimesi yokolur,
anlamını yitirir. Mesele şu: Bir şeyin gerçek ya da yanılsama olduğunu söy
lerken dayandığımız referans ne kadar doğru? Algının akla uygun bir fizik,
bir “mutfak fiziği” kullandığını düşünüyorum. Kuantum mekaniği veya iza
fiyet teorisindeyse fizik tamamen farklı bir gerçeklik tanımlar. Algının ger
çekliği akla uygun bir fiziktir -dokunmanın, nesneleri, mesela yiyecek mad
delerini elle tutmanın fiziği. Tehlikeler, gıdalar, dostlarımız, tüm bunlar dün
yayı algılamayı gerektiriyor -bunlar algı için tek gerçekliktir.
E.P. Diyorsun ki, beynin varoluş sebebi hakikati bulmak değil, sağ kalmak.
R.Gr. Evet. Ev yapımında veya mutfak aletleri imalatında kolektif çalışabilmek
için toplumsal mutabakat gereklidir. Bizim de sağ kalmak için yerleşik fikir
lere ihtiyacımız var. Sosyal inançlar eşgüdümlü, kararlaştırılmış eylemleri
yürütmemizi sağlıyor. Bunların mutlak bir hakikatle hiç alakası yok.
143
-1 6 -
Nicholas Humphrey, Londra İktisat Fakültesi, Doğa ve Sosyal Bilimler Felsefesi Merkezi’nde Fa
külte Profesörü’dür.
14 4
ÖĞRENMEK İÇİN RÜ YA
145
HAYAT KİTABI
Nicholas Humphrey: Tüm bu süre hiçbir amaca hizmet etmeden geçse çok ga
rip olurdu. Sanırım rüya evrimsel mirasımızın bir parçası olarak çok önemli
bir psikolojik ve biyolojik işlev görüyor. Şurası aşağı yukarı kesin: insanlar
da diğer hayvanlarda olduğundan daha önemli bir yer tutuyor. Diğer hay
vanlar küçük rüyalar görebilirler, ama bunları o sıradışı, hikaye benzeri an
latı rüyaları olduklarından şüpheliyim.
E.P. Yani, köpeğim kanepede uykuya dalıp havladığında, aslında hikayeler düşle-
miyor?
N.H. Belki avlanmaya ya da bir kediyi kovalamaya dair bir duygu hissediyor, ama
insan rüyaları gibi bir şey değil bu, altı yaşında bir çocuğunki gibi bile değil.
Çocuklar da yetişkinler de sıradışı olaylarla dolu romanlara epey benzeyen
rüyalarının kahramanıdırlar. Birçok bilimci anlatı içeriğine kulak asmayıp.
rüyaların sinir kimyası, yapay zeka ve bilgi-işlem çerçevesinde açıklanabile
ceğine inansa da, rüya maceralarımız çok önemlidir. Rüyalar insan hayatın
da roman okumak kadar önemlidir.
E.P. Bugünün insanları, H om o sapiens sapiens , doğrudan Cro-Magnon adamının
torunlarıdır. Cro-Magnon adamını en yakın ataları Neandertallerden ayıran
şeyin, dilden çok, rüyalarda sürekli açığa çıkan fantazi ve anlatı olduğunu
düşünmüşümdür hep. Önemli meseleler üzerine fabllar yaratma ihtiyacı ger
çekten şaşırtıcı -sırf hikaye ve masalla aklımız çeliniyormuş gibi.
N.H. Evet, bu bağlamda rüyalar, duyduğumuz ilk hikayelerden beslenen model hi
kayelerdir. Rüyalarımızda kurduğumuz hikayeler aracılığıyla alışıyoruz ma
sallara. İlk rüyalarımız basittir: çocuk rüyalarındaki birçok kahraman diğer
hayvanlardır, insanlar çok karmaşık görünür, tavşanlar, kediler, köpekler ve
kaplanlarınsa basit duyguları vardır. Böylelikle çocuklar aktif bir organiz
manın, korku, umut, ferahlık veya acı gibi duygular hissetmenin nasıl bir şey
olduğuna dair fikirler geliştirirler. Sanırım rüyaların ana işlevi, tam olarak,
duygularımızı sınamaktır, onları sıradışı sosyal durumlara çekip zihnimizin
nasıl çalıştığını, belki hiç yaşamadığımız, ama gerçekleşebilecek tuhaf du
rumlara nasıl tepki vereceğimizi öğrenmektir. Sana müthiş bir örnek vere
yim: Ebeler çoğunlukla doğurma rüyaları görürler, hiç bebekleri olmasa bi
le. Ebeler, belki de hiç anne olmayacak olan bu kadınlar, her gün anneliğin
sıradışı duygularını yaşayan kadınlarla ilgilenirler. Görüştüğüm ebelerin de
mesine göre, rüyaları çok önemliymiş, çünkü böylece, başka türlü sahip ola
mayacakları bir anlayış, bir duyum sahibi oluyorlarmış.
E.P. Nick, bazı sinir bilimcilerden duyduğuma göre, erken doğan çocukların nö
ronları rüya görürken etkinleşiyormuş ve çocuklar zamanlarının neredeyse
yüzde seksenini rüya görerek geçiriyormuş.
N.H. Sanırım bu biraz mübalağalı. Rüya sırasında gerçekleşen -ve diğer memeli
14 6
ÖĞRENMEK İÇİN RÜYA
lerde de görülen- hızlı göz hareketi (REM) gibi fizyolojik işaretler, rüyanın
hakiki bir tecrübe olduğu anlamına gelmez. Çocuk birazcık büyüyene kadar
REM gerçekleşmez. İki yaşında bir çocuğu söz konusu beyin dalgalan ger
çekleşirken uyandırıp, ona ne rüya gördüğünü veya düşündüğünü sorsak,
basit cevaplar verecek, korktuğunu veya dondurma yediği için çok mutlu ol
duğunu söyleyecektir. Çocuk dört yaşına geldiğinde rüyası anlatı şeklini alır,
dramatik olabilen ve uykudan uyandırabilen bir hikaye. “Annemi kaybet
tim, nereye gideceğimi bilmiyordum, onu bulduğumda bir mağaranın için
deydi; babamı arıyordum, baktım, uçurumdan düşmüş; çok korktum. Koş
tum, koştum, koştum ve sonunda uyandım.” Bu tür bir hikaye, ki çoğunluk
la çok daha kapsamlıdır, çocuğa kaybı, tehlikeyi ve endişeyi öğretir. Çocuk
büyüdükçe, rüyalar gittikçe daha kapsamlı hale gelir. Aşık olmayı, sevdiği
birini kaybetmeyi, ihaneti tecrübe eder. Rüyalar kanalıyla, bir oyun şeklinde
de olsa, gerçek hayatı öğreniriz. Oyun derken tiyatro oyununu kastediyo
rum. Hamlet’te n ihanetin, ensestin, nefretin ve intikamın nasıl bir şey oldu
ğunu öğreniriz. Oyunlar her gece rüya aracılığıyla içimizde sahnelenenlerin
benzeri anlatılardır.
E.P. Neyse ki bu kendi kendine öğrenme işlemi Aldous Huxley’nin Cesur Yeni
Dünya’âz hayal ettiği şeyden farklı -torunlarımızın her akşam bir kaydı sey
rederek ertesi gün ne yapacaklarını öğrenmesi durumundan. Yoksa ona mı
benziyor?
N.H. Sanırım kısmen haklısın. Bir adamın ya da kadının zihnini çarpıtıp böyle ça
lışmasını sağlayamayız. İnsanoğlunun olanakları konusunda ne kadar bilgi
sahibi olursak, o kadar donanımlı ve başarılı “doğal psikologlar” oluruz.
Yaklaşık son yirmi beş yıldır yazdığım hemen herşey, diğer insanların “doğal
psikolojisi”ni anlayabilmeyi sağlayan bu sıradışı yetenekle ilgili. Biz insanlar
muhteşem psikologlarız.
E.P. Çünkü diğer insanların zihinlerinde olup biteni görebiliyoruz?
N.H. Zihinlerini okuyoruz. Düşüncelerin üzerine yoğunlaşıyorum ve dürtülerini,
tecrübelerini, duygularını ve ihtiyaçlarını anlamaya başlıyorum.
E.P. Ve sadece bu kadar da değil, peşinden beni manipüle edip etkileyebiliyorsun.
N.H. Evet, seni manipüle edebilirim, ama sana yardım da edebilirim. Buna zeka
nın sosyal işlevi denir. Yıllar sonra farklı bir isim verildi, ama bana uygun
gelmiyor: Makyavelyan zeka. Bunun bir hata olduğunu düşünüyorum, çün
kü Makyavelyan zeka kavramı zekanın manipülasyon, zulüm ve rekabet için
kullanıldığım telkin ediyor. Bence zekanın sosyal işlevi çok önemli, çünkü di
ğer hayvanlarda rastlanamayacak biçimde sevgiyi, merhameti ve pozitif bir
sosyal hayatı mümkün kılıyor. Bazı meslektaşlarıma göre, ki ben de aynı gö
rüşteyim, insanoğulları bu tür bir algılamayı yapabilen yegane hayvanlar.
i47
H AYAT KİTABI
148
ÖĞRENMEK İÇİN RÜYA
û İlkel tabiri daima izaha muhtaçtır; genellikle de anlamsız bir aşağılamadır ve kullanılmaması gerekir. Fosil
kaydında daha evvel görünmek veya fizyolojik bakımdan daha basit olmak veya daha az metabolik reaksiyon
anlamına gelebilir veya morfolojik bakımdan daha az karmaşıklık ya da genomda daha az gen anlamına gele
bilir. İlkel, aşağı, üstün, yukarı gibi tabirler yerine daha anlamlı tanımlamalar getirilmesini öneriyoruz. -L M
14 9
HAYAT KİTABI
I5°
ÖĞRENMEK İÇİN RÜYA
151
-1 7 -
Müzik ve Konuşma
Ölümün farkında olanlar sadece insanlar belki. Ama dile döndüğümüzde ve bül
bülün veya balinaların şarkılarını dinleyince, müziğin bir dil olup olmadığı soru
su gündeme geliyor. Müzikle dil arasında bir benzerlik olduğu kesin. Müzik dilin
bir uzantısı ya da en azından konuşma yeteneğindeki sınırlamalardan doğan bir
şey. Dil beynin dijital bir becerisi ve insanımsılar sıfırlarla birlerin dijital mantı
ğıyla ifade edilmesi zor olan nüansları ifade etmek için nihayet müzik ve sanata
yöneldiler.
Müziğin, Pitagoras’ın şehir etrafındaki bir gezintisiyle başladığına inanmak
152
MÜZİK VE KON UŞM A
zor. İki bin yılı aşkın bir süre önce Yunanlı filozof Atina sokaklarında yürürken,
bir demirci atölyesinden gelen çok hoş bir ses duydu. Bu sesin kendisini neden
böyle büyülediğini merak ederek içeri girdi. İki bin dört yüz yıl sonra biz artık bir
sesin neden hoşa gittiğini bildiğimiz kanısındayız. Ama Kaliforniya, San Diego’da
bu konuyu sorduğum Diana Deutsch beni kuşkuya düşürdü. Diana Deutsch mü
ziğin fiziği ve fizyolojisi alanında dünyanın en önde gelen otoritesidir. Oxford
Üniversitesi’nde psikoloji, felsefe ve fizyoloji eğitimi aldı ve Kaliforniya Üniversi-
tesi’nden de psikoloji doktorası var; ses algısını ve belleğini araştırıyor, özellikle
de müziği. Pek çok müzikal yanılsama ve paradoks keşfetmiştir.
Diana Deutsch: Pitagoras hoşa giden seslerin bire iki gibi çok basit bir sayısal ora
na sahip olan yay uzunluklarıyla elde edildiği sonucuna vardı. O zamandan
beri insanlar neden bağdaşık veya ahenkli denen sesleri, karmaşık oranlı
uyumsuzlardan daha çok sevdiğimizi merak etmiştir. Bunu hâlâ tamamen an
lıyor değiliz. Ama müziğin algılanmasıyla ilgili başka ilginç şeyler keşfettik.
Eduardo Punset: Çok iyi bildiğin ünlü Fibonacci dizisiyle ilgili bir sorum var:
bir, bir, iki, üç, beş, sekiz, vs. altın ölçüyü veriyor. Burada hem mimariye
hem de müziğe uygulanabilen bir 0.6 oranı var. Beethoven ve Bela Bartok
belli ki altın ölçüyü kullanmışlar. Neden bu oranlar böyleşine büyüleyici?
Mucize mi? Genetik bir mesele mi?
DI.D. Bir sır. Bilmiyoruz. Müziğin ve tüm sanatların algılanışı ardındaki sebep hâ
lâ bir sır. Birçok insan estetik üzerine yargıda bulunabileceği inancında, ama
sebepler bilimsel olarak bilinmiyor.
E.P. Bir denemeni okudum, harikaydı. Hatalıysam düzelt: anlaşılan akustik yanıl
samalar var, aynı optik yanılsamalar gibi. Beyin kendi kendine gelin güvey
oluyor. Ünlü Necker kübü yanılsaması klasiktir: farklı pozisyonlardaymış
gibi yorumlanabilir, belirsizdir. Akustik yanılsamaları gösterdin mi?
Dİ.D. Bu bulgu beni çok şaşırttı, hiç beklemiyordum. Çok güçlü bir yanılsama. Şu
sayfanın başında notalar olduğunu düşün: bir bölümü —kulaklıkta bir kula
ğa karşılık gelen bölümü—çok bozuk bir düzende tekrarlıyor melodiyi, diğer
bölüm de öyle. Gerçekte duyulan şeyse sayfanın alt kısmında görünsün. O
tamamen farklıdır. Adeta beyin düzensiz modelleri reddedip, aralık ve sesi
yeniden örgütlemiştir ve böylece özdeş melodiler duyulur. Bir kanal dinleyi
cinin sağ yanma verilince, soldaki dinleyici çalınan iki kanalı duymaz, bunun
yerine, tüm yüksek perdeli sesler bir hoparlörden ve alçak perdeliler de diğe
rinden geliyormuşcasına sesleri kavramsal olarak yeniden örgütler. Çok ga
rip. Sağak insanlar yüksek perdeli sesleri sağ hoparlörden ve alçak perdelile
ri de sol hoparlörden duyarlar genelde, hoparlörlerin konumu ne olursa ol
sun.
r53
H AYAT KİTABI
E.P. Sağak insanlar notaları solak insanlardan farklı bir şekilde algılıyorlar?
Dİ.D. Aynen. Sağak insanlar yüksek perdeli sesleri sağda ve alçak perdelileri de
solda duyar genelde, nereden gelirlerse gelsinler. Ama solak insanlar için
böyle bir genelleme yapılamaz. Solak insanlar arasında çok büyük bir çeşit
lilik var, istatistikî olarak sağaklar arasmdakinden daha çok algı modeli var-
E.P. Araya girdiğim için kusura bakma ama, neden? Müzik dinlemeyi sağlayan
nöronlar, müziğin geldiği yeri belirleyen nöronlardan farklı mı?
Dİ.D. Meselenin bir yanı da bu. Solaklarla sağakların beyin organizasyonları ara
sında farklılık var. Sağak insanların konuşması çok büyük bir çoğunlukla
beynin sol bölümünde görülür, solak insanlardaysa çok büyük bir çeşitlilik
var. Dolayısıyla ses kaynağının algılanması bakımından, el yatkınlığıyla ista
tistikî olarak rabıtalı, istikrarlı farklılıklar yok aralarında.
E.P. Orkestralarda ne oluyor? Müzisyenlerin konumları hesaba katılıyor mu?
Dİ.D. Sağak insanların yüksek perdeli tonları sağda, alçak perdelileri solda duy
ması dışında, bir başka durum daha var. Eğer yüksek perdeli seslerin sağda
ve alçak perdelilerin de solda olması gibi özel bir durumun varsa, bu model
leri, alçak perdelilerin sağda ve yüksek perdelilerin solda olduğundakinden
daha net duyabilirsin. Orkestrada müzisyenlerin yerleşimi ilginçtir. Yüksek
perdeye çıkan çalgılar müzisyenlere göre sağa, alçak perdeliler de sola yerleş
tirilir. Keman bölümünde ilk kemanlar İkincilerin, İkinciler de üçüncülerin
sağındadır, viyolonsellerse kontrabasların sağında yer alır. Nefesli çalgılarda
trompet trombonun, trombon da tubanın sağındadır. Bu yerleşim bir çok
testin, deneme yanılma işleminin sonucudur; çalgıların alabileceği en iyi ko
num ve alınabilecek en iyi performans da böyle elde ediliyor, çünkü nihaye
tinde müziği en iyi şekilde çalmak için, müzisyenlerin birbirlerini mümkün
olan en iyi koşullarda duyabilmeleri gerekir.
E.P. Bu evrimsel bir süreçti?
Dİ.D. Sanırım öyle. Orkestra şefleri farklı çalgı yerleşimlerini deneye deneye bu
yerleşim yavaşça ortaya çıktı.
E.P. Ya dinleyiciler? Orkestra için ideal olan yerleşim izleyiciler için de uygun mu?
Dİ.D. Can alıcı nokta da bu. izleyicilerin duruşuna göre, soldan sağa yerleşim ter
sinedir, aynadaki görüntü gibi. Dolayısıyla izleyicilerin duruşuna göre, en
yüksek perdelere ulaşan çalgılar sola ve alçak perdeli çalgılar sağa yerleştiri
liyor -çoğunlukla sağak olan izleyicilerin algılaması bakımından en kötü yer
leşim. Çözümsüz bir durum, çünkü orkestra yerleşimini ters çevirirsek, mü
zisyenler birbirlerini iyi duyamazlar.
E.P. Bir meslektaşına göre çare, orkestra yerleşimini olduğu gibi bırakıp izleyici
leri tavandan sarkıtmaktı!
Dİ.D. Bu teorik çözüm izleyicilere uygun değil. Diğer öneriler: orkestrayı tavandan
154
MÜZİK VE KON UŞM A
: 55
H AYAT KİTABI
156
MÜZİK VE K O N U Ş M A
E.P. Diana, yani diyorsun ki, çok küçükken iyi müzik dinletilen çocuklar büyü
yünce müziği severler, çünkü bu adeta genetik bir işlev halini alıyor, yeme
mize, konuşmamıza veya sevişmemize neden olan şey gibi, öyle mi? Bir in
sanda müziği algılama yeteneği yoksa, bu muhtemelen erken dönem eğiti
miyle veya genleriyle ilgilidir, doğru mu?
Dİ.D. Evet. Ama diğer faktörlerin etkisini de yok saymıyorum. Bu iki faktör, gen
ler ve erken dönem müzik tecrübesi müzikal algıda çok etkili. Neredeyse be
lirleyici.
E.P. Müziğin fiziği ve psikolojisi alanlarında büyük bir uzman olarak ne düşünü
yorsun: neden Batı müziği, yani böylesine metrik ve rasyonel bir müzik, me
lodi ve doğaçlamanın daha önemli bir rol oynadığı Batılı olmayan müzikten
bu kadar farklı?
Dİ.D. Sırf çocuklukta müzik dinlemeyi değil, diğer dilbilimsel modelleri de önem
siyorum ben. Her konuşma biçiminin kendine özgü karakteristikleri var ve
bunlar sonradan müzikte farkediliyor. Bu görüş çok eski: müzik kendi diline
benzemeli ki, onu takdir edebileşin. Bu çok önemli, çünkü algıladığımız ko
nuşmanın melodik akışıyla sevdiğimiz müzik arasında büyük bir bağlantı
var.
E.P. Peki sen ne tür müziği seviyorsun Diana?
Dİ.D. Ben? Schubert’i, Bach’ı ve Andres Segovia’nın klasik gitarını gerçekten seve
rim; çaldığı ve bestelediği müziğin büyük bir hayranıyım. Ve Mussorgsky.
Pek kimse anlamadı ama, bestelediği müzik konuşma sesine benzesin diye
çok uğraşmıştır.
E.P. Besteci Mussorgsky sanatının işlevini, müzikal sesler biçiminde sadece duy
guların değil, konuşmanın da yeniden üretimi olarak tanımlamıştı sanırım.
Dİ.D. Aynen öyle. “Bir dili dinlerken, zihnim —beynim—hemen bu konuşma için
bir müzikal ifade aramaya başlıyor” demişti. Amacı buydu ve sanırım ama
cına harika bir şekilde ulaştı. Amaçlarını bilerek şarkılarını dinlersen, aniden
farklı bir duyma biçimine geçersin ve gerçekten de Rusça konuşma gibi algı
larsın; böyle dinlersen farkedebilirsin. Ama müziğini sırf bu yüzden sevmiyo
rum. O müthiş bir hayal gücüne sahip, sıradışı bir müzisyendi.
i57
Tarih Öncesi ve Beden-Zihnin
Ölümsüzlüğü
Artık DNA’nın gizli kodunu biliyoruz, ama genetik materyalde baz çiftleri dizisi
nin keşfi, sarayın kendisinden çok, kat planı gibidir. Bir yaşam formunun ne ol
duğunu gerçekten anlayıp anlayamayacağımız şüpheli. Ama DNA’nın yeterli ol
madığı açık bence, yaşamı on binlerce protein -yani vücudu çalıştırmaya yönelik
molekül- için kodlama yapan 25,000 genlik devasa düz DNA iplikçiklerine eşit
lemenin çok ötesine geçmeliyiz. Dikkat çekici yeni korteks katmanlarına sahip
olan beyinlerimiz erken Fanerozoik zaman gelişimleridir, ama annemizin yumur
tasından devraldığımız oksijen-soluma yeteneğimiz çok daha eski. Mitokondri-
alarımız bakteri olarak özgür yaşadılar, diğer hücrelerimizle bir takım oluştur
madan çok önce, Proterozoik zamanda havadan oksijen alıyorlardı. Oksijen so
luma becerilerini, gezegende henüz hiçbir hayvan veya bitki varolmadan çok ön
ce gerçekleştirdiler. Ve hayvan doku hücrelerindeki mitokondrialar her bir me
meli için kaçınılmaz olan yaşlanma ve ölümle bir şekilde hâlâ alakalı. Bir memeli
bedeninde bin milyonlarcası var, hücre başına epeyce bir sayı. İstediğinize inanın,
ama biz insanların meleklerden yalnızca birazcık aşağıda olması bana şüpheli gö
rünüyor.
x59
-1 8 -
Gizli Kod
(2002) Nobel Tıp ödüllü Sydney Brenner, Saik Enstitüsü’nde Seçkin Profesör’dür.
160
GİZLİ KOD
161
HAYAT KİTABI
21 Yaşamın düzenliliğine dair daha doğru bir açıklama için bak: Sağan, bölüm 27. İkinci yasadaki enrropinin ta
rifi için uygun niteleme “düzensizlik içinde artış” değil, enerji yayılımıdır.-LM
16 2
GİZLİ KOD
163
H AYAT KİTABI
S.B. Şahsen değil, ama başkaları buldu. İlk prensibi biliyorduk: kutuplaşma bes
belli önemliydi. Bir uç diğerinden farklı. Pek çok gelişim örneğinde cevap bi
liniyor. Arşimed “Bana bir mesnet verin, dünyayı oynatayım” demişti. Ben
de “Bana bir kutuplaşma verin, herşeyi açıklayayım, çünkü kutuplaşma ya
yılabilir” diyorum.
E.P. Yıllardır genetik kodla uğraştıktan, iplik kurdu Caenorhabditus elegans ile
çalıştıktan, genleri dizinledikten ve İnsan Genom Projesi’ne katıldıktan son
ra, sıra karmaşık sinir sistemlerini araştırmaya geldi. Aynısı Francis Crick’e
de oldu. En karmaşık sistem insan sinir sistemi gibi görünüyor. Beyin ve si
nir sisteminin geri kalanı hakkında on yıl öncesinden daha fazla şey biliniyor
mu sence? Ve de daha öncesinden? içeride kapalı bir halde, ışık olmadan ve
sadece kodlarla nasıl çalışıyor?
S.B. Beyin evrilen en karmaşık biyolojik sistem ve insan beyni de beyinler içinde
en karmaşık olanı. İnsanlarınkiyle -en azından karmaşıklıkta- boy ölçüşebi
lecek tek beyin ahtapot beyni. Bir omurgasız hayvan için ahtapot beyni son
derece karmaşıktır. Ahtapotlar bana ilginç geliyor; beynin nispeten bağımsız
ikinci evrimini görmek için şimdi ahtapotlar üzerine çalışmayı planlıyorum.
E.P. Bir başka dalda?
S.B. Evet, türevrim [phylogenesis] ağacının bir başka dalında. Ahtapotlar muhte
melen fare kadar zeki, ama insanlar kadar zeki değil. Soruna dönersem: sinir
sistemiyle hep ilgiliydim, ama yıllarca hep fazla çetrefil olduğunu düşünmüş
tüm. Dolayısıyla temel moleküler biyoloji prensiplerinin artık tamamlandı
ğına kanaat getirince, Francis Crick de ben de sinir sistemiyle uğraşmak iste
dik, ama çok farklı yollara yöneldik. O doğrudan insan beynine yöneldi.
E.P. Ve bilince.
S.B. Evet. Hayatını “bilinç” gibi meselelere kafa yorarak geçirdi. Ben çok daha
basit bir yaklaşımda karar kıldım. C. elegans ile başladım. Beyninde sadece
üç yüz hücre var. Ama yine de tüm sinir hücrelerinin bağlantılarını gösteren
bir “bağlantı şeması” oluşturmamız uzun zaman aldı. Bu çok ilginç bir prob
lem. Von Neumann’m bir başka yönergesine uyuyor aslında. Karmaşık şey
leri açıklamak istiyorsan, kritik özelliklerini çıkar. Şu soru C. elegans bağla
mında çözülmüş değil, ama şimdi çözülebilir belki: davranışı bağlantı şema
sından çıkarabilir miyim? Davranışı bağlantı şemasından çıkarabilirsem, be
yinle ilgili bu problemi çözülmüş sayarım. Derim ki, davranış bağlantı şema
larından hesaplanabilir, ki öyle de olmalı. Davranışı açıklayabilecek başka
bir şey yok: bağlantılar, örüntü, sinir sistemi kimyası ve tepkileri.
E.P. Farklı büyüklük ölçülerini algılamak için, eğitim aşamasında veya araştırma
aşamasında olsun, insanın çizelgelere baktığını söyledin hep. Mikropla fil ay
nı değil. Gördüğüm kadarıyla aynı şekilde devam etmişsin.
164
GİZLİ KOD
S.B. Evet. İşin sırrı —Caenorhabdit us vakasında da—şu: pek çok farklı, eşzamanlı
ağ var. Temel özellikleri üzerine eğilmemiz lazım gerçekten. Bir öğrencim
kurtçuk davranışının simülasyonunu yarattı. Küçük kurtçukları ekranda sü
rünürken gösteren bir bilgisayar programı yazdı. Programa baktım; kurtçuk
larının yılankavi hareketi şeklinde sinüs dalgalan üreten matematiksel fonk
siyonlarla doluydu. Yaptığı şeyin simülasyon değil, taklit olduğunu söyle
dim. Dikkat etmesi lazımdı. Peki gerçek bir simülasyon nasıl olacaktı? Kas
ları uyaran nöronlarla ilgili bilgi edinmek istiyordum. Ayrıntılara ihtiyacım
vardı, aksi halde bir üretim işlevini inceleyemezdim. “Doğru kimya ve etki
leşimin bulunduğu bir bağlantı şeması davranışı üretir”, diyemezdim. Bu çe
tin soru çözülmüş değil. Çoğu kişi bu kurtçuğu çok basit buluyor ve bu yüz
den de onunla ilgilenmiyor. Karmaşık davranışlarla ilgililer; aşık olmakla,
bilincin yerine gelmesiyle veya bunun gibi şeylerle. Kurtçuk davranışıyla ilgi
li olarak bağlantı şemasını anlayabilirsek, daha karmaşık pek çok problemi
de çözeceğimize inanıyorum ben.
E.P. Başka davranışları da?
S.B. Evet. Başka simülasyonları, düzgün simülasyonları. Sinir sistemini kimse ta
sarlamadı, bir programcı tarafından yazılan bir bilgisayar programına ben
zemiyor sinir sistemi. C. elegans’m sinir sistemi eklenmeler yoluyla evrildi.
Bu olgu, yani onun bir evrim ürünü oluşu, nasıl çalıştığını anlamak bakımın
dan önemli.
E.P. Redes’de, Fish: Our Ancestors [“Balıklar: Atalarımız”] başlıklı bir T V prog
ramı yapmıştık. Kirpi balığı ailesinden fugu ve Japon balon balığı üzerine de
çalıştın sen. Hatalıysam düzelt: bu ata balık insanlarla aşağı yukarı aynı sa
yıda gene sahip, ama büyük bir fark var; bizim genlerimizden biri altmış bin
bazlık bir uzunluğa sahip, balıktaki uzunluksa ancak beş veya altı bin. Yani
bu balığın bir genini alıp onun ne işe yaradığını bulabilirsen, belki de insan
genom dizilimine harcanan zamanı kısaltabilirdin. Sen de öyle yaptın. Ev
rimsel genetiğin geleceği bu mu?
S.B. Kısmen.
E.P. Açıkla lüften.
S.B. Başka herhangi bir balık da seçilebilirdi. O, büyüklüğü yüzünden seçildi. İn
san genomunu dizinleyeceklerdi, ama ben haklıydım: teknoloji böyle büyük
bir problem için henüz uygun değildi. Teknolojik bir ilerleme gerekliydi. Ni
hayet dizinleme yüzlerce makineyle “fabrikalar”da yapıldı. Fugu balığı geno
muna “iskonto genomu” diyorum ben. Tüm bunlar doğrulandı. Fugu balığı
nın DNA’sı daha az olduğu için, onu incelemek çok daha kolaydı. Öngördü
ğümüz üzere, balık dizinlemesi, insan genomunu yorumlamaktaki büyük ya
rarlılığını kanıtladı. O zaman kimse bunu desteklemedi tabii. Korkarım bu,
165
H AYAT KİTABI
Stalinist diye nitelediğim türden bir organizasyonun doğasında var; her önü
ne gelen bilimin nasıl ve kimlerce yapılması gerektiğine, neye izin verilip ne
ye verilmeyeceğine hükmeder, alternatifleri desteklemeyen bir sıfır-sapma
politikası uygulanır. Neyse, sonuçta çok şükür desteklenmesini sağladık ve
balık dizilimi gerçekleşti.
E.P. Artık sonuca daha mı yakınız?
S.B. Evet, genomları yorumlamaya daha yakınız, ama korkarım çoğu bilimci,
özellikle de bilgisayar uzmanı, cevapları bilgisayarların bulacağına inanıyor.
Sanmıyorum. Bence bugün çoğu insanın yaptığından çok daha derin genom
analizlerine ihtiyacımız olacak. Balık genomu çalışması çok faydalıydı. Bir
araçtır. En çetin entelektüel problem şu: dizilimler sayesinde geçmişi yeniden
yaratabilir miyiz? Genomlar kayıtlı tarih demek, ama onları nasıl okuyaca
ğımızı öğrenmemiz lazım.
E.P. Balıktan insana nasıl evrildiğimizi anlamak için?
S.B. Aynen öyle. Bir zamanlar annenin rahmindeyken küçük bir balıktın. Solun
gaçların ve herşeyin vardı. On dokuzuncu yüzyıldan Ernest Haeckel’in çok
ünlü bir sözü vardır: “Bireyevrim [ontogeny\ türevrimi tekrarlar.” Embriyo
gelişiminde, insan olmadan önce, küçük bir balıkken küçük bir kurbağa ol
dun.
E.P. Balık sayesinde?
S.B. Başlatan balıktı.
E.P. Bu genom çalışmasının geleceği ne? Geçmişimiz hakkında ne kaydedebilece
ğiz? Geçmişten öte, geleceğimizi biraz daha iyi kontrol etmemize yardımı
olacak mı?
S.B. Hayır. Geçen yıl DNA’nın ellinci yıldönümü kutlamalarında sağa sola seya
hat ederken farkettiğim bir şey bu. “İnsanın genetik açıdan iyileştirilmesi'
üzerine birçok konuşma yaptım ve birçok konuşma da dinledim.
E.P. Germline21 genetiği ?
S.B. “Germline genetiği.” Kalıtımsal iyileştirme. “Aslında bu böyle olmaz tabii’
diye düşündüm. İnsan biyolojik evrimi terketti; bu artık kadük bir teknolo
ji. Son on bin yıldaki kazanmalarımıza bak, bunlar genlerle olmadı. Beyinle
oldu. Makas değiştirdik: biyolojik evrim beyni üretti, ama şimdi beyin fark
lı bir evreye ilerliyor -kültürel evrime doğru. Komedyen Woody Ailen bey
nin insan vücudundaki en önemli ikinci organ olduğunu söylerken yanılıyor:
beyin en önemli organdır. Genetik değil de kültür üzerinden, beyinlerimizce
yaratılan bir iyileştirme çok daha iyi olacaktır diye düşünüyorum.
E.P. Teknolojiyle mi?2
166
GİZLİ KOD
167
H AY AT KİTABI
168
GİZLİ KOD
169
-1 9 -
Eduardo Punset: Hiç hayal kırıklığı hissettin mi? Genomu dizinleme işini başa-
170
İNSAN G EN O M U N U N ÖTESİNDE
171
H AYAT KİTABI
172
-2 0 -
İkinci Beyin
r73
H AYAT KİTABI
24 G ene expression: Gene kodlanmış genetik bilginin RNA ve protein yapmak üzere açımlanması.-çn
174
İKİNCİ BEYİN
Figür 3. Şempanze ve insanın gırtlakları; şempanzeler ve diğer büyük maym unlar ile insangillerin gırt-
.ak nüzulu arasındaki fark. Bu fark konuşurken boğulmayı önlüyor. Y ani sadece insanlar boğularak ö l
me riski olm aksızın konuşabilirler.
i75
H AYAT KİTABI
vanlar olduğu sanılıyor. İnsandaki ses aygıtının karmaşıklığı dil için gerekli
mi, şart mı?
P.T. Biz insanlar dillerimizle değil, beyinlerimizle konuşuruz. Arada köklü bir fark
var. Biz beynimizle konuşuyoruz. Gırtlak, boğaz, dudaklar, dil -konuşma
anatomisinin organları- beynin emirlerini yerine getiren uygulayıcılardır sa
dece. Yani beynimizle konuşuyoruz.
E.P. Yeteri kadar büyükse.
P.T. Bu da diğer bir mesele, belki sen cevaplamak istersin Ralph. Konuşmaya yol
açan şey beynin büyüklüğü müydü?
R.Ho. Kuşkuluyum. Konuşma yeteneğinin gelişiminde sanırım beyin korteksiyle
kimi alt-korteks parçalarının organizasyonu daha önemli. Doktoramı biti
rince mikrosefali üzerine çalışmıştım. Ve gördüğüm şey gerçekten enteresan
dı. Şimdi söylediğim şeyi tanıtlıyordu. Mikrosefali, çok küçük bir kafa olu
şumuna yol açan bir çekinik araz. Bunun için genin çift dozda olması gereki
yor. Yüz ve vücudun geri kalanı normal gelişiyor, ama beyin erkenden, fetüs-
te gelişimini durduruyor. Kişi çok küçük, bazan maymunlarınkinden bile kü
çük bir beyinle doğuyor. Mikrosefalikler, bazıları, konuşup anlaşabilir, ama
hayatta kalanlar zihnen son derece geridir. Ama yine de konuşabilirler. An
tropolojideki bir teoriye göre, insanın normal dil gelişimi için 650 santimet
re küp beyin kütlesi gerekli. Normal büyüklüğe ulaşamasa bile konuşmayı
sağlayacak şekilde organize edilebiliyor beyin.
E.P. Belki de fark konuşmadan çok yazmada.
P.T. Onlarca yıl insanlar konuşmanın ne zaman başladığını tartıştı, ama bildiğim
kadarıyla hiç kimse yazma meselesini gündeme getirmedi Eduardo. Arkeolo
jik araştırmalar yazı ve yazı öncesinin kökenlerini ortaya koyuyor. Bugün ya
zı diye bildiğimiz şey birdenbire oluşmadı, İspanya, Fransa ve Güney Afri
ka'daki mağaralarda temsilî çizimler ve resimler ortaya çıktı önce.
E.P. Ne zaman? On bin yıl önce?
P.T. Evet, muhtemelen daha da önce. Cape Town yakınındaki bir arkeolojik alan
da altmış bin yıl öncesinden kalma bir sanat eseri bulundu. Fransa’daki ma
ğaralarda bulunan bazı resimler yirmi beş bin yıl öncesine uzanıyor. En eski
si, yakınlarda keşfedilen ve altmış bin yıl öncesine uzanan bir gravür.
R.Ho. Avustralya’da yaklaşık altmış bin yıl öncesine ait mağara resimleri bulun
du.
P.T. Bu tam olarak yazının başlangıcı. Resimlerdeki vuruşlar yavaş yavaş, hiye
rogliflerde olduğu gibi, daha stilize hale geldi.
E.P. Ve sembollere dönüştü?
P.T. Evet, toplulukça anlaşılabilen sembollere; ve bu önce Çin, sonra Yakın Do
ğu ve daha sonra da Yeni Dünya denen yerde yazının doğuşuna yol açtı. Gü
176
İKİNCİ BEYİN
ney Afrika’da Hottentot’lar denen (San Buşmeni) bir kabile stilize tarzda
gravürler yaptı, aynı Mısır piktogramları gibi. Hocam Profesör von Rich-
tlow derdi ki, “Zenci toplulukları Güney Afrika’ya varmasaydı, sarı ırk olur
du”. Ve beyazlar da mağalardan çıkmamış olurdu. Bu insanlar ayrı ayrı ya
zıyı yeniden keşfetti veya keşfetmek üzereydi.
E.P. Bizi diğer hayvanlardan ayırdığı sanılan özelliği bulmak için canla başla uğ
raşmamız gülünç bir manzara yaratıyor. O kadar çığırtkanlık yapıldığı hal
de, iddia edilen farkların yanlışlığı ardı ardına kanıtlandı. Önce, alet kullanı
mı dendi, ama aletlerin neredeyse tamamen şempanzelerce de yapıldığı orta
ya çıktı. Ve alet teorisi terkedildi. Sonra dil dendi, ta ki yunusların da konuş
tuğu keşfedilene kadar. Peşinden de sembolik kapasite ileri sürüldü. Doğru,
şempanzeler genelde bayrak sallandırmaz, ama sembolik kapasite bakımın
dan belki de insanlarla diğer hayvanlar arasındaki en büyük fark yazıdır.
R.Ho. Dili beynin, diğer bilişsel öğelerle ortak bazı özellikler taşıyan, bilişsel bir
faaliyeti olarak görmek lazım. Fosil kalıntılarında yüksek standartlı model
ler uyarınca üretilmiş taş aletler bulunması müthiş bir şey. Bu modeller,
örümcekleri ağlarına göre sınıflandırmak misali, genetik mekanizmalarla
açıklanamaz. Taş aletler sıradışı özellikler sergiliyor. Bunlar ileri derecede
bir sosyal bağdaşım olmadan üretilebilir miydi yani?
E.P. Bu derecede bir bağdaşım belki de iletişim kurabilmeyi gerektirdi, doğru mu?
R.Ho. Evet, aynen. Demek istediğim, ileri derecede bir sosyal kontrol gerekliydi,
ama aşağılayıcı veya otoriter anlamda değil, yaşantıyı paylaşma yetenekleri
nin çok güçlü olması anlamında. Beyin o zamanlar da iki yarımkürenin si
metrisini sergiliyor, soldan sağa ne tip işlemlere yatkın olduğunu. Sağ el yat
kınlığını gösteriyor. Nick Toth adında bir arkeolog, taş aletler yapılırken ko
pan parçaları inceledi. Aletlerin üretim yöntemini aynen tekrar ederek sağ el
le yapıldıklarını ortaya çıkardı. Bu yeteneklerin evrimini açıklayan anahtar
sosyal davranıştır.
E.P. Beynin iki yarım küredeki farklılığı, dilin bir tarafa konumlanması ve insan
gillerde sağaklığın baskınlığı, bunlar ne zaman oldu? İki milyon yıl önce mi?
R.Ho. Evet, iki milyon yıl önce. Çince ve İngilizce konuşanların beyin modelleri
ne manyetik titreşim teknikleri uygulanarak yapılan bir araştırmanın özetini
okudum. Dört test yapıyorlar (tam olarak hatırlamıyorum), tonlama, sen
taks, fiil ve isim yapısının algılanışıyla ilgili. Çinlinin beyin bölgelerindeki ay
dınlanma İngilizinkinden daha fazla, çünkü dillerinde daha fazla tonlama
kullanıyorlar. Çinliler bu beyin modeliyle doğmuyor, ama dillerinin gelişi
miyle beynin belli bölümleri büyüyor. Çevre beyin yapısını etkiliyor ve beyin
yapısı da çevreyi. İnsanların hepsi kendi kültürünün dilini aynı dönemde öğ
renir. Dilin oluşumunda genetik bir bileşen bulunduğuna şüphe yok.
177
H AYAT KİTABI
E.P. Madem insanlar sentaksı çok genç yaşta dillerine katıyor, o zaman bir şem
panze de söz dizimi yapabilir mi?
P.T. Dilin genetik bir kökeni var. Doğumdan kısa bir süre sonra dil becerilerinin
ortaya çıkmasında belirleyici olan şey beyin; bazı yetenekleri kalıtsal olarak
alıyor, ki bunlar kimi zaman çok özel yeteneklerdir. Johann Sebastian
Bach’ınki gibi bir müzisyenler ailesinde müzikalite genetik kurulumun bir
özelliği olabilir, ama tabii neyin genetik olarak belirlenip, neyin çevre etki
sinden kaynaklandığına dair bir ayrım yapmak çok zor. Genler Beethoven’in
müziğiyle ritmik blues arasında bir ayrım yapamasa bile, bir insanın müziğe
daha duyarlı olmasında belirleyici rol oynayabilirler. Müzikalite, matema
tiksel deha veya bazı ciddi hastalık türleri bazı ailelerde yaygın. Bazı insan
larda deha ve şizofreni biraradadır. Yakın geçmişin iki Nobel Ödülü sahibi
şizofreniktir. Einstein’ın oğlu şizofrenik. Evrimsel bir perspektifle bakarsak,
yüz elli bin yıl öncesine veya daha gerilere giden bir şizofreni geni, psikotik
davranış yerine, müzikalite, deha, liderlik ve dindarlık şeklinde tezahür etmiş
olabilir mi? Dindarlık kültürel evrimin başlarında çok önemli bir rol oynadı.
R.Ho. İnsanoğlunun insicamı bozulmuş durumda ve seçilim nedeni de bu zaten!
E.P. Sizin gibi beynin evrimini inceleyen bilimcilere bakınca, cevaplarınız her za
man birbiriyle uyumlu gibi görünmüyor. Bir meslektaşınız, New York’tan
bir fizyolog, Rodolfo Llinâs beynin ancak gerekliyse oluşacağını söylüyor.
Mesela bitkilerin beyne ihtiyacı yok, çünkü esasen yön bulmaya ve belli olay
ları öngörmeye yarıyor beyin [bölüm 11].
P.T. Bitkilerde gerekmediği için beyin bulunmadığı yollu bu ifadene katılmıyo
rum, bu katıksız ilahiyat veya eski Lamarck’çı söylem. “Biz memelilere bir
beyin lazım ve bu yüzden de beynimiz var” şeklindeki yaklaşım bilim değil,
inançtır. Korkarım bu savı kabul edemeyeceğim Ralph.
E.P. Biz insanlar dil becerisi geliştirdiğimiz için mi diğer hayvanlardan daha zeki
yiz, yoksa daha zeki olduğumuz için mi bu beceriyi kazandık?
R.Ho. Bilmiyorum. Soruyu böyle sormanın doğru olduğunu sanmıyorum.
E.P. Dil becerisini zekamız sayesinde mi edindik, yoksa zaten bu beceriye sahip
miydik? Ya da belki, senin dediğin gibi, organizasyon ve genler dil becerisi
geliştirmemizi sağladı ve bu da bizi diğer hayvanlardan daha zeki yaptı?
R.Ho. Dil sosyal etkileşim ve davranışın gelişimine epey katkı yaptı. Müthiş bir
şey, çünkü tesadüfi bir koda dayanıyor. Yani kelimelerle gerçeklik arasında
bir ilişki bulunması gerekmiyor, dolayısıyla da hayal gücü gerçekliği istediği
gibi kurgulayıp istediğini söyleyebilir, tutarlı olmasa da. “Sarı su aygırı mavi
çizgili zürafaya baktı ve sinirlenip kuyruğunu tekmeledi” diyebilirsin. Hayal
gücü insan zihninin bir kapasitesidir, ama bizi günaha götürür. Kurgulama
büyük projeler yaratır, mesela dinleri.
178
İKİNCİ BEYİN
179
H AYAT KİTABI
180
İKİNCİ BEYİN
181
-2 1 -
Douglas Wallace, Irvine, Kaliforniya Üniversitesinde Donald Bren Moleküler Genbilim Profesörü
ve Moleküler/Mitokondriyal Tıp ve Genbilim Merkezi yöneticisidir.
182
ANNENİZDEN GELEN ÖLÜMSÜZLÜK
Douglas VVallace: Mitokondriya insanın öteki hücreleridir. Her hücre içinde ha
yati önem taşıyan, bakteri menşeyli bir koloni var, yani hücre enerjisinin üre
teçleri olan mitokondriya. Vücudun geri kalan tüm enerjisini onlar sağlar. Şu
an ayağında yaklaşık on üzeri on yedi adet mitokondriya bulunuyor.
Eduardo Punset: Peki bu mitokondriya nereden geliyor?
D. W. Mitokondriyanın çok ilginç bir kökeni var. Başlangıçta, yaklaşık iki milyar
yıl önce serbest bakteriydiler. Sonra bizim hücrelerimizin de kaynağı olan
hücrelerle kuşatılıp, onların içinde yaşamaya başladılar.
E. P. Simbiyotik bir eşgüdüm halinde?
D. W. Aynen. Önce -bizim hücre çekirdeğimizi barındıran—çekirdekli konut hüc
reye koruma sağladılar, Dünya atmosferinde ortaya çıkan oksijen gazı artı
şına karşı bir koruma. Dünya atmosferinde önceden çok az oksijen vardı.
Fotosentezin icadıyla birlikte, moleküler oksijen atık madde olarak dışa sa
lınmaya başladı. Bu salınım da atmosferde indirgenmeden yükseltgenmeye
[ıoksidasyona ]26 doğru bir değişim yarattı ve çok, pek çok organizma öldü.
E. P. İnsanlar tüm bir gezegen atmosferinin bakteriler tarafından değiştirildiğini
unutuyor.
D. W. Tüm bir ekosistem değiştirildi.
E. P. İnanılmaz bir şey, değil mi?
D. W. Evet. Bu mitokondriya havadan aldığı oksijeni, yediğimiz besinlerdeki kar
bonhidratların, yağların, proteinlerin vs. hidrojeniyle tepkimeye sokarak, ye
ni bir şey yaratma becerisini geliştirmiş durumdaydı. Artık açığa çıkan ener
ji hücre tarafından kullanılabilsin diye alıkonuyordu. Bu mitokondriya —ki
oksijen ihtiva ediyordu- zehirli oksijenden kurtulmanın yolunu buldu. Dola
yısıyla konak hücre içine kapatılınca yaptıkları ilk şey de, konak hücreyi tok-
sik oksijenden korumak oldu ve bu da simbiyoza istikrar sağladı. Sonra ko
nak hücre mitokondriyayı kendisi için ATP, yani enerji molekülü üretmeye
yönlendirdi. Ve gerisi, dedikleri gibi, artık tarihin sayfalarında.
E. P. Peki bugüne nasıl geliyoruz?
D.W. Mitokondriyanın en müthiş yanı, hücre sitoplazmasında, çekirdek dışında
yaşadıkları için, kalıtsal olarak çekirdek genleri gibi geçmeyişleri. Sitoplazma
-6 Elektron/hidrojen azalımı vc oksijen artışı; mesela karbonun yükseltgenmesiyle karbon dioksit ortaya çıkıyor.-çn
183
h a y a t ki tabi
Figür 4. Elektron m ikroskopuyla oldukça büyütülmüş bir m itokondriya görüntüsünden elde edilen ara
kesit çizimi.
184
ANNENİZDEN GELEN ÖLÜMSÜZLÜK
hücreye enerji veren, onu idame ettiren mitokondriyada ne olup bittiğini an
lamak için çok az yatırım yapıldı, değil mi?
D. W. Aynen öyle. İnsan hücreleri ikiye ayrılır ve çekirdekli olanı bunlardan sade
ce biridir. Diğeri ihmal ediliyor, ki aslında aynı derecede önemlidir. Kullan
dığımız hemen tüm enerjiden ve tabii toksik oksijen radikallerinden bu hüc
re sorumludur. Mitokondriyanın aslında bir başka ilginç özelliği daha var.
Enerji ve toksik atık üretiminin yanısıra, hastalandığında kendi kendine ve
hücreye imha emri veren bir kendini imha özelliği bulunuyor.
E. P. Ünlü apoptosis: programlı intihar.
D. W. Aynen. Dolayısıyla enerji santralleri işe yaramaz hale gelince mitokondriya
mesaiyi durduruverir ve böylece vücutta zehirli oksijen radikalleri üreten
hücre bulunmasını engeller. Hangi hücrenin içindelerse onu apoptosis yoluy
la yokederler. İnsanda her an pek çok hasarlı mitokondriya vardır ve bu tüm
hücrenin ölümüyle sonuçlanır. Yaşlanmayla birlikte mitokondriya hasarı
olan hücre sayısı artar. Apoptosis gerçekleşir ve hücreler ölür. Sonunda do
kunun işlevini sürdürebilmesi için geriye çok az hücre kalır.
E. P. Peki bu arada biz ne yapabiliriz? Yani mitokondriya programlı intihar kara
rını vermeden önce?
D. W. Mitokondriyaya yönelik, toksik oksijen radikallerini bertaraf eden haplar
geliştirmeye çalışıyoruz. Süpürgeyle kurum temizlemek gibi. Böylelikle mito-
kondriyanın yolaçtığı kirliliği azaltabilirsek, hücrenin dirliğini koruyabilece
ğiz.
E. P. Peki oksijen radikallerine karşı eczanalerde satılan haplar için ne düşünüyor
sun? C ve E vitaminiyle karoteni kastediyorum. Mitokondriyaya henüz doğ
rudan müdahale edemiyorken, bunlar işe yarar mı?
D. W. Evet. Bir başlangıç. C vitamini, E vitamini ve karoten oksijen radikellerinin
mitokondriyaya etkisini azaltıyor gerçekten de. Ama oksijen radikallerini
yoketmede çok etkili değiller. Sürekli olarak ya da, yaygın söyleyişle, katali
tik olarak, arabalardaki katalitik konvertörler gibi kirliliği azaltacak haplar
geliştiriyoruz. Böylelikle katalist sürekli yenilenerek atık yokedilecek.
E. P. Peki bunu başarırsanız yaşlanma nasıl bir şey olacak?
D.W. Alzheimer, bazı körlük ve sağırlık tipleri, bazı kalp ve böbrek hastalıkları ve
ya şeker gibi, hasarlı mitokondriyadan kaynaklandığına inandığımız dejene-
ratif hastalıkların ilerleyişini engelleriz diye umuyoruz. Bu hastalıkların mi
tokondriyada oluşan hasar nedeniyle ortaya çıktığına inanıyoruz. Dolayısıy
la bu hasarı önleyecek bir ilaç yapabilirsek, yaşlandıkça ortaya çıkan sorun
ları durdurabiliriz.
185
-2 2 -
Yaşlanmanın Kaçınılmazlığı?
Tıp Profesörü Tom Kirkwood, Newcastle Üniversitesi Yaşlanma ve Sağlık Enstitüsü’nde ve Yaş
lanma ve Beslenme Entegre Sistemler Biyolojisi Merkezi’nde Yönetici’dir.
186
YAŞLANMANIN KAÇINILMAZLIĞI?
cak. Eğitimde devrimsel bir değişim yaşıyoruz, yeni bilgi müthiş bir akıldan çı
karma işlemiyle şekilleniyor. Asıl dayanağımız bilgi değil, akıldan çıkarma kabili
yetimiz olacak.
Akıldan çıkarma, bilimsel bilgi dahil, tüm bilgi dallarında uygulanıyor. Bilim
le diğer bilgi disiplinleri arasında tek fark var: bilimsel bilginin varlık sebebi tam
da deney ve test yardımıyla akıldan çıkarmaktır. Ve bunu şimdiki konumuz, yani
ölümsüzlük biyolojisi gibi elle tutulurcasına sergileyen pek az bilgi disiplini var
dır. Doku yenileme ve tazelenme [antiaging] süreçlerini incelemek için iyice kök
leşmiş bazı mitlerin çürütülmesi gerekiyor.
İlk büyük mit, insanın ölmeye programlandığı yolundaki kesin yargıdır. Fizik
sel ve zihinsel sağlık herşeyden önce bu safsatanın sökülüp atılmasını gerektiri
yor, ama tazelenmeyi araştıran bilim camiasında bile yaygın kabül gören bir şey
bu. Birçok bilimci hâlâ yaşlanmayı düzenleyen dahilî saati bulmak için uğraşıyor.
Birleşik Krallık, Nevvcastle Universitesi’nde gerontolojist olan Tom Kirkvvood
yaşlanmanın genetiği ve evrimi konusunda önde gelen bir uzman. Programlı
ölüm teorisinin de yılmaz bir muhalifi. Ona göre yaşlılık, ömür boyu hücre ve do
kularda meydana gelen tahribatların bir sonucu aslında.
Tom Kirkvvood: Yaşam süresini ölçüp, süre dolunca yaşama son veren bir saat
üzerine epey tartışma yapıldı, ama yaşlanmayı anlamanın önemli adımların
dan biri aslında bir ölüm programı olmadığını keşfetmekti. Kalıtsal bilginin
sağkalıma hizmet etmesi enteresan, yani fiiliyatta olanın, yaşamı sonlandıran
ölümün tersine işliyor. Ölmekte olan birinin vücudunu incelersek, tüm hüc
re ve organların vücudu canlı tutmaya çalıştığını görürüz. Yaşamı yöneten
program asla ölüme teslim olmuyor.
Eduardo Punset: Bazı hücreler vücut öldükten sonra da sağkalım mücadelesini
sürdürüyor.
T.K. Evet. Çünkü ölüm haberinin vücuda yayılması zaman alır. Vücut öldükten
dakikalar veya saatler sonra bile bazı hücreler hâlâ canlıdır. Yeni ölmüş bi
rinin vücudundan nakil amacıyla bir organı çıkardığımızda, bu organ birkaç
saat canlı kalıyor. Kalp ve böbrek vücut ölmüş olsa da canlı kalır ve bir baş
ka canlı bedene konurlarsa kurtulabilirler. Yani ölü bir bedende organların
hücreleri sağkalım savaşı veriyor. Yaşlanma sürecini anlamak bakımından
önemli bu, dolayısıyla da başlangıç noktamız ölüme yolaçan bir program
arayışı değil, ki aslen böyle bir şey yok. Elayatımız kısmen genlerimizle belir
leniyor. İşlevlerinden biri sağkalımı gerçekleştirmek. Beden, harikulade sağ-
kalım programına rağmen yaşlanır ve ölür, çünkü ilelebet yaşayamaz.
E.P. Yani mitleri akıldan çıkarırsak, hayatla ilgili biyolojik bir sınırlama yok.
T.K. İnsan hayatıyla ilgili biyolojik bir sınırlama olduğu fikri büyük bir safsatadır.
187
HAYAT KİTABI
Yaşlandıkça, uzun süre hayatta kalmanın giderek zorlaştığı doğru. Ama bu.
bir mil dünya koşu rekoru gibi: aşılamaz mutlak bir süre yok. Uzun zaman
kimse bir mili dört dakikanın altında koşamadı, ama 1950’lerde bu başarıl
dı. Gerçi sürekli yükselmeleri nedeniyle rekorları kırmak giderek zorlaşıyor,
ama yine de bu mutlak bir sınır olduğu anlamına gelmez. Ve yaşam süresin
de bir mutlak sınır olmayışı da, bir program olmayışıyla bağlantılı. Yaşlan
ma sürecini daha iyi anladıkça, önceki kuşaklara göre daha iyi bir halde ile
ri yaşlara geleceğiz -insan bedeninin sağkalım yeteneği biraz daha güçlendi.
İnsan uzun ömür rekoru yüz yirmi iki yıl beş ay. Kırılması biraz zaman ala
cak, çünkü kimse bu yaşa yaklaşmıyor, ama er ya da geç kırılacak.
E.F. Yanlış anlaşılan ama iyice kökleşmiş bir başka kavrama işaret ettin. Sanırım
uzun ömür, ortalama yaşam süresinden ziyade, eskiye göre daha az çocuk öl
mesi nedeniyle arttı, değil mi? Bebek ölümleri bayağı azaldı—
T.K. Doğru. Yüz yıl önce, dünyanın en zengin ülkelerinde bile ortalama yaşam sü
resi çok düşük ve bebek ölümleri çok fazlaydı. Pek çok çocuk iki, üç veya
dört yaşına gelmeden ölüyordu —çok defa enfeksiyon hastalıkları nedeniyle.
Dört yaşında ölen bir çocukla seksen dört yaşında ölen yaşlı bir adamın ve
receği ortalama ömür süresi kırk dört yıldır. Neyse ki Batı’da bebek ölümle
rinin kökünü önemli ölçüde kuruttuk. Bu fevkalade, övgüye değer bir şey, in
san gayretkeşliğinin bir sonucu.
E.P. Yine de ölümden kaçamayan bir türüz. Yaşlanıyoruz ve buruşukluklar ölü
mün yaklaştığını gösteriyor. Neden bazı türler ölmez veya ölümsüz gibiyken,
diğerleri daha çabuk ölüyor? Neden böyle büyük bir fark var?
T.K. İnsanın ömür süresi en fazla yüz yıl, diğer yanda fare üç, köpek on beş ve ke-
diyse yirmi beş yıl yaşıyor. Bu farklılıkların sebebi, evrimsel biyolojiyle ala
kalı, çok ilginç ve çetin bir bilimsel araştırma konusudur. İncelememiz gere
ken şeyler var: Doğal seçilim süreci, organizmanın genleriyle vücut yapısı
üzerinde nasıl bir etkiye sahip, farklı yaşlanma özellikleri geliştirirken nasıl
davranıyor?
E.P. Ama neden tatlı su polipi ya da deniz şakayığı gibi türler adeta ölümsüz?
T.K. Alman doğa bilimci August Weissmann’m 1880’de bulduğu üzere, organiz
manın temel özellikleriyle ilgili bir mesele bu aslında. Bir organizmada iki tip
hücre vardır. Biri, vücudun yeni nesilleri yaratan üreme hücreleri-
E.P. Kök hücreler, değil mi?
T.K. Aynen, kök hücreler. Diğeriyse beyni, kalbi, böbreği, deriyi oluşturan, gele
cek nesillere gen aktarmayan hücreler. Bu kullanıp atılan hücrelere soma
[gövde] deniyor. Yaşlanma, basit vücut akşamının, yani somanın bir özelli
ği. Kök hücreler müthiştir. Babanın bir spermi annenin bir yumurtasıyla bir-
leşince, yeni vücudun ilk hücresi oluşur. Ve bölünmeye başlar. Ama anneyle
188
YAŞLANMANIN KAÇINILMAZLIĞI?
babanın sperm ve yumurtası nasıl ortaya çıktı diye sorup, zamanda geriye gi
dersek, varacağımız yer-
E.P. Uç milyar yıl öncesidir-
T.K. Aynen, üç milyar yıl öncesi. Yani biz biyolojik bir mucizeyiz, çünkü üç mil
yar yıldır süren kesintisiz bir hücre bölünme zincirinin ürünüyüz. Öyleyse
üreme hücreleri —kök hücreler—ölümsüz demektir. Bir nesilden diğerine ak
tarılıyorlar. Ve bu üreme hücreleri yaşlanmamayı başarıyor. Tatlı su polipi
veya deniz şakayığı gibi organizmalar ölümsüz gibidir, çünkü aslında orga
nizmanın tamamı köksel. Tatlı su polipinden bir parça kesip bir bardak te
miz suya koyarsan, bu parça büyüyerek yeni bir tatlı su polipi olur, çünkü
kök hücreler organizmanın tamamına yayılmış durumdadır. Ne var ki, insan
hücrelerinin çok azı köksel. Bir parça deriyi bir tas su içine koysan, yeni bir
insan oluşturamazsın, çünkü deri hücreleri somatiktir. Yaşlanma somanın
bir özelliğidir.
E.P. Sen ölümsüz hücrelerden, insan vücudundaki kök hücrelerden sözederken
aklıma geldi: fizikçilere göre atomlar ölümsüz ve vücudumuzun yüzde
99’unu oluşturuyorlar. Çelişki şu: ölümsüz hücrelerden ve neredeyse ölüm
süz atomlardan oluştuğumuz halde, ölüme mahkumuz. Esasen geçici veya
kullanıp atılan soma nedeniyle yaşlandığımıza inanıyorsun? Bundan kastın
ne? Araştırmalarına bakarsak, genleri çok zeki varlıklar olarak görüyor gibi
sin; kar-zarar analizi yaparak, hayatın desteklenmesi veya uzatılması için
enerji sarfedip etmeyeceklerine karar veriyorlar. Teorine göre yaşlanma bu
kararda gizli, destek eksikliğinden kaynaklanıyor.
T.K. Tabii. Şunun altını çizmek istiyorum: genler düşünmez, ama bazan biz bir bi
linç atfediyoruz onlara, halbuki böyle bir şeye sahip değiller. Genler kararlar
vermez. Mütasyonlar ve şans sayesinde daha iyi stratejilere sahip olan gen
ler, topluluk içindeki farklı gen formları arasına sokulurlar. Yine de bazan
genlerden, sanki düşünebilirlermiş, sanki farkındaymışlar gibi sözetmek da
ha elverişli oluyor. Bu üslupla devam edelim. Bir genin başarılı olup olmadı
ğı nasıl belirleniyor, bunu anlamaya çalışalım. Bir genin başarısı, gelecek ne
sillerde kendisini daha fazla kopyalayacak bir vücut oluşumuna katkısıyla
ölçülür. Vücudun oluşumunu ve hayatı boyunca yaptığı herşeyi genler yön
lendirir. Bir kere en başta vücut büyümek, karmaşık bir gelişim sürecinden
geçmek zorundadır, çünkü yaşam tek bir hücreyle başlar.
E.P. Sonunda trilyonlarca hücre olur.
T.K. Evet, binlerce ve binlerce defa milyonlarca hücre. Büyüme süreci ilerlerken
hatalar yapılır. Bir hücre ne zaman bolünse, kopyalama hataları olur. Ve ya
şamın her anında, sırf sıcak bir organizmada oluşan titreşimler nedeniyle,
protein hasarı meydana gelir. Proteinler büyük bir hızla çalkalanır ve yeni
189
HAYAT KİTABI
proteinlerin yapımında hatalar olur, yani şu an bile, biz burada oturup ko
nuşurken içeride işler kötü gidiyor. Vücutta pek çok şey ters gider. Gün be
gün, ay be ay, yıl be yıl yaşıyor olmamız destek için ayrılan devasa bir yatı
rımın sonucudur. Vücudun, hücreleri formda tutma faaliyeti müthiştir.
E.P. Her hücrenin her gün on bin darbe aldığını yazmıştın. İnanılmaz bir şey, on
bin darbe!
T.K. Evet, milyon kere milyon hücremiz var. Vücuttaki bu hücrelerin hepsi her
gün DNA’larına on bin kadar darbe alır. Bu darbeler, şaşırtıcı ama, dostu
muz oksijenden geliyor. Neyse bu ayrı bir hikaye. Bazan unutuyoruz ama
oksijen, bize yaşabilmek için gerekli şeyleri sağlayan bir dost olsa d a-
E.P. Bir katildir.
T.K. Hem dost, hem katil. Asıl mesele şu: hücreler her gün o kadar hata ve darbe
ye maruz kalıyorsa, bir hafta yaşamamız bile şans eseri demektir. Bir hafta
dan fazla yaşayabiliyoruz, çünkü hasar belirleyip onarmaya çalışan harika
bir DNA onarım sistemimiz var. Dolayısıyla bir hücrenin DNA’sına aldığın
f0,000 darbeden 9,997’si yarın onarılmış olacak. Ama bu cömertlikten kay
naklanmıyor. Genler bakım onarım işlemleri için ne kadar enerji harcaya
caklarına karar vermek zorundalar. Çünkü özetlersek -büyüme üzerine ko
nuşmuştuk, bakım onarımdan bahsediyoruz—enerji ve kaynak yatırımı ge
rektiren başka işler var, mesela bebek yapmak. Genlerin gelecek nesillere yö
nelik kopyalar üretmesi esastır.
E.P. Diyorsun ki, bebek yapmakla uğraşırken bakım onarım işlerini yürütemez
ler.
T.K. Cari hesaptaki para gibi. Tatile çıkar veya şık bir restoranda akşam yemeği
yersen, ertesi hafta bankada arabayı tamir ettirecek para bulamazsın. Aynı
parayı iki defa harcayamazsın. Bir organizma vücudu idame ettirmek için ne
kadar harcama yapacağına karar vermek zorundadır. İnsanların asıl dünya
sı çok farklıdır, her zaman şimdiki gibi değildi. Evrim sonucu çok zeki olduk,
uzun süre yaşıyoruz, yırtıcı hayvanlarca parçalanıp ölmüyoruz ve bugün Ba-
tı’da enfeksiyon hastalıklarından ölen kimse yok gibi. Ama iki yüzyıl önce
hayat farklıydı. İnsanlar genç yaşta ölüyordu, ortalama ömür süresi otuz ve
ya otuz beş yıldan fazla değildi. Hayat süresi yaklaşık otuz yılsa, genler vü
cudu idame ettirmek için ne kadar kaynak ayırır sanıyorsun?
E.P. Çok az. Hayat çabucak sona ereceği için.
T.K. Çok az. O kadar kısa bir hayat için mükemmel bir vücut gerekli değil, ener
ji israfıdır. Bizim açımızdan üzücü ama, genler vücudu kullanıp atılan soma
olarak görüyorlar. Yeni doğumlarla yeni neslin devamı garanti altına alındı
ğı an, yaşlanmaya başlarız. Artık çoğaldıktan sonra genlerin vücudu idame
ettirmek için kaynak ayırması lüks olur, israftır. Vücudumuzdaki organlar
19 0
YAŞLANMANIN KAÇINILMAZLIĞI?
19 1
HAYAT KİTABI
E.P. İkinci tehdit, yaygın adıyla, serbest radikaller, hücre aleyhine çalışan tahrip
kar yaratıklar. Bu serbest radikallerin zoru ne?
T.K. Serbest radikaller dostumuz oksijenin karanlık yüzüdür. Vücut oksijeni ağ
zından soluyarak alır ve bu kana aktarılır, kan da onu vücuttaki her hücreye
taşır. Bir kez hücreye geldikten sonra içeri nüfuz etmesi küçük organellerle,
mitokondriyayla sağlanır [bölüm 21]. Bunlar hücre içindeki kapsüllerdir ve
aslında hücrenin enerji açığa çıkarmak için oksijen yaktığı yer de buralardır.
Yani bu oksijen, hücre içindeki enerji üretiminin temel bir unsurudur. Ama
evde enerji üreteyim diye şöminede oksijen kullanırsan, ne olur biliyorsun.
Ateşin çoğu şömine içinde kalır, ama arada bir parlayıp dışarı yayılabileceği
için tehlikelidir. İşte vücut hücrelerinde olan da budur: oksijenin çoğu güven
li bir şekilde kullanılır, mitokondriya içinde, ama hesaplamalara göre oksi
jen moleküllerinin yüzde 2 veya 3’ü, işlemin yürütüldüğü doğru kimyasal ka
nalların dışına kaçar ve—
E.P. Ve felaket yaratır.
T.K. Ve felaket yaratır, çünkü oksijen tepkimeye çok açık bir gazdır. Oksijenin
metal araba aksamanı nasıl paslandırdığı veya açık havada kalan yağa ne
yaptığı malum. Oksijen çok zararlıdır ve hücrelerde epey hasar yaratabilir.
Oksijenden kaynaklanan serbest radikaller buldukları ilk şeye saldırırlar ve
buldukları ilk şey DNA ise DNA’yı tahrip ederler. Zarsa, zarı tahrip ederler.
Proteinse, onu yokederler. Ve bu hayatının her dakikasında yaşadığın bir
Şey.
E.P. Telafileri neler? Tehditleri belirledik: mutasyonlar, oksitlenme ve mitokon
driya ile mitokondriya içindeki DNA’nın kırılganlığı. Sadece iki yol var gibi
görünüyor. İlki, bu günlük tehditlere maruziyeti azaltmak -nasıl olacağını
bize sen söyleyeceksin—ve İkincisi de somatik bakım onarımı geliştirmek.
T.K. Yaşlılığa gecikmeden karşı koyabilmek ve ileri yaşa iyi bir durumda gelme ih
timalini arttırabilmek için yaşlanmada ne olup bittiğini anlamak şart. Yaş
lanma sorununu çözmenin iki yolu var. Sebebi zaman içinde üstüste eklenen
hücre hasarlarıysa, biz de hasardan korunmaya çalışabiliriz. Diğer yol da
onarım işlemlerini iyileştirmeye çalışmak. Aslında ikisini de yapabiliriz.
E.P. Ne mesela?
T.K. Yaşlanmanın nedeni hasar ve bu hasarı yaratan ve yaratması önlenebilecek
unsurlardan biri de yediğimiz şeyler. Ne yiyorsak oyuz; yuttuğumuz hemen
herşey vücudun bir bölümünü oluşturur. Kötü beslenme, mesela çok yağlı ve
şekerli bir beslenme hücre ve dokular için zararlıdır. Kanda çok fazla şeker
dolaşımı iyi bir şey değil, proteinleri tahrip eder ve birçok soruna yol açar.
Bu yüzden şeker hastalarının bu kadar çok derdi var ve bu yüzden modern
insülin tedavisi bulunana kadar şeker bir erken yaşlanma hastalığı olarak gö
192
YAŞLANMANIN KAÇINILMAZLIĞI?
193
BÖLÜM 3
Geçmiş Biyosferler
Dünya da komşuları gibi, Güneş’in daha yakınındaki Venüs ve daha uzağındaki
Mars gibi olsaydı, kuru bir yer olurdu. Havada daha az nitrojen bulunur, hiç ok
sijen bulunmaz ve karbon dioksit çok fazla olurdu. Ama bizim burada yeşil bir
yaşam ve mavi bir göğümüz var. Yaşam son üç milyar yıldır Dünya yüzeyinin en
önemli jeolojik gücü. Dünya karbon dioksidi kireç taşı kayalarına çekerek soğu
du. Gezegenimiz ortalama derinliği 3,000 metre (3 kilometre) olan bir yüzey su
yunu muhafaza etti. Mars ve Venüs’de ortalama yüzey suyu derinliği bir metre
nin bile çok altındadır. Mars dondurucu derecede soğuk, Venüs ise kaynama de
recesinde sıcaktır. İkisi de bir kemik parçasından çok daha kurudur. Bizimkin
den çok daha asitli yerlerdir; Venüs’ün bulutları sülfürik asitten oluşur mesela.
James Lovelock’un Gaya hipotezi neden Venüs, Mars ve güneş sistemindeki di
ğer komşularımızın değil de, Dünya’nın mükemmel uygunlukta olduğunu açıklı
yor.
Fizyokimyasal bir dünyada yaşıyoruz, ama yaşam bazı fizyokimyasal yasaları
esnetiyor. Burada yaşam ekvatordan kutuplara, dipsiz derinliklerden dağ doruk
larına, çöller ve derin deniz bacalarına kadar uzanır. Yaşam gezegensel bir olgu
dur burada. Biz konuşan maymunlar sahneye çıkmadan 3 milyar yıl önce yeryü
zü yaşamla kaynıyordu. Ken Nealson’m “yaşam bir hatadır” derken ne kastetti
ğini anlarsanız, başka gezegenlerdeki bir yaşam türünün varlığından da hangi
kritirlere dayanarak sözedebileceğimizi görürsünüz
197
-2 3 -
James Lovelock bugün Gaya Teorisi diye bilinen kavramı geliştirmiş kişidir ve İngiltere, Corn-
wall’da Combe Mili Deney İstasyonu’nda bağımsız araştırmalar yürütmektedir.
198
YAŞAM, DÜNYA'NIN EFENDİSİ
oluşan asıl görüntü farklıydı bence. Konuştuğun zaman hep nasıl heyecan
landıklarını anlatırlar, mavi kürenin ev olduğunu, kendi evleri olduğunu far-
ketmişlerdir, yaşadıkları sokak veya şehirden veya vatandaşı oldukları ülke
den bile daha fazla kendi evleridir o küre, bunu farketmişlerdir.
E.P. Harika bir resim.
J.E.L. Öyle gerçekten.
E.P. John O rö’yu tanıyor muydun, uzun yıllar NASA’da çalışan İspanyol bilimci
yi?
J.E.L. Evet, tabii. Houston’da aynı üniversitede çalışmıştık.
E.P. Dünya’nın uzaydan görünen bu görüntüsü onu da etkilenmişti. Barselona’da
tanıştığımız zamanı hatırlıyorum, ilk meclis töreninde, Franco’nun ölümün
den sonra Katalonya’da demokrasi yeniden tesis edildiğinde. İkimiz de ye
niydik; o Texas’tan gelmişti, ben de Washington’dan, Uluslararası Para Fo-
nu’ndan. İspanya’da nihayet demokrasiyi görme ümidi bizi cezbetmişti. “İş
lerin değişeceğine inanıyorum artık” demişti bana. “İnsanlar Dünya’ya dışa
rıdan bakınca, acayip, devrim niteliğinde bir şey olacak: düşünme alışkanlık
larını değiştirecekler.” “Emin misin John?” dedim. Ben o değişimleri hâlâ
görmedim. Sen gördün mü James?
J.E.L. O değişimler hâlâ gerçekleşmedi ve sanırım bunun nedeni Dünya’yı henüz
o fotoğrafta görülebilecek kadar tahrip etmemiş olmamız. Ne kadar harika
bir yer olduğunu farketmedik daha. Önümüzdeki yüzyıl yaptıklarımızın ce
zasını ödeyeceğiz: atmosferi mahvetmenin, doğal ortamları yoketmenin ce
zasını. Tüm yaptıklarımızın cezasını çekeceğiz ve ancak o zaman anlayaca
ğız gezegenimizin ne kadar harika olduğunu.
E.P. John O rö’yla karşılaştığımızda aniden coşkuya kapılan bir ülkede iki Marsh
gibiydik; onu sınırların yakında ortadan kalkacağına ikna etmeye çalıştım.
“Uzaydan bakınca sınır veya ayrı ayrı ülkeler diye bir şey bulunmadığı açık,
artık sınırlar kalkacak” dedim. Ama her yerde hâlâ sınırlar var, benim küçük
ülkemde, Katalonya’da bile.
J.E.L. Senin de görüştüğün [bölüm 5] Harvard’lı bilimci Edward O. Wilson’ın ifa
de ettiği gibi, insanların sorunu şu: biz kabile yamyamlarıyız. Bir ihtimal ge
netik mühendislikle düzeltilmedikçe, bunu değiştirmek imkansız.
E.P. Kültürel değişimdeki yavaşlık inanılır gibi değil. Ne zaman birileri herşeyin
çok hızlı değiştiğini söylese, cidden şaşırıyorum. Bağımsız bir bilimci olarak
kendi perspektifinden baktığında sen bir değişim görüyor musun?
J.E.L. Herşeyin aynı kalması için değişmesi lazım. Bütün bunların kabilesel oldu
ğunu düşünüyorum. Hangi sistem egemen olursa olsun, farketmez -kapita
list, dinî veya başka herhangi bir şey- hep bir kabile reisi ve hiyerarşi var, il
kel kabilelerdeki gibi ve bunu değiştiremiyoruz. Bu genlerimizde var, bizim
:99
H AYAT KİTABI
200
YAŞAM, DÜNYA'NIN EFENDİSİ
maya zorlandı. Oksijen çiftlerini ayrıştıran bir enzim icat ettiler, superoxide
dismutase. Dolayısıyla Arkeyan devrin sonunda, atmosferde oksijen ortaya
çıktığı zaman, siyanobakteriler oksijene alışık durumdaydılar ve onu nasıl
idare edeceklerini biliyorlardı. Oksijen onları öldürmedi. Bazı organizmala
rın oksijen yanında rahat olmadığı doğru, ama onlar da mesut bir yeraltı ya
şamına yöneldiler. Şimdi atmosferdeki oksijen seviyesi yüzde 21, ama yine
de, anerobik [oksijensiz yaşayan] organizmaların sayısı muhtemelen Arke
yan devirdekinden daha fazla. İçimizdeler, barsaklarımızda ve Dünya’nın
tüm yeraltı katmanlarında.
E.P. Ve oksijensiz yaşıyorlar.
J.E.L. Gayet mutlu yaşıyorlar, çünkü yiyeceklerini onlar için başkaları üretiyor.27
E.P. Oksijen olmasa tabii ozon da olmazdı ve ozon olmayınca da uzaydan gelen
radyasyon seviyeleri daha yüksek olurdu.
J.E.L. Bence bu mübalağa. Oksijen ortaya çıkmadan önce ozon yoktu belki, ama
yaşam vardı yine de. Olan şuydu tabii: oksijenden önce, ayrışan metan ürün
leri vardı ve bugün ozonun yaptığı gibi ultraviyole ışınlarını filtreleyen yuka
rı atmosfer bölgesinde bir tür sis oluşturuyordu bunlar. Oksijen ortaya çıktı
ve —daha fazla ultraviyole radyasyonu emilimini engelleyecek kadar ozon ve
metan olmadığı halde—yaşam devam etti. Ultraviyole radyasyonunun bağı-
rılıp çağırıldığı kadar zararlı olduğuna inanmıyorum. İngiltere veya İspanya
ile Kenya gibi Afrika’nın yüksek bölgeleri arasındaki ultraviyole radyasyonu
farkı neredeyse sekiz kat. Radyasyon Kenya’da sekiz kat daha yoğun. Ve Gü
neş yanıkları için hiç tedavi gerektiğini duymadık. Hiç. Hayat devam ediyor.
Çevreye uyum sağlamak kolay.
E.P. Yani bir durumu felakat olarak görebiliriz, mesela ozon tabakasındaki tahri
batı, ama başka yollardan buna bir çare bulunabilir. Dünya bir yolunu bu
lur?
J.E.L. Dünya, evet. Mesele şu ki, ozon tabakası yokolsa, bundan en çok açık de
rili insanlar etkilenirdi. Gezegendeki yaşamın geri kalanı yeni koşullara hız
la uyum sağlardı; bizim derimiz çok geçirgen, dolayısıyla da güneş yanıkları
na karşı çok hassasız.
Kendi yiyeceklerini üreten anerobik mikroplar -k i muhtemelen Arkeyan devirden kalmalar- hâlâ göl, çamur
ve iyi ışık alan okyanus sularında bulunur. Alesela P hotoautotrophy\ar (yani C hloroflexis ve H eliobacterium
gibi pek çok farklı mor ve yeşil fotosentetik bakteri) ve gıda üretip oksijen üretemeyen ebem odutotroph'lar.
Bunlar göl, okyanus ve kayaların ışık almayan yerlerinde yaşar. M ethanogen’ler bu gruptandır. Diğerleri ener
ji kaynağı olarak, oksitledikleri demiri ya da hidrojen sülfidi (H2S) kullanır. Vücutlarını karbon dioksitten ya
parlar. Organik madde (yemek) yemezler. Hepsi bakteridir; insanlarsa onlardan bihaber yaşıyor genelde—LM
201
H AYAT KİTABI
E.P. Astronotlar Dünya’yı uzaydan kendi gözleriyle gördüler, ben onların fotoğ
raflarını gördüm. Sen nasıl görebildin?
J.E.L. Çok şanslıydım. O sıra Kaliforniya’da Jet Propulsion Laboratuarı’nda ça
lışıyordum. Bilimin çok özel gözleriyle -infrared teleskoplarla- Dünya, Mars
ve Venüs’ü gözlemleyebiliyordum. Bu üç gezegenin atmosfer kompozisyonu
na ilişkin veri topladım ve gezegenimiz, Venüs ve Mars arasındaki sıradışı
farkları görebildim. Mars ve Venüs’ün atmosferleri karbon dioksit dolu, sa
dece birkaç başka gaz daha var ve kimyacıların denge hali dediklere şeye ya
kın bir dürümdalar. Buradan hareketle ben de o gezegenlerde yaşam olmadı
ğını kestirebildim. Dünya’ysa, tam tersine, metan gibi yanıcı gazların oksi
202
YAŞAM, DÜNYA'NIN EFENDİSİ
203
H AYAT KİTABI
204
YAŞAM, DÜNYA'NIN EFENDİSİ
Bu yaklaşım yanlış. Önce Dünya için endişelenmeliyiz, çünkü biz onun bir
parçasıyız, tamamen ona bağlıyız. Bunu yapmazsak acısını tüm insanlık çe
kecek.
E.P. Söyle lütfen. Dünya’nın sonunu getirmemek için tam olarak ne yapabiliriz?
J.E.L. Doğrudan kimya veya biyokimya endüstrileri aracılığıyla çok daha fazla
gıda elde edebiliriz. Gıda üretmek için toprağa çok sınırlı bir düzeyde ihtiya
cımız var. Böylelikle gezegenin büyük yağmur ormanları geri kazanılabilir ve
onlar da havayı tazeleme işlerine devam edebilirler. Böylelikle gezegenin ye
niden yaşam için uygun bir yer olmasını sağlayabiliriz. Çıkış yolları var. Ama
teknolojiye dayalı, teknolojinin terkedilmesine değil. Bazı çevreciler, araba
kullanmayı veya geni dönüşük gıda yemeyi bırakana kadar sorunların çözül
meyeceğini söylerken yanılıyorlar. Atlantik üzerinden uçan bir jumbo jetteki
bir grup çevreciyi canlandır kafanda; aniden, atmosfere devasa miktarlarda
karbon dioksit saldıklarının farkına varıyorlar. Yolcular pilota bir temsilci
ler heyeti göndermeye karar veriyor ve motoru kapatıp uçağı süzülmeye bı
rakmasını söylüyorlar. Bu tabii işe yaramayacaktır!
J.E.L. Somut olarak ele alırsak, sanırım en önemlisi, nükleer enerjiyle ilgili kor
kularımızı gidermemiz lazım [Lovelock, 2006]. Bir nükleer savaştan kork
mak için haklı gerekçelerimiz var, bunu anlıyorum, ama böyle bir şey mede
niyet için o kadar yıkıcı olmazdı. Ve nükleer eneji iyidir. Atmosfere zarar ver
meyen tek enerji kaynağıdır. Tahribata yolaçmaz. Nükleer reaksiyonlar sa
dece insanlar, evcil hayvanlar ve besin kaynaklarına muhtaç diğer memeliler
için tehdittir. Ama Dünya için değildir. İki yüz yıl geriye gitsek, ancak bir
milyar kişi olduğumuz zamana, yenilenebilir enerjilerle kendimizi kurtarabi-
205
H AYAT KİTABI
lirdik belki: organik tarım, alternatif tıp ve tüm diğerleriyle. İstediğimizi ya
pabilirdik, ama şimdi altı milyarı aşmış olmanın bedelini ödemek zorunda
yız. Dünya’ya yüklediğimiz ağırlık o kadar fazla ki, karnımızı doyurup ken
dimize bakmak için teknoloji kullanmak zorunda kalıyoruz. Ne yapılabile
ceğine ve neyin yanlış yapıldığına dair bir örnek vereyim sana. Yirmi yedi yıl
önce bu eve taşındığım zaman [Combe Mili -Cornwall, Devon sınırı, Saint
Giles-on-the-Heath kasabasıyla küçük Launceston şehri yakınında], bu ne
hir som balığı ve alabalıkla öyle doluydu ki, hafta sonu gezginlerinin balık
tutmasını engellemek için bekçi kiralardık. Ama çevreciler gelip çiftçilere
şöyle dedi: “Bahçelerinize nitrat dökmeyin, nitrat insana zararlıdır.” Çiftçi
ler de nitratı gübreyle değiştirmeye yöneldi ve gübrelerle pürinler tarlaları
kaplayınca da, yağmur bunları nehre çekti ve balıklar öldü. Bugün nehirde
aşağı yukarı hiç balık ya da su yosunu yok. Yeşiller’in yaklaşımındaki sorun
şu: iyi niyetliler ama duygusal önerilerinin ne sonuçlar yaratacağını, bunlan
nasıl ele alacaklarını veya değerlendireceklerini bilmiyorlar.
E.P. Şimdi de demografik büyümeye karşı getirdiğin kimyasal üretim tezini tartı
şalım. Kirlilik ve atık sorunu muhtemelen insan mevcudiyetinin ayrılmaz bir
unsuru. Ama gezegen için öyle değil. Dünya bunu halledebilir. Öyleyse yakın
zamanda nükleer enerjiye sığınalım. Ya başka?
J.E.L. Kendimize yeni bir ruh aşılamamız gerekecek. Savaş zamanlarında kabile
ler birleşir ve büyük fedakarlıklar yaparlar. Canlarını bile verirler. İnsanlar
Dünya’yı evleri olarak düşünse, ki öyledir, ve onun tehlikeli durumunu gör
se, belki aynı sağ duyuyla davranırlardı. İşler kötü bir hal almaya başlayabi
lir; Londra gibi bir şehrin sel altında kaldığını ve deniz seviyesinin yükselme
si sonucu yaşanmaz hale geldiğini bir düşün. Hemen şu an fosil yakıtları yak-
2 06
YAŞAM, D Ü N Y A ’ NIN E F E N D İ S İ
mayı bıraksaydık, deniz bir elli yıl daha yükselmeye devam ederdi. Ama bu
gidişle yükseleceği kadar yükselmezdi. Belki o zaman kıyı bölgelerinden geri
gitmeye yetecek vaktimizi olurdu. İnsanlar savaş zamanlarındaki gibi birara-
ya gelirdi. Hepimiz topluluğumuz uğruna fedakarlıklar yapma gereğini ka
bullenirdik. Şimdi insanlara çevre için zararlı diye araba kullanmamayı öğüt
lemenin faydası yok; işlerinin daha önemli olduğuna inanıyorlar. Savaş za
manlarındaysa durumlar farklıdır.
207
-2 4 -
Kenneth Nealson, Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde Çevre Araştırmaları Wrigley Kürsüsü Baş
kanı ve Yerbilimleri ve Biyolojik Bilimler Profesörü’dür.
208
YAŞAM BİR H A T A D IR
209
HAYAT KİTABI
210
TAŞAM BİR H AT AD IR
Bu tip bakteri sporları bir gezegenin yüzeyinde yüzbinlerce yıl sağ kalabilir.
E.P. Bakterilerin uzayda seyahat edip sağ kalmış olabileceğine de kanıt sayılabilir
mi bu?
K.N. Aslında böyle bir sağkalım pek çoğumuzun panspermia teorisine bakışını de
ğiştirdi, ki buna göre canlı varlıklardaki tohumlar her yere [tüm evrene] ya
yılmış haldedir, ama elverişli koşullar bulununcaya kadar gelişim göstermez
ler. Pek olacak bir şey değil diye, bu ihtimali peşinen reddederdik. Spor oluş
turan organizmaların çok soğuk veya çok kuru ortamlarda, hatta burada
yeryüzünde milyonlarca yıl gerçekten de sağ kaldığını görünce fikrimizi de
ğiştirdik.
E.P. Ken, bilim kurgu diyeceksin ama, Dünya üzerindeki insanlar için tehdit oluş
turabilecek bir yaşam formu getirme tehlikesi var mı? Veya diğer hayvanlar
için böyle bir tehlike var mı? Bu ihtimali hiç düşündün mü?
K.N. Evet. Bunu hep akılda tutuyoruz. Sürekli bunun üzerine düşünüp konuşuyo
ruz. Bilim camiası uzaydan gelen hiçbir organizmanın Dünya’da tutunama-
yacağına kani. Ama bunun imkansız olduğunu kanıtlayanlayız. Dolayısıyla
insan virüsleri gibi çok tehlikeli parçacıkları araştırma laboratuarlarına nasıl
paketleyip gönderdiklerini öğrenmek için, Hastalık Kontrol Merkezleri’yle
çok yakın bir temas halinde çalışıyoruz. Uzaydan getirdiğimiz örneklerde de
aynı yöntemleri kullanıyoruz; korktuğumuz için değil, hiçbir tehdit olmadı
ğını kanıtlayamadığımız için.
E.P. Ya tersi? Evreni virüs, radyasyon ve Ay ve M ars’taki atıklarla kirletiyoruz.
K.N. İşin aslı, ne kadar uğraşırsak uğraşalım, evreni asla lekesiz bir hale getirenle
yiz. Ay’a veya Mars’a her uzay aracı gönderişimizde çok sıkı bir kontrol uy
guluyoruz. Yüzeyleri temizleyip sterilize ediyoruz, ama riski asla tamamen
yokedemeyeceğimiz tecrübeyle sabit, hastaneye gidip bulaşıcı hastalık kap
mamızda olduğu gibi. Dolayısıyla, Mars yüzeyi Dünya’dan gelen bakterile
rin yaşaması için hiç uygun değil diye umuyoruz. Giden olursa sağ kalabilir,
ama gelişememesi lazım. Su yok, çok soğuk ve hiç gıda da yok. Sporların bir
kaç yıl sağ kalabileceğini düşünebiliriz, ama gelişemeyeceklerdir, derin don
durucumuzdaki pek çok spor gibi. Daha ılıman bir gezegene gitselerdi...
E.P. Hangisi mesela?
K.N. Mesela Jüpiter’in ayları -Europa, Caîlisto ve Ganymede. Birbirlerinden çok
farklılar, ama hepsinde eriyik su var.
E.P. Emin misin?
K.N. Europa’daki buzun yirmi veya otuz kilometre altında bir okyanus olduğun
dan aşağı yukarı eminim. Böyle bir durumda bizim Dünya bakterilerinin bu
okyanusa gidişini önleme meselesi ortaya çıkardı. Bir gezegende su varsa cid
di değişimler meydana gelir.
211
HAYAT KİTABI
212
YAŞAM BİR HA T A D IR
gezegen. Bir canlı, bir cansız iki gezegenle, tarifi şimdikinden daha iyi yapı
lan “yaşam-izleri” arayacak durumda olurduk, özellikle de güneş sistemi öte
sinde.
213
G ii Rn Ie
Mükemmeliyete Doğru
Tarihin hiçbir anında bügünkü kadar canlı türü yaşamamış olabilir, ama Pale
ozoik çağın denizleri şüphesiz daha çeşitli anatomilerle doluydu, bugüne kalan
lardan çok daha farklı hayvan vücudu tasarımlarıyla. Mükemmeliyet, necat gibi,
dinî bir kavram; ateşli bir inanç gerektiriyor. Canlılar değişir, hiçbiri mükemmel
değildir. “İşlerini görmek” için kesintisiz enerji kaynaklarına ve büyümek için
karbonlu gıda kaynağına muhtaçtır hepsi. Öz ve biçimlerini koruyabilmek için
vücutlarını autopoiesis yoluyla, yani kesintisiz metabolizma çalışması şeklinde
gerçekleşen kimyasal reaksiyonlarla idame ettirirler.
Memeliler, böcek ya da bakterilerden daha mükemmel, daha evrilmiş, daha
iyi ve “daha iyi uyum sağlamış” değiller. Altı binden az türüyle memeliler, otuz
milyon civarında türü bulunan böceklerden çok daha düşük bir çeşitlilik gösterir.
Metabolizma davranışları bizimkinden fevkalade farklı olan bakterilere nazaran
da çok daha düşük bir çeşitlilik gösterirler. Omurgalılar içinde “en önemli” olanı
veya en fazla çeşitlilik arzedeni de değildir memeliler. Bilinen kırk bin türü, sıra-
dışı algılama sistemleri ve üreme davranışlarıyla balıklar bizden çok daha fazla
çeşitlilik gösterir. Daha büyük, daha iyi, daha parlak, daha Tanrısal bir şey olma
yolunda ilerliyor değiliz. Diğer yaşam formları gibi biz de değişiyoruz sadece.
Ölülerin kodu, genler dediğimiz DNA talimatları tüm yaşam formlarında
var. Yeryüzünde bir yaşamın devamı için genlerin korunup aktarılması gereki
yor. Dawkins canlı varlıkların, kendi DNA’larım çekip çeviren “makineler” ol
duğunda ısrarcı; tasarlanmış gibi görünüyorlar, ama hayır, bir tasarımcı yok. Bir
amaç yok. Bir tasarımcı ya da bir amaç hiç olmadı. Yaşayan gelmiş geçmiş tüm
hayvanlar Darvvin’in doğal seçilimiyle, sürekliliği her gün gözlenen bir işlemle
üretildiler.
Dorion Sağan, meslektaşı Eric D. Scheneider’la birlikte, bir canlı varlık için
enerji ve madde akışının mutlak bir gereklilik olduğuna vurgu yapıyor. Ve atığın
gaz olarak, sıvı olarak ve katı biçiminde boşaltılması, süpürülmesi, çekilmesi,
dışlanması ya da sızıp gitmesi lazım. Enerji çevriminde verimlilik asla tam, yüzde
H AYAT KİTABI
100, mükemmel değildir. Atıklar, bir canlının harcadığı gazlar, bir başka canlı tü
rü için hâlâ enerji veya besin barındırır. Bir türün osuruk ve geğirtileri çok farklı
bir başka yaşam formuna temiz hava sağlayabilir. Sağan termodinamik açıdan
canlı varlıkların “açık sistemler” olduğuna dikkat çekiyor; enerji ve madde bun
lardan akıp geçer. Enerji ve madde akışı şarttır. İnsan havsalasına çok uygun gö
rünmeyen bu süreçler istikrar için gereklidir. Her sistemin enerji ve madde akışı
na ihtiyacı vardır. Ve her canlının varoluş sebebi de, Sagan’a ve Schneider’a göre,
“gradyanları azaltmaktır”. Dünya gradyanlarla doludur, enerjideki, maddedeki,
gaz yoğunlaşmasındaki, basınçtaki farklarla -b ir aralığa yayılan farklarla. Ter
modinamik ve kalıtsal bir sistem olan yaşamın amacıysa Güneş patlamalarıyla
gerçekleşen devasa solar gradyanı azaltmaya devam etmektir, ki açığa çıkan ısı
salınıp “soğuğa” geçmektedir, (bölüm 27)
-2 5 -
Evrim ve Amaç
Üniversitede ders verdiğim son on yıl boyunca, derste bile, dünyanın dört bir ya
nına yayılmış yaklaşık üç yüz bilimcinin zihin, yaşam ve evrene dair açıkladığı
veya açıklayacağı fikirler üzerine düşünmekten kendimi alıkoyamadım. Tam an
lamıyla bulutların üzerinde yaşadım; bu kitap yayınlanınca buharlaşır belki.
Bu on yıl boyunca söyleştiğim hiçbir bilimciyi unutmam heralde. Bu kitap
31 Punctuated Equilibrium: Evrimi, tedrici değişimler yerine, uzun istikrar (denge) dönemlerini kesintiye uğratan
ani değişimler şeklinde görür.-çn
217
H AYAT KİTABI
Eduardo Punset: Çok defa, evrim tarihinde daha yüce bir şeylere doğru ilerledi
ğimizi işaret eden bir ibare görmediğini söyledin, evrimde yükselen bir grafi
ğe rastlamadın.
Stephen Jay Gould: Tabii. Olması mümkün müydü, bilmiyorum, çünkü yeryü-
zündeki yaşama hep bakteriler hükmetti. Daha yüce ve daha iyi bir şeye doğ
ru gitmiyoruz. Ve daha karmaşık yaratıklar olduğumuz için başarı şansımı
zın da daha yüksek olacağını düşünmek inandırıcı değil. Karmaşıklık uzun
218
E V R İM V E AMAÇ
vadede başarımızı garand etmiyor. Bakterilere ait, 3.5 milyar yıl öncesinden
kalma fosiller var ve onlar hâlâ Dünya üzerindeki baskın yaşam formu. Biz
insanlar yaşam tarihini temsilen bazı sistemler geliştirdik ve bunlara göre ev
rimin yönelip doruğa ulaştığı nokta biziz, ama Dünya tarihini bir bütün ha
linde alırsak, tür sayısı pek fazla olmayan, beş binin altında kalan kompleks
memeliler o kadar da önemli gibi görünmüyor. Fizik ve kimya gereği yaşam
çok basit yapılarla başlamış olmalı. Karmaşık yaşam formlarına da yer var,
ama canlıların büyük bir kısmı hep çok basit kaldı, bakteriler düzeyinde. Ve
doğruyu söylemek gerekirse, gayet başarılılar.
E.P. Profesör Gould, ilk eklem bacaklıların ortaya çıkışı, sizce dört milyon yıl ön
ce ilk insanımsıların ortaya çıkışı kadar önemli miydi?
S.J.G. Tabii, eklem bacaklılar daha önemli, çünkü açık farkla en yaygın hayvan
sal yaşam formudurlar. Bugün, çoğu balık olmak üzere, sayıları muhtemelen
kırk bini geçmeyen omurgalı türü ve dört binin üzerinde bir memeli türü ya
şıyor, diğer yandaysa milyonlarca böcek türü var. Pek çok hayvan türü he
nüz belirlenmemiş durumda. Hiç şüphesiz, sayısal anlamda bugün baskın
hayvansal yaşam formu eklem bacaklılardır ve biz yitip gittikten sonra da
onlar hâlâ burada olacaklar. Biz bir nükleer felaketle kendimizi yokedebili-
riz, ama böcek çeşitliliği bundan ciddi biçimde etkilenmez. Literatürde tarif
edilen, beş binin üzerinde değişik km kanatlı türü var mesela. Dolayısıyla,
eklem bacaklıların çoğunlukta olduğunu ve pek çok eklem bacaklının da ha
tırı sayılır ölçüde evrildiğini hesaba katınca, gezegendeki baskın hayvan gru
bunun öncülleri sayılabilirler. Eklem bacaklılar çağındayız hâlâ.
E.P. Bakterilerin bizden önce burada olduğuna ve bizi gömeceklerine dikkat çeki
yorsunuz. Biraz değişimler üzerinde duralım. Paris Universitesi’nden bir ar
kadaşım, genetik uzmanı Miroslav Radman on beş yıl bakterileri inceledi ve
dediğine göre, insanalara kıyasla avantajları, belirsiz bir gelecekle karşı kar
şıya kaldıklarında daha hızlı mutasyon geçirebilmeleriymiş. Bugün değişim
taraftarı pek yok, belki sadece bazı akademik çevrelerde var.
S.J.G. Ama bizim değişimimiz kültürel değişimin bir sonucu, her tür biyolojik ev
rimden çok daha hızlı. Biyolojik evrim öyle yavaş ve öngörülemez ki bizi dar
madağın ediyor, insanoğlunun teknolojik ilerlemesiyse çok etkileyici ve de
katiyen öngörülemez bir şey. Son iki yüz yılda tüm gezegeni yoketmenin,
anında iletişimin, gezegenden havalanmanın vs. yöntemlerini geliştirdik. Ar
tık çok daha fazla şey yapabiliyoruz.
E.P. Ama karmaşıklık daha fazla belirsizlik demek. Çok fazla şık var ve sağ kal
mak için en iyisi tümü üzerine, çeşitlilik üzerine oynamak, her halükarda
sağkalımı garantilemek için.
S.J.G. Evet, bu çok zekice bir seçim, ama bu seçimi yapacak kadar zeki olup ol
219
H AYAT KİTABI
220
EVRİM VE AMAÇ
sandı. Bu fikirler bizi daha da kibirli yaptı, sanki Dünya sırf bizim için yapıl
mış ve tarih de insanlığın tarihiymiş gibi. Şimdi Dünya’nın binlerce değil,
milyonlarca yıl yaşında olduğunu ve insanlık tarihinin de bu devasa kozmik
zaman periyodu sonundaki bir saniyenin ancak son parçası olduğunu anlı
yoruz. Dünya’nın bizim için yapılmadığını ve sadece şanslı bir kaza eseri bu
rada bulunan misafirler olduğumuzu anlamamız lazım. Belki bu yaklaşım bi
zi daha saygılı ve daha fazla insan yapar.
E.P. Jeolojik zaman perspektefinden bakınca, yeni büyük yokoluşlara dair bir işa
ret görünüyor mu?
S.J.G. Dünya üzerindeki 550 milyon yıllık hayvan yaşamında beş büyük yokoluş
gerçekleştiğini biliyoruz. Bir başka deyişle, yaklaşık her yüz milyon yılda bir
yokoluş gerçekleşiyor -ço k sık değil. Tabii Dünya üzerinde insanlar gibi, iyi
ya da kötü, kendine özgü bir bilinç ve bunca güç sahibi olan bir başka tür hiç
yaşamadı. Yaşam alanlarını değiştirdiğimiz için pek çok tür yokoldu ve öyle
çok tür de yokolmakta ki, insanoğlu yüzünden büyük bir yokoluş gerçekle
şiyor olabilir. Bunun gerçekleşmesini engellemek için daha zeki olmamız ge
rekiyor. Zamanın söyleyeceği bir şey, ama büyük bir yokoluş asla yaşamın
tümden yokoluşu anlamına gelmemiştir. Hayat sürüyor ve biz buradayız.
Dinozorlar altmış beş milyon yıl önce ölüp tükenmeseydi, şimdi biz burada
olmazdık, çünkü bir başka önemli, haricî olgu ortaya çıkana kadar yüzbin-
lerce yıl tüm küçük memelilere dinozorlar hükmedecekti. Gerçek şu ki, dino
zorların yokoluşu küçük memelilerin evrilmesine imkan tanıdı. Ve biz bu
yüzden buradayız.
221
-2 6 -
Ölülerin Kodu
Richard Davvkins ve Stephen Jay Gould bilimi popüler hale getirmede yirminci
yüzyılın ve hatta yirmi birincinin önde gelen isimleridir. Bilimsel ilerlemeye bü
yük katkı yaptıkları ve ayrıca bilimi halka yakınlaştırdıkları halde, Davvkins bü
yük ihtimal asla Nobel Ödülü almayacak. Nobel Ödülleri, karşı konulmaz bir
entelektüel merakla esinlenmiş vizyon sahibi bilimcilerden ziyade, kendilerine
Richard Dawkins, Oxford Üniversitesi’nde, Charles Simonyi Halkın Bilimi Anlayışı Kürsüsü’nün
ilk başkamdir.
222
ÖLÜLERİN KODU
Richard Davvkins: Sinir lifleri sırf analog kodlarla çalışmıyor; bilakis teorik he
saplamalar dijital kodlar olmadan çalışmayacaklarını gösteriyor. Sinir sin
yalleri bir makineli tüfekten gelen atışlar gibidir. Güçlü bir mesajla zayıf bir
mesaj arasındaki fark sinyallerin yoğunluğuyla değil, frekansıyla ilgilidir. Sa
rı rengi görmek, denizin sesini duymak, terebentinin kokusunu almak -b u al
gılar arasındaki farklar, atışların veya sinyallerin sinir sistemimizde değerlen
dirilmesiyle belirleniyor. Beyinlerimizin içini dinleyebilsek, savaş meydanın
dan yükselen sesler gibi bir şey duyardık.
Eduardo Punset: Nanoteknolojinin devreye girmesiyle ortaya çıkacak ekono
mik, sosyal ve kişisel çalkantılar ne gibi sonuçlar doğuracak?
R.D. Nanoteknoloji minik, moleküler ölçekte makineler yaratma işidir ve epey ge
lecek vadediyor. Moleküler biyolojinin saf, doğal nanoteknoloji olması ha
sebiyle, neler yapılabileceğini de biliyoruz bir bakıma. Enzimler ve proteinler
gibi moleküller belirli kimyasal reaksiyonları katalize ederek çalışır. Bu mo
leküller minik mekanik cihazlar gibidir, moleküler ölçekte aletlerdir ve bun
lardan milyonlarcası var. Öyle görünüyor ki, prensipte, moleküler boyutlu
makineler tasarlayabiliriz, ama ancak milyonlarca makine aynı anda kulla
nılırsa etkin olabilir bunlar. Dolayısıyla çoğaltılmaları gerekiyor, ki molekü
ler yapılarda bu mümkün. Bir tane tasarlayıp, imalat yoluyla onu çoğaltabi
liriz. Sonra milyonlarca makineyi organizmanın içine salıveririz ve onlar da
bozuklukları tamir eder, kanser gibi hastalıkları iyileştirir ve ameliyat bıça
ğının fazla haşin kaçtığı tedavilerde devreye girer.
E.P. Makine gibi çalışıyoruz.
R.D. Tüm yaşam harika makinelerden oluşan bir silsiledir. Her canlı varlık kendi
DNA’sını işletebilen bir makinedir ve her hayvan bunu farklı şekilde yapar.
223
H AYAT KİTABI
224
ö lü le r in kodu
için tasarlanmış gibi görünüyor, işitme işitmek için, eller nesneleri tutmak
için, bacaklar da yürümek için tasarlanmış gibi görünüyor. Ama bu doğru
değil. Hiçbir şey tasarlanmadı. Darwin herşeyin nasıl meydana geldiğine iliş
kin yıkıcı, basit ve doğru açıklamasını 1859’da ortaya koydu. Tasarlanmış
gibi görünen, inanılmaz derecede karmaşık makinelerin gelişimi, Darwin’in
mekanizmalarıyla, karakteristiklerin sağkalımı ve doğal seçilimle varılan bir
sonuçtur. Tasarım hissi mükemmele yakın, ama yine de yaşam formlarının
tasarımında bazı kusurlar ortaya çıkıyor. Bazı hatalar dikkate değer, çünkü
yaşam tasarlanmış olsa bunlar olmazdı. Tarihin ve doğal seçilimin etkisiyle
meydana geldiler.
E.P. Genler hakkındaki bir iki ifadeni alıntılamak istiyorum. Yazdıklarına göre,
genler “uzak bir geçmişin kodlu bir tasviri”, “bir sağkalım klavuzu” ve “ölü
lerin genetik kitabı” . Bence bu müthiş.
R.D. Bu Darwinci bir çıkarsama. Genler geçmiş bir zamanın sağkalım klavuzu gi
bidirler, çünkü bu genlerin doğal seçilimle başa çıkması geçmişte gerçekleş
ti. Bugün nasıl sağ kalınacağını biliyoruz ve genlerine kodlanan geçmiş bu
günden çok farklı değilse her hayvan sağ kalabilir. Hayvanlar sağ kalmayı
başarıyor, çünkü ataları sağ kaldı. Bugünle geçmiş arasında fazla bir sapma
olursa, soylarından ayrılılar, çünkü geçmişe uyum sağlamış, geçmiş için “ta
sarlanmışlardır” ve sağ kalamazlar. Dolayısıyla bugünkü genler geçmişin bir
tasviridir, atalarımızın sağ kalmayı başardığı bir dünyaya ilişkin bir tasvir.
“Ölülerin genetik kitabı” sözüm buradan geliyor.
E.P. Ve bugünün aşırı derecede hızlı değişimleri, mesela teknoloji, geçmişin kla-
vuzlarına yönelik genetik bir tehdit oluşturabilir mi?
R.D. Evet, çevredeki her radikal değişim bir tehdittir. Buzul çağları, kuraklıklar,
büyük depremler dönemleri, uzaydan gelen gök taşları ve kuyruklu yıldızlar
birer tehdittir. Mesela gök taşları dinozorları tüketti. İnsan teknolojisi ve uy
garlığı da tehdittir, çünkü dünyayı radikal biçimde değiştirdi. İnsan yüzün
den geçmişe göre köklü biçimde değişti dünya. Sivrisinek, sinek ve bakteriler
gibi çok hızlı evrilebilenleri saymazsak, hemen tüm hayvanlar, insan öncesi
bir dünyada yaşamaya uyarlılar. İnsan dünyası onlara düşman. Bazı türler,
mesela sıçanlarla martılar, çok iyi uyum sağlıyor, yaşam biçimlerini değişti
riyorlar.
E.P. Yıkıcı değişimlere de uyum sağlıyorlar mı?
R.D. Evet, insanların sebep olduğu değişimlerden faydalanıyorlar, ama diğer tür
ler uyum sağlayamıyor; bu yüzden pek çoğu tükeniyor. Ama bu, insanlar bi
lerek onların tükenmesine sebep oluyor demek değil.
E.P. Peki insanlara ne olacak? Sağ kalabilecek miyiz?
R.D. İnsanlar açısından işler -genel olarak- şaşırtıcı biçimde iyi gidiyor. Bazı in
225
H AYAT KİTABI
226
-2 7 -
Evrimin Amacı
Isı soğuğa doğru yayılıyor. Asla odadan geriye doğru gidip kahve kupasını ısıtmı
yor. Dorion’ın dediğine göre, bu bize yaşamın hareket tarzı ve de borsa hareket
leri konusunda bir şeyler söylüyor. “Yaşam gradyanları kırıyor” derken Dori-
on’ın kastettiği şey ne —gradyanlardan nefret edip onları kırmanın termodinamik
yasalara uymak olduğu mu?
227
H AYAT KİTABI
228
EVRİMİN AMACI
amaca yönelik bir hortumu kontrol etme anlamında, insan misali bir yaratı
cı yok. Hortum form ve işlev bakımından bir bütün: enerjiyi yayıp gradyan-
ları yoketmeye yönelik.
E.P. Ya yaşam?
D. S. Yaşam da benzer bir gradyan-azaltan sistem, yalnız belirgin biçimde azalttı
ğı şey, atmosfer basıncı değil de, sıcak güneşle soğuk uzay arasındaki elektro
manyetik radyasyon farkı. Dünya biyosferine ilişkin uydu ölçümleri şunu
gösteriyor: ekvatorun zengin ekosistemleri yazın yüksek albedo32 yüzünden,
tropiklerdeki yağmur ormanlarını kaplayan yansıtıcı bulutlar yüzünden, Si
birya’nın kışın kaybettiği kadar ısı kaybediyor. Atmosfer kimyacısı James
Lovelock’un işaret ettiği üzere —ki kendisi NASA tarafından M ars’ta yaşam
aramak için istihdam edilmişken gezegen atmosferimizin sürekli bir termo
dinamik anomali sergilediğini bulmuştu- yaşam serini seviyor. Çevre ısısı
şeklinde entropi yaratan diğer kompleks termodinamik sistemler de öyle.
Açık-devre termodinamik sistemler, mesela hortumlar ve ekosistemler, ikin
ci yasanın enerjiyi delokalize etme yolundaki ruhsuz amacını gayet güzel ger
çekleştiriyorlar. Bu sistemler sayesinde daha fazla atomik kaos —entropi ve
ya “düzensizlik”- üretiliyor. Bu sistemler enerji yayıyor, ama düzensiz değil
ler. Alakası yok. Oldukça örgütlüler, entropi üretimini desteklemek üzere et
kin biçimde enerji çekiyorlar. Yaşam, ikinci yasayı ihlal etmek bir yana,
onun daha etkin bir biçimde işlemesini sağlıyor -y a daha hızlı işlemesini ya
da daha uzun süre işlemesini veya her ikisini birden sağlıyor.
E. P. Öyleyse, derin deniz canlıları solar gradyanı nasıl kırıyor peki? Jeotermal
enerjiyi kullanmıyorlar mı?
D.S. Hayır. Okyanus dibinde, jeotermal enerji sızdıran “kara dumancılar” ve ısı
menfezlerinin bulunduğu bölgelerde zengin bir yaşam var. Hatta sayıları gi
derek artan bazı bilimcilere göre, böyle koşullarda yaşam olmaksızın meyda
na gelen demir-sülfür kimyası, doğrudan yaşamın kökenini önceleyen kim
yasal ata. Yani yaşamın gradyan azaltan sistemi, yaşam-dışının gradyan
azaltan sisteminden gelmiş olabilir. Ama muhtemelen ilkel olan bu sualtı
ekosistemlerinin temeli jeotermal eneji değil. Isı termodinamik bir nihai
ürün, yaşamın enerji kaynağı değil. Menfez ekosistemleri, oksijen sülfidin
doğal oksitlenmesiyle enerji sağlayan bakterilerce destekleniyor. Bu durum
da enerji için kimyasal bir gradyana, redox33 gradyanı denen şeye başvurulu
yor. Bu belki yaşamın orijinal gradyamydı ve ardından, fotosentez ortaya çı
kınca, solar gradyana taşındı. Bugün, jeopolitik hadiselerin işaret ettiği üze
32 Yansıtma katsayısı.—çn
İndirgeme.ok si ileme, en
229
H AYAT KİTABI
re, küresel teknoloji toplumu bir başka gradyana bağımlı —fosil yakıt grad-
yamna. Sözünü ettiğin hayvanlar, James Cameron’m harika Im ax î4 filmi Su
altı Yaratıkları ’nda [Aliens o fth e Deep] görebileceğin dev sakallı solucan ti
pi tüp solucanları sıcağı sevebilirler, ama jeotermal gradyana bağımlı yaşa
mıyorlar. Sülfit gradyanından enerji sağlayan iç bakterileri sayesinde besle
niyorlar.
E.P. “Yaşamın amacı” derken neyi kastettiğini ve bunun termodinamikle alakası
nı açıkla lütfen. Termodinamiğin bir fizik bilimi olduğunu sanıyordum, ama
sen biyolojiyle ilişkisini ima ediyorsun. Ne demek istediğini açıklar mısın lüt
fen?
D.S. Haklısın. Termodinamik bir fizik bilimidir. Ama artık yaşamın fiziksel bir
hadise olduğunu görüyoruz, sırf genler ve proteinler şeklindeki kimyasal ter
kibi bakımından değil, enerji akışı bölgelerinde maddenin devinimi gibi ener-
jitik işlemler bakımından da. “Yaşamın amacı” tabii hassas bir ifade. Bilimin
teleolojiye, yani amaç araştırmasına tatbikinde büyük bir sorun var: amaç
sorgulamaları çıkış noktaları itibariyle bilim dışıdır. Böyle olması da çok an
laşılır bir şey. Rönesans öncesi dünya görüşü tüm evreni insanların katıldığı,
amaç menşeyli bir yer olarak görüyordu. Bilimsel devrimse amaçlı insanlar
la cansız, mekanik olarak işleyen doğa arasında keskin bir ayrım yarattı. Bi
lim insan zihnindeki amaç eğilimini tanrılara, ruhlara veya öznel-bilinç dışı
doğa güçlerine atfetme konusunda ihtiyatlı davranarak büyük kazanımlar
sağladı. Yalnız şunu da belirtmek gerekir ki, modern bilim özel olmadığımı
zı, bir kapris eseri değilsek de, şaşırtıcı güzellikte, kurallı bir maddi evrenin
bir parçası olduğumuzu anlamak bakımından sayısız zaferlerle doludur. Co-
pernicus bizi evrenin merkezinden attı, ama fikirleri önce bilim dışı buluna
rak hakir görülmüştü. Bruno kazığa bağlanıp yakıldı ve Galileo da bizi yara
dılışın coğrafi merkezinden dışlayan kibirsiz bir pozisyonu savunacak kadar
kibirli olduğu için ev hapsine mahkum edildi. Peşinden kimyacılar yaşamsal
özün özel bir şey olmadığını buldular. Organik bir kimyasal olan üre inorga
nik bileşenlerden sentezlenebiliyordu. Astrofizikçiler uzayın derinliklerinde
karbon, oksijen, hidrojen, formik asit ve alkol buldular. Alabama sosyetesin
den, bir senatör kızı ve hazırcevap bir parti müdavimi olan Tallulah Bankhe-
ad’in nüktesiyle söylersek, “Çiğnenmiş balçık kadar safım”. Biz de saf ya da
özel değiliz, içinde bulunduğumuz kozmik koşulların yaratılarıyız. Özel bir
yerde yaşamadığımız ve sıradışı elementlerden yapılmadığımıza göre, içinde
yer aldığımız işleyiş de müthiş derecede eşsiz değil demektir. Termodinamik
bize şunu gösteriyor: enerjinin bulunduğu bölgelerde doğal olarak gelişen di-
^ Geniş ekran.—çn
230
EVRİMİN AMACI
ğer madde devindirici sistemler gibi, biz de aynı entropi-üretim işlevine sahi
biz. Yaşam, genetik mimarisiyle, yani kimyasal olarak kendini kopyalama
kapasitesiyle eş tutuldu, buna indirgendi, ama bu yeteneği esasen enerjitik iş
levi yanında ikincildir. Yaşamın işlevi, bir hortumun işlevi gibi, bir gradyanı
azaltmaktır. Bu daha yüksek bir metafizik amacı geçersiz kılmıyor, ama şu
çarpıcı gerçeği gözlerimizin önüne seriyor: yaşamın fizikî varlık sebebine da
ir tutarlı bir maddeci izah nihayet bulunmuş durumda.
E.P. Ya evrim? Onun bir amacı var mı?
D.S. Devindiren, enerji kullanan yaşamın bir işlevi olduğu termodinamikle açığa
çıkttığına göre, artık evrimin bir istikameti olduğunu da görebiliriz. Evet,
adaptasyon ve genetik determinizm konularında anlaşamayan Stephen Jay
Gould [bölüm 25] ve Richard Dawkins [bölüm 26] gibi evrimciler, evrimin
esasen rastgele olduğunda mutabıklar. Ama bu ortodoks duruşun yanlışlığı
nı gösteren deliller var ve sayıları giderek artıyor. Yaşam zamanla okyanus
lardan karaya ve havaya yayıldı ve artık giderek uzaya yayılıyor. Kimyasal
elementlerin sayısı ve Dünya yüzeyindeki biyolojik deverana katkıları arttı.
Bu şaşırtıcı değil, çünkü tüm termodinamik sistemler, bir enerji kaynağı ol
duğu sürece gelişebildikleri kadar gelişirler ve bunu yaparken maddeyi de
vindirirler. Başka evrimsel eğilimler var. Tür sayısı, beş temel kitlesel yoko-
luşa rağmen, her seferinde sıçrama yapıp daha yüksek bir rakama ulaştı. Bi
yosferde depolanan ve yaşamın düzenli olarak kullandığı enerji birikimi art
tı. Solunum verimliliği, oksijenden elde edilen enerji miktarı arttı. Jeolojik
zaman süresince yaşamın zekası, algı kapasitesi ve duyarlığı da arttı, ki bun
ların hepsi yeni enerji kaynakları bulup devreye sokmak ve onlara ulaşımı
sağlayan araçları korumak için kullanılabilir. Evvelden belki mistik bir ente-
leçiyi35 ima ediyor diye yaşamın bu yönelimine ilişkin delilleri inkar etme eği-
limindeydik, ama şimdi evrimin bu yönelimlerini doğal sayabiliyoruz. Can
sız termodinamik sistemlerin faaliyetleriyle paralellik gösteriyorlar. Akşam
yemeğimizi ararken, kendimizi gradyan azaltan sistemler şeklinde idame et
tiriyoruz. Flört ve eş ararken, kendi türümüzden gradyan azaltan organizas
yonların gelecek nesilde kalıcı olma şansını arttırıyoruz -bedenin nihai bozu
num ve ölümüne rağmen, ki bu da bir entropik çözülme halidir. Artık yaşa
mın amacı üzerine konuşurken çekimserliğe gerek yok. Cansız sistemlerin bi
le bir işlevi var, bir amacı veya işlevi ve yaşamın amaçlılığı buradan geliyor.
Yalnız, yaşamın amaçlılığı, bilim öncesi zamanların büyük insan merkezli
evrenine karşılık gelmiyor. Bu doğal, Copernic’çi bir amaçlılık ve diğer, can
sız sistemlerde de mevcut.
231
GİRİŞ
Ölü ya da Dirif
Yaşam, her türlüsü, hücrelerden oluşur. Sulu bir hücreden, yani yüzlerce protei
nin oluşturduğu ve maddeleri içeri alıp dışarı bırakan aktif bir zarın çevrelediği
bir birimden daha az karmaşık bir canlı yok. Minimal bir canlı sistem olarak
hücre, bakteriyal veya çekirdekli bir hücre (ki üçüncü bir şık yok), yaşamın tüm
özelliklerini birarada sergiliyor aslında. Kullanılabilir enerji ve kimyasalların, her
ikisinin de kesintisiz bir akışı gerekli yaşam için. Yaşam için gereken kimyasallar
-karbon, nitrojen, hidrojen vs.—bizim gıda olarak bildiğimiz şeylerdir. Doğru ve
kullanıma uygun bir formda bulunan enerji sistemi işler halde tutmaya yarar;
tüm enerji kullanıldığında hücre ölür. Birkaç hücre (veya organizma) türü -spor
lar, kistler, bazı tohumlar, aktif kuru maya ve diğer propagüller [tomurcuk, fi
dan, spor]- kuruyup kapanarak bekleyebilirler. Ayrıca, gıda olarak bilinen kim
yasalların sürekli bulunması da lazım; bunlar hücreye katılırlar. Her hücre ya da
hücrelerden oluşan her organizma bir sistem meydana getirir ve bu sistemler za
manla çözülme eğilimi gösterirler. Canlı sistemlerin hepsi pek çok parçadan olu
şur. Sürekli bir enerji ve gıda maddesi akışıyla idame olurlar. Alice Harikalar Di-
yarında’nın Beyaz Kraliçe’sinden mealen aktarırsak, yaşam “bulunduğun yerde
kalmak için koşmak”tır. Yaşamın canlı hücrelerce birarada sergilenen özellikleri
şunlar: en azından moleküler düzeyde hareket, çeşitli çevre faktörlerine (yani me
kanik ve kimyasal uyanma) karşı duyarlılık ve büyüyüp çoğalma eğilimi. Mutlak
00K (-273°C) her tür hareketi durdurduğu için, yaşamsal özellikler bazan bu don
ma altı eşiğinde korunabiliyor. (Donmuş yaşam-formu —soğuğu tolere edebilen
propagül—ısınınca yine tüm normal özelliklerini sergiler.) Bu durumlarda yaşamı
muhafaza eden şey donma-erime işkencesinden geçen hücredir.
Tanıdığım ve “yaşamın kökeni” alanına katkı yapan tüm bilimciler kimyasal
aktivite üzerine eğilmişlerdir. Stanley Miller ve Harold Urey’nin harika öncülü
ğünde (1953), basit gaz karışımlarından kompleks karbon-hidrojen (diğer adıyla
“organik”) bileşenler yaratmaya ve oluşturmaya çalıştılar. Suda veya (formik
asit, alkol, aseton, siyanid vb.) “organik çözücüler”de önemli genetik bileşenler
H AYAT KİTABI
(DNA veya RNA’nın nükleotit veya nükleosis bileşenlerini) yapmak için her yolu
denediler. Literatürde William Day ve benim “kek terkibi yaklaşımı” diye tabir
ettiğimiz anlayış yaygın. Uygun katkı maddelerini, uygun oran ve şartlarda bira-
raya getir, bunlara ultraviyole radyasyonu, kozmik ışınlar veya ısı gibi uygun bir
enerji akışı uygula ve yaşam pırtlayıversin. “Yaşamın-kökeni bilimcileri” hemen
hemen tümüyle kimyacılardan çıktı. Bili Day de tecrübeli bir kimyacı, ama “kek
terkibi yaklaşımını” terketti. Yaşamın en az 3,500 milyon yıl önceki başlangıcın
dan beri ve bugün halen bir “bir gelişim işlemi” olduğunu ileri sürüyor ve bence
haklı.
Bili Day’in mesajı daha yaygın hale gelmeli diye düşünüyorum ve benim gö
zümde bir kahraman olan uzman biyolog-kimyacı Profesör H. J. Morovvitz de
(George Mason Üniversitesi) aynı fikirde. Bu yüzden ortak-editörlük yetkimi kul
lanıp Day söyleşisini kitaba dahil ettim. Eduardo da onayladı. Bu bölümdeki di
ğer gerçek yaşam söyleşileriyse özgün Punset ürünleridir. Bunlardan biri, en ya
kın meslektaşım Profesör Guerrero ile yapılan söyleşi, sıradan insana biyosferde
ki canlı temel parçacıkların neler olduğunu başarılı bir şekilde gösteriyor. Yaşam
genel anlamda bakteri icadıdır ve en erken Arkeyan devirden bu yana Dünya’yı
yöneten onlardır. “Mikrobiyoloji” alanında çalışmayanlar bakterilerin akıl almaz
yeteneklerinden, daha doğrusu bilgeliklerinden bihaberdir. Akademik biyoloji
müfredatlarında mikrobiyolojiyi “işlemek” gibi bir gelenek yok. Guerrero’nun
konuşması bize engin bir dünyanın kapısını açıyor, bir kültür olarak ancak an-
traks basili ve gıda zehirlenmesine yolaçan salmenolla gibi pek az sayıdaki garibe
yi hayal meyal bilmidiğimiz devasa çeşitlilikte bir dünya bu.
Guerrero bize prokaryotları gösterirken (bölüm 29), saygın ve bilge bir biyo
log olan J. T. Bonner da (bölüm 30) benim favori ökaryot gruplarımdan birini
takdim ediyor: amip ve onun çok hücreli torunu olan, epey uzun bir zamandır in
celediği balçık küfü. Fare karaciğeri-E. Coli eksenindeki zoologların sürüsüne be
reket. Bitkilerle yatıp kalkan botanikçiler pek çok harika kitap yazdı. Bryce Ken-
drick (2003) gibi mantar bilimciler tüm bir mantar alemini gözler önüne seriyor.
Ve biz de okurlarımızın “gerçek yaşam”la buluşmasını prokaryotik bakteriler ve
ökaryotik amipleri takdim ederek tamamlıyoruz, Dünya üzerinde hiçbir hayvan
türemeden önce 3,000 milyon yıl yaşamış olan kendi mikropsu atalarımızı takdim
ederek.
234
-2 8 -
Lynn Margulis’in
William D ay ile Söyleşisi
Bu alandaki ön kabullerimizi tümüyle terketmeliyiz.
William D ay
Bili Day, yaşamın Stanley Miller-Harodl C. Urey-Leslie Orgel tarzı bir “kek ter
kibi” olmadığı yolundaki temel düşüncesini test etmek için, tek başına ve de Mis-
sissippi Universitesi’nden birkaç öğrenici ve meslektaşıyla birlikte, belli bazı gaz
lar, mineral çözeltiler ve küçük organik bileşenler üzerine laboratuar deneyleri
yaptı. Yaşam uzun tarihi boyunca asla böyle “bir şey” olmamıştı. Yaşam ona gö
re bir gelişim süreci. Yeryüzünde yaşamın kökeninde nasıl bir gelişim sistemi ol
duğuna dair ve bunun bir benzerini başlatabilecek enerji akışı ve kimyasal etkile
şimleri nasıl üreteceğine dair fikirleri var. Laboratuar deneylerinde belli bir başa
rı sağlamıştı. Ama 2004’de çalışmasını anlatması için Ispanya’ya davet edildiğin
de daveti geri çevirdi. Bilimsel bulgularını bilim dışındaki insanlara sunmak için
William Day yaşamın kökenleri ve yapısal organizasyonuyla ilgili bağımsız araştırmalar yürütü
yor.
235
HAYAT KİTABI
henüz hazır değildi. Bulgularından henüz yeteri kadar emin değil. Bu yüzden Edu-
ardo Punset’le söyleşme fırsatını kaçırdı ve Madrid’de Conde Duque Media
Lab’daki “kültür olarak bilim” programımıza da katılamadı. Media Lab yöneti
cisi Luis Rico benden (LM’den) Day’i, kendi Banquete (“Banket”) programı çer
çevesindeki bilim-kültür faaliyetlerine katılıma davet etmemi istemişti. Rico’nun
programı 250 katlanır sandalyeyle oluşturulmuş dev bir kitap şeklindeki devasa
bir çadır içinde yapılıyordu. Daha başka ne vardı? Evet kitap da İspanyol dilinde
Shakespeare’e karşılık gelen edebi figürün, Miguel de Cervantes’in Don Quixo-
fe’sinin ikinci cildiydi, yani kitabın tam bir kopyası yapılmıştı. Don Q uixote ’nin
yayınlanışınm dört yüzüncü yıldönümü kutlamalarına bilimin, özellikle de “yaşa
mın kökeni” biliminin dahil edilmesi gayet yerindeydi ki, yeri gelmişken belirte
yim, hapishanede yazılmış bir kitaptır bu. Neyse, Bili Day Ispanya’ya gelip “süre-
giden” bilimsel çalışmasını tartışmak bakımından bu kadar ketum olmasaydı ve
Eduardo onunla söyleşi yapabilseydi, eminim benim buradaki söyleşim gibi olur
du. Day’in görüşlerini -yani geleneksel “yaşam öncesi kim yacılarınca çoğu kez
henüz yayınlanmadan reddedilen “gelişim-kavramı”nı—tanıtma fırsatının mutlu
luğu içinde ve yazılı ifadelerinden hareketle, telefon ve e-posta söyleşileri yaptım.
Buradaki söyleşiyi yazarken makalelerinden sadakatle yararlandım ve o da bölü
mü kitaba dahil etmemi şükranla onayladı. Umarım gelecek yıl Eduardo ile sanal
değil, gerçek bir Redes söyleşisi yapmak, bu keyfi yaşamak için Barselona’ya veya
Madrid’e gider.
Lynn Margulis: Sanırım “yaşam öncesi kimya” bakış açısını benimseyen birçok
bilimciyle görüş ayrılığı içindesin, yani şu iddiada bulunanlarla: genleri (ya
ni nükleik asitleri) üç veya dört milyar yıl önce yaygın olduğu düşünülen ko
şullara yakın koşullar altında yapabilirsek, üreyen bir yaşam sistemi elde
ederiz ve “yaşamı laboratuarda” üretmenin yolunu açarız. Veya en azından
yaşamın bunca zaman önce nasıl ortaya çıktığına ilişkin daha iyi bir fikir sa
hibi oluruz. Yaşamın kökeni meselesi bağlamında senin çalışmaların ne ifa
de ediyor?
VVİllİam Day: Birçok “yaşamın-kökeni deneyi”, Arkeyan devir atmosferinin mu
adili sayılan gaz karışımlarından oldukça kompleks organik bileşenler üret
ti. Asıl enteresanı, laboratuarda tutuşturulan metan, amonyak ve su buharın
dan amino asitler elde edildi. 1953’ün ünlü Miller-Urey deneyleri ve ardılları
formaldehit ve basit şeker, hidrojen siyanit ve polimerlerini üretti, hatta ade-
nosin trifosfatı (ATP) bile. Orotik asit ve diğer primidin öncülleriyle lipidle-
ri kolayca yaptılar. Ama elli yıl önceki bu başarılardan beri, doğrusu, bu tür
“yaşam öncesi kimyası” deneylerinde çok az ilerleme gördük. Bu “yaşamın-
kökenleri meselesi”nin çözümü başka herhangi bir temel bilimsel soruştur
236
GELİŞİM OLARAK YAŞAM
237
H AYAT KİTABI
rar kullanılamaz. Yaşam bir aralıksız süreçler dizisidir; bunu bilmek kökeni
ni deşifre etme yaklaşımlarına netlik sağlar. Yaşamın kimyasal süreçleri ken
dine özgüdür, sistemi herşeyi içinde barındırır. Doğası gereği, her yaşam for
munun içiçe kenetlenmiş dinamik bir kimyası vardır. Yapısal işleyişini belir
leyen madde ve enerji akışında, kompozisyon ve dinamikler katiyen ayrı dü
şünülemez! Yaşam, bileşenlerinden oluşturulup başlatılabilen veya “çalıştırı-
labilen” bir saat veya bir kek değil de, şelale gibi, yol aldıkça oluşan, sürekli
değişen, dinamik bir sistem gibidir. Sentez, otokataliz ve üreme aynı ve yega
ne biyolojik sürecin unsurlarıdır sadece. Demem o ki, bugüne değin bu alan
da oluşan kapsamlı literatürün yazarları yaşamın kökenini inceledikleri
inancındalar. Ama bu beyler, mesela Stanley Miller ve Gerald Joyce, Leslie
O gel ve David Deamer “özne”yi incelemiyor. Yaşamın kökeni incelemesin
den ziyade, “gıdanın kökeni” incelemesinde iyi ilerleme kaydettiler.
Araştırmacılar canlıları özelliklerine ayrıştırmaktan yanalar: kuşatıcı bir
zar, sentetik genetik-protein bağlantılar, otokataliz ve metabolizma -sanki
bunlar hücrelerin kökeniyle alakalı basamaklarmış gibi. Mekanistik yakla
şımları tamamen yanlış. Hücrenin (bizzat sistem tarafından sentezlenen) bi
leşenleri dönüşüm geçirerek, çözülerek veya bir başka şekilde sürekli berta
raf ediliyor olmalı. Yaşam minimal dinamik işleyişle başladı ve hücre evril
dikçe hücrenin tüm özellikleri bir önceki özelliklere eklemlendi. Kimyasal
tepkenleri başından beri yaşamın kontrolündeydi. Otokatalitik döngüler,
zar, metabolik dizilimler ve genetik sistem ardışık ve hiyerarşik bir düzende
gelişti. Bu dizilimi, bu hiyerarşik düzeni anlamamız lazım, yoksa bir elli yıl
daha aynı yerde dönüp duracağız!
L.M. Yaşamın-kökeni meselesinde hiç ilerleme kaydetmediğimizi düşünüyorsun
galiba?
W.D. Doğru. Altmışların sonlan veya yetmişlerin başlarından beri gerçek bir iler
leme yok.
L.M. Durum umutsuz mu?
W.D. Katiyen! Yaşamın bir işleyiş olarak başlangıçtan bugüne hiç kaybolmadığı
nı anladığımız an, her yaşam formunda bulunan bu temel işleyişin fevkalade
önemli ve evrensel öğelerini de anlayacağız. Elimizde bazı ipuçları var: elek
tronları taşıyan demir-sülfür kümeleri; yüksek enerjili fosfat dönüşümlerini,
organik maddeye karbon dioksit katılımıyla ilişkilendiren pirofosfat kinaz-
ları; ortamdaki amonyağın hücrelerde glütamik asite çevrilmesinden kay
naklanan glütamat. Bunlar atadan kalma, sürekli enerji akışının temelleridir
ve yaşamın başlangıcından beri varlar.
L.M. Perspektifimizi değiştirmemiz lazım, öyle mi?
W.D. Evet, bu alandaki ön kabullerimizi tümüyle terketmeliyiz!
238
-2 9 -
Atalarımız, Bakteriler
Ricardo’yla Redes ’de (TV programım, “Ağlar”da) yıllarca beraber çalıştık. Tüm
bir mikrop dünyasına ilişkin herhangi bir konuda ne zaman otantik, güvenilir
bilgiye ihtiyaç duysam, onu ararım. Kendi bilmiyorsa, bilen birini bulur. Bu
“söyleşi”, çoğunu Barselona’da yaptığım bir düzine kadar söyleşiden derdest
edildi.
2 39
HAYAT KİTABI
RİcardO Guerrero: Bütün mikroplar önemlidir, sırf benim için değil, hepimiz
için. Özellikle de bakteriler. Sana onların gizli güçlerinden söz etmek istiyo
rum. Doğada kimyasal bir dönüşüm gerçekleştirerek ilk ekosistemleri oluş
turanlar onlardır.
E.P. Dur bir dakika. “Bakteriler” ve “mikroplar” arasındaki fark ne? Mikroplar
bakteri değil mi?
R.Gu. Değil. Bakteriler mikrop. Bunlar küçük organizmalar, çekirdeksiz hücreler
den oluşuyorlar -ço k hücreli olsalar bile. “Mikroplar” birer organizmadan,
yaşam formundan başka bir şey değil, mikroskopla rahatça görülebilirler.
Yani -bakterilerin hepsi mikrop olsa d a - başka tip mikroplar da var, mese
la maya. Maya -tek hücreli mantarların hepsi- ökaryottur; hücreleri çekir
deklidir. Eski mantar atalarından farklı biçimde evrilen birçok farklı tür var.
Mikropturlar, ama bakteri değiller. En ufak su yosunları da öyle (mesela di-
yatomlar ve Chlam ydom onas’lar). Amipler, terliksi hayvanlar ve çift kirpik
li plankton mikropları da öyle. Ama maya, diyatomlar ve diğer mikroskopik
su yosunları, amipler, terliksi hayvan (adi gölet-suyu siliatları) ve sıtmaya yol
açan Plasmodium, hepsi mikroptur. Ama çekirdekli mikroptur: ökaryottur.
Yani iki büyük mikrop grubumuz var: çekirdeksiz bakteriler ve mikros
kop altında gördüğümüz tüm diğerleri, çekirdekli veya “ökaryotik mikrop
lar”.
Bakteriyel gruba “prokaryot” denir. Ve tüm çekirdekliler de “ökar-
yot”tur. Bunlar (su yosunları, siliatlar, tripanosomlar, barsak parazitleri,
amipler vs.) çekirdeklidir. Her hücrede en az bir çekirdek bulunur. Çekirdek
liler ya mayadır (veya diğer ufak mantarlar) ya da protist; bakteri ya da ar-
keoz olanı yoktur. Bakteriler —prokaryotik mikroplar- 4.55 milyar yıllık
Dünya’nın ilk sakinleridir. Gezegenimizde yaşamın başlangıcı 3.85 milyar yıl
kadar önce veya hatta daha de erken bir dönemde gerçekleşmiş olabilir. Gü
neş sistemindeki iki komşumuz Venüs ve M ars’ın başlangıçtaki özellikleri
yaşam için elverişli olmuş olabilir, ama büyük ihtimalle oralarda sürdürüle
mezdi yaşam. Yaşam bakteriyel olarak başladı. Ama Dünya’da yaşamı kalı
cı kılan bir şey oldu: prokaryotlar arasında ekosistemler oluşması. Prokar-
yotlar -bakteriler- ilktiler. Diğer tüm yaşam formları onlardan evrildi. He
men tüm metabolik stratejiler bakteriyel evrimin ilk 2 milyar yılında oluştu.
Prokaryotlar arası simbiyotik beraberlikler, bugün Dünya üzerinde büyük
bir karmaşıklık ve çeşitlilik sergileyen tüm canlıların varoluş sebebidir.
Ökaryotik hücrenin kökeni olmak gibi bir işlevleri de var, ökaryotik hücreli
ilk organizmaları, protistleri meydana getirdiler. Gerçekten de tüm bu çekir
dekli organizmalar —yani, protistler, mantarlar, bitkiler ve hayvanlar- pro
karyotik bir dünyanın içinden çıktılar. Ökaryotların prokaryotlarla olan ya
240
ATALARIMIZ, BAKTERİLER
24i
H AYAT KİTABI
lerin gelişimiydi. Gezegen yüzeyinde yaşam için gereken tüm elementlerin tü
ketilmesini onlar, ilk ekosistemler engelledi. Aksi halde yaşamın başlangıcın
dan en çok 200 veya 300 milyon yıl sonra elementler bitip tükenmiş olurdu.
İlk ekosistemler olmasa ilk yaşam yitip giderdi. Bazı mikrop metabolizmala
rınca üretilen maddelerin başkalarını beslediği ekosistemler o zaman ortaya
çıktı ve bu da gıda maddelerinin geri dönüşümüne imkan sağladı. Bu ekosis-
temlerin faaliyetleri gezegenin ilerki evriminde belirleyici oldu. Aslında yak
laşık 1.8 milyar yıl öncesine kadar tüm gezegen bakterilerle doluydu, sadece
prokaryotlar yaşıyordu. Bakteriler buranın tek sakinleriydi. Yaşam jeolojik
bir kuvvettir; gezegen üzerindeki davranışı kendisi için gerekli olan çevresel
koşulları sağlama yolundadır. Isıya, toprağın kimyasal bileşimine ve atmos
ferdeki gazların dağılımına adaptasyon yaşamın devamı için gerekliydi ve de
gereklidir. Birleşik Devletler Georgia Üniversitesi’nin çevrebilimcisi Eugene
Odum (1913-2002) “biyosfer canlı varlıklardan oluşan homeostatik bir sis
temdir” görüşünü desteklemişti. Yaşam gezegen evriminin kaçınılmaz bir so
nucu olabilir, evrenin fiziksel ve kimyasal gelişiminin doğal bir devamı. Yer
yüzünde yaşam olduğunu -hatta bazıları akıllı olduğunu da söylüyor— ve
Ay’da ise olmadığını biliyoruz. Yirmi birinci yüzyıl Mars veya Venüs’te eski
den veya bugün yaşam olup olmadığını söyleyecek -y a da güneş sistemimi
zin diğer bölgelerinde, mesela (Jüpiter’in ayı) Europa’da ya da (Satürn’ün
ayı) Titan’da.
E.P. Biliyorum, sen ve meslektaşların her yerde yaşam, mikroskopik yaşam oldu
ğunu düşünüyorsunuz. İnsanlar mikroplardan korkuyor. Onlar için mikrop
lar “sadece hastalık kaynağı”. “Görünmeyen”i sıradan insanlar için nasıl gö
rünür kılabiliriz?
R.Gu. Her yerde mikrop var! Mikropların bu yaygınlıkları üç şeye dayanıyor: ko
lay dağılıma uygun küçük boyutları, metabolik, yani kimyasal değişkenlikle
ri, müthiş kapasiteleri ve genetik esneklikleri. Birbirlerine gen aktarıp, birbir
lerinden gen alabiliyorlar. Böylece uygun olmayan veya değişen çevre koşul
larını tolere edip, bu koşullara hızla uyum sağlayabiliyor bakteriler. Pek çok
bakteriyel ekosistemin işlevsel anlamda aktif birimi, tek bir bakteri türü ve
ya topluluğu değil, yakın bir simbiyotik işbirliği içinde yaşayan iki veya da
ha çok bakteriyel hücre tipinin ortaklığıdır; birlikte yaşarlar.
Her yerde mikrop olmasına rağmen, mikroplar insanlık tarihinde daha
yeni keşfedildiler. Hollanda’nın Delft şehrinde orta sınıftan bir manifaturacı
olan, hiçbir bilimsel eğitimi bulunmayan Antony van Leeuvvenhoek (1632-
1726) yaklaşık 1674’te suda ilk mikropları (protistleri) gözlemledi. Onlara es
ki Felemenkçede beesjes (hayvancıklar) veya kleijne Schepsels (minik yara
tıklar) dedi. Londra’daki Kraliyet Topluluğu’na yazdığı mektupların çeviri
242
ATALARIMIZ, BAKTERİLER
243
H AYAT KİTABI
Bizi yiyecek bir mikrop adayına beslenme veya barınak imkanı hiç tanıma
yacak ölçüde bakteriyel enfeksiyona tamamen direnen bir insan bedeniyse,
bakteri için bir başka yaşamsal kriz yaratır. En başarılı simbiyotik mikrop
lar, sağlıklı veya nispeten sağlıklı kurbanları bırakmayıp, onların davranışı
nı şu iki temel hedef doğrultusunda yönlendiren ve manipüle edenlerdir: hem
mikrop hem de kişi açısından, sağlıklı bir formun devamını temin etmek ve
bir insandan diğerine etkin yayılıma önayak olmak.
E.P. Yani mikroplar hem çok çeşitli, hem de aynı mikrop farklı koşullar altında
farklı davranıyor? Söylediğin bu mu?
R.Gu. Evet. Mikrop topluluğu değişiyor. Daima topluluklarla karşı karşıyayız, ge
lişen topluluklarla, bireysel bakterilerle değil.
E.P. Mikroplar, bakteriler, nasıl bir farklılık gösteriyorlar? Özellikle de insanlar
la etkileşim halinde olanlar?
R.Gu. Mikroplar arasındaki büyük çeşitlilik —yapı ve üreme biçimi bakımından,
biz ve diğer türlerle ekolojik ilişkileri bakımından çeşitlilik—ve evrimsel geç
miş, insanla etkileşimleri sorusunu epey zorlaştırıyor. Çoğu bulaşıcı hastalık
farklı bakteri, mantar ve protist topluluklarından, gruplarından kaynakla
nır. Bu mikroplar arasındaki inanılmaz çeşitlilik farklı biçimlerde karşımıza
çıkmalarına yol açıyor. Deri enfeksiyonlarında ve diğer enfeksiyonlarda gö
rülen Stapbylococcus aureus, vereme yol açan M ycobacterium tuberculosis
ve H elicobacter pylori içimizde çok farklı ve aktif enfeksiyon stratejisi yürü
ten hastalık bakterilerine üç örnektir.
E.P. Hangi hastalık mesela?
R.Gu. Süremiz ancak bir örneğe yeter, en son bulunanı ele alalım. 2005 Fizyoloji
veya Tıp Nobel Ödülü bakteriyoloji alanında H elicobacter pylori’nin, ülser
lerdeki rolünün keşfine verildi. Aslında keşif 1982’de yapılmıştı; J . Robin
Warren ve Barry J. Marshall Avustralya’da H elicobacter pylori’nin insan
midesindeki varlığını ve yol açtığı gastrit ve peptik ülserlerle ilişkisini ilk kez
o zaman tespit etmişti. Marshall geçenlerde tam da burada, Barselona’da.
Nobel konuşmasını “H elicobacter : İyi, Kötü ve Çirkin” başlığıyla sundu, en
meşhur Sergio Leone filmlerinden birine direkt bir göndermeyle.
Warren ve Marshall midedeki H. Pylori’nin daima mide mukozasındaki
iltihaplanmayla ilişkili olduğunu gösterdiler. H. pylori’nin ülsere neden ol
duğu yolundaki tespitleri, doktorları bir paradigma değişimine zorladı. Ar
tık ülserler için “psikosomatik” denemezdi; bir “enfeksiyon hastalığı” haline
geldi ülserler. Hekimler daha 1906’da insan midesindeki bu spiral bakterile
rin varlığına işaret etmişlerdi. Daha sonra da çok defa benzer gözlemler ra
por edildi, ama dikkate alınmadılar, çünkü bakteriler mide dışında, labora
tuarda geliştirilemiyordu. “Çok asidik” denerek normal insan midesinin ste-
H AYAT KİTABI
246
ATALARIMIZ, BAKTERİLER
247
-3 0 -
Amiplerden Farklı
248
AMİPLERDEN FARKLI
si’nin bir oturumunda askerî darbeyle hükümeti devirmeye çalıştıkları zaman, Is
panya’nın Avrupa Topluluklarıyla ilişkiler Bakam’ydım. Yirmi beş yıllık bir ara
dan sonra yurt dışından henüz dönmüştüm. Sivil Muhafızlar’m birkaç saat süren
sessizlik dayatması sona erince bir meslektaşım, havaya ateş etmeye başlayıp
“Herkes yere yatsın!” diye bağırmaya başladıklarında aklımdan ne geçtiğini sor
du. “Ne diye böyle bir zamanda geri döndüm ki?” diye cevapladım. Bu —en azın
dan benim durumumda— beynin bilgiyi kullanmadaki yetersizliğinin sadece bir
örneği.
Eskiden, dünyanın ilk uydu fotoğrafları ülkeleri ayıran sınırların gerçek olma
dığına herkesi ikna edecek sanırdım; bilimci John (Joan) Orö ile paylaştığım bir
inançtı bu. Ulusal sınırlara ilişkin hiçbir iz bulunmadığı ve Dünya’nın bir bütün
olduğu uzaydan açıkça görününce, artık keyfî yasal veya siyasi sınırların varlığını
sorgulamamak gülünç hale gelecekti. Gerçek ulusal sınırlar, aslında, namevcut.
Ama maalesef sınırların olmadığına ilişkin ezici delil ağırlığı insanları ikna etmi
yor. Bugün —etnik, kültürel ve siyasi—milliyetçilik her zamankinden daha canlı.
Kendini aldatma kapasitemin, demin anlattıklarım kadar net olan, ama hay
van kültürü üzerine burada Bonner’la yaptığım söyleşiyi daha fazla ilgilendiren
bir başka örneği de genom dizilimine ilişkin [bölüm 19)]. DNA’mızın, Rdosophi-
la melanogaster sineğinden şempanzeye kadar, diğer hayvanlarınkiyle aynı oldu
ğunu anlayınca, onları aşağılayıcı davranışımız yüzünden toplumun nedamet ge
tireceğini söylerdim hep. Kimse akşamları kedileri öldürmeyecek, köpeklere taş
atmayacak ya da keçileri kulelerden aşağı yuvarlamayacak, boğaları kanlar için
de öldürmeyecek ya da şempanze beyinleri üzerinde invazif laboratuvar deneyleri
yapmayacaktı, kimse kendi yakın akrabalarına karşı böyle iğrenç suçlar işleye
mezdi. İnsanlar dört ayaklılardandı, saçak yüzgeçli balık ve akciğerli balık atala
rına akrabaydı, bunlar en yakın deniz akrabalarımızdı, ama yanılan yine bendim.
İdrak bilimcilerinin yeni bulgularına göre, öngörü yetersizliğim bana özgü, iç
kin bir durum değil pek, geleceği öngörmek söz konusu olunca aslında hepimiz
sandığımızdan çok daha az bilgi sahibiyiz. Birçok araştırma geleceğimizi görme
yolundaki modern insanımsı çabamızın zavallığım ortaya koyuyor.
İnsan genomunun deşifrelenmesi evet bir şey, ama insanlarda içkin olan “vic
dan” veya “yüksek akıl” davranışı da, anlaşılan, tamamen ayrı bir mesele. Bu ki
tapta hayvan kültürünü inceleyen dört seçkin bilimci yer alıyor: Gombe’den Jane
Goodall [bölüm 3], Barselona Hayvanat Bahçesi’nden Jordi Sabater Pi [bölüm 4],
Cambridge Üniversitesi’nden Nicholas Mackintosh [bölüm 1] ve Princeton Üni-
versitesi’nden John Bonner [bölüm 30]. Hepsi de insanlarla diğer hayvanlar ara
sında varolduğuna inanılan ve çoğunlukla zikredilmeyen devasa ayrılığa, devasa
ve apaçık farklılıklara ilişkin varsayımları reddediyor. Hepsinin gördüğü şey şu:
“yüksek aklın” karakteristikleri insanlarda da, diğer yaşam formlarında ve dola
249
H AYAT KİTABI
250
AMİPLERDEN FARKLI
Eduardo Funset: Son kırk yıldır bu odada dersler veriyorsun. Öğrencilerine hiç
insanla sosyal-amip zekası arasındaki farkları açıkladın mı -bizimle bütün
bu yıllar boyunca incelediğin minik, sosyal, küf benzeri yaratıklar arasında
ki farkı?
John Bonner: Doğrusunu istersen, bu farkı sınıfta hiç açıklamadım. Ama şimdi
öğrencilerimin burada olup beni dinlemelerini isterdim, ki aynı soruyu ben
de kendi kendime hep sormuşumdur. Amiplerden insanlara kadar bütün
hayvanların [balçık küfleri hayvan değil] zekasıyla ilgiliyim ve biyolojiye
başladığımdan beri sosyal amiplerle çalışıyorum. İnsanlar sırf amip oldukla
rı için onları aptal sanıyor. Aslında çok zeki olabiliyorlar. Birincisi, amipler
bağımsız olmaktan ziyade gruplar halinde yaşar. Ön ve arka uçları olan
amip torbaları oluştururlar. Bulundukları yerden birkaç santimetre öteye
göç edebilirler. Müthiş bir şey. İnanılmaz bir katilikle ışık kaynağına yöne
lirler. Çok zayıf bir ışık kaynağına yönelebilirler. Minnacık bir ışık yoğunlu
ğu onları çekmeye yeter. Yıllar önce, inanılmaz derecede küçük farklılıkları
olan ısı gradyanları boyunca hareket ettiklerini keşfettik. Isıya fazlasıyla du-
yarlılar. Dolayısıyla, bana göre, zekayla davranıyorlar, ama ancak bir grup
olarak. Tek amip olarak böyle hareket edemiyorlar, ama yüz bin veya bir
milyon amip biraraya gelip aşağı yukarı bir milimetrelik bir uzunluk oluştur
duklarında, gerçekten de çok zekiler ve çevre uyarımlarına cevap veriyorlar.
E.P, Müthiş! Birlikte, bireyler halindekinden çok daha zekiler?
J.B. Evet, gerçekten öyle. Bunu yapma yöntemleri çok ilginç. Mesela ışık hadise
sini düşünürsek: amipler saydamdır, dolayısıyla ışık aslında onlardan geçip
yayılıyor, ama silindir yapıları sayesinde ışığın arka uçta yoğunlaşıp gradyan
yarattığı bir lens oluşturuyorlar. Bu gradyanı gidermek için, ışığı alıp arkaya
doğru aktaran ön uç daha hızlı hareket ediyor. Bir başka deyişle, ışığa doğru
hareket ediyorlar, ama sırf bir torba oluşturduklarında ışık arkada yoğunlaş
tığı için. Işığı arama davranışının ortaya çıkması bu sosyal kapasiteyi kullan
malarından kaynaklanıyor. Tek başına hiçbir amip bunu yapamaz, ama bir
grup olarak yapabiliyorlar.
E.P. Sence aynı kural insanlar için de geçerli mi? Kolektif halde, bireyler halinde
kinden daha zeki olduğumuzu düşünüyor musun?
J.B. Düşünüyorum, böyle basit iddialar öne sürmek çok bilimsel olmasa da. M e
selenin özü şu ki, büyük beyinler küçüklerden daha iyi çalışıyor, yani bazı
bakımlardan benzerlik var. Pek çok kişi, istediğim gibi manipüle edebildiğim
için balçıkla çalıştığımı söylüyor ve bu onun hiç umurunda değil. Hatta bal
çık küfleri neredeyse bundan hoşnut gibi.
E.P. Sahiden?
J.B. Bir amipler yumağının eğlenip eğlenmediğini gerçekten bilemeyiz, ama bana
251
H AYAT KİTABI
öyle geliyor.
E.P. Ölmüyorlar mı? Yani çoğalma kabiliyetleri olup olmadığım kastediyorum.
J.B. Hiç şüphe yok. Daha önce sözünü ettiğim bu silindir amiplerden birini ikiye
ayırırsak (yaklaşık bir milimetre uzunluktadırlar), her bir yarı kendini topla
yacak, hareket edecek ve çabucak normal balçığı üretecektir.
E.P. Bu anlamda sosyal amipler bizden daha zeki. Denir ki, diğer hayvanlara kı
yasla insanların en büyük avantajlarından biri, evrimin belli bir anında, di
ğer kişinin ne düşündüğünü tahmin etme yeteneği geliştirmiş olmasıdır. Y a
ni başka birinin ne düşündüğünü tahmin etmek, onun reaksiyonunu kısmen
öngörmek demektir ve böylece de kendini savunmaya hazırlanmak veya di
ğerine yardım etmek veya bir şekilde durumu manipüle etmek gündeme ge
lir. Bu doğru mu sence? Hayvanlarda da böyle mi?
J.B. Doğru bence ve diğer hayvanlarda da böyledir. Sanırım iki köpek -k i benim
de köpeklerim olmuştu—birbirlerinin davranışından, diğerinin ne düşündü
ğünü gayet iyi anlıyor. Davranışı öngörebiliyorlar. Benim anlayışıma göre,
hem insan hem de hayvan zekası daima bir sosyal çerçevede ele alınmalı. İn
san zekası yalıtılmış bir şey değildir. Daha ziyade insanlar arası iletişim ve di
yalogun ürünüdür ve bu durumun diğer hayvanlar için de tamamen aynı ol
duğuna inanıyorum.
E.P. Zeki davranışı nasıl tanımlıyorsun? Birini aldatabilmek veya onunla iletişim
kurabilmek mi? Bir davranışın bir zeka ürünü olup olmadığını nasıl belirle
yebiliriz?
J.B. Buna cevap vermeden önce birkaç şey söylemek istiyorum. Birincisi, tanım
lamalara çok inanan biri değilim, çünkü katı sınırlar dayatır tanımlamalar.
Herşeyi bir tanımın sınırları içine sıkıştıramazsın. Kanımca -k i bu ilk tespi
timin bir devamı—tüm zeka bir devamlılık, bazı hayvanlar çok sınırlı bir ze
ka sergiliyor ve tedricen beyinler gitgide daha karmaşık hale geliyor, sonun
da bizimkiler gibi karmaşık işleri düşünüp yerine getirebilenler ortaya çıkı
yor. Devamlılık fikrini tercih edip, zekayı tanımlamanın zorluğunu teslim
ediyorum.
E.P. Dolayısıyla, birçoklarının söylediği gibi bizim zeki olduğumuza, diğer hay
vanlarınsa olmadığına değil, zekanın bir dereceler meselesi olduğuna inanı
yorsun.
J.B. Aynen. Aynı savlamayı bilince de uyarlıyorum. Eski bir arkadaşım, biyolog
Donald Griffin, “Hayvanlar eylemlerinin bilincinde değil mi; bunu nereden
biliyoruz?” diye sorarak, bilincin sadece insanoğluna özgü olup olmadığı yo
lundaki büyük soruya yeni bir boyut getirdi. Verdiği birkaç örnek insana şu
soruyu sorduruyordu: yoksa bizimkinden farklı da olsa, hayvanlarda sahi
den bir çeşit kendini farketme melekesi var mı?
252
AMİPLERDEN FARKLI
253
H AYAT KİTABI
sudaki yunus diğer yunuslarla iletişim kurmak için ses dalgalarını kullanıyor,
çünkü ses dalgaları suda kolayca seyahat edebiliyor. Bir kanguru, bir arslan
veya bir insan ışık dalgalarındaki aynı potansiyeli kullanıyor, çünkü karada
bunlar daha iyi işliyor. Uçan bir yarasa yankıyla belirleme yöntemini, sona
rı kullanıyor. Biyologlar, mesela Jordi Sabater Pi, diğer hayvanların aslında
insanlardan daha az zeki olmadıklarına, zekalarını bizim anlam veremediği
miz alanlara odaklarına inanıyor [bölüm 4].
J.B. Kesinlikle. Örneklerin iletişim araçlarıyla ilgili. Yunus bizim yaptığımız gibi
sesler yayıyor, ama yunusun sesi özellikle suda yolalmak bakımından etkili
dir. Fillerin insanlarca algılanamayacak kadar düşük frekanslı sesler yaydığı
nı gösteren keşif beni hep büyülemiştir. Bunlar iletişim hadiseleri, aslında ze
kayı yansıtmıyorlar. İletişim ve ifade gücü olmadan, hiçbir hayvanın zeki
olamayacağı doğru. Zeka iletişim yeteneğinde yatıyor, iletişimin nasıl ger
çekleştirildiğinde pek değil.
E.P. Amiplerin sosyalleşme yeteneğine işaret ediyorsun, değil mi?
J.B. Aynen. Yunusların çok karmaşık bir sosyal yapısı var-
E.P. Ve zengin bir aile hayatı-
J.B. Evet. Erkek yunuslar, takım çalışmasıyla bir dişiyi daha iyi dize getirmek için,
üçlü gruplar halinde yüzer. Sosyal hayatları hat safhada karmaşıktır.
E.P. Seçkin bir biyolog olarak kariyerin boyunca desteklediğin bir fikre biraz da
ha derinlemesine dalabilir miyim? Bir organizma ne yetişkindir, ne de çocuk,
daha çok tüm bir yaşam döngüsüdür ve dolayısıyla sabit bir fotoğraftan doğ
ru olarak yansımaz. Kastettiğin şey tam olarak ne?
J.B. Bu fikre nasıl ulaştığımı açıklayayım. Üniversitede, sevmediğim halde, man
tık dersi aldım. İlk derslerden birinde profesör, bir insanın ismini veya bir sö
zünü söylerken o insanı hayatındaki belli bir noktada hatırladığımızı, ama
bunun tamamen kurmaca sayılacağını, çünkü embriyonun halihazırda o ki
şi olduğunu işaret etti. Dolayısıyla tek bir zaman dilimini tecrit etmek doğru
değil, böyle yapmak pratik olsa da. Her hayvan bir yaşam tarihidir, filmler
de veya avcı siperlerinden ve gözlem kulelerinden izlediğimiz anlık “fotoğraf
lar” değil.
E.P. Ya da hayal gücünün bir fantazisi değil.
J.B. Bir köpeğin hayatı veya herhang bir başka tekil hayvanınki, yumurtada bu
lunduğu andan ölüm anma kadar uzanır.
E.P. Pratik açıdan, hayatı zamanın belli bir anında anlık bir fotoğraf gibi görmek
le, eksiksiz bir yaşam döngüsü olarak hayal etmek arasında ne fark var?
J.B. Sanırım büyük fark şu ki, bir insanı bir yaşam döngüsü olarak düşündüğü
müzde gelişimi göz önüne alıyoruz demektir -hücrelerin bölünüp omurgay
la omuriliği oluşturduğu ilk hücresel evresinden, bebekliğe, yeniyetmeliğe ve
254
AMİPLERDEN FARKLI
yetişkin bir şahıs olarak doruğa ulaşmasına kadarki tüm gelişimi. İnsanları
bütünler olarak görmemiz gerektiğine inanıyorum.
E.P. İnsanların fiziksel gelişimi yaşam döngülerinin belli bir anında duruyor, bu
şaşırtıcı. Çünkü balıklar, tırtıllar ve pek çok başka hayvan türü ölene kadar
büyümeye devam ediyor. Bu bir lanet mi, yoksa avantaj mı? Bu fark niye?
J.B. İyi mi, kötü mü olduğunu söyleyemem, ama kesinlikle memeliler büyük fark
lılıklar gösteriyor. Filler bile büyümeye devam ediyor. Memeliler demek yet
mez; fark insanları da içeriyor. İşaret ettiğin fark gelişimin gerçekleşme şek
liyle ilgili. Yirmilerimizde uzun kemiklerimiz mühürlenir; uzamamız durur,
eğer hipofiz anormalliklerimiz yoksa. Bu Darvvin’in doğal seçilimiyle ilgili.
İnsanlar ve ataları, birçok memeli gibi anladılar ki, büyümenin durması çı-
karlarınaydı. Avcı hayvanlardan kaçmak veya avlanmak için hareket kabili
yetini geliştirmek üzere, ideal uzunluğu koruma yolunda bir deneme gerçek
leşti bence. Bu büyüklüğün kısıtlamalarıyla ilgili. Ama neden filler büyüme
ye devam ediyor? Belki o kadar büyük ve ağırken, biraz daha büyük ya da
küçük olmaları pek fark etmediği için.
E.P. Zeka ve diğer hayvanlarla insanlar arasındaki farklar konusuna dönelim,
eğer böyle farklar varsa tabii. Hayvanlar sanat veya estetik düşünce üretmi
yor, doğru mu? Sanatsal düşünce nereden geldi?
J.B. Bu beni hep büyülemiştir. Yirminci yüzyılda hayvan yaşamındaki güzellik
duyusunu keşfettik, önceden sırf insana özgü gibiydi. Aslında on dokuzuncu
yüzyılda, Victoria dönemi insanları bir hayvanın tüylerindeki, renklerindeki
güzelliği övüyordu, hayvanın sanatsal duyusuna hayrandılar. Ama zamanla
bu fikirler alay konusu oldu ve itibarını kaybetti. Yirminci yüzyılda, erkek
cennet kuşlarının dişilere kur yapmaya yarayan son derece güzel ve incelikli
tüyleri olduğu söylendi. Dikkat çeken ama çok da çekici olmayan bir başka
kuş, çardak kuşu, çok incelikli bir yapı inşa ediyor, içinde çiftleşeceği bu ya
pıyı orman meyveleri ve renkli kabuklarla süslüyordu.
E.P. Zifaf odası gibi—
J.B. Aynen. “Çardak” [“Boıver”], aslında Victoria döneminde zifaf odası anlamı
na kullanılan bir terimdir. Evrim sırasında iki tür ayrışınca bir grup kuşun
parlak renklerini koruduğuna inanıyorlar ve bunun, çardak kuşu için değil
se de, bazı dezavantajları var; parlak renkli erkek kuşlar daha kolay avdırlar,
çardak kuşu içinse böyle bir risk yok. Renkli, şatafatlı bir şekilde süslü olan
sadece zifaf odalarıdır, kuşun kendisi değil. Tartışmamıza dönersek, devam
lılığa kuvvetle inanıyorum ve de kuşların sanatsal bir duyumu olduğuna. Bel
ki bizim duyumumuzdan farklı, ama belki de insanlar kuş beyninin sanata
duyarlı olan o bölümünü muhafaza etmişlerdir. Bir kağıt parçası ve kalem
veya fırça verdiğinde gorillerle şempanzelerin çizim yapması beni büyülüyor.
255
HAYAT KİTABI
256
'■ s _ Ü M 4
GÖRÜNMEYENE DOĞRU
GİRİŞ
Enginden Minnacığa
Bilim görünen evreni, tümünü inceler ve çok defa görünmeyen, kara-madde evre
ninin muazzamlığınıysa çıkarsamak zorunda kalır. Bilimsel inceleme konulan bir
kadının sınırlı derisi veya bir futbol güruhunun deliliğinden çok ötelere uzanır.
Bilimciler maddenin en küçük parçacıklarını ve yaşamın kökenini ve de gelecekte
nasıl bir hal alabileceğini anlamaya çalışır. Kayınbiraderim Sheldon Lee Glas-
how'un (bölüm 33) keşfettiği gibi, biz, tüm insanlar orta-boyuz. Atomları onların
düzeylerine inip kavrayabilmek için fazla büyüğüz ve görünen veya görünmeyen
engin evrene dair bir perspektif sahibi olmak için de fazla küçük. Buradaki ko
nuşmacılar bize uzayın çoğunlukla boş olduğunu söylüyorlar, yani direkt bir tec
rübe veya duyum olmaksızın bir elektron bulutu üzerinde yürüyoruz biz. Eğer
“bilinç” bir sözlük tanımındaki gibi “insanın etrafındaki çevreyi farkedişi” anla
mına geliyorsa, o zaman atomlar da bilinçli olmalı.
Gitgide küçülen ve bizim yerimize işlerimizi yapacak olan makinelerin icadı
bugün en fazla konuşulan şey. “Nanoteknoloji” ne anlama geliyor? Latincede
nano (İtalyancada ennao) “minik” veya “çok küçük” demek. Biz bir merdiven
üzerindeyiz. Kendimizi tek bir yere konuşlandırmaya alışkınız -ü ç boyutlu bir
kürenin (ekvatora göre) kuzeyinde, (Greenwich Birleşik Krallık meridyenine gö
re) batısında ve yerden bir metre yukarısındaki bir noktaya. Ama Einstein bize,
merdivendeki bu keyifli yerin, sadece statik Dünya yüzeyindeki sabit noktaları
baz aldığını söyledi. Tam bir konuşlanma için bir başka boyuta ihtiyacımız oldu
ğunu gösterdi. Dördüncü boyutu eklememiz lazımdı: zamanı. Yani burada 400
kuzey, 650 batı, yerden bir metre yukarıdaki basamağımdayım ve tarih 1 Ocak
2007.
Dört boyutla -ailemiz x, y, z ve zamanla- tamamen mesuttum. Gerçekten de
ayaklarım yere basmış ve yerim yönüm belirlenmişti, ta ki, Lisa Randall, tutkulu
bir şekilde, Eduardo'ya sırf bildik dört boyuttan söz edip dikkatimizi onlara yö
nelttiğimizi, oysa son derece yüksek bir ihtimalle çok daha fazlasının varolabile
ceğim söyleyene kadar. Anlatımıza bu noktada katılan son konuşmacı Paul Da-
259
H AYAT KİTABI
260
- 3 1 -
Lamarckizm Stalinist rejime eldiven gibi uyar. Fransız biyolog Jean Baptiste de
Lamarck’a göre, ömür boyunca edinilen bilgi ve karakter özellikleri veya yaşa
nan karakter dönüşümleri sonraki kuşaklara aktarılıyordu. Dolayısıyla dünyanın
dönüşümü ve yeni Komünist insanın yaratılmasına karşı konulamazdı. Hasis ve
gelişigüzel genetik mutasyonların boyunduruğundan kurtulmak mümkündü. Ya
da şöyle diyebiliriz: genetik talimatlar Komünist rejimin tüm bir nesil için dayat
tığı kodlara duyarlıydı. Ki bu batı dünyasındaki ortak bilimsel görüşün tam ter-
Eugene M. Chudnovsky, New York, Bronx'ta Herbert H. Lehman Koleji’nde Fizik ve Astronomi
Bölümü Seçkin Profesörü’dür.
261
H AYAT KİTABI
36 Lysenko'nun Lamarckizm anlayışı çürükse de, tüm genetik yeniliğin gelişigüzel mutasyonlarla oluşturulduğu
yolundaki fikir de çiirük, yanlış yorumlanmış, aşırı bir genellemedir; yüz yılı aşkın bir süre önce Rusların orta
ya attığı “sym bio-genesis” [ortak varoluş] kavramı kesinlikle evrimsel değişimin temel bir kaynağıdır. (Bölüm
21 ve Margulis & Sağan, 2002.)-LM
262
ELEKTRON BULUTU ÜZERİNDE YÜRÜYÜŞ
E.p.'in yorumu: Eugene’in çizdiği imge hiç aklımdan çıkmadı, gri bir evren ve
onu boydan boya geçen tek bir fare ve bunları gören şahin: Barselona’daki Plaza
de Catalunya gibi bir tür büyük, solgun battaniyeyle onu boydan boya geçen bü
yük bir sıçan ve o da gri. Çok defa, bilimin bizi tüm diğer hayvanlardan ayırdığı
düşünülen duvarı yıkmasıyla, dünyaya ilişkin algımızın farklılaşabileceğini düşün
müşümdür, ama bu da yine ben merkezci bir yaklaşım. Beynimizin sağkalıma yö
nelik ihtiyaçlarımız konusundaki belirlemeleri uyarınca, kendimiz için anlamlı
olan bir evreni görüyoruz biz. Kitabın 15. bölümünde Richard Gregory’nin işaret
ettiği sağduyu stratejisidir bu.
Herşeyi zihin yoluyla bildiğimizi varsaymak mantıklı görünüyor: ya gözlemle
nen şeyler zihne giriyor, ya da zihin dünyaya ilişkin algımızı etkiliyor. İndirgeme
cilerle karşı-indirgemeciler arasındaki tartışmalara ilişkin -biyolog Harold J. Mo-
rowitz’den duyduğum- en güzel çözümlerden biri, sağkalım için ne görmemiz ge
rekiyorsa onu gördüğümüz yolundaki fikirdir.
Döşeme, sandalyeler ve masaya ilişkin varsayımlarımızın çıkış noktası zihin; fi
kirlerden başlayarak kuruyoruz nesneleri. Ve bir sandalyenin gerçekte ne olduğu
nu açıklamak için atom ve molekül teorisini geliştirebiliriz; moleküllerin gerçekte
ne olduğunu açıklamak için elektron ve proton teorisini geliştirebiliriz. Nihayet ta
kuarklar ve sicim teorisine kadar gidebiliriz. Bu indirgemecilerin yolu. Ama tersi
ni de yapabiliriz -yani parçacıklardan başlar ve kendi kendimize sorarız: atomlar
canlı şeyleri nasıl yaratabiliyor? Ve canlı şeyler de daha karmaşık canlı organizma
ları? Bu şekilde hayvanlara geldiğimizde, onların bir başka özellik geliştirdiklerini
görürüz, biliş. Onunla, tamamen atomların rastgele eşleşmesi sonucu olmaktansa,
bir amacı olan eylemler yerine getirebiliyorlar. Ve tüm bunlar bizi zihne geri geti
rir. Bir daire gibi. İndirgemeyle temel parçacıklara geliyoruz, asla gerçek temele in
mesek de; ve diğer taraftan da evrimi ve yaşamın kökenini oluşturan şeylere dair
kavrayışımızla zihne kadar gelip onu yeniden yaratıyoruz.
Morotvitz’in indirgemecilerle karşı-indirgemeciler arasındaki tartışmayı geçici
olarak sonlandıracak, uzlaştırıcı, zarif bir yöntemi var. Aslında sırların sırrı, sade
ce genişleyen evrenin ne zaman başladığını bilmekle değil (ki biliyoruz), nasıl ve
neden başladığını da kesin olarak bilmekle kati biçimde çözülebilir ancak.
E.P. Evrimsel genişlemede bizden sonra gelecek olanı biliyor veya dönüştürüyor
gibi yapmayı sürdürebilir miyiz sence? Demek istediğim: bizden sonra ola
263
H AYAT KİTABI
264
ELEKTRON BULUTU ÜZERİNDE YÜRÜYÜŞ
şık on katıdır. Dolayısıyla bir gazda, bir sıvı veya katı maddede olduğundan
çok daha fazla boşluk vardır.
Uzaya gidersen, elektronlar gibi parçacıklar arasındaki mesafe bir metre
olabilir. Dolayısıyla uzayın çoğu boşluktur. Kara madde dediğimiz şeye hiç
değinmiyorum, çünkü onun nerede olduğunu bilmiyoruz. Kara madde belki
her yerde, tüm uzayı işgal ediyor. Belki parçacıklardan oluşmuyor. Bugün fi
zikçiler maddenin yalnızca parçacıklardan oluşmadığına inanıyor. Geçmişte,
mesela yirmi yıl önce, herşeyin nokta parçacıklarından oluştuğu söylenirdi,
bir tür çok küçük, dairesel diyebileceğimiz parçacıklardan. Ama şimdi atom
dan yapılmamış nesneler bulunduğunu biliyoruz ve bunlar çok uzun nesne
ler olabilir, mesela sicimler....
E.P. Sicimler?
E.C. Evet, “sicimler”. Bunlar -malum adıyla- “herşeyin teorisi”nden çıkan mate
matiksel denklemlere getirilmiş çözümlerdir. Bu sicimler, bir yıldız veya ga
laksinin büyüklüğüne eş değerde, çok büyük nesneler olabilir. Ama atomlar
dan yapılmış değiller.
E.P. Titreşim mi bunlar?
E.C. E, titreşebilecekleri doğru, mesela gitar gibi bir müzik aletinin tellerini düşü
nebiliriz. Kapalı güçlerdir, kapalı bir halka gibi. Bu kapalı halkaların, sicim
lerin -k i belki de çok ağırlar- uzayda bulunması mümkün. Henüz bulama
dık, ama matematiksel denklemlere getirilen çözümlerdir bunlar ve orada
olabilirler. Oradakiler, bir müzik aletindeki tellerin tersine, atomlardan ya
pılma değiller.
E.P. Bir şeyden yapılmış olmalılar.
E.C. Parçacıklar arasında boşluğun bulunmadığı birer sicim, sürekli madde bun
lar. Tamamen sürekli madde.
E.P. O zaman maddenin farklı halleri üzerine bildiklerimizi gözden geçirmekte
fayda var. Bir bakalım: Yunanlılar dünyanın hava, toprak, su ve ateşten ya
pıldığına inanıyorlardı, değil mi? Ve senin gibi fizikçiler şimdi diyor ki, gaz
lar, sıvılar, katilar ve plazma var. Plazmadan daha sonra söz edeceğiz. Mese
la suya çok alışık olduğumuz için, ısıdaki bir düşüşün maddede sıvıdan kati
ya bir değişim yaratması bize normal görünüyordu. Ama Steven Strogatz
[bölüm 14] veya Albert-Laszlo Barabasi gibi karmaşıklık ve kaos teorisi sa
vunucuları, normal, çok basit görünen bir şeyin -yani sıvı su halinden katı
buz haline değişimin- aslında kendini organize eden sistemlerdeki bir faz ge
çişi olduğunu keşfettiler ve o andan itibaren dünya daha karmaşık bir hale
geldi. Ve su moleküllerini bir anda kendi hayatlarından vazgeçip buz gibi
kompakt ve kımıltısız bir beraberlik oluşturmaya sevkeden mekanizmaları
hâlâ doğru düzgün açıklayamıyoruz. Serbestçe hareket edip birbirine tosla
265
H AYAT KİTABI
2 66
ELEKTRON BULUTU ÜZERİNDE YÜRÜYÜŞ
E.P. Elektronlar bulutu üzerinde yürüyor olmamız inanılmaz görünüyor. Yere ya
pışık değiliz, çünkü, dediğin gibi, onunla aramızda elektronlar var, olmasay
dı onun içine geçerdik.
E.C. Tamamıyla doğru. Yerdeki elektronlar ayakkabılarımızdaki elektronları iti
yor ve böylece biz, dediğin gibi, bir elektronlar bulutu üzerinde yürüyoruz.
E.P. Demin sicimlerden söz ettin, uzayın bir köşesindeki belki de çok ağır olan si
cimlerden. Peki Dünya üzerindeki katilar alemiyle sicimlerinki arasında hiç
benzerlik var mı?
E.C. İyi bir soru. Evrenin aşağı yukarı tüm fiziğini, sicimlerin ya da orada ne var
sa onun fiziğini —mesela çok tuhaf nesneler olan monopollarınkini—tanımla
yan matematiksel yasalar katılarınkiyle aynıdır. Mesela süper iletkenlerde
girdaplar vardır ve bu girdaplar demin konuştuğumuz kozmik sicimleri an
dırır. Aynı matematiksel modelleri kullanıyoruz, dolayısıyla süper iletkenle
ri incelerken, teorik ve deneysel bakımdan kozmik sicimlerin fiziği hakkında
da bir şeyler öğreniyoruz. Bu pek çok örnekten sadece biri. Katilarda gözlem
lediğimiz olguların kozmolojik süreçlerdeki kimi olgulara son derece benze
diği yüzlerce başka örnek var. Yani devasa parçacık hızlandırıcılar inşa et
mek veya uzaya gemiler göndermekle kıyaslanınca, katılan incelemek evre
ni daha uzuca keşfetme imkanı sunuyor.
E.P. Katı derken aslında neyi kastediyoruz? Metaller, odunlar ya da yeni mater
yaller mi? Yeni materyaller yaratabilir miyiz?
E.C. Eler türden katiyı kastediyoruz. Ve farklı elementleri farklı dereceler ve ba
sınçlarda bileştirerek sürekli yeni materyaller yaratıyoruz. Onları yaratma
dan önce, elementlerin bileşimiyle ne elde edeceğimize dair bir fikir edinmek
için simülasyonlar oluşturuyoruz. Fikirden yola çıkıyor ve deneyler sayesin
de pek çok yeni materyal yaratıyoruz.
E.P. Böyle bir entelektüel kapasiteye, simülasyon kapasitesine sahip olduğumuz
için ne kadar şanslıyız -b ir pilotun fırtınalı havada ne olacağına ilişkin simü
lasyon yapması gibi! Ama “Yeni materyaller yaratabiliyoruz” derken, neyi
kastediyoruz? Önceden varolmayan moleküller yaratabilir miyiz? Yaşamı
yaratabilir miyiz?
E.C. Çok iyi bir soru. Biyofizikçilerle biyokimyacıların yeni moleküller -ço k kar
maşık olanları dahi- yarattığına hiç şüphe yok, ama yeni bir yaşam yarat
mak... bunu kimse yapamıyor. Dışımızda gördüğümüz şeyin gerçekten varo
lup olmadığı yolundaki ilk soruna dönelim. Evet, dışarıda ne olduğunu ger
çekten görüyoruz, ama bu enteresan, çünkü mesela penceremin dışında gör
düğümüz ağaçlar, o ağaçlar ölüyor ve yeniden çıkıyor. Bilimde en ilginç me
sele, bence, tüm bunların neden olduğunu bilmek ve de fizik, biyoloji ve kim
ya larobatuarlannda yaşam sürecini neden yeniden yaratamadığımızı anla
267
H AYAT KİTABI
mak. Atomlarla moleküllerin biraraya gelip belli bir büyüklükten sonra üre
meye başladığı biyolojik evrim sürecini nasıl tekrarlayacağımızı bilmiyoruz.
Fizikçi olarak bakınca, dışarıda gördüğümüz şey, yani penceremin dışında
ölüp yeniden çıkan ağaçlar müthiş şaşırtıcılığını koruyor.
E.P. Stanley Miller’la birkaç yıl önceki bir sohbetimi hatırlatıyor bana bu.
1950’lerde en prestijli dergilerin kapaklarına çıkmıştı, çünkü laboratuarda
sentetik amino asitleri elde etmişti, yaşamın yapı taşlarını. Ona sordum:
“Neden devam edip proteinleri yaratmadın ve sonra da yaşamı?” “Bir hafta
da bunu yapabileceğimi düşünüyordum, ama kırk yıldır deniyorum ve hâlâ
başaramadım” diye cevap verdi. Belki Stanley Miller tam da şimdi senin söy
lediğini, kendini organize eden bu işleyişte çok şaşırtıcı bir şey olduğunu dü
şünmüştür -sanki önceden belirlenmiş bir gaye varmış gibi. Neden şu ağaç
büyüyor dururken, biz bunu laboratuarda tekrarlayamıyoruz. Tek yapabil
diğimiz, onun tohumunda yazılı olan sırrı yeşertmek -onu ekmek.
E.C. Yeryüzünde son üç milyar yıldır evrimin tek bir yönde ilerlediğine dair delil
ler çıktı ortaya. Yaşam daha karmaşık hale geliyor. Yeryüzünde düzen artı
yor. Ağaçlar, insanlar ve diğer hayvanlardaki, binalar, masalar ve kitaplar
daki materyaller çok düzenli. Üç milyar yıl önceyse sadece gazlar ve katilar
vardı; herşey düzensiz ve kaotikti. Ve bu süreç bir yönde hareket ediyor. Bu
nu ne izah edebiliyoruz, ne de laboratuarda canlandırabiliyoruz, ama görün
düğü kadarıyla, bugüne doğru geldikçe karmaşıklık artıyor gibi.
E.P. Eugene, şimdilik dış dünyanın muhtemelen varolduğunu kabulleneceğiz.
E.C. Bu iyi bir varsayım, özellikle de bir fizikçi olarak benim için, aksi halde işsiz
kalırdım.
268
ELEKTRON BULUTU ÜZERİNDE YÜRÜYÜŞ
Entropi kelimesini 1850’de Clausius bir sistemin düzensizlik derecesini tarif et
mek için kullanmıştı. Yani termodinamiğin ikinci yasası izole sistemlerin düzen
sizlik eğilimi gösterdiğini söylüyor.37
Canlı organizmalar ve dolayısıyla insanlar, evrendeki diğer herşey gibi, karar
sız dinamik denge sistemleri olduklarından, yani entropileri arttığından, çözülme,
bozulma, daha düzensiz hale gelme ve kaybolma eğilimi gösterirler.
Yaşam, yaşamın idamesi, sürekli bir enerji akışına dayanan homeostasis [iç-
denge] olgusunda görüldüğü gibi, bir entropi azalmasına karşılık geliyor. Açık ve
ya kesintisiz sistemlerden oluşan bir olgudur yaşam ve bu sistemler ya gıda mad
delerini ve ham maddeleri ya da çevreden aldıkları serbest enerjiyi harcayıp bozun
muş biçimde iade ederek iç entropilerini azaltabilirler.
Termodinamiğin ikinci yasası tüm sistemleri bozulmaya, çözülmeye, eskimeye
ve ölüme mahkum ediyor. Kaldırımlar çatlar, evler eskir, çeviriden yapılan çeviri
ler orijinal anlamları farklılaştırır ve yıldızlar göz kırparak yitip gider.
Brian Svvimme ve Thomas Berry, evrenin evrimini daha gerçekçi bir şekilde
görmemize imkan tanıyan bir kozmo-genetik ilke ortaya koydular, onu ikinci ter
modinamik yasasının bir tamamlayıcısı olarak nitelendiriyorlar. İlke düzenin olu
şumuna, karmaşıklıkta ve dolayısıyla da bilgide artışa değiniyor. Buna göre, ter
modinamiğin ikinci yasası istatistikî bir olgu, dolayısıyla belli bazı koşullarda dü
zensizlikteki artış geri döndürülebilir.
İletişim veya enformasyon teorisinde entropi, bir mesajın belirsizliğini ölçen bir
sayıdır. Mutlak kesinlik olduğunda entropi sıfırdır. Fiziksel bir nesneye enformas
yon yüklediğimizde, yaptığımız şey, o nesnenin sistemini oluşturan elementleri
özel bir şekilde düzenlemektir.
Biyolojik ve ekonomik sistemler izole sistemler değildir, her ikisi de güneş ısı
sını alır. Öyleyse, yaydıklarından daha çok enerji aldıkları sürece, ekonomik ve bi
yolojik sistemler entropilerini azaltabilirler. Sade dille söylersek, güneşten kullanı
labilir ışık enerjisi alındığı sürece, biyokütle ve de dünyanın brüt milli hasılası ar
tabilir.
Sağlıklı bir canlı varlık, bir şirket veya çufçuflayan bir lokomotifin düşük bir
entropiye sahip oldukları söylenebilir; enformasyon barındırırlar. Bireyin, işin ve
ya makinenin bileşenlerinde düzensizlik artarsa, bunların entropileri de artar. Bel
li bir eşik, belli bir entropi seviyesi var ve bunun ötesinde canlı varlık ölüyor, şir
ket iflas ediyor ve makinenin çalışması duruyor.
Canlı varlıklar, şirketler veya makineler izole sistemler değil. Düzensizliği gi
dermek, yani entropiyi azaltmak için diğer sistemlerce sağlanan enerjiyi kullana
bilirler. Fakat böyle bir çabanın maliyeti öyle devasa ki, Ken Nealson gibi, “yaşam
37 Ama canlı sistemler ne izoledir, ne de kapalı. Maddeye açıktırlar ve enerjinin daima onlardan akıp geçmesi ge-
rekir. Evrimin amacı için bak: bölüm 27 ve Schneider ve Sağan, 2004,—LM
2 69
H AYAT KİTABI
bir hatadır” demek yanlış olmaz. Tecrübeyle biliyoruz ki, bu müdahale imkanının
bir sınırı var. Henüz ilelebet yaşayan veya işleyen bir canlı varlık, şirket veya ma
kine görmedik. Tüm bir sistem olarak başlangıcından bugüne kadar gelen yaşa
mın kendisi dışında.
-32-
Atomik Bilinç
Biz küçük şeyler dünyasına aitiz. Belki de bu yüzden önce mikroskobun icat edil
mesi tesadüf değildi, sonra teleskop icat edildi ve Galileo da onu hemen kullana
rak daha büyük gök cisimlerine bakabildi. Küçük şeylerin dünyasına nüfuz etme
konusunda kaydedilen büyük aşamalar, bakterilerin keşfi de dahil, mikroskop
sayesinde gerçekleşti. Gerçek anlamda tıbbi uzmanlık ve biyoloji bundan sonra
yaratıldı. Peşinden elektron ve atom mikroskopları geldi. Evreni oluşturan temel
parçacıkları görmenin önündeki son engel tarayıcı tünel mikroskobuyla (STM)
Heinrich Rohrer, atomaltı ölçekte detaylı görüntelemeye imkan tanıyan tarayıcı tünel mikrosko
bunun tasarımına katkısı nedeniyle Nobel Fizik Ödülü’nü kazandı (1986).
271
HAYAT KİTABI
2 72
ATOMİK BİLİNÇ
273
HAYAT KİTABI
274
ATOMİK BİLİNÇ
2 75
-3 3 -
Sheldon Lee Glashow, Nobel Fizik Ödülü sahibidir (1979) ve Boston Üniversitesi’nde Metcalf
Matematik ve Fizik Profesörü’dür.
276
ATOM İÇİN ÇO K BÜYÜK, YILDIZ İÇİN ÇOK MİNİK
Sheldon Lee Glashovv: İki uçtan birarada söz ediyoruz: bir yanda evren ve diğe
rinde en küçük parçacıklar. Ama parçacıkların incelenmesi, gördük ki, bir
bütün olarak alındığında evrenle çok alakalı. Pratikte, büyükle küçük aynı
kurallar dizisini izliyor. Temel fizik her yerde geçerlidir, büyüklükten bağım
sızdır.
Eduardo Punset: O zaman sen iki ayrı fizik olduğunu düşünmüyorsun —büyük
uçta kozmoloji ve küçüğünde parçacık fiziği olduğunu.
S.L.G. Hayır, iki isim var: tüm evreni inceleyen kozmoloji ve çok küçüğü incele-
Tablo 2. Uzunluk ve mesafe birimleri
2 77
H AYAT KİTABI
278
ATOM İÇİN Ç O K B Ü YÜ K , YI LD IZ İÇİN Ç O K MİNİK
rayıcılara açıklık getirir. Bunlar hastalığın nasıl bir şey olduğunu çıplak gö
zün göremeyeceği biçimde ortaya çıkarırlar. Fakat bu nükleer fizikçiler ken
dilerine “Proton ya da atom nedir?” diye sormaz. Bunu sorgulamazlar; kim
yacılar ve biyologlar gibi atomların varlığını kabullenmekle yetinirler. İşte
burada parçacık fizikçileri devreye girer. Atomun içinde ne olduğunu, onun
protonu ve nötronunu bilmek isterler. Otuz yıl önce protonlarla nötronların
iki tip kuarktan oluştuğunu keşfettiler, ama başka tuhaf parçacıklar da var.
E.P. Farklı mı davranıyorlar?
S.L.G. Tuhaflar!
E.P. Bu parçacıklardan bazıları aynı anda farklı yerlerde olabildiği için mi?
S.L.G. Tüm parçacıklar aynı anda farklı yerlerde olabilirler. Parçacıklarda tuhaf
olan şey bu değil. Aslında çok tuhaf değiller. Üçüncü bir tür kuarktan oluşu
yorlar. Tuhaf kuark neden var? Bunu henüz bilmiyoruz, ama artık sadece üç
tane olmadıklarını biliyoruz. Dördüncü bir tür kuark 1974’te, bir beşincisi
1976’da, altıncı bir kuark türü de 1994’te keşfedildi. Bunlar temel parçacık
ların farklı türleri. Gizemli olan durum parçacıklar arasında farklılıklar bu
lunması. Soruna “tuhaf” diye karşılık verdiğimde, herhalde kuantum fiziğini
düşündün. Evet, kuantum mekaniği çok tuhaf bir disiplin, ama tuhaflığı ku-
arklarınkinden farklıdır.
E.P. Biyoloji kimyayla ve kimya da fizikle destekleniyorsa, fizik neyle destekleni
yor?
S.L.G. Biyoloji gibi yaygın bilimler çok ihtisaslaşmış durumda. Biyoloji neyi ince
ler? Yakın tarihli araştırmalara göre, canlı varlıklar sadece Dünya üzerinde
mevcut görünüyor. Ama gezegenimiz evreni dolduran bin milyonlarca geze
genden sadece biri. Bu yüzden biyolojinin ihtisaslaşmış bir disiplin olduğunu
düşünüyorum. İhtisaslaşma derecesi psikolojide daha da büyük, çünkü insan
zihnini inceliyor. Veya senin çalışma alanın, iktisat, daha da ihtisaslaşmış bir
disiplin, konusu para! Fizikse herşeyi kapsar —evet, parayı değil belki, ama
kesinlikle diğer her materyali! Fizik kimyayı, biyolojiyi, astronomiyi, kozmo
lojiyi kapsar. Flerşey fiziğe dayalıdır. Tüm bilimler nihayetinde fiziktir.
E.P. ikimizi de çok yakından ilgilendiren bir şeye değinelim. Herşeye hükmeden
dört ilahi yaratığı kastediyorum, malum dört gücü: çekim gücü, elektroman
yetik güç ve iki tür atomik nükleer etkileşim, kuvvetli ve zayıf. Belli ki, evren
on iki milyar yıl önce başladığında dört güç biraradaydı.
S.L.G. B elk i...
E.P. Belki, ama şimdi birbirlerinden ayrı oldukları kesin. Biri fotonlarla taşınıyor,
diğeri protonlarla. Bu güçlerin ayrılması ne zamana rastlıyor?
S.L.G. Cevabın ancak bir kısmını biliyoruz. Bu tartışmaya geri geleceğim. Dört
güçten sözedince veya sen “dört güç var” deyince, aklıma yedi kıta bulundu
279
H AYAT KİTABI
280
ATOM İÇİN Ç O K B Ü YÜ K , YI LD IZ İÇİN Ç O K MİNİK
patlayan bir bomba gibi olurdu. Güçlü bir etkileşim de gerekli, aksi halde
protonlar biraraya gelmez ve daha karmaşık bir çekirdek oluşturmazdı.
Güçlü etkileşim olmasaydı nükleer enerji kaynağı da hiç olmazdı. Dediğin gi
bi: protonları nötronlara dönüştürebilecek zayıf etkileşime ihtiyacımız var.
Bu güç varolmasaydı, büyük ihtimal güneş de olmazdı.
E.P. Protonları birarada tutan güçlü etkileşim olmasaydı, hiç enerji olmazdı, do
layısıyla da yaşam, değil mi? Bütün bunların bir gün bozulma tehlikesi var
mı?
S.L.G. “Herşey bir arada kalmaya devam edecek mi?” diye mi soruyorsun? Gerçi
henüz bilmiyoruz, ama evet, öyle olacağından neredeyse eminiz. Yapılan de
neyler protonların sandığımızdan daha uzun yaşadığını gösteriyor. Japonya
ve Birleşik Devletler’deki deneyler endişelenmemiz gerekmediğine işaret edi
yor, çünkü protonlarla nötronlar en az 1030 yıl daha kalıcı olacak (bu evren
en fazla 10’4 yıl yaşında). Bu uzun bir zaman, çok, çok uzun bir zaman.
E.P. Yani herşeyin aniden parçalanma riski yok, değil mi?
S.L.G. Hayır. Ama, müthiş olan şu ki —ve bu modern fiziğin mucizelerinden biri-
parçacıkların aynı anda hem ortaya çıkışını, hem de yokoluşunu izleyebiliyo
ruz. Dikkat edilmesi gereken iki unsur; bizi düşünmeye sevkeden sorulara iki
cevap. Dünyadaki atomlar neden uzaydakilerle aynı? Denizden elde edilen
tuz madenlerden elde edilen tuzla aynı. Diyeceksin ki, her ikisi de sodyum ve
klorinden oluşan sodyum klorid. Ama sodyum atomları neden kaynağı ne
olursa olsun aynı? Diyeceksin ki, sodyum aynı sayıda proton, nötron ve elek
trondan oluşuyor, dolayısıyla farklı sodyum atomları aslında birbirinin ay
nıdır. Ama neden bütün protonlar, bütün elektronlar birbirinin aynı?
E.P. Belki herşey aynı anda başladığından, başlangıçlarındaki aynı...
S.L.G. E, pek öyle sayılmaz. Parçacık dediğimiz şeyler mevcut değil. Bir parçacık
bir alanın dışavurumudur ve tüm elektronları tanımlayan bir tek alan var.
Ama yine de bir nesne işte, parçacıkları yaratıp yokeden matematiksel bir
nesne! Tabiat güçleri bosonların, güç parçacıkları diye bilinen şeylerin değiş
tokuşundan kaynaklanıyor. Kuvvetli olan güç, yani en yoğun olanı kısa eri
mi yüzünden makroskopik dünyayı etkilemiyor. Çekimse, en az yoğunluklu
güç olduğu halde, en iyi bilineni. Bu güç ayağımızı yerde tutuyor ve gezegen
leri güneş etrafında döndürüyor. Çok daha kuvvetli olan elektromanyetik
güç atomların içindeki elektronlarla çekirdekleri birbirine bağlıyor, ama ay
rıca atomları da birbirine bağlayarak katiların ya da sıvıların moleküllerini
oluşturuyor. Zayıf güç nötronlarla diğer parçacıkların dağılmasından so
rumlu, ama ayrıca yıldızların merkezlerindeki bazı etkileşimlerden de. Kuv
vetli güç kuarkları protonlarla nötronlara hapsediyor ve onları iten elektrik
sel güce karşı davranıyor. Dolayısıyla kuvvetli güç protonları çekirdekte bi-
281
H AYAT KİTABI
rarada tutuyor.
E.P. Neden parçacıkların hepsi aynı? Seni hayrete düşüren ikinci mesele de yarat
ma ve yoketme.
S.L.G. Democritus’un görüşünün sonu bu; bildiğin gibi, evrenin ebedi atomlardan
oluştuğunu ilk kez ileri süren kişiydi. Artık atomların ebedi olmadığını bili
yoruz. Enerji veya işlemlemeyle yaratılabilir, yapılabilir ve yokedilebilirler.
Einstein’m izafiyet teorileriyle Heisenberg ve Schroedinger’in kuantum me
kaniği fikirleri biraraya getirilince, temel parçacıkları yaratma ve yoketme
imkanı doğdu. Ve bu yapılıyor!
E.P. Atomlara ilişkin bilgimizdeki bu devrim dört güce ilişkin bilgimizi de etkili
yor mu? Nasıl ve neden ayrıştıklarını biliyor muyuz?
S.L.G. Şunu biliyoruz veya bildiğimizi sanıyoruz: etkileşimler bir zamanlar bira-
radaydı. Elektromanyetik güç ile zayıf nükleer etkileşim kesinlikle biraraday-
dı. Peki onları hangi mekanizma ayırdı? Onları farklılaştıran şey ne? Yirmi
birinci yüzyılın başında bunu cevaplamamız gerekecek -Cenevre’de Avrupa
parçacık fiziği laboratuarında yürütülen deneyler sayesinde. Yeni parçacık
hızlandırıcı özellikle de “beşinci etkileşim” dediğimiz şeyi bulmak için tasar
landı, elektrik ve manyetizmi ayıran ve kütle üreten şeyin ne olduğunu öğ
renmek için. Başta kafa yorduğumuz meseleye dönelim: parçacıkların neden
kütlesi var? Başlangıçta belli ki hiçbirşeyin kütlesi yoktu, herşey fotonlar gi
biydi, kütlesiz parçacıklar. Sonradan kütle edindiler. Protonlarla elektronla
rın, evrenin başlangıcında edindikleri kütleleri var. Bilmek istiyoruz: bu ele
mentler neden, nasıl ve nerede kütle edindiler? Bilmiyorum.
E.P. Belki geleceğe göz atmak daha kolaydır.
S.L.G. Evet, geçmişe göre daha kolay cevaplayacağımız bir soru. Bazı hadiselerin
gerçekleşeceğini biliyoruz artık. Artık biliyoruz ki, Dünya üzerinde birkaç
bin milyon yıl daha huzur içinde yaşayabilsek bile, Güneş patlayınca veya Ay
Dünya’yla çarpışınca felaketler olacak. Ay Güneş’ten uzaklaşıyor, ama Ay
bir gün gelecek Miami üzerinde gökte hareketsiz kalacak. Şunu gözünde can
landır: Miami’de sürekli dolunay var. Ve aniden yakınlaşıyor, patlayıp mil
yonlarca yanan parçaya ayrılıyor!
E.P. Müthiş ...
S.L.G. Evet, müthiş, ama bizim için iyi haber değil. Gerçi o zaman kendimizi em
niyette hissettiğimiz bir başka yıldızın etrafında dönüyor olabiliriz. Belki o
günün gelmesi bin milyonlarca yıl sürecek, ama bunu öngörmek zor değil.
Geçmiş benim için daha az ilginç, çünkü zaten oldu. Nasıl olduğunu bilmek
tarihi ilgilendiren bir mesele. Biyolojide yaşamın ve hayvanların kökenini öğ
reniyoruz. Yaşamın gezegen tarihinde çok uzak bir geçmişte başladığını bili
yoruz.
282
ATOM İÇİN Ç O K BÜYÜK, YILDIZ İÇİN Ç O K MİNİK
E.p.'in yorumu: Her yaratıcı projenin bir duyguyla başladığı doğruysa -k i bu sı
radan fikri kabullenmek bilim camiasının yıllarını aldı- fizikçilerde ağır basan
duygu da başdönmesine yakın bir şeydir: maddenin ilk evrelerinin keşfi noktasın
da alesta bekliyorlar. Başdönmeleri herkesi etkiliyor. Kışın buz ve sulu kar içinde,
Cenevre’deki CERN kampüsü civarında yürürken bu duyguyu genç bir İspanyol
bilimcide gördüm.
Valencia Parçacık Fiziği Enstitüsü’nde araştırmacı olan Miguel Angel Sanches,
yakın tarihli teorik fiziğin büyük hipotezlerinden birine değindi -ekstra boyutların
varlığına.
Biz insanlar dört boyutlu bir dünyada yaşıyoruz, üç mekan boyutu ve Einste-
in’ın izafiyet teorisiyle eklediği zaman boyutu. Normal dünyamız dört boyuttaki
hareketler şeklinde tanımlanabilir. Ama evrene hükmeden dört gücü açıklamaya
çalıştığımızda, dört normal boyutun —x, y, z mekan ve zaman boyutlarının- yeter
li olmadığı görülüyor.
Miguel Angel, başka birçok fizikçi gibi, ekstra boyutların varlığını kabul edi
yor, göremediğimiz ama matematiksel anlamda gerekli olan boyutları. Bunlar
prensipte doğa güçlerinin birliğini teyit ediyorlar. İlave boyutlar dört gücü, tek bir
gücün farklı ölçeklerdeki tezahürleri şeklinde anlamamızı sağlıyor.
283
H AYAT KİTABI
Çekim, yani en zayıf ama paradoksal biçimde en önce belirlenen etkileşim, eks
tra boyutlar arayışında kritik öneme sahip. Bu güç -çekim—diğer boyutlara yayıl
mış olabilir, ki bu da neden o kadar zayıf olduğunu açıklar. Çekim görmediğimiz
çekim boyutlarına dağılmış durumda; diğer üç güç gibi bizim üç boyutlu dünya
mıza hapsolmuş değil.
Çekimi kuantum dilinde formüle edersek, çekim gücünü taşıyan parçacık “gra-
viton”dur, aynen ışık fotonunun -kütlesiz— elektromanyetik gücü taşıması gibi.
“Graviton” gözlenmiş bir şey değil, diye devam ediyor Miguel Angel, belki de eks
tra boyutlara yayıldığı için. Devasa Hadron çarpıştırıcıyla, 2007’de CERN ’de baş
laması planlanan deneylerle, çok yüksek enerjilerde protonlar arası çarpışmanın
gerçekleşmesini bekliyorlar. Bu çarpışmalarda bir graviton üretilirse, bu dolaylı
yoldan tespit edilecek. Ekstra boyutlara kaybolacağı varsayılıyor! Herhangi bir çe
kimin dedektörde bırakacağı iz (momentum ve enerji dengesinden yoksun bir par
çacıklar serpintisi şeklinde görünerek) ölçülebilecek!
Böyle bir bulgunun, önceki keşiflerden farklı olarak, “mevcut standart model”
parçacık fiziğiyle çatışmayan “yeni fizik”e yol açacağı düşünülüyor. “Graviton”
keşfinin, standart modeli, basit bir şekilde de olsa, temel prensiplere genişleteceği
öngörülüyor. Mevcut standart modelin, çoğu işleyişi tanımlama ve yenilerini ön
görme kabiliyetine rağmen, birçok soruyu cevapsız bıraktığı açık. Yeni boyutların
keşfi ve çekim gücünün sayıya dökülmesi, tüm güçleri biraraya getirme yolunda
ilk adım olurdu. Böyle başarılı öngörüler, tüm fizikçilerin birliğe yönelik idealle
rinden birini karşılardı ve on dördüncü yüzyılda Ockham’lı William’ın felsefi ta
nımlamalarıyla da bağlantılıdır. Bu İskoçyalı filozof şöyle yazmıştı: “Şeyler gere
ğinden fazla çoğaltılmamak, daima en basit hipotezler tercih edilmeli.” Katılıyo
ruz.
Sadece fizikçiler değil, biyologlar, sinir bilimciler, robot uzmanlan ve yapay ze
ka üzerine çalışanlar da bir gün -veya gece, rahat ve bilinç dışı, eğitici bir rüyada-
bilimin ansızın herşeyi açıklayan bir cevap sunacağı hissiyatında. Bu hissiyat ulus
lararası bilim camiasında solunan havada bile farkedilebilen bir şey. Yakında me
sela maddenin kökeni ve dolayısıyla kendi kökenimize dair uzun süredir peşinde
olduğumuz sır çözülecek, o zaman bariz bir şeyi görmezden geldiğimizi anlayaca
ğız. Neden bunu çok daha önce farketmediğimizi soracağız. Belki de yeni bir De-
mocritus, Galileo, Darvvin veya Einstein’a ihtiyaç var.
Yeni keşif, sanıyorum, evreni hareket ettiren dört güçteki gibi bir gün disiplin
leri birleştirecek olan, prangalardan kurtulmuş bilgiyle gerçekleşecek. Daha önce
nasıl her biri kendi yoluna gittiyse, şimdi de geri dönecekler, evrenin başlangıcın
da hepsi biraradaydı. Bu tekrar birleşme, tekrar bağlanma gezegenin en iyi araştır
ma merkezlerinde gerçekleşmeye başladı bile.
Maddeye ilişkin anlayışımızda sıçrama yapabilmek için ayrıca, bilimde içkin
284
ATOM İÇİN Ç O K BÜYÜK, YILDIZ İÇİN Ç O K MİNİK
285
H AYAT KİTABI
286
-34-
Ekstra Boyutlar
287
HAYAT KİTABI
çıktığı için, denemede araya çalgıcının görünmesini engelleyen bir perde koy
muşlar. Abby Conan perde arkasında çalmaya başlayınca, orkestra şefi
—dünya çapında ünlü b iri- hemen bağırmış: “İstediğim müzisyen bu! Dene
meyi bitirelim artık!” Sonradan kadın olduğunu gördüklerinde epey gürültü
koptu, kimileri işi almasını engellemeye çalıştı. İlk yıllar büyük zorluklarla
geçti, ama sonradan hepsi sonsuza dek mutlu yaşadılar. Harvard Üniversite
si gibi bir yerde daimi bir fakülte üyesi olarak istihdam edilen büyük kadın
fizikçilerin ilklerindensin, değil mi?
Lİsa Randall: Hayır, birkaç kadın var. İlk olduğumu söylemek istemem. Ama şu
nu söyliyeyim: Harvard başkanı Larry Summers'ın geçen yılki beyanları üze
rine, kadın fakülte üyeleri ve kız öğrenci almak konularında çok laf edilir
ken, seninkine benzer anekdotlar dillendi sahiden de. Senin örneğin çok hoş,
çünkü çok net! Tarafgirlik kanıtlanmış, inkar etmenin yolu yokmuş, benim
alınma işlemimeyse daha hafifletici unsurlar katılmıştı. Küçükken bir orkes
trada flüt çaldığımı hatırlıyorum, bir kadın arkadaşım da tronbon çalıyordu.
Kulağımın dibinde bangır bangır çalmak ona çok komik geliyordu! Kusura
bakma, trombon çalan kadınlarla ilgili hatırladığım tek şey bu.
E.P. Bugün alt katta beklerken karlar içinde kitabın W arped Passages'ı [“Eğik Pa
sajlar”] okudum ve çok zevk aldım; kar şimdikinden çok daha şiddetli yağı
yordu. Eski bir Harvard profesörü geldi, kitabı gördü ve “Çok iyidir” dedi.
Dilerim TV izleyicilerimiz de kitabından benim kadar zevk alır.
L.R. Teşekkür ederim.
E.P. Ve izninle, onlara önce yeni boyutlar işini açıklamaya çalışacağım.
L.R. Tabii.
E.P. Bu söyleşide yeni boyutlar ve yeni boyutlarla ilgili bu fikirlerin nasıl başladı
ğı üzerine konuşacağız. Kavramın tümüyle çocuk kafesinde başladığını söy
leyen —senin deyiminle—“yanlış bilgi” konusunda herkese bir hatırlatma ya
payım önce. Küçükken ileri geri hareket edebiliriz, sağa sola gidebiliriz ve bi
raz büyüyünce aşağı yukarı da hareket etmeye başlarız, hoplayıp zıplarız. Üç
boyutu hesaplamaya epey alışkın olmalıyız, ama anlaşılan sadece onlara öy
le alışkınız ki, daha fazla boyut hayal etmemiz pek kolay değil, yanlış mı? Bu
nasıl oluyor?
L.R. Muhtemelen alışık olduğumuzdan fazlası var. Fizyolojik olarak gerçekten de
yalnızca üç boyutu resmedecek veya tecrübe edecek şekilde tasarlanmışız.
Ama daha fazlası olabileceğine yönelik fiziksel açıklamayı anlıyoruz__ Fizik
tarihini düşünürsen, özellikle son yüzyılı, çok küçük veya çok büyük ölçekte
incelememize bağlı olarak ilk algılamamızdan çok farklı manzaralar ortaya
çıktığını görüyoruz! Dünyanın kuantum mekaniğiyle işlediğine kim inanırdı?
Normal görüşümüz atomik ölçekte değil ki. Boyutlar şöyle bir şey: üç boyu
EKSTRA BOYUTLAR
289
H AYAT KİTABI
2 90
EKSTRA BOYUTLAR
culuğuna çıkarsan çekim çok çok güçlüden çok zayıfa geçebilir. Doğrusu, çe
kimin katlanarak, süratle değiştiğinden kuşkulanıyoruz. Demek istediğim,
ekstra boyutlara gittiğinde, çekim değişiyor, ivmeli olrak zayıflıyor. Çok sü
ratli düşüyor. Dolayısıyla çekimin yoğunlaştığı yerden belli bir uzaklıktay
san, dediğimiz gibi, son derece zayıf olduğunu görürsün. Başka bir boyut bi
ze çekimin neden zayıf olduğuna dair çok doğal bir açıklama getiriyor. Kur
guladığımız eğik ekstra boyut çerçevesinde oluyor aslında bu.
E.P. Çekim meselesiyle ilgili bir başka soru: diğer çoklu —evrenlere ulaşım imkanı
tanımayan bir aleme “kısılmış” olabileceğimizi söylüyorsun....
L.R. Fikir temelde şu: biz Düzistan'dayız; tek fark, düzistanımızın iki değil de üç
boyutlu oluşu. Yani biz daha çok boyutlu bir alemin üç boyutlu bir kesitin
de yaşıyoruz. Fizikçiler teknik bir isim buldular: “bran”. İngilizcedeki mem-
bran kelimesinden geliyor. Anlatılmak istenen şey bu üç boyutlu düzistanda
bulunduğumuz. Karışımımızdaki şeyler, atomlarla moleküller vs. galaksile
rimiz, dünyamız, hepsi aslında üç boyutlu bir evrene, bu üç boyutlu brana sı
kışmış durumda, ama ekstra boyutlar var. Bu, dış dünyayla iletişim kurma
dığımız anlamına gelmiyor, kuruyoruz, çünkü nihayetinde çekim her yerde
hissediliyor.
E.P. Her yerde.
L.R. Çekim tüm bir uzay-zaman geometrisiyle bağlantı halinde. Uç boyutlu bir
aleme sıkışmış olmak ne anlama geliyor? E, mesela şu anlama: elektroman-
yetizm ancak bu üç boyutlu branda yaşıyorsan hissedilebilir. Dolayısıyla me
sela elektromanyetizmi ileten fotonlar, bunlar belki sadece branda varlar!
Elektromanyetizm sayesinde yüklenen elektronlar, bunlar belki sırf branda
varlar. Dolayısıyla bildiğimiz parçacıklardaki tüm güçler de, çekim hariç, bi
zim branımıza sıkışmış olabilir. Parçacıkların başka yerlerde, diğer branlar-
da bulunan başka kuvvetleri de olabilir. Belki çoklu bir evren var; farketme-
diğimiz başka evrenler olabilir. Ama dış dünyaya sadece çekimle bağlı oldu
ğumuzu biliyoruz. Bizi başka güçler birarada tutuyor olabilir mi? Bu yüzden
mi sadece üç boyutu farkediyoruz? Nihayet fotonlar sadece branda ilerliyor
lar. Biz sadece üç boyutu görebiliyoruz. Ekstra boyutlara gitmiyorlar. Belki
sadece çekim bizi ekstra boyutlara bağlıyor.
E.P. Bran yaklaşımını biraz aç lütfen.
L.R. Tabii. Malum, iki boyutlu yüzeyler üzerine çiziktiriyoruz. Öyleyse branların
da sadece iki boyutu olduğunu farzedelim.
E.P. Tamam.
L.R. Tabii üç boyutlu branlarda düşünüyor, daha doğrusu yaşıyoruz, ama diye
lim ki iki boyut var. O zaman burada bir bran olduğunu düşünebilirsin, üze
rinde yaşadığımız bran. Elektronlarla kuarklar, hayal ettiğimiz atomlarımız
291
H AYAT KİTABI
292
-35-
Bücürlerin Manipülasyonu
293
HAYAT KİTABI
ninden üstün olacaktı. Bu tip bilim kurgu fantazileri artık bilimin bir parçası.
Mucitlerinin hayatı sona ermeden gerçekleşebiliyorlar. Araştırmalarına nanotek-
nolojinin en ön sıralarında başlayanlar gibi tutkusunu yitirmeden devam eden
pek az bilimci vardır, sayıları bir elin parmaklarını geçmez.
Eduardo Punset: Nicolâs, eğer Dünya dışında yaşam bulursak, uzayda robotlar
la da karşılaşacak mıyız?
NİCOİâs Garda: Aramamıza gerek yok, eğer varlarsa, onlar bizi ziyaret eder. Ev
rende başka bir yerde yaşam varsa, bu bizimki gibi olmak zorunda değil. Ya
şam yumuşak materyaller kullanıyor. Bizimkinden daha kompleks ve zeki
yaşam formları belki daha büyük mesafeleri çok daha az zamanda katedebi-
liyordur. Mevcut olasılıklarla kıyaslandığında Dünya gezegeninin tekonolo-
jik gelişimi çok sınırlı bir düzeyde.
E.P. Elimizdekilerden memnun görünmüyorsun. Vücutlarımız daha iyi olabilirdi,
öyle mi?
N.G. Vücutlarımız böyle işte, ama daha büyük, çok daha mükemmel varlıklar ola
bilirdi, çok daha iyi bir gelecek görüsü olan, doğayı daha iyi anlayanlar var
lıklar. Dışarıda bir yerlerde yaşam olabilir mi? Tabii. Dünya dışı varlıklar
arayışı karmaşık bir iştir. Eğer varlarsa onları bulmak uzun zaman alacak.
Çok daha zekiyseler, onların bize gelmesi gerekir. Galaksiler öyle büyük ki,
teknolojimiz şu an onları baştan başa geçecek yeterlikte değil. Çok daha ile
ri bir teknolojiyle çok daha hızlı hareket eden bir yaşam varsa, o bize gele
cektir.
E.P. Yine de mucizeler yaratıyoruz. Seni gördüğümde veya mesela bir kadına bak
tığımda ne oluyor? Eğer çekiciyse ...
N.G. Seni bilmem ama ben bir kadını gördüğümde, artık anlaşıldığı üzere, bir sa
niyede o kadının milyonlarca fotoğrafını çekiyorum ve tabiyatıyla cinsellik
devreye giriyor. O kadının en baştan çıkarıcı bölgelerinin zihinsel fotoğrafla
rını çekiyorum.
E.P. Milyonlarca fotoğraf-
N.G. Gözün çekiyor, onları analiz ediyor, total bir bilgi oluşturuyor, ama sen tüm
bu bilgiden habersizsin. Onun sadece bazı bölümlerini “fotoğraflıyorsun”,
ama bilincinde o kadının total görüntüsüne sahipsin. Görme sistemi bir ka
meradan ibaret değildir; milyonlarca bit veriyi atıp gerekli olanları saklayan
bir bilgisayardır. İki farklı insanın aynı nesneye ilişkin görüleri farklıdır. Ne
yi nasıl gördüğümüzü eğitimimiz belirler.
E.P. Veri ve hafıza konusundaki mesele ne? Futbol maçında hakem yerine, neden
bir makine “avut” diye bağıramasın? Neler olup bittiğini bilecek yeterlikte
sensörlerimiz var. Bunun bir sensörler meselesi olduğunu söyledin.
294
BÜCÜRLERİN M ANİ P Ü LA S Y O N U
N.G. Görüntüleri kaydedecek bir hafızanın icadı gerekli. Daha fazla hafızam ol
saydı, onun bir kısmını görüntülerin interaktif analizi için kullanır ve çıkar
samalar yapardım. Minik alanlara çok fazla bilgi depolamamız lazım. Ben
zer sorunlarla uzay yolculuğunda karşılaştık. Eski lambalar ve on dokuzun
cu yüzyıl teknolojisiyle aya gidebilir miydik? Enformasyon cihazlarının min-
yatürleştirilmesi gerekliydi. Transistor icat edildi; bu büyük bir devrimdi.
Teknolojilerin entegrasyonu gerekli.
E.P. Bir sonraki adım nanoteknoloji?
N.G. Tabii. Bu yolda ilerliyoruz. Silikon teknolojisi bir mikronun çeyreği düzeyin
de (0.00000025 m), ama atomik boyuta indirilebilirdi. Bir atomu bir hafıza
biti yapabilseydik, devasa hafızalarımız olabilirdi -b ir santimetre karede on
ila on beş kuvvetinde, birin peşine on beş sıfır.
E.P. Bu hafızayı, diyorsun, gözlem ve depolama için kullanırım ve bir bölümünü
de insan bedenimin şu an verdiğinden daha iyi kararlar vermek için seferber
ederim.
N.G. İnsan bedeninin bir terabitlik hafızası var, on üzeri on iki [1012]. Ama nano-
hafıza bin kat daha büyük olsaydı-
E.P. İnsan daha iyi kararlar verebilirdi-
N.G. Bu ayrıntılı çalışmalar gerektiriyor, ama veri mevcut. İnsan bedeni, veriyi
kaydedip analiz eden bir sensör gibi davranıyor. Benim görüşüm bu.
E.P. Mesela beş yüz yılda hangi noktaya ulaşırız?
N.G. Beş yüz yıllık bir süreçte cihazlarımız belki şu an bizim olduğumuzdan daha
yetkin bir karar mercii haline gelecek. Otonom olacaklar. Bu kesinlikle muh
temel; klonlamayla fevkalade mükemmel bir varlık oluşturabiliriz ve onlar
bizim yerimize geçerler. Pek kaçışı yok. Bunu büyük bir sorun olarak görü
yorum, ama insanoğlunun yaratma merakım hiçbir şey engelleyemez. Biri
daha üstün bir şey yaratacaksa, bu yapılır. Düşün: her insanın kendine eklen
miş bir robot-bilgisayarı var, diğerleriyle gerçek zamanda iletişim kurabili
yor ve tüm enformasyon irtibatlandırılıyor! Ayrıca kararlar alabiliyorlar.
Böylesi kaotik bir etkileşimin sonuçları kesinlikle öngörülemez, ama böyle-
dir diye, anlamsız da değil. Robotlar zeki, başarılı kararlar alabilirler; kodla
rına, ne öğrendiklerine bağlı. Aynen şimdi insanlarda olduğu gibi.
E.P. Sürekli tekrarlanan, bıkkınlık getiren bir iddiaya bakılırsa, nihayetinde robo
tu mutlaka bir insan zihni programlamalı.
N.G. Bazı uygarlıklarda kelle kesmek ve insan kurban etmek geçerli şeylerdi. O za
mandan bu yana kodlarımız evrildi. Programları ve davranışı değiştirdik.
Daha insani olduk, çünkü birarada yaşayabilmenin en iyi yolu bu diye düşü
nüyoruz. Ama biz de programlıyız, hareket kabiliyeti olan her nesne gibi!
E.P. Nanorobotlar belli bir süre işleyip birbirleriyle iletişim kurarlarsa, bizim bil
295
H AYAT KİTABI
2 96
BÜCÜRLERİN M A N IPÜ L A S Y O N U
297
-3 6 -
Yüz yıl önce uzaya yolculuk edebileceğimize kimse inanmıyordu; şimdiyse fiziğin
gelecekte zaman yolculuğu yapabileceğimiz düşüncesine bir itirazı yok.
Artık insanlar zamanı bir yanılsama olarak niteleyen Einstein’ın ne demek istedi
ğini anlamaya çalışıyor ve fiziksel zamanla psikolojik zamanı birbirinden ayır-
mayi öğreniyor; restorana gidişin eve geri dönüşten daha uzun sürdüğü şeklinde
ki hissi herkes yaşamıştır veya rüyada zaman ve mekan bariyerlerini aşmayı tat
mıştır.
Einstein’ın özel izafiyet teorisini formüle etmesinden yıllar önce, insanoğlu
Paul Davies, Macquarie Üniversitesi, Avsutralya Astrobiyoloji Merkezi’nde Doğa Felsefesi Profe-
sörü’dür.
298
UZAY PARAM PARÇA, ZAMAN HÜKÜMSÜZ
Paul Davies: Zamanda yolculuğu, bir dereceye kadar, gerçekleştiriz, ama yalnız
ca geleceğe gideriz, geçmişe asla gidemeyiz. Geçmişe yolculuktaki zorluk hâ
lâ çok ileri bir teknoloji gerektirmesi. Yüz yıl içinde geleceğe ve uzak mesa
felere yolculuk edip edemeyeceğimizi sorarsan, sana bunun gayet mümkün
olduğunu söylerim, ama geçmişe nasıl yolculuk edileceğini bulmak sanırım
çok daha uzun zaman alacaktır.
Eduardo Punset: Geleceğe yolculuktan söz edelim. Demek istediğim, şu atom
saatleriyle ortaya konduğu üzere, zaman Nevvton’ın düşündüğü gibi evren
sel, mutlak bir değer değil. Dediğin gibi, “benim zamanım senin zamanın de
ğil” ve belki de en iyi başlangıç noktası ikizlerin hikayesi ya da paradoksu.
P.D. Buna ikiz etkisi diyorum ben; 1905’de Einstein’ın özel izafiyet teorisini for
müle ettiği ünlü makalesiyle gündeme gelmişti. Zamanı evrensel ve mutlak,
her yerde herkes için aynı gören Nevvton’cu yaklaşımda kati bir değişim an
lamına geliyordu. Einstein farklı yönde hareket ediyorsak ötekinin zamanıy
la benimkinin farklı olabileceğini söyledi. Bunu ikizlerin hikayesiyle göster
di. İkiz olduğumuzu düşün ve ben kendi bir yılım boyunca bir roket içinde
ışık hızına yakın bir hızda yolculuk ediyorum. Döndüğümde Dünya üzerin
de on yıl geçmiş olacak. Ben bir yıl geçtiğini düşüneceğim, sense on yıl geçti
ğini. Her ikimiz de haklı olacağız ve aslında ben senin geleceğine dokuz yıl
yaklaşmış olacağım, çünkü senin için on yıl geçmiş olacak, benim içinse sa
dece bir yıl. Dolayısıyla eğer bunu Ocak 2005’de yapsaydık, benim 2015
Dünya yılına ulaşmam sadece bir yılımı alırdı. Bu bir bakıma geleceğe yolcu
luktur, gerçek bir durumdur. Geleceğe dönük olarak konuşuyorum, henüz
yapılabilecek bir şey değil, çünkü ışık hızına yakın bir hızda yolculuk edemi
yoruz. En fazla ışık hızının yüzde 0.1’i hızında yolculuk edebiliyoruz. Ve böy
le hızlarda etki çok küçüktür, ama gerkçektir ve bunu atom saatleri kullana
rak ölçmek mümkündür. Dolayısıyla teorik bir öngörü değil, gerçek bir etki
dir. Zaman yolculuğu mümkün tabii ve ne kadar hızlı yolculuk edersen za
manda o kadar ileri gidersin.
E.P. Paul, hatalıysam düzelt, ışığınkine yakın bir hızda yolculuk edebilseydik, yüz
ışık yılı uzaklıktaki bir yıldıza on yılda gidebilirdik; bu oldukça insani bir za
299
H AYAT KİTABI
E.p.'in yorumu: Paul konuşurken, iki büklüm bir uzay-zaman ve içerisinde çe
kimle hareket eden bir gök cismi imgesini daha iyi anladığımı düşündüm. Hızdan
sözediyordu, izafi zaman kavramını devreye sokan özel izafiyet etkilerini düşünü
yordu. Nevvton’ın bir mutlak büyüklük olarak nitelediği zaman aslında harekete
bağlı, dolayısıyla daha hızlı yolculuk eden gözlemci için daha yavaş geçiyor za
man. Çekim belli ki zamanın büzülmesine ve genişlemesine de sebep oluyor. Ge
nel izafiyetin en devrimci önermesine göre, içinde yaşadığımız mekan eğiktir ve çe
kim bu eğimin dışavurumudur. Dolayısıyla yıldızların hareketleri —yıldız veya ka
ra delik gibi daha büyük kütleli nesneler etrafındaki mekanın deformasyonu nede
niyle- daha hafif cisimlerin daha ağırlarına düşmesi şeklinde anlaşılabilir.
E.P. Müthiş bir şey. Eski zaman ölçüm yöntemimizi göz önüne alınca çok kafa ka
rıştırıcı, değil mi? Zaman sanki düzgünce akıyormuş gibi, bugünü, geçmişi
ve geleceği ayrıştırıyoruz, ama senin demene göre zaman geçmişten bugüne
ve geleceğe akmıyor olabilir. Bu düşünceyi terketmemiz mi lazım? Demek is
tediğim, bilimciler zamanın akışına ve belki ölüm veya doğum endişesine son
mu verecek?
P.D. Einstein bir arkadaşına yazdığı mektupta, geçmiş, bugün ve gelecek arasın
daki ayrımın yalnızca bir yanılsama olduğunu, ama çok kalıcı bir yanılsama
olduğunu söylemişti. Biz fizikçilerin geçmiş, bugün ve geleceği, gerçekte va
rolmayan, insan zihninin kurguları olarak gördüğünü belirtiyordu. Ve bu
gün ile gelecek, zaman eğme etkilerinin bir sonucu olarak sorgulanabilirdi.
Einstein’ın izafiyet teorisi şu önemli mesajı verir: bir uzay gemisinde yolcu
luk edebiliyor, Dünya’ya dönüyor ve ikizlerin artık ikiz olmadıklarını görü
300
UZAY PARAM PARÇA, ZA MAN HÜKÜMSÜZ
38 Landscape peyzaj; timescape ise aynı kalıpta “kır” yerine “zaman”ı işaret ediyor.-çn
301
H AYAT KİTABI
302
UZAY P A RA M P A R Ç A , ZAMAN HÜKÜMSÜZ
Açıklamaya çalışacağım, çünkü pek çok insan kara delik kavramına aşina
değil. Bir kara deliğe girebilirsin, ama çıkamazsın; hiçliğe doğru tek yönlü bir
yolculuk gibi. Solucan deliğinin kara delik gibi olması lazım, ama girişle bir
likte bir çıkışı da bulunacaktır: bir ucundan bakıp diğer ucunu görebilirsin.
Sydney’de çalışma odamda bir solucan deliği olsaydı ve ben içine atlasaydım,
şehrin bir başka bölümünden değil de, galaksinin diğer tarafından çıkardım.
Bilim kurguda solucan deliğine yıldız geçidi de deniyor bazan. Cari Sağan so
lucan deliğini Temas (Contact) adlı romanıyla meşhur etmişti; girişi Japon
ya’da, çıkışı Vega yıldızı yakınında olan bir solucan deliği vardı romanda.
Romandan uyarlanan filmi gördüysen, Jodie Foster’ın dairesel bir nesne için
de bu solucan deliğine fırlatıldığını hatırlarsın. Ağız kısmında, devasa bir sı-
vılaştırıcıyı andırıyordu. Bilim kurgu uzaydaki iki uzak noktayı kestirmeden
birbirine bağlayan bir yıldız geçidi veya solucan deliği fikrini sıkça kullan
mıştır; bunların içine atlayıp büyük mesafeleri katedebilirsin. Caltech’ten,
Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’nden bir grup bilimci bilim kurguyla doğan
bu fikri araştırdı ve şunu ortaya koydu: uzayda solucan deliği varsa, zaman
makinesi de yapılabilir. Deliğe atlayarak sadece uzayın başka bir yerinden
çıkmaz, dahası, nasıl atladığına bağlı olarak geçmiş veya gelecekte, başka bir
zamana da gidersin.
Dolayısıyla zaman makinesi yapma önerimdeki ilk adım bir solucan de
liği bulmak. Ama bu kolay değil. Ya uzayda solucan deliği diye bir şey yok
ya da biz henüz onları bulamadık. Dahası, eğer varlarsa da çok küçük ola
caklar, bir atom çekirdeğinin on üzeri eksi yirmisi (fO20) civarında. Bir solu
can deliği bir atomun yanında minnacık kalacaktır; kesinlikle bir insan için
yeterli büyüklükte olmayacaktır! Solucan deliklerinin fiziği hakkında hiçbir
şey bilmediğimiz için, çok zor bir işle karşı karşıyayız. Küçük yarıklara ulaş
manın bir yolunu bulmamız ve bir solucan deliğinin kontrolünü ele geçirip
onu genişletmemiz lazım.
İlk adım parçacık çarpıştırıcı kullanmak —atomik alt-parçacıkları ışığın-
kine yakın bir hızda döndürüp çarpıştıran devasa hızlandırıcılar. Epeyce bir
enerjiyle bunu yapabilsek, küçük solucan delikleri yaratabilirdik. İsviçre’de
büyük bir çarpıştırıcı inşa ediliyor, Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi diye
bilinen Avrupa Parçacık Fiziği Laboratuarı’nda. Büyük Hadron çarpıştırıcı
(LHC) diye biliniyor ve beş veya altı yılda hazır olacak. Çekime ilişkin bazı
egzotik teoriler doğruysa, bu makine içinde mikroskobik solucan delikleri
yaratılabilir. Atomdan daha küçük olacakları için onları zaman makinesi
amacıyla kullanamayız, ama böylece solucan deliklerinin varlığı kesinleşmiş
hale gelecek. Zamanda yolculuk etmek için bir solucan deliğini insan boyu
tuna genişletmemiz gerekir. Solucan deliklerinin çöküp kara deliklere dönüş-
303
H AYAT KİTABI
39 Bu kendinden emin ifadeye rağmen, yaşamın ne Mars’ta başladığı, ne de meteorlarla Dünya’ya taşındığı yo-
lunda direkt bir kanıt yok.-LM
304
UZAY P A RA M P A R Ç A , ZA MAN HÜKÜMSÜZ
m altındaydı. Yüzeyleri tehlikeli yerlerdi. Yüzey -yaklaşık 3.8 milyar yıl ön
cesine kadar- hâlâ çok sıcakken, yaşamın yüzey altında başladığını düşünü
yorum, yerin iki veya üç kilometre altında. Dolayısıyla yaşam M ars’ta orta
ya çıktı, çünkü Mars daha hızlı soğudu. Muhakkak tarih boyunca Dün-
ya’dan M ars’a epey kaya gitmiş ve yaşamı oraya taşımıştır. Ama yaşamın
M ars’ta başladığını ve çarpan kuyruklu yıldız ve gök taşlarıyla kızıl gezegen
den koparılan o kayalar içinde Dünya’ya geldiğini düşünüyorum ben.
E.P. Daha küçük bir gezegen olduğu için Mars’ın çekim kuvveti daha düşüktü ve
meteorların çarpmasıyla kayaların uzaya fırlaması da daha kolaydı, doğru
mu?
P.D. Doğru. M ars’tan Dünya’ya doğru materyal trafiği ters yöndekine kıyasla da
ha fazladır, çünkü Dünya’nın kütlesi daha büyük. Yani kayaların Mars’tan
Dünya’ya gitmesi daha kolaydı.
E.P. Son bir soru, sohbetimiz boyunca hep gündeme geldi: yaşamla kuantum bil
gi işlem arasındaki ilişki? Kuanta ve zaman yolculuğu? Zaman yolculuğu,
kuantum bilgi işlem ve yaşam arasındaki ilişkileri anlayacağımız şekilde
açıklayabilir misin?
P.D. Tüm bu soruları birbirine bağlayan şey “bilgi”dir. Sanırım yaşam, doğru
kimyasal maddelerin doğru bir karışımıyla ortaya çıkmıyor. Canlı bir hüc
re sihirli bir formülden ibaret değil, bir bilgi işleme ve cevaplama sistemidir.
Bence yaşamın sırrı bilgiyi anlamakta gizli. Kuantum işlemleme sayesinde
bilginin doğasına ilişkin kavrayışımız son on yılda bir dönüşüm geçirdi. Bi
limciler, konuştuğumuz gibi, kuantum fiziğinin garip yasalarını kullanarak
kuantum düzeyindeki bilgiyi depolamaya ve işlemeye çalışıyorlar. Kuantum
fiziğinin kuantum solucan deliği üretimi için de geçerli olan aynı garip yasa
ları ve zaman yolculuğu düşüncesi o fikirlerin pek çoğunu kullanıyor. Za
man yolculuğunda ortaya çıkan paradokslar da bilgiyle ilişkilidir. Mesele şu
ki, geçmişe bilgi göndermeye sıra gelince ortaya çıkıyor bu paradokslar.
Madde yerine bilgiyi baş role koyan bir başka bilimsel anlayış belirmeye
başlıyor. Fizikçiler yüzyıllardır maddeyi fiziksel teorilerin temeli olarak dü
şündüler. Şimdiyse ivme kazanmış bir başka hareket var ve bu bilgiyi asal,
maddeyi de onun doğru kavranışıyla ortaya çıkan bir şey olarak görüyor. Bu
kestirim şimdi biraz abartılı gelebilir, ama böyle düşünen başkaları da var.
Kara delik ve solucan deliği terimlerini ortaya atan fizikçi John Archibald
Wheeler da herşeyin temelinin bilgi olduğuna inanıyor. Wheeler bunu hari
ka, gayet şiirsel bir biçimde ifade etmişti, “bitten cisme” demişti. 1,000 bitin
1 bayta karşılık geldiği, bilgi bitlerini kastediyor. Fiziksel nesnelerin bilgi bit-40
305
H AYAT KİTABİ
306
BİLİMCİLER
I. İNSAN PRİMATLAR
1. Nicholas Mackintosh
Mackintosh, 1981’den 2002’deki emekliliğine kadar yıllarca İngiltere, Cambridge
Üniversitesi’nde Deneysel Psikoloji Profesörü olarak çalıştı. Mezuniyet ve dokto
ra derecelerini Oxford Üniversitesi’nden, yani Britanya Adaları’nın en eski ve
pek çok kişiye göre en seçkin üniversitesinden aldı, belki de dünyanın en seçkin
üniversitesinden. Uzun ve etkileyici akademik kariyerinde pek çok görev üstlen
di: Kanada, Nova Scotia, Halifax’ta Dalhousie Üniversitesi; İngiltere’nin güne
yinde Sussex Üniversitesi; Berkeley, Kaliforniya Üniversitesi; Havvaii Üniversite
si; Connecticut, New Haven’da Yale Üniversitesi; Avustralya, New South Wales
Üniversitesi; Fransa, Paris-Sud Üniversitesi; ve Pennsylvania, Bryn Mawr Koleji.
2. Robert Sapolsky
Şu an Kaliforniya, Stanford Üniversitesi’nde ders veren Robert Sapolsky bir sü
per yıldızdır. John D. ve Catherine T . MacArthur vakfının “deha ödülü”ne ve
Stanford’un Bing Üstün Eğitim Ödülü’ne layık görüldü. Tam ünvanı şöyledir:
Stanford Tıp Fakültesi’nde Nöroloji ve Nöroloji Bilimleri Profesörü ve John A.
ve Cynthia Fry Gunn Biyoloji Bilimleri Profesörü.
Cambridge Massachusetts, Harvard Üniversitesi’nde antropolojiden iftiharla
mezun oldu. New York, Rockefeller Üniversitesi’ndeki lisans üstü çalışmasından
sonra doktorasına yöneldi ve endokrinoloji alanında orijinal araştırmalar yaptı.
Sürekli sosyal ilişkilerin tetiklediği stresle ilgilendi, ama 1994 tarihli ünlü kitabın
da da —Why Zebras Don t Get Ulcers [“Neden Zebralar Ülser Olmaz?”]—açıkça
görüleceği üzere, sadece insanlarla sınırlı kalmadı. Çalışmalarının çoğu Kenya’da
vahşi doğadaki babunlar (büyük maymunlar) ve şempanzeler üzerinedir. Birçok
başka davranış ve fizyolojinin yanısıra endojen steroidleri inceler. Mesela beynin
kortizol endokrin seviyeleri ve bunun hayvan aristokratlardaki, yani “alfa” er
kekleri ve dişilerindeki sosyal hiyerarşiyle korelasyonu üzerine çalışmıştır.
3. Jane Goodall
Jane Goodall’ın yeryüzündeki en ünlü kadın bilimci olduğu söylenebilir, ama
Goodall hayata münzevi bir bilimci olarak başlamadı. Vahşi doğada, doğu Afri
3°7
H AYAT KİTABI
ka'da Tanzanya’nın Gömbe Çayı Milli Parkı’ndaki kırk beş yıllık şempanze araş
tırmalarının başlarında bu harika primatlarla kurduğu kişisel ilişkiler hayranlık
vericidir ve onları kendi taktığı isimlerle anar. Şempanzelerin karınca-çubuklan
üretip kullandıklarını ve böylece bu leziz, besleyici, sosyal böcekleri yuvalarından
çıkardıklarını keşfetmiştir. Ayrıca primat saldırganlığını da gözler önüne sermiş
tir, mesela şempanze birliklerinin eşgüdümlü bir şekilde kırmızı kolobus may
munlarını nasıl avladığını.
Goodall’ın nişan ve ödülleri de başarıları kadar sıradışıdır. 1980’de World
Wildlife for Conservation (Dünya Vahşi Yaşamı Koruma derneği) yandaşlarınca
Golden Ark (Altın Sandık) ödülüne layık görülmüş ve peşinden düzenli olarak
başka ödül ve nişanlar almıştır. 2004’de Kraliçe II. Elizabeth tarafından Bucking-
ham Sarayı’nda gerçekleştirilen bir merasimle Britanya İmparatorluğu’nun Şöval
ye Kumandanı ilan edilmiştir. İki yıl önce de Genel Sekreter Kofi Annan tarafın
dan “Birleşmiş Milletler Barış Elçisi” ilan edildi. Kalabalık primat akrabalarımı
zın doğal çevrelerini koruma yolundaki çalışmaları engel tanımaz. Ve iki şempan
ze türünü (Pan troglydites ve Fan bon ob o’yu) goriller ve bizimle birlikte insanım
sılar ailesine katması kesinlikle bu kitabın mesajıyla örtüşmektedir.
4. Jordi Sabater Pi
Şu an Barselona Üniversitesi’nde psiko-biyoloji ve etoloji onursal profesörü olan
Jordi Sabater Pi batı Afrika’daki saha araştırmalarına öncülük etti. Ekvatoryal
Gine’nin doğal alanlarında şempanzeler, goriller, hatta amfibiyanlar (calut kur
bağası), kuşlar (bal kuşu) ve insanlarla (Fang insanlarıyla) otuz yıldan fazla za
man geçirdi. 1940 ile 1969 arasında doğayı inceledi ve araştırmalarını bilimsel
makalelerle, sulu boya ve çizimlerle belgeledi; bunlar şimdi Barselona’da sergilen
mektedir. Tropikal Afrika’daki yağmur ormanlarının mahvedilmesini esefle kar
şılıyor ve iyi bildiği bölgelerde orman yüzeyinin yüzde 80’inin ekonomik istisma
ra feda edildiğine dikkat çekiyor.
5. Edward O. Wilson
Massachusetts, Cambridge’de Harvard Üniversitesi’nden emekli olan Wilson,
doktorasını Harvard’dan aldı. Alabama, Birmingham’da doğdu ve biyoloji mezu
niyet ve mastır dereceleriniyse Alabama Üniversitesi’nden aldı. Termitlere, özel
likle de karıncalara tutkun, vicdan sahibi bir beyefendidir ve engin yaşam —sever-
liği [biophilia\ diğer canlılara şefkat göstermek bakımından pek çoğumuza ilhan
kaynağı olmuştur. Çoğu böcek ve diğer topluluklara değinen kavrayışlı, zihin açı
cı yazıları, sosyobiyoloji ve biyoçeşitlilik gibi, yepyeni bilimsel araştırma alanları
nın oluşumuna yol açmıştır.
Bilgisi derin, ifade gücü yüksek ve tutkulu, ama doğa ve güzellikleri karşısında
308
BİLİMCİLER
mütevazı olan 'Wil son sıradışı bir saha doğabilimcisi, laboratuar bilimcisi ve çevre
koruyucusudur. Ayrıca üretken bir yazardır ve şu iki kitap dolayısıyla Pulitzer
Ödülü kazanmıştır: On Human Nature [“İnsan Doğası Üzerine”] ve Almanya,
Wurtzberg’den eski öğrencisi ve meslektaşı olan Bert Hölldobler’le birlikte yazdı
ğı T he Ants [“Karıncalar”]. Ekoloji dalındaki en yüksek ödül olan Crafoord
Ödülü’nün de sahibidir ve 1967’den beri her yıl çok önemli kitap ve makaleler ya
yınlamıştır. Harvard, Organizmik ve Evrimsel Biyoloji Bölümü, Pellegrino Ento
moloji Araştırma Profesörü şeklindeki resmî ünvanı, kendisini minnetle anan pek
çok lisansaltı öğrencisine verdiği onlarca yıllık müthiş evrim ve ekoloji eğitimi
açısından oldukça kifayetsiz bir göstergedir.
Çekicilik
6. Victor Johnston
Victor Johnston şu an Las Cruces, New Mexico Devlet Üniversitesi, Psikoloji Bü-
lümü’nde Onursal Profesördür. Uzmanlık alanı ve orijinal çalışmaları yeni bilim
dalları yaratmıştır: “bilişsel mühendislik” ve “biyo-psikoloji”. İnsan duyguları,
insanın güzellik algısı ve beden ve yüz çekiciliğinin genetik temellerine yönelik
araştırmaları başlatmış, ama bilimsel araştırma sınırları içerisinde kalmıştır. Why
W e Feel: The Science o f Human Emotions [“Neden Hissediyoruz: İnsan Duygu
larının Bilimi”] başlıklı kitabın yazarıdır. Halen bu kitaba vesile olan araştırmala
rını sürdürüyor. Rahimdeki hormon dozuyla yetişkinlerin eş tercihleri arasında
yirmi yıl sonra kendini gösteren ilişki ona büyüleyici geliyor. Güçlü bir bağıntı ol
duğundan emin.
7. Daniel Gilbert
Daniel Gilbert, Harvard Üniversitesi’nde Psikoloji Profesörü ve Sosyal İdrak ve
Duygu Lab. yöneticisidir. Gilbert etkin öngörü çalışmaları üzerinde yoğunlaştı
—insanların gelecek hadiseler karşısındaki duygusal tepkilerini doğru öngörebilme
kabiliyeti veya kabiliyetsizliği üzerine. Nasıl ve nerede mutlu olacağımızı nadiren
kestirebildiğimiz anlaşılıyor. Gilbert’in çalışmaları ciddi bilim anlayışını yansıtır,
dolayısıyla insan bilişinde içkin olan önyargılılığı inceleyip delil ararken kural dı
şına çıkmaz, ama bunlar düşüncelerini eğlendirerek iletmesine de engel değildir.
Mesela toplumumuzun iklim değişikliğini ciddiye almadaki başarısızlığı üzerine
yazdığı deneme şu başlığı taşıyor: “Küresel Isınmaya Keşke Gey Seksi Yolaçmış
Olsaydı”.
8. Robert Hare
Britanya Kolombiyası Üniversitesi’nde Psikoloji Onursal Profesörü olan Robert
309
HAYAT KİTABI
Hare otuz beş yıl kadar eğitim verip araştırmalar yürüttü. Bir adli araştırma ve
danışma firması olan Darkstone Araştırma Grubu Ltd.’in başkamdir. Akademik
kariyerinin çoğunu psikopattık ve psikopatlığın doğasım araştırmaya adamıştır.
Psikopatik davranışa zihin sağlığı ve ceza hukuku açısından yaklaşımı çoğumuz
için oldukça şaşırtıcıdır. Hare şu kitapların yazarıdır: Without Conscience: The
Disturbing World o fth e Psychopatbs Among Us [“Vicdansızlar: Aramızdaki Psi
kopatların Endişe Verici Dünyası”] ve Snakes in Suits: Wben Psychopatbs Go to
W ork [“Takım Elbiseli Yılanlar: Psikopatlar İşe Gittiğinde”]. Psikopatlık üzerine
yüzden fazla bilimsel makalesi var.
Kaygı
9. Daniel Dennett
Felsefe Profesörü Daniel Dennett, Massachusetts, Medford, Tufts Üniversite-
si’nde İdrak Çalışmaları Merkezi’ni yönetiyor. Zamanımızın belli başlı filozofla
rından biri olan ve yapay zeka (Al) araştırmaları ve uygulamalarıyla ilgilenen
Dennett’a göre, bilincin en önemli unsurları hesaplanabilir. Dennett doğuştan öğ
retmen ve sıcak, tutkulu bir entelektüel önderdir. Pek çok ödül kazanmıştır ve ev
rim, bilinç ve dinin toplumsal işlevleri üzerine yapılan tartışmalarda öne çıkmış
tır, mesela din konusunda en yakın tarihli şu kitabıyla: Breaking the Spell: Religi-
on as a Natural Phenomenon [“Büyüyü Bozmak: Bir Doğa Olgusu Olarak Din”].
310
BİLİMCİLER
H. HAYVAN BEDEN-ZİHİN
Döngüsellik ve Sosyallik
3n
H AYAT KİTABI
312
BİLİMCİLER
moleküler biyolojinin tesisine çığır açıcı katkılar yapmış bir biyologdur. İplik
kurdu C. Elegans ’ın sinir sistemi işleyişine ilişkin araştırması ona 2002’de Fizyo
loji veya Tıp Nobel Ödülü kazandırdı. Brenner Güney Afrika’da doğdu ve daha
sonra doktora için Oxford Üniversitesine gitti. Orada Francis Crick’le arkadaş
oldu, ki sonradan onunla Cambridge’de yıllarca aynı ofisi paylaşacaktı. 1990’lar-
da Birleşik Devletler, Kaliforniya, La Jolla’da Scripps Araştırma Enstitüsü’nde
yarım gün çalışmaya başladı. Daha sonra Moleküler Bilimler Enstitüsü’nü kurdu
ve emekliliği ardından Seçkin Profesör olarak Saik Enstitüsü’ne katılıp, bir kez
daha eski arkadaşı Francis Crick’le biraraya geldi.
3X3
H AY AT KİTABI
Geçmiş Biyosferler
42 Q uorum sensing: Dağınık grupların, toplantı yerer sayısıyla karar alma misali, birlikte hareket etmesini sağla-
yan bir olgu.-çn
3H
BİLİMCİLER
Mükemmeliyete Doğru
3i5
HAYAT KİTABI
layan kanadı için klasik bir metin haline geldi. Biyolojik bir toplulukta bir genin
yayılması gibi, kültür aracılığıyla aktarılan düşüncelere atfen mem terimini kul
landı. Başkaları da bu yaklaşım ve terimden hareketle, memetik denen yeni bir
çalışma sahası geliştirdiler.
Dawkins Oxford Üniversitesi profesörüdür ve Charles Simonyi Halkın Bilimi
Anlayışı Kürsüsü’nün ilk başkamdir. Evrim teorisiyle ilgili çalışmalarına ilaveten,
son kitabı Tanrı Yanılsaması’nda da [The G od Delusion] görüldüğü üzere, ateşli
bir ateizm taraftarı ve yaradılışçılık eleştiricisidir.
Ölü ya da Diri?
316
BİLİMCİLER
Enginden Miniciğe
3r i
H AYAT KİTABI
3i 8
E D İ T Ö R L E R
Eduardo Punset
Eduardo Punset 1954’te Los Angeles’ta Kuzey Hollywood Orta Okulu’nu bitirip,
1958’de Madrid Üniversitesi’nden (La Complutense) hukuk lisansı aldı. Ve bunu
1965’te Londra İktisat Fakültesi’nden aldığı iktisat yüksek lisansı izledi.
On yıl boyunca önce televizyonda BBC için ve sonra da Londra’da Economist
için çalıştı. 1969’dan 1974’e kadar Washington’da Uluslararası Para Fonu’nda
(IMF) çalıştı ve Karaip temsilciliğine atandı. General Franco rejiminin sona erme
siyle birlikte İspanya’nın demokrasiye geçiş çalışmalarına katıldı ve Avrupa Birli-
ği’ne giriş görüşmelerinde de Avrupa İlişkileri Bakanı olarak yer aldı. Doğu Avru
pa’nın demokrasiye geçiş sürecinde sekiz yıl Avrupa Parlamentosu üyesiydi ve Av
rupa Parlamentosu Polonya Komitesi başkanıydı. 1983’ten 1990’a kadar çok ulus
lu bir Fransız kuruluşu olan Bull Teknoloji Enstitüsü’nün başkanlığını yaptı. Bu
öncü kuruluş yeni teknolojilerin ekonomik yönetim üzerindeki etkisini ele alıyor
du. Teknoloji ve yeniliklerin profesörü olarak atanan Punset Avrupa’da çeşitli
meslek okullarında eğitim verdi, mesela: İspanya, El Escorial’da -yani Madrid dı
şındaki eski kraliyet (Charles V, Philip II) sarayı olan- Uluslararası Yaz Okulu ve
Madrid’deki meslek enstitüsü (Instituto de Empresa). Barselona’da bilim, teknoloji
ve toplum üzerine pek çok programa katıldı. Eduardo Punset en çok Redes ’in
(“Ağlar”m) yönetmeni ve yapımcısı olarak tanınır. 1996’dan beri dünya çapında
İspanyolca konuşan izleyecilere bilimi ileten bu popüler haftalık televizyon progra
mını sunmaktadır. Ayrıca Barselona’daki Ramon Llull Universitesi’nin Kimya
Enstitüsü’nde bilim, teknoloji ve toplum profesörü olarak eğitim veriyor. Bilimsel
konular üzerine çalışan Smart Planet (Akıllı Gezegen) adlı multimedya yapım şir
ketine başkanlık ediyor. Barselona’da yerel hükümetin burs ajansı olan Katalan
Araştırma Vakfı’mn bilimsel iletişim yönetim başkanlığına atandı. Ajansın amacı,
bilimsel araştırma yapanları, üniversite profesörlerini ve medya uzmanlarım bira-
raya getirerek her türden ve her seviyede bilimsel iletişimi özendirip desteklemek.
Dünya çapındaki seyahatleri ve birinci sınıf bilimcilerle görüşmelerine dayanan
ve bu kitabın da temeli olan 2004 tarihli kitabı Cara a Cara con la vida, la mente y
el Universo [“Yaşam, Zihin ve Evrenle Yüzyüze”] İspanyol dilinde en çok satan bi
lim kitaplarından biridir. Punset’in El viaje a la felicidad (Barselona: Ediciones
Destino) [“Mutluluğa Yolculuk”] adlı kitabı The Happiness Trip [“Mutluluk Yol
culuğu”] (Chelsea Green Publishing) adıyla çevrilmiş ve 450,000 adetten fazla sat
mıştır. Punset 1936’da İspanya, Barselona’da doğdu. Uç kızı var; İspanyolcaya ol
duğu kadar İngilizceye de fevkalade hakim olan Elsa on yıl babasıyla birlikte çalış
tı. Punset beş torun sahibidir.
3i9
H AYAT KİTABİ
Lynn Margulis
320
EDİTÖRLER
321
HAYAT KİTABI
Dorion Sağan
322
OKUMA LİSTESİ
Adams, Ansel, James Alinder, and John Szakovvski. 1987. A nsel A dam s: Classic Im ages by
Ansel A dam s. New York: Little Brown.
Asimov, Isaac. 1991. A tom : Jo u rn ey A cross the S u batom ic C osm os. New York: Truman Tal-
ley Books. (NG, 35)
Babiak, Paul, and Robert D. Hare. 2006. Snakes in Suits: W hen P sychopatbs G o to W ork.
New York: HarperCollins. (RHa, 8)
Birleşik Devletler Enerji Bakanlığı Bilim Dairesi Genom Programları. 2003 “The Human Ge-
nome and Beyond” http://web.ornl.gov/sci/techresources/Human_Genome/publicat/pri-
mer2pager.pdf. Bu iki sayfalık broşür İnsan Genom Projesi hakkında genel bilgi veriyor ve
daha fazla bilgi için karmaşıklık ve zorluk derecelerine göre diğer kaynakları sıralıyor.
(WH, 19)
Bonner, John Tyler. 1983. E volution o f Culture in A nim als. Princeton, N J: Princeton Univer-
sity Press. (JB, 30)
Brand, Stewart, and Peter Warshall. 1968-1998. T h e O riginal W h ole Earth C atalogu e, Special
30th A nniversary F a p erba ck. Sausalito, CA: Point Foundation.
Brenner, Sydney. M y L ife in Science. 2001. London: BioM ed Central.
Clars, R.W . 1981 T h e Survival o f C harles D arw in: A B iography o f a M an an d an İdea. New
York: Random House. (SJG, 25) (RHa, 8) (NM , 1) (RL, 11)
Chudnovsky, Eugene, and Javier Tejada. 2006. Lectures o n M agnetism . Paramus, N J: Rinton
Press. (EC, 31)
Cole, K.C. 1999. T h e Uniuerse an d th e T eacu p : T h e M athem atics o fT r u t h an d Beauty. Fort
Washington, PA: Harvest Books. (EC, 31)
Davies, Paul. 1995. A b ou t T im e. London:Viking. (PD, 36)
Davies, Paul. 2001. H oıv to B uild a T im e M achine. London: Ailen Lane. (PD, 36)
Darwin, Charles. 1859. O n the Origin o f Species by M ean s o fN a tu r a l Selection. London: J.
Murray.
Dawkins, Richard. 2004. T h e Ancestor's T ale. Boston: Houghton Mifflin. (RD, 26)
Dawkins, Richard. 1999. T h e E xten ded P hen otype: T h e L o n g K ea ch o f th e G ene. New York:
Oxford University Press. (RD, 26)
32 3
H AYAT KİTABI
Day, Williams. 2002. H o w L ife Began. Cambridge, MA: Foundation For New Directions.
(WD, 28)
Day, William. “Life as Growth by Energy Flow.” Lynn Margulis, Celeste Asikainen vs. editör
lüğünde henüz yayınlanmış olan C him eras an d C onsciousness: Evolution o f the Sensory
S e lf adlı kitap içinde. White River Junction, V T : Chelsea Green Publishing. (WD, 28)
de la M acorra, Xim ena, and Antonio Vizciano, ed. 2006. W ater. M exico City: American Natu-
ral.
Dennett, Daniel. 1996. K inds o fM in d s. New York: Basic Books. (DaD, 9)
Dennett, Daniel. 2005. Sw eet D ream s: P hilosphical O bstacles to a Science o f C onsciousness.
Cambridge, M A: M IT Press. (DaD, 9)
Deutsch, Diana. M usical lllusions a n d P aradoxes. L ajolla, CA: Philomel Records, 1995. (DiD,
17)
Deutsch, Diana. P ban tom W ords an d O ther Curiosities. La Jo ll, CA: Philomel Records, 2003.
(DiD, 17)
Deutsch, Diana. (Ed.) 1999. T h e P sychology o f M usic. San Diego, CA: Academic Press. (DiD,
17)
Doyle, Gerald A., Jacop o Moggi-Cacchi, M ichael A. Raath, and Philip V. Tobias, eds. 1999.
H um anity From N aissan ce to Corning M illenia. Johannesburg: Witswatersrand University
Press. (PT, 20)
Fleck, Ludvvik. 1979. G enesis a n d D evelopm en t o f a Scientific Fact. Chicago: University of Chi
cago Press. (JB, 30)
Gest, Howard. 2003. M icrob es: An Inuesible Vniverse. Washington, DC: ASM Press. (RGu,
29)
Gilbert, Daniel. 2006. Stum bling on H appiness. New York: Knopf. (DG, 7)
Glashovv, Sheldon Lee. 1991. T h e C harm o fP b y sics. Melville, N Y: AIP Press. (SLG, 33)
Glashovv, Sheldon Lee. 1994. F rom A lchem y to Q uarks. Belmont, CA: Brooks/Cole Publishing
Company. (SLG, 33)
Goleman, Daniel. 1997. E m otion al Intelligence: W hy it C an M atter M o re T han IQ . New
York: Bantam. (RL, 11)
Goodall, Jane. 1988. İn th e Shadoıv o f M an. New York: Houghton M ifflin. (JG , 3)
Gould, Stephen Jay. 1989. T h e Panda's T h u m b: M o re R eflection s in N atu ral H istory. New
York: W . W . N orton 8c Company. (SJG , 25)
Gould, Stephen Jay. 1980. W on derfu l L ife: T h e Burgess Shale a n d th e N atu re o f H istory. New
York: W. W. Norton & Company. (SJG, 25)
Gregory, Richard L. 1997. Eye an d Brain: T h e P sychology o f Seeing. Oxford: Oxford Univer
sity Press (RGr, 15)
Haravvay, Donna. 1989. Prim ate Visions: G ender, R ace, an d N atu re in the W orld o f M odern
Science. New York: Routledge. (JG , 3)
Harding, Stephan. 2006. A nim ate E,arth: Science, lntiution, an d G aia. White River Junction,
324
O K U M A LİSTESİ
325
H AYAT KİTABI
Llinâs, Rodolfo, and M ircea Steriade. 2006. “Bursting of Thalamic Neurons and States of Vigi-
lance.” Jo u rn al o f N eu ropbysiology. Vol. 95, No. 6, pp. 3297-3308. http://jn.physio-
logy.org/cgi/content/abstract/95/6/3297 (RL, 11)
Lovelock, James. 1995. T h e Ages o f G aia: A B iograpby o f O ur Living Earth. New York: W.
W. Norton & Company. (JEL, 23)
Lovelock, James. 2001. H om a g e to G aia. New York: Oxford University Press. (JEL, 23)
Lovelock, James. 2007. T h e R evenge o f G aia: Eartb's C lim ate Crisis a n d the Fate o f H um anity.
New York: Basic Books. (JEL, 23)
Mackintosh, Nicholas. 1996. “Intelligence in Evolution.” Jean Khalfa (ed.), W bat Is Intelligen-
ce? içinde. Cambridge University Press. (NM , 1)
Mackintosh, Nicholas. 1998. IQ an d H um an Intelligence. New York: Oxford University Press.
(NM , 1)
Margulis, Lynn. 1993. Sym biosis in C eli E volution, 2nd ed. New York: W .H. Freeman &
Company. (DW, 21)
Margulis, Lynn. 2000. S ym biotic Planet. New York: Basic Books.
Margulis, Lynn, and Celeste Asikainen, eds. “Bacteria and Protists Also M ake Decisions.” He
nüz yayınlanmayan C him eras an d C onsciousness: Evolution o f the Sensory S e lf içinde.
White River Junction, V T: Chelsea Green Publishing. (NG, 35)
Margulis, Lynn, and Dorion Sağan. 2002. A cquiring G en om es: A T h eo ry o f the Origins o fS p e -
cies. New York: Basic Books. (EC, 31)
Margulis, Lynn, and Dorion Sağan. 2007. D azzle G radually: R eflection s on the N atu re o fN a -
ture. White River Junction, V T : Chelsea Green Publishing. (SLG, 33)
Margulis, Lynn, and Jam es E. Lovelock. 1975. “The atmosphere as circulatory system of the
biosphere: the Gaia hypothesis.” C oE volution Q uarterly, Summer 1975, pp. 30-40. Lynn
Margulis ve Dorion Sagan'ın D azzle G radually: R eflection s on the N atu re o f N atu re adlı
kitabında tekrar basıldı.
Margulis, Lynn, and M .J. Chapman. K ingdom s and D om ain s: An Illustrated G u ide to the
Phyla o f L ife on E arth, 4. Baskı San Diego: Academic Press-Elsevier.
Miller, Jonathan. 1986. T h e B ody in Q uestion. New York: Horizon Book Promotions (RL, 11)
Nealson, Kenneth H. 2001. “Searching fo life in the universe: Lessons from the Earth.” C osnıic
Q uestions: Annals o f th e N ew Y o rk A cadem y o f Sciences. Vol. 950, pp. 241-258. www.an-
nalsnyas.org/cgi/content/abstract/950/1/241 (KN, 24)
Nealson, Kenneth H ., and Pamela G. Conrad. 1999. “Life: past, present and future.” P ilosophi-
cal T ransaction s o f the R o y al Society B: B iological Sciences. Vol. 354, No. 1392 pp. 1923-
1939. www.journalsroyalsoc.ac.uk/link.asp?id=7rl0hqn3rplglvag (KN, 24)
Punset, Eduardo. 2005. El viaje a la felicidad. Barcelona: Ediciones Destino. İngilizce çevirisi
(2007) The Happiness Trip. White River Junction, V T: Chelsea Green Publishing. (RS, 2)
Randall, Lisa. 2005. W arp ed Passages: Unraveling the M ysteries o f the Universe's H idden Di-
m ension. New York: Ecco (LR, 34)
326
OKUM A LİSTESİ
Sabater Pi, Jordi. 1992. El ckim p an ce y los origenes d e la cultura. Barcelona: Anthropos. (JSP, 4)
Sabater Pi, Jordi. 1993. G orilas y chim pan ces del A frica O ccidental. M exico City: Fondo de
cultura economica. (JSP, 4)
Sack, Oliver. 2002. O ax aca Jou rn al. New York: National Geographic Directions (OS, 10)
Sack, Oliver. 2001. Uncle Tungsten. New York: Knopf. (OS, 10)
Sağan, Cari. 1996. T h e D em on -H au n ted W orld: Science as a C andle in th e D ark. New York:
Random House. (SLG, 33)
Sağan, Dorion, and Lynn Margulis. 2006. “W ater and Life.” Ximena de la M acorra ve Antonio
Vizcaino (ed.) W ater içinde. M exico City: American Natural.
Sağan, Dorion, and Jessica HopeWhiteside. 2005. “Gradient reduction theory: Thermodyna-
mics and the purpose of life.” Stephen H. Schneider, Jam es R. M iller, Eileen Crist, and Pe-
nelope J . Boston (eds.), Scientists D ebate G aia: T h e N ex t Century. Cambridge MA: M IT
Press. (DS, 27) (SB, 18)
Sapolsky, Robert. 2004. W by Z eb ra s Don't G et Ulcers: T h e A cclaim ed G uide to Stress, Stress
R elated D iseases, an d C oping. New York: Owl Books (RS, 2)
Schaechter, M oselio, John L. Ingraham, and Frederick Ca. Neidhardt. 2006. M icrob e. Was-
hington, DC: ASM Press (RGu, 29)
Schneider, Eric D., and Dorion Sağan. 2005. Into the C o o l: Energy F low , T herm odyn am ics,
a n d L ife. Chicago: University of Chicago Press. (DS, 27) (SB, 18) (EC, 31)
Scientific A m erican editörleri. 2002. U nderstanding N an otecbn olog y . New York: Warner Bo
oks. (H R, 32)
Sober, Elliot, and David Sloan Wilson. 2007. Unto o th ers: T h e E volution a n d P sychology o f
Unselfish B ehavior. Cambridge, M A: Harvard University Press.
Stewart, Melissa. 1999. L ife w ithou t Light: A Jou rn ey to E arth ’s D ark Ecosystem s. London:
Franklin Watts. (EOW , 5)
Strogatz, Steven. 2003. SYN C : T h e Em erging Science o f Spontaneou s O rder. New York:
Hyperion. (SS, 14)
Thorne, Kip. 1995. B lack H lose an d T im e W arps: Einstein's O utrageous Legacy. New York:
W. W. Norton 8c Company. (LR, 34)
Vernadsky, Vladımir '. 1998. T h e B iosphere. (Rusçadan çeviri; orijinal baskı, 1926) New York:
Simon 8c Schuster.
von Baeyer, Hans Christian. 2000. T am ing the A tom : T h e E m ergen ce o f the V isible M icro-
w orld. Mineola, N Y: Dover. (HR, 32)
Wallace, Douglas. 1997. “M itochondrial DNA in Aging and Disease.” Scientific A m erican.
Vol. 227, No. 2, pp. 40-47 (DW, 21)
Westbroek, Peter. 1992. L ife as a G eolo g ica l L orce: D ynam ics o f the Earth. New York: W . W.
Norton 8c Company.
Wilson, Edward 0 . 1998. C onsilience: T h e Unity o f K n ou dedge. New York: Knopf. (EOW , 5)
Wilson, Edward O. 2000. S o ciob io log y : T h e N ew Synthesis: T ıventy-fifth A nniversary Edition.
327
HAYAT KİTABI
328
DİZİN
329
HAYAT KİTABI
330
DİZİN
331
H AYAT KİTABI
332
DİZİN
333
H AYAT KİTABI
334
DİZİN
335
HAYAT KİTABI
• E v r e n g e r ç e k t e n v a r m ı?
• K iş is e l b ilin ç e v r im ta r ih in d e n e r e d e v e n e z a m a n o r t a y a ç ık t ı?
• A t o m la r d a n o lu ş a n b u e v r e n k ö k e n i ü z e r in e d ü ş ü n m e k , a m a c ın ı ir d e le m e k y a d a
s ır f s a ç m a lı ğ ın a iş a r e t e t m e k iç in b e y n e n e d e n ih t iy a ç d u y d u ?
• R e n k le r g e r ç e k t e n v a r m ı, y o k s a s a d e c e b e y i n d e y a r a t ıla n ş e y l e r m i?
• K a r a r v e r ir k e n k a lp v e m id e n e d e n b e y i n d e n d a h a iy id ir ?
• Y a ş a m b a z ı k im y a s a l m a d d e le r in k a r ış ım ıy la y a r a tıla b ilir m i?
• E k s t r a b o y u t la r v a r m ı? C E R N ’d e k i ç a lış m a la r b u s o r u y u c e v a p l a y a b i lir m i?
• F iz ik ç ile r n iç in t ü m z a m a n ı - b u g ü n , g e ç m i ş v e y a g e l e c e k o l m a k s ız ı n - in s a n d a n
ö n c e k u r u lm u ş g ib i d ü ş ü n ü r le r ?
• Z a m a n y o lc u lu ğ u m ü m k ü n m ü ?
• in s a n o ğ lu n u n s e ç ilim n e d e n i b ir tü r ş iz o fr e n i g e n i o la b ilir m i?
• N e tip in s a n la r , n e z a m a n , n e tip in s a n la r ı d a h a ç e k ic i b u lu y o r ?
P a r m a k la r b u k o n u d a n e s ö y lü y o r ?
• Ö l m e y e p r o g r a m lı m ıy ız ?
• M e r k e z î y ö n e t i m m i, y o k s a k e n d i k e n d in i o r g a n i z e e d e n s i s t e m l e r m i
d a h a iyi ç a lış ıy o r ?